Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 03.08.2007 - 01:18

    CEMİL MERİÇ’İN AKIL DEFTERİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.

    Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.

    Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:

    “Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. /
    Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. /
    Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.

    Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.

    Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”

    Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:

    “Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…

    Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…

    Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)

    Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 03.08.2007 - 00:19

    MİRAC VE NAMAZ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Mirac dünya denen fena âleminden, sınırlarını tahayyül edemediğimiz gökler ötesine yapılan mukaddes bir yolculuktur. Hz. Peygamberin zamanı ve mekânı aşıp Hakk’ın huzuruna varması, kulluğunu ve elçiliğini yüce Yaradan’a ikrar etmesidir. Bu mübarek yolculuk ulu bir davet üzere gerçekleşmiştir. Sevgililer Sevgilisi, Rahman’ın yüce katından kutlu bir davet alarak bu davete icabet etmiştir. Bu mübarek yolculuk yüce Kur’an’da şöyle ifade bulmuştur: “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o layıkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(İsra S. 1. Ayet)

    Mirac insan ufkunun alabileceği bir hadise değildir. Onun için müşrikler bu hadiseye inanmamakta ısrar etmişlerdir. Bununla ilgili deliller getirilmesini istemişlerdir. Hatta Peygamberimizi imtihan bile etmişlerdir. Ona Mescid-i Aksa’nın kapı ve pencerelerinden kubbesine kadar onlarca soru sormuşlardır. Bu noktada Allah’ın yardımı devreye girmiş ve Resulullah sorulan sorulara doğru cevaplar verebilmiştir. Lakin inanmak istemeyenler yine de kuru inatlarını sürdürmüşlerdir. Mucizeleri akılla ve mantıkla açıklamak mümkün değildir. Kişi inanmak istemedikten sonra onu ikna edemezsiniz. Rabbimiz inanmak istemeyen ve kör inatları tutan müşrikleri bakın nasıl tarif etmiştir: “Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık) . Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.”(Araf S. 179. Ayet)

    Mirac’ın en büyük hediyesi hiç şüphesiz ki namazdır. Rivayetlere göre elli vakit olarak başlayan, bir kısım peygamberlerin Resulullah’ı uyarmasıyla ve belli aşamalardan sonra Efendimizin yalvarmasıyla beş vakte inen namaz, Mirac hadisesinin en anlamlı meyvesidir. Gerçekten de namaz hayatın anlamıdır. Fakat beş vakit namaz kılma hususundaki zaaflarımız göz önüne alındığında biz kulların elli vakit namaz kılması gerçekten de zor olurdu. Namazın beş vakte indirilmesi Allah’ın kullarına bir keremidir. Allah’ın cömertliği ve ihsanı hayatımızı kuşatmıştır. Yüce Rabbimiz biz kullarına her zaman acımakta ve bizleri her türlü mihnete karşı kayırmaktadır. Bunun değişik yansımalarını hayatımız boyunca görmekteyiz.

    “Namaz müminin miracıdır” hadisi, üzerinde durulmaya, derinleştirilmeye değer nurlu bir sözdür. Kur’an-ı Kerim’in 70 yerinde emredilen namaz, şüphe yok ki ibadetlerin en başta gelenidir. Namaz olmadan imanın sinede saklanması, barınması, parlaması mümkün değildir. Namazla beslenmeyen iman, her türlü tehlike karşısında sarsılmaya namzettir. Bütün ibadetlerin başında namaz gelmektedir. Yine “Namaz dinin direğidir” hadis-i şerifi bize bu konuda yol göstermektedir. Mümin olmanın birinci basamağı imandır. İmandan sonra ikinci sırayı namaz almaktadır. Konu bu kadar önemli iken Müslüman olduğunu göğsünü gere gere iddia edenler, iş uygulamaya geldiğinde suskun ve ketum kalmaktadırlar. Namaz olmayan sinede iman uzun süre barınamaz. Aksini iddia edenler varsa da bunlar ancak kendilerini kandırmaktadırlar. Bu iddia paslı bir demiri altın diye sarrafa yutturma çabasından farksızdır.

    Günümüz insanı Mirac mucizesinin anlam ve öneminden uzak bir hayat yaşadığı için namazı da dünyevi telaşelerle dolu, şişkin ve manevi açıdan baktığımızda gerçekte boş gündemlerinden çıkarmışlardır. Cami ve cemaat şuuru ne yazık ki iflas etmiştir. Sabahın ilk ışıklarında sokaklarımız sessiz ve tenhadır. Oysa bundan birkaç asır evvel tanyerinin ağarmasıyla birlikte sokaklar, camiye koşanlarla dolardı. Uykudakilerin, cemaatin ayak seslerinden uykuları kaçardı. Günümüzde memurların iş saati sekizde başlamasa, güne öğle güneşiyle başlayacağız. Oysa günün bereketi güneşin ilk ışıklarındadır. Güneş her sabah üzerimize doğuyor. Mümin sabah erken kalkmalı, sabahın sessizliğinde namaz aracılığıyla Rabbine iltica etmelidir. Allah’ın huzuruna dönmek, el bağlamak biz kulların Mirac yolculuğudur. Bu kandil vesilesiyle Müslümanların dünyaya basiretle bakmalarını diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 01.08.2007 - 18:04

    GECEYİ AYDINLATAN NURANÎ BİR YOLCULUK: MİRAC

    M. NİHAT MALKOÇ


    İnsanların normal şartlar altında yapmakta aciz kaldıkları, ancak Allah tarafından peygamberlere yaptırılabilen harikulâde hadiselere “mucize” diyoruz. Hemen her peygamberin kendine mahsus mucizeleri vardır. Peygamberler zamanında halkın, gönderilen dine inanması için bu gibi olağanüstü olaylara gerek duyuluyordu. Mucize görmeden inanmıyordu bazı müşrikler… Gerçi mucize görenler de eski inançlarından kolay kolay vazgeçemiyorlardı. Fakat bazıları mucizeler karşısında hayretlerini gizleyemeyerek Hakk’a teslim oluyorlardı. Tarihteki büyük mucizeden biri de Hz. Muhammed(sav) ’in Mirac’ıdır.

    Mirac; ‘merdiven, yükselecek yer, en yüksek makam’ manalarına gelmektedir. Mirac, son Peygamber Hz. Muhammed(sav) ’in Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ruhen, cismen ve hâlen çıkması mucizesidir. Böyle bir mucize sadece Resulullah’a bahşedilmiştir. Arap aylarından Receb-i Şerif’in yirmi yedinci gecesini Mirac gecesi olarak ihya ediyoruz.
    Peygamber Efendimizin Mirac olayı, Kur’an-ı Kerim’in İsrâ ve Necm surelerinde beyan edilmiştir. İsrâ, ‘gece yürüyüşü’ demektir. Sözkonusu surenin ilk ayetinde, Peygamberimizin göklere yükselişi anlatıldığı için bu ismi almıştır. Sözkonusu ayet şöyledir:
    “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren. Allah, noksan sıfatlarından münezzehtir; O, gerçekten işitendir, gözetendir.”(İsrâ S. 1.Ayet) ”

    Resulullah’ın bu nuranî yolculuğu, bir gece Mescid-i Haram’dan başlayıp Mescid-i Aksâ’ya, oradan da yedi kat gökleri geçerek Sidretü’l Müntehâ’ya kadar devam etmiştir. Her şeyi akılla açıklamaya kalktığımızda böyle bir şeyin olması ihtimal haricinde görülebilir. Çünkü Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksâ arasındaki mesafe ancak bir aylık zaman diliminde katedilebilir. İsmi üzerinde, bu bir mucizedir. Mucizelerde mantık aranmaz. Bu durumun imkânsız olduğunu ileri süren müşrikler, ‘Peygamberin bir açığını bulduk’ diye sevinmişlerdir. Hatta bu durumu Hz. Ebubekir’e anlatmışlardır. Çünkü o, ticaretle meşgul olduğu için Mescid-i Aksâ’yı bilmektedir. Resulullah’ın Mirac’ı, kendisine anlatılınca müşriklere hitaben: “Resulullah diyorsa doğrudur” diyerek, ona olan güvenini ve sarsılmaz imanını ortaya koymuştur. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Ebubekir’e “Sıddık” sıfatını lâyık görmüştür. Bundan sonra adı Ebubekir-i Sıddık olarak kalmıştır.

    Resulullah Efendimiz ömrü boyunca Mescid-i Aksâ’ya gitmemişti. Bunu bilen müşrikler: “Madem buraya gittiğini iddia ediyorsun o zaman bu mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var? ” gibi sorularla onu müşkül duruma düşürmeye çalıştılar. Doğrusu Resulullah söz konusu mescidin kapı ve pencerelerine pek dikkat etmemişti. Çünkü o bambaşka bir yolculuktu. Resulullah bu soruya cevap veremese yalancı durumuna düşecekti. Müşrikler belki kendilerince haklı çıkacaktı. Bu haldeyken Allah, yardımına koşar. Beytü’l-Makdis’i gözlerinin önüne getirir. O da mescide bakarak bütün özelliklerini, huzurunda toplananlara anlatır. İnanmaya niyeti olmayanlar, her zaman olduğu gibi yine inanmazlar. Bu durum onların küfürlerine daha sıkı sarılmalarına sebep olur. Müslümanların ise imanı güçlenir.

    Mirac’ın ayrıntıları üzerinde zaman zaman ihtilâflar olmuştur. Bunların başında bu seyahatin bedenen mi, ruhen mi yapıldığı hususu gelmektedir. Hadislerden de anlaşıldığı üzere Mirac, hem bedenen, hem de ruhen gerçekleşmiştir. Yani Resulullah cismen semaya yükseltilmiştir. Bu rüya değil, aksine hakikatin tâ kendisidir. Kişilerin maneviyat ve basiret gözü kapanınca bu gibi hadiseleri idrak edemiyorlar. Oysa Allah’ın her şeye gücü yeter. O “ol” deyince imkânsız olarak addettiğimiz her şey gerçekleşir. İnsanın bir nutfeden (sperma) yaratılması da en az Mirac kadar olağanüstü bir durum değil midir? Bu gibi olaylar, hayatımızın bir parçası hâline geldiği için onları doğal olarak addediyoruz.
    Allah’a inanmamak hususunda ısrarcı olanların, mübarek Mirac yolculuğundan ders alarak Rabbimize teslim olmaları en akılcı seçenektir. Allah inanmayanlara hidayet nasip eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.07.2007 - 17:12

    HOŞGÖRÜNÜN KANATLARI YAHUT MEVLÂNA

    M.NİHAT MALKOÇ


    Gönül erleri maddeden ölseler de manen gönüllerde yaşarlar. Çünkü onların davası Allah’ın davasıdır. İlayi kelimetullah davası için nefes alan bu ulu zatlar, dünyayı bir durak olarak görmüşlerdir. Gerçekte dünya cennet hayatını kazanmak ve manevi mertebe elde etmek için bir mekteptir. Bu mektepte ham ruhlar manevi ilimlerin ziyasıyla olgunlaştırılır. Mevlana, ölümü şeb-i arus yani düğün gecesi olarak görecek kadar büyük bir Hak dostudur. Onun şu veciz sözü hayata ve ölüme bakış açısını göstermektedir: “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

    Büyük Türk mutasavvıfı ve düşünürü Mevlana Celâleddin-i Rumî, 1207 senesinde dünyaya gelmişti. Bu yıl bu büyük halk ve Hak dostu 800. yaşına bastı. Bu nedenle 2007 yılı UNESCO tarafından Dünya Mevlana Yılı olarak ilan edildi. Bu çerçevede başta Türkiye olmak üzere dünyanın değişik yerlerinde bu büyük mutasavvıfın hayatı ve düşünce dünyası kitlelere anlatılıyor. Fakat ne yazık ki Türkiye’de Mevlana’nın ismine layık görkemli programlar yapılmadı. Mevlana gibi büyük bir değer, derya misali ilim ve aşk adamı başka ülkelerde olsa sabah akşam dünyanın öbür ucundakilere adını ezberlettirirlerdi. Değerlerine sırtını dönerek bize yabancı olan Batılı değerleri baş tacı eden Türkiye yine yanlış yapıyor. İranlılar, eserlerini Farsça yazan Mevlana’yı kendilerinden sayıyorlar. Türkmenistan’da kaldığım süre içerisinde bunu yakinen gördüm. Yurt dışında, Türkmenistan’da pek çok kişi Mevlana’nın Acem olduğunu sanıyor. İran böyle bir yanlış bilgiyi insanların aklına sokarak zihinleri bulandırıyor. Türkiye buna karşı hiçbir tanıtım atağında bulunmuyor.

    Mesnevi’yi ve onun şairi Mevlana’yı yeterince tanımıyoruz. Mesnevi Farsça yazılmışsa da pek çok şair ve yazar tarafından dilimize çevrilmiştir. Her ne kadar orijinalinden okunduğunda alınan hazzı alamazsak da tercümesinden de pekâlâ manevi lezzet alabilirsiniz. Ben Mesnevi deryasına her dalışımda ruhumda bir serinlik ve huzur hissetmişimdir. Günümüz gençleri Mesnevi’yi ve Mevlana’yı sadece isim olarak biliyorlar. Oysa bu eserde dile getirilen hissiyat, ruhlarımızın yitiği, manevi dermanıdır.

    Mevlana dikkatlice okunduğunda çok büyük sırlara vakıf olunur. Onun düşünceleri soyutlamalarla ve emsallerle ifade edilmiştir. Kendisinden etkilenen çok geniş bir kitle vardır. Pek çok şair ve yazar Mevlana’nın nurlu fikirlerinden istifade ederek eserlerini güçlendirmişlerdir. Mesnevi’deki duygular halkın manevi çeşmesine dönüşmüştür. Bu çeşmeden içilen her damla, çölleşen ruhlarımızı vahaya çevirmiştir. Ünlü Mevlevî Divan şairi Şeyh Gâlib’in kendi eserleri hakkında “Esrârın Mesnevî’den aldım - Çaldımsa da mîrî malı çaldım” demesi Mevlana’nın millete mal olduğuna, ortak bir değer olarak görüldüğüne işarettir. Bu millet, onun yolundan giderek sevgi ve hoşgörü burçlarına bayrak dikecektir.

    Bugün büyük buhranlar anaforunda kaybolup giden insanlık, Mevlana’nın manevi reçetesiyle uçurumlardan düzlüğe çıkacaktır. Son zamanlarda özellikle Batılılar bunu fark etmiş, Mevlana’ya alaka duymaya başlamışlardır. Onun sevgi ve hoşgörü manifestosunu insanlığın gönüllerine nakşetmenin mücadelesi içerisine girmişlerdir. Bu gidişle Avrupa’da ve ABD’de insanlık adına güzel olan ne varsa kısa zamanda kapitalizmin çarklarında dağılıp gidecektir. Bizdeki gidişat da bundan çok farklı ve ehven değildir.

    Dini ve insanî değerleri öğüten ve yok eden materyalizm değirmeni günün birinde insanın ruhundaki manevi boşluğu doldurmaktan aciz kalacak, insanlık gayya çukurlarında debelenerek hayatını zindana dönüştürecektir. Sosyal ve maddi refah mutlu olmak için yeterli olamayacaktır. Zira ruhlar ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşurlar. İngiliz Doğu bilimci Prof. Dr. Arthur J. Arberry “Mevlâna, yedi yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” diyerek bu büyük gönül insanının hakkını ve büyüklüğünü teslim etmiştir. Onlar bu gerçekleri görürken bizim insanlarımız nedense kurtuluşu Batılı değerlerde aramaktadırlar.

    Tasavvuf, Doğu ülkelerinin ruhunun gıdasıdır. Bu görüş etrafında zengin bir edebiyat oluşturulmuştur. Tasavvuf edebiyatının mümtaz simalarının başında da Mevlâna Celâleddin-i Rumî gelmektedir. O, Anadolu’nun kısa zamanda İslâmlaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Asıl adı Muhammed Celâleddin olan bu büyük Allah dostunun mahlası Rûmî’dir. Celâleddin Rumi, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğdu. Tarihî kaynaklara göre annesi Mümine Hatun, Harzemşahlar’dan Alâeddin Muhammed’in kızıdır. Rumî’nin babası, devrinin ünlü bilginlerinden biri olan ve Sultanu’l Ulema diye anılan Hüseyin oğlu Bahaeddin Veled’dir. O, baba tarafından Hz. Ebu Bekir’e, anne tarafından da Hz. Ali’ye dayanır. Zamanın en büyük bilginlerinden Seyyid Burhaneddin tarafından 4–5 yaşına kadar eğitilmiştir.

    Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled büyük bir âlimdi. Zamanında şöhreti dört bir tarafta duyulmuştu. Bu nedenle çevresindeki insanlar onun ilmini kıskanıyordu. Bu yüzden de fitne ve fesat çıkarıyorlardı. O da bunları engellemek için doğduğu yerden ayrılarak sırasıyla Bağdat, Mekke, Medine’den Malatya’ya, oradan da Akşehir’e yerleşti. Zamanın hükümdarı Alâeddin Keykubad, bu büyük veliyi huzuruna davet ederek kendisine büyük bir sevgi, ilgi ve tazim gösterdi. Artık son durağı olan Konya’daydı Mevlâna…

    Konya’da ilmini geliştirip zenginleştirdi. Vaazlar verdi, talebeler okuttu, fetvalar yazdı. Onun hayatının dönüm noktası Şems-i Tebrizî’yle tanışması olmuştur. Onunla iki can bir yürek oldular. Tebrizî’nin manevî kemalâtından nasibini aldı. Makamlar ve mertebeler aşarak maneviyatın zirvesine taht kurdu. Şems’le yekvücut olmuşlardı. Bu durum çevresindekileri de bir hayli kıskandırıyordu. Fakat bu, gönülden gönüle uzanan bir sevgi köprüsünden başka bir şey değildi. Mevlâna Hazretleri bunu bakın nasıl ifade ediyor: “Ben ve Şems, iki ayrı varlık değiliz. O bir güneşse ben bir zerreyim; o bir denizse ben bir damlayım. Zerrenin varlığı güneştendir, damlanın ıslaklığı denizdendir. Öyle ise arada ne fark vardır.”

    Kendisine halife olarak tayin ettiği Hüsameddin Çelebi, Mesnevi’nin yazılmasında Mevlâna Hazretleri’ne çok önemli manevî katkılarda bulunmuştur. Elimizden düşürmediğimiz Mesnevi’yi biraz da bu büyük zata borçluyuz. O vesile olmasaydı belki de bu şaheser doğmayacaktı. Mevlana’nın en önemli eserleri Mesnevi (25700 beyit) , Divan-ı Kebir (30–40 bin beyit arası) , Mektubat (147 mektup) , Mecalis-i Seba, Fihi Ma-Fih’tir. Bunların dışında da eserleri vardır. Fakat Mesnevi, O’nun baş eseridir. Altı ciltlik bu kıymetli eser, adeta bir kuyumcu titizliğiyle pırlanta kıymetindeki sözlerle işlenmiştir. Ondaki kıssalar hikmet incileriyle doludur. Her biri bizi maneviyat ve hakikat denizine daldırmaktadır. Her Türk gencinin bu eseri okuması ve üzerinde düşünmesi gerekir. Kanaatimce bir faninin yazabileceği en müstesna eserdir. Mevlâna, bu kıymetli eseriyle ilgili olarak şöyle diyor:

    “Mesnevimiz, Vahdet dükkânıdır. Onda Vahid’den, yani Hakk’tan başka ne görürsen, o puttur... Bu kitap, masal diyene masaldır. Bu kitapta hâlini gören ise er kişidir. Mesnevi, Nil ırmağının suyuna benzer. Kıptîye kan görünür amma Musa’ya âb-ı hayat...”

    Bilindiği gibi Mevlâna Celaleddin-i Rumî eserlerini, o zamanın edebiyat ve sanat dili olan Farsçayla yazmıştır. Aynı yüzyılda yaşayan Yunus Emre ise şiirlerini her şeye rağmen berrak bir Türkçeyle yazmıştır. Bu yüzden Mevlâna, değişik kesimler tarafından çok eleştirilmiştir. Hatta Türk olmadığı bile söylenmiştir. Bizdekiler onu dışlayınca İranlılar onu kendilerinden saymışlardır. Farsça yazması İranlılar için sözde delil olmuştur.

    Hadiseleri değerlendirirken onların yaşandığı asrın sosyal ve tarihî özelliklerini göz ardı etmemeliyiz. Aksi hâlde yanılırız; isabetli yorumlarda bulunamayız. İşte Mevlâna’nın zamanını da bu açıdan değerlendirip iyi etüt etmek zorundayız. O dönemde Farsça yazmak hem modaydı, hem de bir yönüyle belki zorunluluktu. Türkçenin pabucu çoktan dama atılmıştı. Türkçe konuşmak cehaletle eşdeğer görülüyordu. Meselelere zamanın penceresinden bakmak bizi daha gerçekçi ve sağlıklı neticelere götürür. Kim ne derse desin Mevlana, Türk-İslam kültürünün mühim bir parçasıdır. O’nun, Mesnevi’sini Farsça yazması Türk olmadığını, bizim kültürümüzle beslenmediğini göstermez. Şekil başka, içerik başkadır. Mesnevi’yi okuyanlar bu kanaatimizi paylaşacaklardır. Nitekim bununla ilgili olarak şöyle der Mevlana:

    “Yabancı değil, sizin köyün halkından
    Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!
    Düşman da görünse çehrem, olamam düşman,
    Acemce söylesem de Türküm aslen.”

    Sevgi ve hoşgörü deyince akla gelen en mühim sima Mevlâna’dır. Hoşgörüyü bayraklaştıran bir isimdir o…O, insanı öncelikle kul olarak ele alarak yüceltmiştir. Buna bir de Allah’ın dünyadaki halifesi olma hususiyeti eklenince kıymeti kat kat artmıştır insanın. Onun içindir ki insanı sırf hatalarından ötürü bir kalemde silmek mümkün değildir. İnsanlar hata işlemeye meyilli yaratılmıştır. Bizler hatalara değil, güzelliklere bakıp öylece değerlendirmelerde bulunmalıyız. Bataklığa bulaşan insanlara gülmek, kızmak yerine; onları o çamur içerisinden çekip çıkarmalıyız. Tebliğ bunun için önemli bir vazifedir.

    Mevlana’yı hümanist olarak gösterip onun Hakk’a kulluğunu ve manevi önderliğini görmezlikten gelen kesimler vardır. Oysa O, batılı anlamda anlaşıldığı şekliyle hümanist bir mütefekkir değildir. Çünkü Batılılar insanı bütün değerlerin fevkinde görerek onu adeta putlaştırıyorlar. Zaten Mevlâna ömrü boyunca putlarla ve putçuluk zihniyetiyle mücadele etmiştir. İnsan; dünyanın efendisi olsa da, Hakk’ın kuludur. Dünyaya geliş nedenimizi düşünmek ve ona göre yaşamak mecburiyetindeyiz. Mevlana hoşgörü hususunda geniş ufukludur. Hataya düşen kişileri bir kalemde silip atmaz. Onun inanç hususundaki hoşgörüsünü yansıtan şu ifadeler altın yaldızla yazılmaya değerdir:

    “Gel, gel yine gel… Her kim olursan yine gel.
    Kâfir, ya mecusi, puta tapan yine gel.
    Yoktur kapımızda hiç ümitsizlik bil.
    Yüz kere tövbeni bozsan da yine gel.”

    Mevlana’nın engin hoşgörüsü değişik kesimlerce suiistimal edilmiştir. Onun inancını ve imanını sorgulayanlar çıkmıştır. Oysa o ‘Ne olursan ol, yine gel’ derken kişinin geçmişinin onun elini kolunu bağlamayacağını ifade etmektedir. Fakat kişi İslama gelince değişmek zorundadır. Bir Mecusi İslamiyeti seçmişse artık Mecusiliğini bir kenara bırakmalıdır. Bir kalpte tevhitle teslis bir arada olamaz. Mevlana ‘gel’ derken ‘geçmişteki hatalarını sil de gel, anadan doğmuşçasına saf bir halde gel’ demek istiyor. Bizim inancımızda son nefese kadar hakikatleri kabul etme, İslamla şereflenme ihtimali vardır. Buna kimse engel olamaz.

    Ruhların hamlığı manevi ilimlerle ve tasavvufî öğretilerle giderilir. Mevlana’yı okumak ve anlamak bu yolda mesafe almamızı sağlar. İrfanî ve hikemi eserlerle içimizdeki tortuları izale edebiliriz. Özellikle Mesnevi-i Şerif’in ilk 18 beyti bize gerekli yol haritası olabilir. Bu beyitlerde ilahi hakikatler ney motifi etrafında soyut kavramlarla anlatılmaktadır.

    Mevlâna’yı anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazılsa yine de kâfi değildir. Onun tasavvufi derinliğini anlatmak ancak kelimelere sihirli anlamlar yüklemekle mümkündür. O, İslam’ı derinliğine yaşamış, tasavvufun ufuklarını gönül ehline ardına kadar açmıştır. Mevlana maneviyat göğünün sönmeyen yıldızlarından biri olarak kalacaktır. Mesnevi, maneviyat yolcularına bir ışıldak vazifesi görecektir. Onun için biz yazımızı ne kadar uzatsak da onu hakkıyla ifade etmekte aciz kalırız. Bu büyük mütefekkiri, gerçek Allah dostunu, 800. doğum yıldönümünde rahmetle anarken, büyük bir sabır ve emekle hazırladığı Mesnevi’sinden aldığım birkaç nurlu vecizeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

    “Bilgi, mal, mevki ve hüküm kötü kişilerin elinde fitnedir.”… “Şu üç sözden artık değil bütün ömrüm, şu üç söz: Hamdım, Piştim, Yandım.”… “Bir buğday tanesine binlerce harman sığmada... Bir canım ama yüz bin bedenim var.”… “Bilgisiz, kötü buyruklar veren bir padişah oldu mu, bütün ova yılanlarla, akreplerle dolar.”

    Türkiye, Osmanlı’dan ve daha evvelki Türk devletlerinden devraldığı manevi değerlerini yarınlara taşımalıdır; bunları bugünkü modern kıymet hükümleriyle birleştirerek güçlendirmelidir. Bu köklü medeniyet hazineleri hoyratça tüketilmemelidir. 2007 Uluslararası Mevlana Yılı’nın hayırlara vesile olmasını ve hakkıyla değerlendirilmesini dilerim.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.07.2007 - 14:09

    ÜÇ AYLARIN ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Dünya geçici zevklerin uğrak yeridir ve bir aldanıştan ibarettir. Burada ruhlar ancak manevi hissiyatla doyar, yeşerir ve hayat bulur. Makyevelist düşünceyle hareket edenler dünyanın yükünü sırtında taşıyan çağdaş hamallardır. Onların huzur bulması katiyen mümkün değildir. Çünkü gittikleri yok çıkmaz sokaktır.

    Rabbimiz biz kullarını sınamak için yeryüzüne göndermiştir. Her hal ve hareketimiz mercek altındadır. Yaptıklarımızı inkâr etme ihtimalimiz yoktur. Amellerimiz her gün manevî bir cihazla kayda alınmaktadır. Bunlar vakti gelince adeta bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirilecektir. Yüce Allah Zilzal Suresi’nde kıyametin dehşetini anlattıktan sonra görülecek hesapla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.”(Zilzal 99/7–8)

    Müslümanlar için rahmet ve bereket ayları olan üç aylar adeta sevapların hasat mevsimidir. Recep, Şaban ve Ramazan diye peşpeşe sıralanan bu aylarda çok mübarek geceler de mevcuttur. Bu aylar içerisinde bulunan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir geceleri maneviyat ikliminde alabildiğine soluklandığımız mukaddes zaman dilimleridir. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Miraç gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Fakat Kadir gecesinin tam vakti ihtilaflıdır. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi.

    Dünyaya geliş gayesini hakkıyla idrak edemeyen insanlık, gece gün demeden dünyalık biriktiriyor. Bir evi varsa ikincisini elde etmenin uğraşı içerisine giriyor. Arabası olmayan araba almaya, arabası olan modelini yükseltmeye çalışıyor. Kimsenin öteki dünyayı düşündüğü yok. Günlerimiz maddenin cenderesinde geçiyor. Ruhlarımız alabildiğine kirlenmiş; Kur’an ahkâmı rafa kaldırılmış… Böylesine kurak bir manevi mevsim yaşıyoruz.

    İç dünyamızın derin yaralar aldığı, her şeyin zahire göre hükmedildiği böyle bir dünyada yüce duyguların barınmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Üç aylar, ruhların kuraklaştığı ve çoraklaştığı dönemlerde berrak bir su misali buraları yeşertir, hayat verir. Yeter ki bu güzide zaman dilimini manasına uygun olarak değerlendirelim.

    Recep ve Şaban ayları, rahmet ayı olan Ramazanı karşılayan aylardır; Ramazan ayının müjdecisidirler. Ruhlar bu aylarda ramazan iklimine hazırlanır. Resulüllah (sav) bir hadis-i şerifinde; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Bunun yanında Mısır’da yetişen büyük velilerden Zünnun-i Mısri de üç aylarla ilgili şu güzel teşbihi yapıyor: “Recep tohum ekme, şaban sulama, ramazan ise hasat ayıdır.”

    Sevapların bire on, günahların ise miktarınca yazıldığı bu nurlu vakitlerde malayani işlerle zamanımızı öldürmemeliyiz. Çünkü gelecek yılın üç aylarına erişip erişemeyeceğimiz şüphelidir. Onun için yaşanan anın kıymetini bilip gereğince ihya etmeliyiz. Hiç kimsenin yarına sağ salim çıkacağına dair seneti yoktur. Aslında yarın diye bir şey de yoktur.

    Üç aylar sair zamanlara göre çok daha renkli ve bereketlidir. Bu aylarda sanki maneviyat seferberliği düzenlenir. Uhrevi derinlik hat safhaya ulaşır. Müslümanlara yitirilmiş cennetin kapıları ardına kadar açılır. Fakat bu kapıdan geçebilmek ancak kulluk vazifelerinin layıkıyla yapılmasıyla mümkündür. Kapı geniş olsa da günahlar sırtımıza yüklenmişse bunlarla o kapıdan geçemeyiz. Ancak imanî ve insanî değerlerin atmosferinde soluklananların kuş gibi hafif olan ruhları ve tenleri cennet kapısından girmeye layıktır.

    Üç aylar bir yıllık zamanın üç altın dilimi sayılır. Körleşen ve sağırlaşan hayatlar bu aylarda rayına oturur. Yıl boyunca Cumalar hariç kimsenin pek uğramadığı, cemaatin tek saf bile oluşturamadığı kutlu mekânlarımız olan camiler bu aylarda müminlerle dolup taşmaya başlar. Hele Ramazan gelince camilerde yer bulmakta zorlanırsınız. Kadını erkeği, çocuğu yaşlısı safları doldurur. Yüreklerimizde adeta manevi bir seferberlik başlar. Minarelerdeki mahyalar içimizdeki karanlıkları aydınlatır. Bedbinlik ve karamsarlık yerini nikbinliğe ve taptaze ümitlere bırakır. Hayat ancak bu güzel zaman diliminde anlamını bulur.

    Üç aylar girince geçmişin muhasebesini yapmalı, geleceğe iman ve ihlâsla şekil verilmelidir. Yaratılış gayesi düşünülüp ona göre yaşanmalıdır. Bu ayların feyiz ve bereketinden azami derecede yararlanılmalıdır. Kolay kolay ele geçmeyecek bu güzel fırsatlar kaza edilmemelidir. Üç ayların Türk-İslam âlemine hayırlar getirmesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Ne mutlu bu günlerde Hakk’a ve hakikate uygun yaşayanlara! ...


    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.07.2007 - 01:53

    SEÇİMİN ARDINDAN

    M.NİHAT MALKOÇ


    Demokrasiyle idare edilen ülkelerde seçimler bayram havasında geçer. Herkes eteğindeki taşları seçim meydanlarında döker. Düşünceler ortaya konulur. İsteyen istediğine destek verir. Herkesin duygu ve düşüncelerini ifade etmesine imkân tanınır. Kimse kimsenin fikrini küçümsemez. Oy verme faslı bitince meydanlarda söylenenler orada kalır, hayata taşınmaz. Küskünlükler kin ve nefrete dönüşmez. Normal şartlarda hareket edenler böyle yapar; fakat Türkiye’de durumun nasıl olduğunu bu ülkede yaşayan herkes çok iyi bilir.

    İki aydan beri Türkiye’nin gündeminden düşmeyen 2007 seçimleri neticelendi. İki ay boyunca meydanlar insanlarla dolup taştı. Seçime giren büyük küçük bütün partiler imkânları ölçüsünce halk şölenleri ve mitingler düzenlediler. Liderler kitleleri kendilerine çekmek ve sempatileri oya dönüştürmek için kırk dereden su getirdiler. Birbirine hakaret edenler, aşağılayanlar, kin ve nefret kusanlar da oldu. Halka onca vaatler edildi. Vaat yarışında dozu kaçıranlar çoğunluktaydı. Fakat Türk halkı uçuk kaçık vaatlere inanmadı, hatta gülüp geçti.

    22 Temmuz günü yapılan seçimlerin sonucunda ipi, dört buçuk yıldan beri iktidarda olan AKP göğüsledi. Daha doğrusu oy adına ne varsa silip süpürdü. Söylemesi kolay, oy veren her iki kişiden birinin oyunu aldı Ak Parti… Bu uzun yıllardan beri Türkiye’nin şahit olmadığı ender bir durumdu. Bugüne kadar iktidar olan partiler seçime girdiklerinde hep oy kaybederek çıkmışlardı yarıştan. Oysa AKP seçim yarışından büyük bir zaferle çıktı. Böylelikle 341 milletvekiliyle yine tek başına iktidar olma yetkisini aldılar. CHP ise büyük bir hezimet yaşayarak DSP’nin desteğiyle ancak 111 milletvekili kazanabildi. MHP ise 70 civarında sandalye elde edebildi. İsim değiştirerek, seçime Demokrat Parti adıyla giren eski DYP barajı aşamadı. Partinin lideri Mehmet Ağar sonuçlar açıklanır açıklanmaz istifa etti.

    Rekor bir katılımın gerçekleştiği 22 Temmuz seçimlerine AK Parti tam anlamıyla damgasını vurdu. 2002 seçimlerinde yüzde 34,4 oy alan AK Parti neredeyse MHP’nin aldığı oy kadar kendini geliştirerek yüzde 46,7’ye ulaştı. Erdoğan, Menderes’in ardından iktidardayken oylarını arttıran ikinci Başbakan oldu. 2002 seçimlerine göre oylarını yüzde 14 artıran AK Parti, 16 milyon seçmenin oyunu alarak yüzde 46,7’ye ulaştı. DSP ile seçim ittifakına giren CHP yüzde 20,9’da kalırken, MHP Meclis’e giren üçüncü parti oldu. DTP destekli 22 bağımsız aday vekil seçildi. BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, eski başbakanlardan Mesut Yılmaz ve Kamer Genç de Meclis’e giren diğer renkli isimler oldu.

    Seçimin mutlak galibi AK Parti, tüm bölgelerde ezici bir çoğunluk elde ederken, özellikle büyükşehirlerde ve DTP’nin etkili olduğu Güneydoğu’da oylarını arttırdı. İstanbul’da yüzde 50’lere ulaşan AK Parti, Ankara’da da yüzde 50’ye yaklaşan bir destek buldu. AK Parti İzmir’de de CHP ile başa baş mücadele ederken oylarını arttırmayı başardı. AK Parti 22 Temmuz genel seçimlerinde Türkiye’nin 81 ilinin 80’inde milletvekili çıkarttı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Iğdır ve Tunceli’den milletvekili çıkaramamıştı. 22 Temmuz’da sadece Tunceli’de milletvekili çıkartamadı. AK Parti CHP lideri Baykal’ın memleketi Antalya’da birinci parti oldu. Devlet Bahçeli’nin memleketi Osmaniye’de de başa baş mücadele oldu. AK Parti 68 ilde birinci parti olarak seçimleri tamamladı.

    Ak Parti bu dönemde meclise apayrı bir renk kattı. Doğma büyüme Trabzonlu olan, sanat camiasının önemli simalarından Osman Yağmurdereli’yi de Meclis’e soktular. Dünya ve olimpiyat şampiyonu ünlü güreşçi Hamza Yerlikaya da Meclis’e giren isimler arasında yer aldı. Trabzon’dan altı milletvekili çıkaran AKP, çok partili dönem içerisinde Trabzon’dan ilk kez bir kadın milletvekilinin TBMM’ye girmesini sağladı. Safiye Seymenoğlu bu yönüyle Trabzon’un siyasi tarihine geçti. CHP vekillerinden birini kaybederken, MHP bir vekille temsil hakkı kazandı. Her şeyden önemlisi de gürültü kirliliği bitti. Bundan sonra hizmet döneminde yeni bir ak sayfa açılıyor. Umarım Trabzon’umuz bütçe imkânlarından aslan payını alarak hizmet görme yarışında öne geçer. Zira Trabzonlular her türlü hizmete layıktır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 22.07.2007 - 00:56

    TRABZON’UN İKİNCİ ÖZEL HASTANESİ: İMPERİAL

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sağlık dünyadaki en büyük varlığımızdır. Allah’ın bize emanetidir bedenimiz, onu hor ve hakir kullanmamalıyız. Hayatın tadı ve tuzudur sağlık… Fakat işler her zaman düzgün gitmez. İnsanların aklına gelmeyen başına gelir. Günün birinde sıhhatimizi, paramızı, malımızı, dostlarımızı kaybedebiliriz. Fakat geleceğe dönük umudumuzu kaybetmemeliyiz. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiş demektir. Sağlığın kıymeti hiçbir şeyle ölçülmez. Bunu cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman meşhur bir beytinde şöyle özetlemiştir:

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

    Yüce Rabbimiz ölüm dışındaki her derdin dermanını vermiştir. İnsanlar dertlerinden kurtulmak için arayış içerisinde olmalıdır. Sevgili Peygamberimiz: “Allah, verdiği derdin şifasını da verir; öyleyse tedavi olun.” buyurmuştur. Tedavi olmak için modern sağlık kuruluşlarına ihtiyaç vardır. Türkiye’de sağlık sektörünün önünde dağ gibi sorunlar mevcuttur. Devlet kurumları sağlık hizmetlerinin altından kalkamamaktadır. Kalkınmış ülkelerde devlet pek çok hizmetten elini eteğini çekmiştir. Avrupa’da ve ABD’de sağlık sektöründeki en büyük ve modern yatırımlar özel şirketler tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye bu alanda çok geriden gelmektedir. Böyle olmakla birlikte son yıllarda sağlık alanında özel kurumların ciddi yatırımlarını görüp bunlarla gurur duymaktayız. Türkiye’de sağlık yükünü devletle bölüşmeliyiz. Bunun önü açılmıştır.

    Trabzon’umuzda bugüne kadar sadece bir özel hastane vardı. Karadeniz Hastanesi uzun yıllardan beri özel sağlık kurumlarından biri olarak bu sahada hizmet vermektedir. 20 Haziran 2007 Cuma günü Trabzon’daki özel hastaneler zincirine yeni bir halka daha eklendi. Uzun zamandan beri inşaat ve iç donanım çalışmaları süren Özel İmperial Hastanesi hizmete açıldı. Fakat ben hastanenin ismini beğenmedim. “İmperial” da neymiş…”İmparator” anlamına geliyormuş. Ne lüzum var böyle bir isme… Bırakın bu işleri, Türkçeye güvenin…

    Türkçede sağlığı çağrıştıran nice isimler var. Daha güzel ve Türkçe kökenli bir isim bulunabilirdi. Mesela “Bengisu” Hastanesi olabilirdi. Hastane yönetimi yine insaflı davranmış! ... Çok şükür ki “hastane” yerine “hospital” dememişler. İngilizce isimle modern görüneceklerini, daha çok hasta çekeceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Bu hastane zaten her şeyiyle mükemmel… Hizmeti de mükemmel olursa ve devlet desteği sağlanırsa, Bağ-kur, SSK, Emekli Sandığı mensupları buradan ücretsiz yararlanabilirse rekabet etmeleri, ayakta kalmaları mümkün olur. Aksi takdirde benim fakir halkım özel tedavinin altından kalkamaz.

    Daha evvel belirttiğim gibi Karadeniz Bölgesi’nin en büyük özel sağlık kurumu İmperial Hastanesi, Başbakan Recep Tayyib Erdoğan tarafından hizmete açıldı. Bir grup işadamı ve doktor, Trabzon’un teşvik kapsamına alınmasından sonra böyle bir özel sağlık yatırımına yöneldi. Karadeniz’in en büyük sağlık kuruluşu olan Özel İmperial Hastanesi 20 milyon YTL’ye mal oldu. Söz konusu sağlık kuruluşunda 250 kişi istihdam edilecek. Özel İmperial Hastanesi teşvikin en güzel meyvesi olarak karşımıza çıkıyor. İller Bankası eski binasının kiralanarak yeniden düzenlenmesiyle böyle bir eser çıktı ortaya. Hastanede 35’i uzman olmak üzere, toplam 45 doktor bulunacak. 25 ortaklı hastanenin 21 ortağı hekim… İmperial’de 75 yatak bulunuyor. Hastane içinde acil hizmetin yanı sıra, dâhili ve cerrahi bütün branşlarda muayene, yatış ve her türlü cerrahi müdahale de yapılacak.

    Üç modern ameliyathanede açık kalp ameliyatı da dâhil olmak üzere her türlü ameliyat yapılabilecek… Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü’nde 24 saat normal ve sezaryen doğumlar gerçekleştirilebilecek. Hastanede kardiyoloji, cerrahi, dâhili ve çocuk yoğun bakım ünitelerinin yanı sıra diyaliz ünitesi de bulunmaktadır. Teşhise yönelik her türlü laboratuar ve radyolojik tetkikin yapılabileceği hastanede MR, Tomografi, Anjiyografi, EEG, EMG, Ultrasonografi, EKO, Dansitometri gibi en gelişmiş teşhis cihazları da yer almaktadır.

    Özel İmperial Hastanesi’nin açılışının hemen ardından binayı büyük bir heyecanla ve dikkatle gezdim. Görevlilerin yüzleri güleç, herkes vazifesinin bilincinde… Hastanede hizmet verecek bütün elemanlar hizmetiçi kurslardan geçirilmiş. Gerçekten de çok güzel bir hastane olmuş. Görünürde hiçbir eksiği yok. Tecrübe zamanla kazanılan bir meziyettir. Bunu da zamanla kazanacaklardır. Gerçi hastanedeki doktorlar Trabzon’un ve Türkiye’nin en seçkin hekimleri arasından seçilmiş. Çok başarılı ve idealist bir hekim var başhekimlik koltuğunda… Başhekim Dr. İrfan Coşkun’un burada da çok güzel işlere imza atacağından eminim. Trabzon’da böyle büyük ve modern sağlık kuruluşunun olması beni fevkalade gururlandırdı. Bu yatırıma destek olan ve her türlü riski alarak Trabzon’a görkemli bir eser kazandıran yatırımcılara Trabzonlular adına şükranlarımı sunuyorum. Onlar görevlerini yaptılar… Şimdi sıra bizde… Bu güzel sağlık kurumunu destekleyerek yaşatmalıyız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2007 - 02:43

    ALKOLİZM BATAKLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sağlık biz insanların en kıymetli hazinesidir. Bu, parayla ve çalışmayla elde edilemez. Vücut, Allah’ın bize emanetidir. Bu hassas yapıyı korumakla mükellefiz. Hiçbir şey sıhhatten daha değerli değildir. Makam, mevki, şan, şöhret hepsi geçicidir. Sağlık olmadan o makamlarda kalıcı olarak durmak mümkün değildir. Bu hakikati Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (şiirdeki mahlası Muhibbi) şu beytinde veciz bir ifadeyle dile getirmiştir:

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

    Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır. İlk bira bundan sekiz bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin altı bin yıl önce Batı İran ve Anadolu’daki Godin Tepelerinde bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Bu zararlı maddeler, onların insanlığa hediyesidir! Bu yanlış tutum ve davranış bugün artarak devam etmektedir. İnsanlar göz göre göre, üstelik para vererek kendilerini zehirlemektedir.

    Sıhhatimizin değerini bilmiyoruz. İçki ve sigarayla bu hayatî varlığımızı tahrip ediyoruz. Alkolizm bataklığına saplanan insanlarımız çırpındıkça daha çok batıyor. Günümüzde sigara ve alkole başlama yaşı 12-15’e düşmüştür. Bu korkunç bir hakikattir.

    Gençlerimizin alkole başlamalarının başta gelen sebebi büyüklere özenmektir. Yapılan araştırmalara göre ailesi alkol kullanan çocukların tamamına yakını sigara ve alkol kullanmaktadır. Bu hususta kötü arkadaş ve çevrenin rolü inkâr edilemez. Anne ve babalar çocuklarını, kedinin fareyi takip ettiği gibi takip etmesi gerekir ki bu savunmasız yavrular alkol batağına saplanmasın. Onların kılavuzu olmak mecburiyetindeyiz.

    Yakın bir zamana kadar televizyonlarımızda bira reklâmı yapılmaktaydı. Oysa alkollü ürün reklâmı kanunen yasaktı. Fakat bu engeli aşmanın kolayı vardı. Ne yaptılar? ... Söz oyunlarına sığınıp reklâmlarında “alkolsüz bira” sloganını kullandılar. Böylelikle de kanun engelini rahatlıkla aştılar. Aslında alkolsüz bira olmayacağını büyük küçük herkes biliyordu. Alkolsüz içeceğe bira değil, dense dense kola veya meyve suyu derler. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz? ... Çok şükür ki son yıllarda bu çirkefliğin önüne geçilerek ekranlar bira reklâmı görüntülerinden arındırıldı. Fakat gazetelerde hâlâ boy boy rakı reklâmı yapılmaktadır. Devlet yetkilileri bu gidişe ‘dur’ dememektedir.

    Birada yüzde beşin üzerinde alkol vardır. Bilim adamlarına göre, içinde yüzde iki buçuk alkol bulunan içki, alkollü içkidir. Siz hangi mantıkla alkolsüz bira ifadesini kullanıyorsunuz? İşin dinî yönüne gelince Peygamber Efendimiz bunun ölçüsünü de şöyle koymuştur: “Çoğu sarhoşluk verenin azı da haramdır.” Mesele apaçık ortadadır.

    Bazı kendini bilmezler alkolün bazı hastalıklara yararlı olduğu iddiasındadır. Tıbbın bu konuda verdiği hiçbir ilmî dayanak yoktur. Bunların tamamı uydurmadır. İçkiyi sevimli ve hoş göstermek için yapılmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammet(sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Haramda şifa yoktur.” buyurmuştur. Müslümanların Tıbbi Nebevî’ye(Peygamberimizin sağlıkla ilgili söz ve uygulamalarına) inanmaları esastır.

    Hastalıkların önemli bir kısmı alkolden kaynaklanmaktadır. Damar tıkanıklığının sebebi bu zehirli maddedir. Bu yüzden pek çok insan, mühim uzuvlarını kaybetmiştir. Saygısız, terbiyesiz ve başıboş bir neslin hamuru alkolle yoğrulur. İçki aklı zayıflattığı için sarhoş insanlar, sağlıklı kararlar veremezler. Trafik kazalarının çoğu bu yüzdendir. Sigara ve alkol yüzünden felç olanların sayısı az değildir. Cüzdan değil de, vicdan merkezli konuşursanız alkolün tek bir yararını bile gösteremezsiniz. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz? ...

    Alkol içen kişilerin çoğunda fizikî ve ruhî sıkıntılar görülmektedir. Kişi bu illetten kurtulmadıkça vücut huzur ve sükûn bulamaz. Devamlı alkol içenlerin sinir sistemi ve böbrekleri iflas eder. Bunun sosyal yapıya verdiği zararları saymakla bitiremeyiz. Alkolik aile reislerinin evlerinde huzur aramak beyhudedir. Onların eşleri, çocukları ve kendileri açık hapishanede yaşıyor gibidirler. El ve ayakları bağlı olmamasına rağmen zehirli kadehlere tutsaktırlar. Böyle aileler eninde sonunda mahkeme kapılarında dağılıyor.

    Alkoliklerin ilk zamanlarda geniş çevreleri olur. Onunla ölüm yolculuğuna çıkanların bir kısmı ellerindekileri kaybedince bu yoldan çark ederler. Bazıları hakikatleri görerek bu çıkmaz sokaktan geri dönerler. İçmekte ısrar edenler çevrelerine zarar vermeye başlarlar. Böylelikle de arkadaşları onları yavaş yavaş terk eder. Sorumluluk duyguları sıfırlanır. Kısa zamanda işlerini ve aşlarını kaybederler. Zamanla evlerine uğramaz olurlar. Zaten uğrayacak evleri de kalmaz. Gecenin karanlığında, tekinsiz yerlerde yapayalnız kalırlar. Çoğunun ekonomik yapıları bozularak yuvaları dağılır. Sonunda elde sıfırdan başka bir şey kalmaz.

    Şu işe bakın Allah aşkına! ... Paramızla kendimizi zehirliyoruz; dünyayı kendimize zindan ediyoruz. Bir anlık mutluluk ne kadar da pahalıya mal oluyor. Anne-babaların çocuklarına sahip çıkması gerekir. Yoksa iş işten geçtikten sonra ah vah fayda etmez.

    Alkolikler hasta ruhlu insanlardır. Alkol onların bütün metabolizmasını bozmuştur. Onların hasta olduklarını kabul etmesi tedaviyi hızlandırır. Fakat çoğu hasta olduklarını kabul etmezler, hasta olduklarının bile farkında değildirler. Alkolikliğin normal bir davranış gibi algılanması tedavi sürecini sekteye uğratır. Zaten hasta olduğuna inanmayan alkolikler tedaviye de yanaşmazlar. Böyle bir hayat, ölmekten daha beter değil midir?

    Alkolün suç işlemedeki etkisini bilmeyen yoktur. Çünkü alkol, aklı bir noktadan sonra devre dışı bırakır. Kişi doğrularla yanlışları ayırt edemez olur. Özellikle hamile kadınların alkolden uzak durmaları gerekir. Zira alkol kullanan anne adaylarının doğacak çocuklarında zihnî ve bedenî rahatsızlıkların oluşma ihtimali diğerlerine göre çok yüksektir.

    Ülkemizdeki trafik kazalarının önemli bir bölümü alkolden kaynaklanmaktadır. Alkol, merkezi sinir sistemi üzerine, tıpkı genel anestezi yapan maddeler gibi etki eder. Kişinin ani karar verme yetisi sekteye uğrar. Böylelikle ölümlü kazalar meydana gelebilir.

    İnsanlar, içkiyi daha çok zevk almak, sözde huzur bulmak için tüketmektedir. Oysa içki hiçbir meseleyi halletmez; bazılarının zannettiği gibi dertlerimizi de azaltmaz; efkârımızı dağıtmaz. Alkol, uzaklaşmak istediğimiz duygu ve düşünceleri belli bir süreliğine unutmamızı sağlar. Fakat bilindiği gibi problemler unutmakla çözülmez. Bu tembel mantığıdır. Meseleler ancak akılla ve sağduyulu yaklaşımlarla halledilebilir. Bu da alkolden uzak dingin ve sağlıklı bir kafayı gerektirir. Gelin dünyaya ayyaş gözüyle değil, sağlık penceresinden bakalım. Unutmayalım ki dünyada ölümden başka çözümsüzlük yoktur. Alkol hiçbir meselenin çözümünü sağlamaz. Aksine her şeyin arapsaçına dönmesine zemin hazırlar.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2007 - 02:42

    AKİF’İN DÜNYASI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Merhum Mehmet Akif Ersoy, dünü, bugünü ve yarını engin ufkuyla kuşatan mümtaz bir inanç abidesiydi. Bir ahlâk, ülkü ve aksiyon adamıydı. Hayatında durağanlığa yer yoktu onun. Onun kişiliğini şu mısralarından yola çıkarak kolayca anlayabiliriz:

    “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
    Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
    Üç bucuk soysuzun ardında zağarlık yapamam,
    Hele Hak namına haksızlığa ölsem tapamam
    Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
    Kesilir belki, fakat çekmeğe gelmez boynum.”

    Millî Şair Akif, özü sözü bir olan asil bir kişiydi. Prensiplerinden asla taviz vermezdi. Geniş bir bilgi birikimine sahipti. Çok okur ve düşünürdü. Millî ve manevî değerler her şeyden önce gelirdi onun için… Vatan, millet ve maneviyat konularında asla geri adım atmazdı. Din mezhep ve soy farkı gözetmezdi. Allah için sever, yine Allah için nefret ederdi. Gurur ve kibir onun tabiatıyla asla bağdaşmazdı. Çok bilge bir insan olmasına rağmen, konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ederdi. Hazırcevaplılıkta üzerine yoktu. Emeğe azamî derecede saygı gösterirdi. Mevlâna kadar hoşgörülüydü, Yunus gibi sevgi doluydu.

    Akif, toplumcu bir sanat görüşünü savunmaktaydı. Yani ona göre sanat toplum içindir. Şiiri, düşünceleri kitlelere ulaştırmada bir araç olarak kullanmıştır. Akif’i ümmetçi olarak göstermek tek başına yeterli değildir. O, imanlı bir kişi olmasının yanında milliyetçidir de. Fakat ırkçılığa şiddetle karşıdır. Bilindiği gibi O, Arnavut kökenli bir insandır. Fakat her zaman kendisini Müslüman-Türk olarak görmüştür. İstiklâl Marşı’nda geçen “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısrasıındaki “ırk” kelimesi Müslüman-Türk’ü anlatmaktadır.

    İstiklâl Marşı’mızın şairi olan Mehmet Akif, İslâmcı bir düşünceye mensuptur. Fakat onun İslâmcılığı siyasî değildir. Müslümanların, kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i yanlış yorumlamaları ve uyuşuk bir yaşam sürmeleri karsısında fevkalâde rahatsız olur. Aslında dinimiz çalışmayı öncelikli olarak emrediyor. Çağın teknolojik gelişmelerine ayak uydurmamızı istiyor. İbni Sinalar, Farabiler, Gazaliler ve İbni Haldunlar bu dinin mensuplarıydı. Hepsinin kalbinde de sarsılmaz bir iman vardı. Tevhit dinine, İslamiyet’e mensuptular. Böyle olmakla birlikte dünyayı buluş ve görüşleriyle sarstılar. Demek ki tembellik dinden değil, Müslümanların gevşekliğinden kaynaklanıyor. Kimse hataların bedelini yüce dinimize fatura etmeye kalkmasın. Akif, Müslümanlara şunu tavsiye ediyor:

    “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
    Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

    Akif, şiirlerini ‘Safahat’ adlı eserde bir araya getirmiştir. Bu şiir kitabı yedi bölümden meydana gelmiştir: “Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler…” O, Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim adlı iki ayrı dergi çıkarmıştır. Nesir yazıları da yazmıştır. Ona göre şiir; hayalden çok, hakikatleri anlatmalıdır. Bu onun aynı zamanda hayata bakış açısıdır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliriz:

    “Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim
    İnan ki: her ne demişsem görüp de söylemişim
    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”

    Akif, sözü tılsıma büründürerek ebedî kıldı. Her mısraıına bir mesaj yükledi. Yazdıklarıyla ve yaşadıklarıyla Türk gençliğine iyi bir örnek oldu. Bizler onun nurlu kaynağından beslendik. Bu abide şahsiyeti rahmet ve minnetle anıyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.07.2007 - 02:42

    AŞK BAĞININ BÜLBÜLÜ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sevgi üzere kurulmuş dünya denen bu gezegen! .. Aslolan da sevgi değil midir zaten. Ariflerin iki kanadından biridir bu asil duygu. O ulvi kanat olmasaydı erenler Allah katında maneviyat zirvesine yükselebilirler miydi? Hakk'a muhatap olabilirler mi?

    Sevginin en ileri derecesi olan aşk, Allah dostlarını manevi açıdan asumana yükseltmiştir. Makamdan makama, halden hale taşımış, gönüllerini dalga dalga coşturmuştur. Fakat aşktan kastedilen basit anlamda karşı cinslerin birbirini sevmesi değildir. Hakiki aşk, muhabbetullahtır. Yani bizi yaratan, koruyan ve rızıklandıran Allah'ı katıksız bir sevgiyle sevmektir. Beşerî aşklar da ilâhî aşkların yansımalarından ibarettir.

    Öyle veya böyle! ... Sevgi sevgidir. Sevmekten kimseye zarar gelmez. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki nefsimiz bize hiçbir zaman iyi şeyleri telkin etmez. Aşk, nefisten kaynaklanmaz. Nefisten kaynaklanan şehvetle, gönülden gelen aşkı birbirine karıştırmamak gerekir. Aşk sevdiğine kurban olabilmeyi göze almaktır.

    Günümüzde insanlar müzmin bir sevgisizlik hastalığına tutulmuş. En basit bir gerekçeyle kan dökülüyor. Toplumun fertleri patlamaya hazır bir bomba gibi… Pimini çekmek için bir söz yeter de artar da! ... Sanki patlamaya hazır bir yanardağ misali insanımız! .... Bana ne deyip geçemeyiz. Çünkü patlayacak volkanın lâvlarından biz de payımıza düşeni alacağız. Zira aynı dağın eteklerinde yaşıyoruz. O kızgın lâvlar bir gün bizi de yakıp kavurabilir. İş o noktaya gelmeden suyumuzu hazırlamalıyız.

    Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre'yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına bir kez bakmak yeterlidir.

    Yunus'ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:

    'Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
    Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk n'eyledi.'

    Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus'un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazi aşklarla ifade edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah'ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah sevgisidir. Hümanizm Yunus'u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus'ta esas olan Hakk'a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:

    'Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster
    Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah'ım! '

    Yunus'un kitabında kan, kin ve nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için! …Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki? ... Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir. Asr-ı Saadet'teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular. Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.

    Yunus, Hakk'a yaklaştıkça halk da ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus'un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla dile getiriyor:

    'Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk.
    Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak.
    Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak.
    Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.'

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta