Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 24.08.2007 - 02:19

    BERAT GECESİNDE ALLAH’A SIĞINMAK

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ramazanı müjdeleyen son kandil gecesidir mübarek Berat… Zira Berat kandilinden sonra, ramazandan evvelki kandiller bitiyor. Demek ki Berat kandiliyle birlikte ramazan da iyiden iyiye gösteriyor kendini. Artık son hazırlıklarımızı yaparak kendisinde ramazan olmayan bin aydan daha hayırlı bu mübarek aya “merhaba” demek için hilali gözetlemeye başlamalıyız. Hilali gözetleme işini son birkaç günde gerçekleştirmek daha makbul ve manidardır. Gerçi günümüzde rasathaneler bu işi hakkıyla yerine getiriyor. Buna rağmen yine de emin olmak için, şüphe ve tereddütlere mahal vermemek için hilal gözetlenebilir.

    Kandiller zincirinin ramazandan evvelki son halkası olan Berat, adı üzerinde kulların beraatına vesile olabilecek kadar mübarek ve muazzez bir gecedir. Manevî feyiz ve bereketin doruk noktasına çıktığı bu gecede yüce Rabbimiz kullarından af talep etmelerini, yaptıkları kötülüklerden pişmanlık duymalarını bekler. Zira yüce Allah’ı en çok mutlu eden şey, kulun günah işledikten sonra samimi pişmanlık duyup Yaratan’ından af ve mağfiret talep etmesidir.

    Mübarek gün ve geceler günahkâr kulların temizlenmesi için çok mühim vesilelerdir. Bu zaman dilimlerinde tefekkür ederek, geçmişimizi süzgeçten geçirip, hatalarımızı bertaraf ederek geleceğimize sırat-ı müstakim üzere yön vermeliyiz. Resulullah(sav) Efendimiz bir mübarek hadis-i şeriflerinde üç aylarla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardı: “Recep, Allah’ın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan, ümmetimin ayıdır”. Demek ki şu anda Peygamber Efendimizin mübarek Şaban ayındayız. Onun şefaatine nail olabilmemiz için bu ayın kıymetini bilmeli, söz konusu ayın içini şükürle, tefekkürle ve ibadetlerle doldurmalıyız.

    Ömür daldaki kuru yaprak gibidir. Şiddetli bir rüzgâr onu koparıp uzaklara sürükleyebilir. Gelecek senenin üç aylarına erişeceğimizi kim garanti edebilir ki? ... Belki bu bizim son Recep, Şaban ve Ramazan ayımız olacaktır. Geçen yıl aynı saflarda namaz kıldığımız, iftarına iştirak ettiğimiz nice dostlarımız bu yıl aramızda yok. Onlar öldü de bizler dünyada baki mi kalacağız? Ölüm bizim de kapımızı ansızın çalacak. Yüce Allah’ın huzuruna elimiz boş mu gideceğiz? O bizden maddî hiçbir şey talep etmez. Onun mahşerde bizlerde aradığı en büyük ölçü, kulluk derecemizdir. Kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirenler Hakk’ın huzurunda mahzun olmayacaklardır. Onlar başları dik olarak sırat köprüsünü geçip ebedî istirahatgâhları olan cennete varacaklardır. O ne mübarek ve muazzez bir duraktır.

    Berat gecesinin özel bir ibadeti olmasa da bu gecede yapabileceğimiz şeyler vardır. Öncelikle yaşantımızı gözden geçirerek yaptığımız yanlışlıklardan, günahlardan dolayı tövbe edip pişmanlık duyabiliriz. Bu gecede geçmişte kılamadığımız namazların bir kısmını kaza ederek borcumuzu azaltabiliriz. Yüce Allah’ın mübarek isimlerini zikredip onun merhamet iklimine sığınabiliriz. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde Berat gecesinin feyiz ve bereketini şöyle izah etmektedir: “Şaban’ın 15. gecesi geldiğinde geceyi uyanık ibadetle, gündüzü de oruçlu olarak geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: ‘İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu, hemen rızık vereyim. Başına bir musibet gelen yok mu, hemen sağlık ve afiyet vereyim.’ Böylece tan yerinin ağarmasına kadar bu şekilde devam eder.”

    Biz kulların böylesine mübarek gün ve gecelerde Allah’ın af ve mağfiret ikliminde soluklanması ne kadar da elzemdir. Zira günahlarımız boyumuzu aşmıştır. Fitne, fesat ve haram çamurunda debelenip durmaktayız. Lakin senenin tamamına yakınını isyan ve şer ekseninde geçirip bütün ümitleri böylesi gecelere bağlayıp kârlı çıkmayı umanlar asla umduklarını bulamayacaklardır. Çünkü Allah, insanların uyanıklılığına değil, samimiyetlerine bakar. Bir yıllılık mukadderatımızın programlandığı bu gecede Allah’a bol bol dua edip hakkımızda hayırlı olan neyse onları bize nasip etmesini, isyan ve şirkten bizleri uzak tutmasını talep etmeliyiz. Bizi ve çocuklarımızı felâha erdirmesini istemeliyiz. O bizleri kayırmasa bizler hakikate erişemeyiz. Ne mutlu bu mühim ve mümbit geceyi ihya edenlere…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.08.2007 - 21:31

    SEVGİYLE BAŞLAR HER ŞEY! ...

    M.NİHAT MALKOÇ


    İnsanoğlu yüce Allah’ın halk ettiği en muteber varlıktır. Bu nedenle biz insanlar, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri oluvermişiz. Fakat beşere verilen bu kıymet mutlak değildir. Kişi yaptığı hâl ve hareketlerle eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olabildiği gibi esfele’s safilin(yaratılanların en aşağısı) mertebesine de düşebilmektedir. Zira günümüzde bunun binlerce canlı örneğini çıplak gözle görebilmekteyiz.

    Beşerin kıymeti hiç şüphesiz ki özündedir. Yüce Rabbimiz bu hususta şu hükme varmıştır: “Andolsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra S. 70. Ayet) Pek çok varlıktan üstün kılınan insanoğlu ne diye kendi kuyusunu kazmakla meşgul? Bütün dünya bir araya gelse insanın insana yaptığı kötülüğü yapamaz. Oysa imanın alâmetlerinden birisi de sevgi ve hoşgörüdür.

    Gerçek müminler başkalarına kötülük edemezler. İslâm’a göre mümin müminin kardeşidir. Bu, gerçek kardeşlikten(aynı anadan ve babadan doğma) de makbûldür. Peygamberimiz bu hususta da kesin ölçüyü koymuştur: “Müminler birbirini sevmekte, birbirini acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır.”

    Hepimiz imandan dem vururuz ama hiçbirimiz bu ince hakikatlere kulak asmayız. Teferruat der, geçeriz. Kabukla özü bir türlü ayrıştıramayız. Meselelerin kabuğunu aşıp özüne inmekte güçlük çekeriz. Sonra da uyanık diye geçinip dururuz. Sevgi yoluna nefret çukurları eşeriz. Sevginin o olağanüstü tılsımını görmezlikten geliriz.

    Kişi öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Meselelerin halledilmesinde kendimizi merkez üs olarak kabul etmeliyiz. Kendimizi de sevmeliyiz. Fakat sözüm ona, insanı putlaştıran bir kısım hümanist zümrenin oyununa da gelmemeliyiz. İnanç ve törelerimizin gereklerine göre belli bir sınır koymalıyız kendimize. Hak ve halk katında çok muteber ve muhterem bir varlık olduğumuzu asla göz ardı etmemeliyiz. 18. yüzyıl Divan şairlerinden olan Şeyh Galip’in şu beyti bu hususta dikkate alınmaya değerdir:

    “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
    Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
    (Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
    Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)

    Yunus Emre sevgiyi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hoşgörüyü evrenselleştirirken ilâhî hakikatleri ölçü edinmişlerdir. Zira bu âlem şefkat ve merhamet üzere yaratılmıştır. Bunu insanlardan beklerken maalesef, daha çok insan haricindeki varlıklardan görüyoruz. Bu demektir ki dünyamızda bir şeyler ters gidiyor. İnsanoğlu ilâhî misyonunu rafa kaldırmış. Kıymet hükümleri şahsîleşmiş. Felâketin ayak seslerini duymamak için sağır numarası yapıyoruz. Oysa gözlerimizi kapamakla gece olmuyor. İş işten geçmeden kendimize bir çekidüzen verelim. Huzuru başka yerlerde değil, çevremizde ve içimizde arayalım.

    Günümüzde bazı çevreler insanı ifrat ve tefrit uçlarında dolaştırarak yaratılış amacından uzaklaştırmaktadırlar. İnsan sevgisi ‘hümanizm’ ifadesiyle başka noktalara çekilmektedir. Yeryüzünün, uğruna yaratıldığı insanı anlamaya yanaşmayanlar ve ona farklı yakıştırmalarda bulunanlar her nedense kulluk bilincini dikkatlerden uzak tutmaktadırlar. Oysa insanları sevmek ve güzellikleri paylaşmak esas alınmalıdır. Sevginin pabucunu dama atmaya çalışanların ektikleri nefret tohumları öncelikle kendilerini zehirleyecektir. Kâbe hükmünde olan gönülleri yıkıp harabeye döndürenler huzuru ancak düşlerinde görebileceklerdir. Bu hususta da sözü büyük mutasavvıf şair Yunus Emre’ye verelim:

    “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
    Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.08.2007 - 02:29

    GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI

    M.NİHAT MALKOÇ


    Eğitim, hayatı düzene koyan ve bakış açımızı şekillendiren olmazsa olmaz bir süreçtir. Hangi meşrepten ve inançtan olursa olsun bütün toplumlar eğitimin önemi konusunda hemfikirdirler. Zira teorikte ve pratikte iyi yetişmiş olmanın neticelerini hepimiz müşahede etmekteyiz. Hayatı kuşatan zorluklar eğitimle bir bir aşılabilmektedir. Eğitimden mahrum olanlar düz yolda bile tökezlerken, eğitimle mücehhez olanlar yalçın kayalıkları bile rahatlıkla aşabilmektedirler. Demek ki eğitim kişiyi güçlü kılan unsurların şahikasıdır.

    Eğitim ille de dört duvar arasında verilmez. Bu topraklarda yaşamış nice değerler, muallim olmadıkları halde muallimler kadar eğitici olmuşlardır. Bunların başında da şairler gelir. Geçmişten bugüne kadar gelmiş geçmiş nice şairlerimiz milli ve manevi değerlerimizi geleceğe taşımışlardır. Onlar adeta dünyayı uçsuz bucaksız geniş bir mektep, insanları gönüllü talebe, kendilerini de mürebbi olarak addetmişlerdir. Her fırsatta fertlere dinî ve milli değerlerini anlatmışlar, hatırlatmışlar, sevdirmişler ve sonuçta benimsetmişlerdir.

    Her insanın sevdiği, kendine yakın bulduğu ve benimsediği şair ve yazarlar vardır. Onların fikirleri, üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine… Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize… Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar, gel-gitler… Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan… Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır. Tesirleri sarar bizi çepeçevre…

    Sanatta etkilenme kaçınılmazdır. Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ... Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir. Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız. Ama o sadece ilham kaynağımız olur. Körü körüne taklit etmeyiz onları. Hareket noktası olur eserleri bizim için… Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten. Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır. Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...

    Beni de etkileyen, sarsan, ruhumu harekete geçiren şair ve yazarlar da vardır şüphesiz… Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum… Heyecanlanırım… Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu, söz böyle söylenir. Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş… vs.” derim. Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak. Benim takdirimi kazananlar, bazılarının tepkisini çeker tabiî olarak…

    Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli, Şeyh Galip, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir. Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

    Türk ve İslam dünyasının baş tacı ettiği, kendine yakın bulduğu ve fikirlerine güvendiği âlim şairlerin başında gelmektedir Mevlana Celâleddin Rumî Hazretleri… 800. doğum yıldönümünü kutladığımız bu kıymetli Hakk dostu, beni de derinden etkileyen şahsiyetlerin başında gelmektedir. Onun şaheseri olan Mesnevi, en sıkıntılı zamanlarımda ruhumu serinleten ve rahatlatan bir yelpaze olmuştur. Hayata onun penceresinden baktıkça olumsuzluklar azalmış, dünya yaşanılacak bir mekâna dönüşmüştür.

    Şairler nazik ve ince ruhlu insanlardır, öyle de olmalıdırlar. Derin ve manalı sözler ancak ince ve hassas ruhlardan neşet eder. Türk kültürünün iki büyük köşe taşı hükmünde olan Mevlana ve Yunus Emre’yi hakkıyla anlama ve tahlil etme gayreti içerisinde olunca görürüz ki bu büyük halk ve Hak dostları şiirlerinde sevgi ve hoşgörüyü bayraklaştırarak kin ve nefretin kökünü kazıma mücadelesi içerisine girmişlerdir. Gönüllerdeki kin tortularını sevgi ve muhabbet terbiyesiyle ortadan kaldırmışlardır. Yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmüşlerdir. Dünyaya tek başına kıymet vermemişlerdir. Onların eğitim sisteminin birinci maddesi hayata müspet gözlerle bakmak, hoş görmek, kusur ve kabahatleri örtmektir.

    Beni bir mıknatıs misali duygu atmosferine çeken şairlerden bir diğeri de Yunus Emre’dir. 13. yüzyıldan günümüze ses veren bu halk ve Hakk aşığı, Türk tasavvuf şiirini zirveye taşımıştır. Türkçenin esamisinin okunmadığı bir dönemde ortaya çıkan Yunus Emre, Türkçenin o gür sedasını dünyaya duyurmuştur. Manevî dünyamızı mamur etmiştir. Gönül dünyamızı sevgi mumuyla aydınlatmıştır. Doğruluğu şiar edinmiş, eğrilerin düşmanı olmuştur. Öyle ki kırk yıl boyunca hizmet ettiği Tapduk Emre’nin dergâhına odunun bile eğrisini sokmamıştır. Onun iç dünyasını bize en iyi anlatan beyit şu olsa gerek:

    “Beni bende demen bende değilim,
    Bir ben vardır bende benden içerü”

    Ruhumun ikliminde fırtınalar estiren eski şairlerden birisi de Fuzuli’dir.16.yüzyılın efsane şairi olan Fuzuli, Divan şiirine yepyeni bir soluk getirmiştir. Dili ustalıkla kullanan ve kelimeleri muhayyilesinde yoğuran bu klasik şairimizin üzerimdeki tesiri büyüktür. Hele birbirinden doyumsuz gazelleri yüzyıllar geçse de eskimez. Şiirleri ilk yazıldığı günkü güncelliğini ve sıcaklığını muhafaza eder. Şu dizeleri hâlâ hafızalarımızdadır:

    “Mende Mecnun’dan füzûn âşıklık istidâdı var
    Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var”

    Bilindiği gibi Şeyh Galip, Divan şiirimizin son büyük şairidir. 18. yüzyılda yaşamıştır. Kendisi Mevlevî şeyhidir. İlâhî aşkın zirvelerinden biridir. Ona göre aşk; “Mumdan yapılmış gemiyle, ateş denizlerinde yüzebilmektir.” Bunu ancak manevî aşka dört elle sarılanlar gerçekleştirebilir. Böyle bir gönül eridir O… Şu beyti çerçevelenip asılmaya lâyıktır:

    “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
    Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
    (Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
    Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)

    Sevdiğim ve etkilendiğim isimlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, Cumhuriyetten evvel doğmuş, Cumhuriyet döneminde de yaşamış, saf Türkçe’yi kullanarak aruzla şiirler yazılabileceğini ispatlamış bir üstat şairdir. “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyecek kadar da Türkçe sevdalısıdır. Türkçeyi onun kadar önemseyen başka şair var mıdır? Şiirlerindeki dil işçiliği bir kuyumcu titizliğindedir. Onun hayata bakış açısını şu beyitte görebilirsiniz:

    “Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
    Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”

    Beni çilenin girdabına sürükleyen şairlerin başında gelir Necip Fazıl… Bir parçam olur yakıcı dizelerin kavşağında… Onunla aynı teraneden çalar ruhumun orkestrası… Yok olurum onun beninde… Işık olur karanlık dünyama… Hiç şüphesiz ki Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyüğüdür Necip Fazıl… O sadece şiir yazmamış, fikrin çilesini çekerek eserlerine yansıtmıştır. Bu uğurda hapishaneleri bile gül bahçesine çevirmiştir. Onu anlatmaya sayfalar, satırlar yetmez. Onun hayata ve sanata bakışını kanımca şu beytiyle özetleyebiliriz:

    “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
    Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”

    İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Akif, adeta dürüstlük abidesidir. Şiirimdeki ve cemiyet meselelerine bakışımdaki kararlılığı ve gerçekçiliği ona borçluyum. Akif, şiirlerinde hep haktan ve hakikatten dem vurmuştur. Safahat’ta dünyevî sevgililere yazılmış bir şiir bulamazsınız. O milletinin gür sesidir. Akif’in sanat anlayışı aslında şu dizelerde saklıdır:

    “Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim
    İnan ki: her ne demişsem görüp de söylemişim
    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”

    Bayrak şiirlerinin en güzelini yazarak kendini “Bayrak Şairi” olarak kabul ettiren Arif Nihat Asya da gerçekçi bir sanat anlayışından yola çıkarak şiirlerini kaleme almıştır. Şiirlerini ölçülü ve serbest tarzlarda yazmıştır. Şiirimdeki millî unsurlar ondan mülhemdir. O, tarihini sevmiş ve ceddiyle barışık yaşamıştır. Asya’nın dünyaya bakışını şu dörtlükte görebiliriz:

    “Tarihlere, destanlara yol bulabilsem
    Hiç durmadan düşünmeden geri giderim...
    Buna şaşma ki geçmişte yaşamayı ben,
    Gelecekte yaşamaya tercih ederim.”

    Ahmet Hamdi Tanpınar, az ve öz şiir yazan şairlerimizin başında gelmektedir. Şiirlerimdeki soyutlamalarda ondan çokça etkilenmişimdir. Tanpınar, şiirlerinde soyut kavramlara sıkça yer vermiştir. “Bursa’da Zaman” şiiri hepimizin hafızalarında yer etmiştir. Tarihle zamanı ve mekânı ustaca terkip etmiştir bu şiirde. Bursa’daki tarihî dokuyu geçmiş zamanın tılsımıyla bütünleştiren bu şiirde onun hayata ve şiire bakışı da görülebilir:

    “İsterdim bu eski yerde seninle
    Başbaşa uyumak son uykumuzu,
    Bu hayal içinde... Ve ufkumuzu
    Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
    Havayı dolduran uhrevî âhenk…
    Bir ilâh uykusu olur elbette
    Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
    Belki de rüyası bu cetlerin,
    Beyaz bahçesinde su seslerinin.”

    Hecenin beş şairinden biridir Faruk Nafiz Çamlıbel… Millî veznimiz olan heceyi ustaca kullanmıştır. Heceye sadakatimin altyapısında Çamlıbel’in izlerini görebilirsiniz. O heceden taviz vermemiştir. Bu vezne esneklik getirmiştir. Kuruluğu ve sıradanlığı bertaraf etmiştir. “Han Duvarları” adlı eseriyle Türk şiirini İstanbul sınırlarına hapsolmaktan kurtarmıştır. Şiirin ufkunu genişletmiştir. Eserlerinde pastoral öğelere ağırlık vermiştir. Hepimizin hayatında Çamlıbel’in “Han Duvarları” adlı şiirinden bir nebze de olsa izler vardır:

    “Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
    Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,
    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..”

    Son dönem Türk şiirinin göz ardı edilen başarılı şairlerinin başında Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelir. Tarihten ilhamını almıştır bu kıymetli şair... Maziyle bugünü sentezleyerek bambaşka bir terkip oluşturmuştur. Şiirde sessiz ve derinden yol alan Gençosmanoğlu, hep gündemin dışında tutmuştur kendisini. Onun içindir ki şiirdeki ağırlığı fark edilememiştir. Dede Korkut’un günümüzdeki gür ve kararlı sesidir Gençosmanoğlu… Onun Müslüman-Türk’e seslenişini ifade eden şu dizeler ne kadar yerinde söyleyişlerdir:

    “Er meydanlarından çekilir oldun
    Çorak iklimlere ekilir oldun
    Eğilmek bilmezdin bükülür oldun...
    Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
    Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene? ”

    Şiir uçsuz bucaksız bir derya… Bu derya içinde nice inciler gizli… Türkler, hissiyatı fazlasıyla inkişaf etmiş bir millet… Onun içindir ki küçük büyük çoğumuz şair yürekliyiz. Şair doğarız anamızdan… Hayatın çileleri ruhumuzu derinleştirir. Dünyaya bakışımız yüzeysel olmaktan kurtulur. Eşyanın görünmeyen yüzüyle hemhâl oluruz. Bu kesafet sürer gider. Fikrimin ve şiirimin şekillenmesinde her ne kadar zikrettiğim bu isimler tesirli olmuşsa da bu isimleri çoğaltmak mümkündür. Çünkü bu milletin güzel ruhlu söz üstatlarını sınırlandırmak ötekilere haksızlık olur. Milletimi, dinimi, dilimi, edebiyatımı, şiirimi, şairlerimi, tarihimi ve kültürümü çok seviyorum. Allah, bu Müslüman millete zeval vermesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 10.08.2007 - 00:26

    SAMİH RİFAT’IN TORUNU SAMİH RİFAT

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sanat ve edebiyat alanında kalem oynatanların ölümü bende tarifsiz üzüntüler oluşturur. Çünkü onlar, yazdıklarıyla geniş kitleleri aydınlatırlar. Kalemin susması âleme vurulan büyük bir darbedir. Zira bizler kalem erbaplarının gözüyle bakarız dünyaya. Şair ve yazarların yazdıklarını okudukça dünyaya bakışımız değişir. Onlar bizim görüp de fark edemediklerimizi bizlere doyasıya yaşatırlar. Usta kalemler hayata bambaşka bir renk katar.

    Kalem erbaplarından birisi olan, bununla beraber pek çok meziyeti bünyesinde birleştiren Samih Rifat da, genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı. ‘Samih Rifat bundan on yıllar evvel ölmedi mi? ’ dediğinizi duyar gibiyim. Doğrudur, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biri olan dede Samih Rifat uzun yıllar evvel(03 Aralık 1932’de) ölmüştü. Fakat biz, şair Samih Rifat’ın aynı adı taşıyan torunundan bahsediyoruz.

    Samih Rifat’ın torunu Samih Rifat tam teşekküllü bir kültür ve sanat adamıydı. O da bir elinde birden çok karpuz tutabilen marifetli ender kişilerdendi. Kartvizitinde pek çok özellik yazılıydı: Mimar, restoratör, yazar, mütercim, fotoğrafçı, sinemacı, belgeselci, yayıncı… Bu kadar çok ve birbirinden farklı işi aynı insanın yapması kolay değildir şüphesiz. Fakat o bunların üstesinden gelebilmiş, arkasında güzel eserler bırakmış müstesna bir insandı.

    62 yaşında aramızdan ayrılan Samih Rifat’ın ömrü dolu dolu geçti. Daima üretme gayreti içerisinde oldu. Hiç boş zamanı olmadı. 1945 yılında İstanbul’da doğan Samih Rifat, Saint-Benoit Lisesi’ni ve İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çevirmenliğe ilgi duymaya başladı. İlk çevirilerini 1980’lerde Yazko Çeviri dergisinde yayımladı. René Char, Jacques Prévert, André Verdet, Jean Follain, Paul Valéry, Kavafis, Le Corbusier gibi şair ve yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı.

    O, mimarlık eğitimi almıştı. Mimarlık da aslında güzel sanat dallarından birisiydi. Onun için bu alana ilgi duymuştu. Torun Samih Rifat, 1970–86 yıllarında çeşitli devlet kurumlarında restoratör olarak çalışmıştı. Onun bir başka tutkusu da fotoğrafçılıktı. Pek çok kültür sanat dergisinde birbirinden güzel fotoğrafları yayınlandı. Bunun yanında belgesel filmler çekti. Belgesel film ve reklâm filmi yönetmenliği ile reklâm yazarlığı gibi işler de yapan Rifat, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ta danışman olarak görev yaptı. Koç Kültür Sanat bünyesindeki K Kitaplığı’nda ve Aries Dergisi’nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

    Torun Samih Rifat’ın en büyük özelliği yazarlığıydı. Bunun yanında Fransızcaya hâkim bir kişi olduğu için edebiyatımızda daha çok çevirileriyle ön plana çıkmıştır. Babası Oktay Rıfat Horozcu da Garip akımının öncülerindendi. Önemli şairlerimizden birisiydi. Orhan Veli Kanık’la Garip akımını alternatif bir şiir hareketi olarak edebiyat âlemine sunmuşlardı. Yani ailece şair, yazar ve sanatkârdılar. Oktay Rıfat Horozcu’nun babası Samih Rifat, Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nin kurucularındandı. Bu kurumun ilk başkanı olma şerefi de kendisine aitti. Bundan da anlaşılabileceği gibi önemli bir adamdı kendisi. “Yaslı gittim, şen geldim; /Aç koynunu ben geldim.” diye başlayan ünlü Gelibolu Marşı’ ona aitti.

    Torun Semih Rifat’ın ilk yazısı 1978’de Cumhuriyet gazetesinde çıkmıştı. Çok sayıda deneme ve çevirisi Sanat Dünyamız, Kitap-lık ve P gibi dergilerde okuyucuyla buluşmuştu. Samih Rifat’ın ‘Herakleitos: Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi’, ‘Çok Eski Bir Günbatımı Osmanlı Öncesi İstanbul’undan Seçme Şiirler’ ve ‘Ada’ adlı eserleri bulunmaktaydı. ‘Ada’ adlı eserinde 45 yıllık anılarını bir araya getirmiştir.

    Samih Rifat, Türkiye’deki sanat dünyasının önemli kişiliklerinden biriydi; gerçek bir entelektüeldi. Edebiyat ve şiirle dolu bir ailenin mimarlık eğitimi görmüş oğluydu. Ailesinin adını şerefle taşıdı ve onların yolundan gitti. Samih Rifat kanser hastalığından muzdaripti. Yaklaşık iki yıldır kanserle boğuşuyordu. Cenazesi, Samih Rifat’ın vasiyetine uygun biçimde Karacaahmet Mezarlığı’nda babasının yanında toprağa verildi. Arkasında çok sayıda eser bırakan bu kıymetli kültür sanat adamına Allah’tan rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 09.08.2007 - 01:53

    SONBAHAR HÜZÜNLERİ BEYANINDADIR

    M.NİHAT MALKOÇ


    İçimizdeki boşluğu hüzünlerle doldurur sonbahar… Dallarımızdaki son diri yaprakları da döker sert esen rüzgâr… Toprak kokar kınalı ellerimiz… Gözlerden süzülen son damla yaş yerçekimine direnemeyerek çatlamış toprağa düşer upuzunca… Hayata dair gerçekler geçer gözlerimizin önünden. Ömrün de ilkbaharı, yazı, hazanı ve kışı var elbet… Dağların yamaçlarından esen rüzgârlar dağınık saçlarımızı okşar, adeta tarar bir anne şefkatiyle.

    Tozlu yollar uzar gider boylu boyunca. Umarsızca düşeriz iri gölgelerimizin peşine. Etrafımızdan ağır adımlarla sürüklenerek gider yalınayak çocuklar. Üzerlerindeki yırtık fanilalarla gülücükler dağıtmaktan geri durmazlar yine de. Bunca sıkıntılara rağmen nefes aldıklarından dolayı keyiflerine diyecek yoktur. Kanaatkârlığın ışıltısı yansır toza ve çamura batmış kirli yüzlerinden. Akşam karanlık basmadan evin yolu gelmez akıllarına. Zira onları eve bağlayacak, heyecanlarını artıracak hiçbir sebep yoktur besbelli.

    Sarıya çalan hazan yaprakları ölüm rengine bürünür güneşin ışıltıları altında. Çiçekler soluverir bahçelerde, ölümün soğukluğu ve sessizliği, kurumuş otların hafif yel değmesiyle çıkardıkları sese karışır. Ruhumuzda açılan gedikler gün batımlarında daha da derinleşir. Dudakların acıyla gülümsediğini görerek daha bir tutunursunuz hayata. Bir çocuk saflığıyla bakarsınız ufuklarda kararan bulutlara. Umutsuzluğun çıkar yol olmadığını, elemlerin yüreğimizi güçlendirdiğini, adeta çelikleştirdiğini gördükçe bakışınızda köklü değişiklikler oluşur. Her şeye rağmen hayatta olmanın, varlığa tutunmanın doyumsuz hazzını yaşarsınız.

    Gönül çıkınınızda zor günler için sakladığınız umutlar ve direnç dalgaları imdadınıza yetişir dar vakitlerde. Nefes alışınıza, konuşabildiğinize, dişlerinizi toplayıp gülebildiğinize sevinirsiniz. Yaşanan bunca zorluğun gelecekteki mutlulukların bedeli olduğu kanaatine vararak gerçekte her şeyin bir bedeli olduğunu, hiçbir şeyin anlamsız olmadığını geçirirsiniz aklınızdan. Bu, mutlu olmak için sebep arama safhasıdır, hayata tutunmanın işaretidir. Hayattan kopmak da, hayata tutunmak da bilinçaltının beyni ikna çabasıdır aslında. Her şey kalple beyin arasındaki işaret dilinin doğru ve yerinde işlemesiyle bağlantılı olsa gerek.

    Sonbaharın buruk resmi sözün bittiği yerde kurşundan bir çığlık olup düşer yürek atlasımıza. Kırılmışlıklar ve küskünlükler buz dağları gibi görkemli bir siluet oluştursa da kararlı bir güneşle eriyip yok olmaya mahkûmdurlar. Teslimiyetin ve vicdanın sesine kulak vermenin nihayetinde karanlık ufukların açılması, ışığın gönlümüzün kör dehlizlerini aydınlatması en yüksek ihtimaldir. Sancıların bıçak gibi kesilmesi, kalp ağrılarının dinmesi iç huzurun tekrar geri dönüşüyle mümkündür. İkna olmanın zorluğu kadar, doyumsuzluğu da meşhurdur elbet… Hayallerin, hayal kırıklıklarına dönüşebileceği de ihtimal dâhilindedir.

    Sevgilinin şefkatinden umut kesmek aşka havlu atmaktır bir anlamda. Hiçbir aşk pehlivanı son nefesini vermeden aşk meydanından çekilmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Aşka havlu atmak, yaşamın kıyısında yapayalnız kalmaktır. Dört duvar arasında geçen çile nöbetleri sevda merdivenlerinden çıkışımızı, yükselişimizi, aşk narında yanışımızı da beraberinde getirir. En tepedeki merdiven menzil olsa da tökezleyenler için en tehlikeli olanıdır maazallah. Yalnızca yüksekte olanlar korkar düşmekten. Aşağıdakilerin düşme korkusu ne kadar abesse, sevdaya tutunamayanların muhtemel ayrılıklardan dertlenmeleri de o derece abestir. Zira fizik kanunları gereği düşmek için öncelikle yükselmek gerekir.

    Sonbahar, ağaçların giysilerini ulu orta soyan, onları anadan üryan bir halde bırakan bir mevsim hırsızıdır. O, hayallerimizi çalan, bize ayrılığı ve ölümü reva gören acımasız, taş kalpli bir zaman dilimdir. Sonbahar yahut nam-ı diğer hazan, çıldırtan sessizliklerin anasıdır. Hayallerimizi öğüten koca ağızlı bir değirmendir. Ölümün yankısının hayatın duvarlarına çarpıp geri dönmesi, şiddetli yıldırımların kulaklarımızda akis bulmasıdır hazan… Aşk sancılarının sevda bedenini bir kurt misali yiyip bitirmesidir. Aşka tutunamayanların yalnızlığı, hicran uçurumlarındaki korku nöbetleri sonbaharın mirasıdır. Hazan yalnızlıktır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.08.2007 - 19:55

    MALLARIN KİRİ ZEKÂT VE MÜBAREK RAMAZAN

    M.NİHAT MALKOÇ


    İslam’da sosyal dayanışma ve yardımlaşma mühim bir yer teşkil eder. Müslüman çevresine karşı duyarlı insandır. Yardım ve garibanları gözetme halkası yakın çevreden uzak çevreye doğru genişler. Akrabanın üstüne değen yardım eli, komşuya ve diğer uzak çevreye doğru uzayıp gider. Komşularımızla ilişkilerimizi de İslam tanzim etmiştir. Hatta bu hususta ağır şartlar koşmuştur. Komşular hakkında Hz. Peygamber: “Cibril, komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, nerdeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” buyurmuştur.

    Hadiste de belirtildiği üzere “Komşusu açken bir müminin tok dolaşması yakışık almaz.” Böyle bir insanın şahsî ibadetleri ve Müslümanlığı onu Cennete götürmeyebilir. Yine bir hadislerinde Peygamberimiz: “Hangi mahallede bir kişi aç kalırsa, o mahalle halkı Allah’ın korumasından uzak düşer.” buyurmuştur. Bu ne ağır bir ihtardır. Allah’ın korumasından uzak düşen bir kulu hangi güç koruyabilir? Hiç düşündünüz mü?

    Ramazanla zekât kavramları nerdeyse birbiriyle özdeşleşmiştir. Çünkü Ramazan hayır ve bereket ayıdır. Ramazan ayında oruç tutan müminler açlığın ne olduğunu daha iyi anlarlar ve fakirleri gözetirler. Onun için sadaka ve zekâtlar daha çok bu ayda verilir. Fakat zekâtın ille de Ramazanda verilmesi şart değildir. Lâkin bu ayda sevaplar katlanarak yazılır. Bu ay iyilik ve bereket ayı olması hasebiyle zekât vermede tercih edilir. Yardımlaşma ve merhamet ümmet bilincini artırır. Müminlerin kardeşlik duygularını geliştirir.

    Zekât, malı kirlerden arındırır. Kelime anlamıyla zekât; temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manasına gelir. Zekât, kalbi cimrilik hastalığından, malı fakirin hakkından temizleyen, zenginlerde şefkat ve merhamet duygularını geliştiren bir ibadettir.
    Zekât sayesinde fakirlerin kalbindeki haset ve kıskançlık duyguları ortadan kalkar. Fakirlerde kendilerine yardım eden zenginlere karşı sevgi ve saygı meydana gelerek toplumda birlik ve kardeşlik kuvvetlenmiş olur. Bu sayede zenginle fakir arasındaki uçurum kısmen de olsa kalkar. Her iki kesim birbirlerini daha iyi anlar ve ilişkiler saygı zeminine oturur.

    İslamiyet kulun saadetini esas alır. İslâmiyet, toplumun dertlerini tedavi eden, ihtiyaçlarını karşılayan birçok kaideler getirmiştir. Allah’ın emri olan zekât, bir sosyal yardımlaşma sistemidir. Zekât malın büyümesini ve bereketlenmesini sağlar. Allah, zekât sayesinde verdiği serveti, yok olmaktan, kötü insanların zararından korur. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Mallarınızı zekât ile koruyunuz.” Zekât kaçırmak, yani zekâtı vermemek bereketin zayi olmasına yol açar. Bunun manevi sorumluluğu da büyüktür.

    Zekât, hicretin ikinci yılında, Ramazan orucundan sonra farz kılındı. Kur’an-ı Kerim’de zekâtı emreden pek çok ayet vardır. Bunlardan birisi de şudur: “İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”(Bakara 3/277)

    Yüce Peygamberimiz sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın özünü teşkil eden zekât müessesesine çok değer vermiştir. Bunu öncelikle kendi uygulamış, yakın ve uzak çevresine uygulatmaya gayret etmiştir. Onun bu hususta pek çok mübarek sözü vardır. Bunlardan birisi de İslam’ın beş şartını birleştiren şu hadis-i şeriftir: “İslam, beş esas üzerine kurulmuştur: Allah(c.c) ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (sav) ’in Allah’ın peygamberi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan orucunu tutmak ve hacca gitmektir.”

    Zenginlerin malında fakirlerin hakkı vardır. Fakirlik ve zenginlik kişinin gayretlerinden çok, Allah’ın takdiridir. Allah zenginliği istediğine, ilmi isteyene verir. Herkes zekâtını verirse dünyada aç insan kalmaz. Onun için zekât müessesesi işletilmelidir. Herkes zekâtını verirse mübarek ramazan zengin için de fakir için de gerçek anlamda bir bayram olur.

    Ramazanda zekât verip garipleri sevindirmeliyiz. Ramazanı bu kaidelere uyarak geçirmek manevi lezzetlerle zevklenmemize kapı açacaktır. Ne mutlu fakiri ve garibanı gözetenlere… Ne mutlu zekâtını vererek malını kirlerden arındıranlara…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.08.2007 - 18:53

    BERAT GECESİNİN NURANÎ ESİNTİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Üç ayların gelmesiyle beraber gönül dünyamız bir başka şenlendi. Rahmet ve bereketin sağnak sağnak müminlerin üzerine yağdığı bu aylarda bizler de maneviyat denizine sair zamanlara nazaran daha çok dalar olduk. Ne mutlu bu aylarda Allah'ın emrettiği şekilde İslâmı yaşayan ve yaşatanlara! … Onların mükâfatını bizzat Allah kat kat verecektir.

    Üç aylar denilince şüphesiz ki akla mübarek kandil geceleri gelir. Nur sağanağının gönüllerimize düştüğü bu zaman diliminde her şey bereketlenir. Regaip'le başlayan Miraç, Berat ve Kadir gecesiyle devam eden bu nur halkaları içimizi ve dışımızı mamur eder; ruhumuzu manevî kirlerden arındırır; yozlaşan hayat gerçek anlamına kavuşur.

    Üç aylar içerisinde yer alan mübarek gecelerden biri de Berat kandilidir. 'Berat' kelimesi, günahtan, suçtan, borç ve cezadan kurtulmak manalarına gelir. Müslümanların, Yüce Allah'ın bağışlamasıyla günahlardan kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat Gecesi, Şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan gecedir. Bu mübarek gece aynı zamanda ramazan ayının habercisidir. Ruhlarımızın ramazana hazırlanması ve temizlenmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu gecenin feyiz ve bereketi saymakla bitmez. Berat gecesi gökten adeta rahmet ve bereket yağar. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

    'Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz Kur'an'ı mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. O mübarek gecede, her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...'(Duhan, 44/1-4) Söz konusu bu ayette geçen, mübarek geceden maksat; bir ihtimale göre Berat gecesidir. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece, 'Kadir' gecesidir. İkrime ve daha bazıları ise Şaban'ın yarısı gecesi demişlerdir. Bazı görüşlere göre Kur'an bu gecede, yedinci semadan dünya semasına indirildi. Kadir gecesinde ise ilk kez Peygamber Efendimize indirilmeye başlandı. Bu ayrıntının bilinmesi gerekir. Fakat en doğrusunu ancak Allah bilir. Bu gecede önemli işlerin seçimi ve ayırımı yapılır.

    Bu geceyi ibadetle geçirenlere yardımcı olması gayesiyle Allah tarafından melekler gönderilir. Bu gece bağışlanma ve af gecesidir. Bu gecede yapılan ibadetlerin fazileti çok büyüktür. Bu gecede Peygamberimize şefaat yetkisinin tamamı verilmiştir. Resulullah Efendimiz bu gecenin fazilet ve bereketiyle alâkalı olarak şu mübarek sözleri irat etmiştir:

    'Yüce Allah bu gece ümmetine öyle rahmet eder ki Kelb kabilesinin koyunlarının kıllar sayısınca…'… 'Yüce Allah bu gece bütün Müslümanlara mağfiret buyurur ancak kâhin, sihirbaz yahut çok kin güden veya içkiye düşkün olan yahut ana babasını inciten veya zinaya ısrarla devam eden müstesna...'…'Şaban ayının on beşinci gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve 'tevbe eden yok mu, onu affedeyim. Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim, hastalığından şifa isteyen yok mu, ona şifa vereyim. Yok mu şunu isteyen, yok mu bunu isteyen' der. Bu durum, sabaha kadar devam eder'

    'Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler müminlere müjde verir, ibadete teşvik ederler.'… 'Ameller, bu ayda âlemlerin Rabbi yüce Allah'a arz edilir. Ben de amellerimin oruçlu iken Allah'a arz edilmesini isterim'…'Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri (işleri) Allahü teâlâya arz olunur.'…'Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şaban'ın on beşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa kıyamet günü pişman olursunuz.'

    Mübarek gün ve geceler nefsimizi sorgulamak, gidişatımıza yeni ve nuranî bir yön vermek için birer vesile olmalıdır. Manevi değerlerin iyice aşındığı ve unutulduğu bu ahir zamanda bu kutlu geceler sıkışan ruhlarımızın soluklanması için iyi bir sebep teşkil ederler. Bu vakitleri verimli bir şekilde ihya etmek menfaatimizedir.

    Günümüz insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlık yaşıyor. Çünkü kalabalıklar onun değerlerini yansıtmıyor. Özellikle Müslümanlar gurbet ve hicret hayatı yaşıyor desek yeridir. Nereye giderseniz gidin Allah'ı, ölümü ve ahireti hatırlatan her şey gözlerimizden uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu hakikatleri ancak yılın belli gün ve gecelerinde tadımlık olarak hatırlayabiliyoruz. Bunlar da sembolik olmaktan öteye gitmiyor.

    Gelin bu mübarek Berat gecesinin arifesinde kendimize bir çekidüzen verelim. Mahşer günü Rabbimiz bizi hesaba çekmeden nefsimizi sorgulayıp yargılayalım. Nereden geldiğimizi, niçin burada bulunduğumuzu ve nereye gideceğimizi düşünelim. Bir yıl içerisinde gerçekleşecek hadiselerin defterlere geçildiği Berat gecesine bambaşka ve arınmış bir insan olarak girelim. Bu geceyi fırsat, bereket, rahmet ve ganimet olarak bilip öylece kıymetlendirelim. Gerçek manada gecenin adına münasip bir biçimde beraat edelim.

    Sözlerimin sonunda tüm Müslüman âleminin Berat kandilini en içten dileklerimle kutluyor, bu kutlu gecenin zulüm ve ölüm kıskacında yaşayan esir Müslümanlara çıkış yolu aralamasını yüce Allah'tan niyaz ediyorum. Allah bütün müminlerin yâr ve yardımcısı olsun.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.08.2007 - 18:09

    ORUÇ VE SIHHAT

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ramazan gönül dünyamızı şenlendirmek için yine teşrif etti. Nice hikmetleri bünyesinde barındıran bu güzide ay, hayatımıza hayat katıyor. Aslında yüce Rabbimizin yapmamızı emrettiği vazifelerin hepsinde bir hikmet vardır. Fakat bizler o ibadetleri hikmetinden dolayı değil, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaparız. Zira ibadetler kul ile Allah arasındaki muhabbeti ve gönül bağını kuvvetlendirir. İbadetlerin verdiği olgunlukla kul Allah’a daha da yakınlaşır. Kişi, yerine getirdiği kulluk vazifesinden büyük bir haz alır. Bu haz, ibadetlerdeki devamlılığı da sağlar. Ramazan için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

    Bilindiği gibi Rabbimizin doksan dokuz mübarek sıfatı vardır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de ‘Hâkim’dir. Yani Allah hikmet sahibidir. Yüce Yaratıcı hiçbir zaman abes iş yapmaz. Bizler bazı şeylerin sebep ve hikmetlerini basiret gözüyle göremezsek bu onları halk edene bir eksiklik getirmez. Onun yaptığı işlerin hikmetinden sual olunmaz.

    Allah’ın her emrinde olduğu gibi oruç ibadetinde de birçok hikmetler, bizim için maddi ve manevi sayısız faydalar vardır. Oruç ibadetinin faydaları konusunda çok şeyler söylenebilir. Bunları maddi ve manevi diye ikiye ayırmak mümkündür. Çünkü kâinatın gözbebeği olan insanı sadece maddeden ibaret göremeyiz. Onun manevi tarafına da eğilmek zorundayız. İşte orucun faydalarını sıralarken onun ruh dünyamızı mamur ettiği gerçeğini de göz önünde bulundurmalıyız. Aksi halde insana dair doğru analizler yapamayız.

    Orucun sağlık için çok büyük faydaları mevcuttur. Bunu tıp otoriteleri yıllardan beri söylemektedir. Bununla ilgili olarak Resulullah Efendimiz de “Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz.” buyurmuştur. Peygamberlerin hikmetini bilmediği bir konuda konuşmaları mümkün değildir. Sağlıkla ilgilenen ilim adamlarının her geçen gün orucun sıhhate dair yeni faydalarını keşfedip sıralamaları Efendimizin bu mübarek sözünü desteklemektedir. Fransız Profesör Pier Mulen de bu hususta şunları söyleyerek orucun ilahi hikmetlerine ışık tutar:

    “İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler. Hıristiyan dininde orucun bulunmaması büyük bir kayıptır. Aslında insanların her hafta bir gün oruç tutmalarında, başka bir deyimle diyet etmelerinde ve sadece meyve suyu içmelerinde büyük yarar var. Böylece vücut, doku ve organlardaki zehirleri atar, beden dinçleşir”

    Oruç tutanların ramazanda bazı hususlara dikkat etmesi bu ibadetin tıbbî faydalarının inkişaf etmesine zemin hazırlayacaktır. Bu konuda doktorların uzun tecrübeler neticesinde elde ettiği ilmî gözlemlere ve tavsiyelerine kulak vermeliyiz. Aksi halde fayda yerine zarar görmek işten bile değildir. Bu konuda doktorların önerilerine harfiyen uymalıyız.

    Ramazan ayında dengesiz ve sağlıksız beslenme, başta diyabet, kalp, yüksek tansiyon hastaları olmak üzere birçok kişide sağlık sorunlarına yol açıyor. Beslenme uzmanları(diyetisyenler) aşırı yağlı kızartma ve kavurmalardan, hamur tatlılarından, şekerleme ve aşırı tatlı besinlerden uzak durmamızı, tatlı olarak sütlaç, keşkül, güllaç gibi sütlü tatlılar tercih etmemizi, sıvı alımına önem vermemizi, iftar ile sahur arasında bol su içmemizi öneriyorlar. Sadece ramazanda değil, diğer zamanlarda da bir seferde çok yememeliyiz. Eskilerimiz “Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur” derken bizlere halk hekimliğinin çok kez tıpla örtüştüğünü göstermişlerdir. Bu da gösteriyor ki halkın uzun zamanlarda elde ettiği tecrübeleri yabana atmamak lazımdır.

    Oruç tutmak sağlıklı olmak demektir. Fakat ilahî olanla dünyevî olanı, gayeleri bakımından birbirine karıştırmamak gerekir. Orucu zayıflamak, zinde ve sağlıklı kalmak için tutanların oruçlarının Allah katında hiçbir mana ifade etmediğini söylemek pekâlâ mümkündür. Orucun gayesi Allah’ın emrine uymak ve ona yakın durmaktır. Ne mutlu ibadetleri, gayesine uygun bir anlayışla yerine getiren mümin ve müminelere! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.08.2007 - 17:37

    RAMAZAN VE GÜL YÜZLÜ YÂR

    M.NİHAT MALKOÇ


    Ramazan Allah’ın kullarına sunduğu büyük bir rahmet ve lütuf ayıdır. Görünürde külfet gibi düşünülse de hakikatte ruhumuzu ve gönlümüzü aydınlatan bir nurdur. Bunu İslamı hayat tarzı olarak kabul edenler ve bu dinin gereklerini gönül hücrelerine sindirenler ancak anlayabilir. Bu ruhu kazanabilmek için maneviyat kabında pişmek gerekir.

    Ramazanda dünya bayram yerine döner. Minareler gönüllerimizi aydınlatır. İftarlar neşe içerisinde geçer. Büyükler kadar, küçükler de sabırsızlıkla bekler iftar saatini… Teravihlerde camiler Müslümanlarla dolup taşar. Ya o tılsımlı sahurlara ne demeli? ...

    Ramazan ayında hayata Resulullah’ın nurlu penceresinden bakarız. Gönül ibreleri onu gösterir. Onu diğer vakitlere nazaran daha çok anlamaya çalışırız. Çünkü O, bu mübarek dinin nurlu elçisidir. Bu dini en kâmil biçimde yaşayan da odur. Ancak onun sünnetine dört elle sarılan kurtuluşa erebilir. Sünneti, imanın olmazsa olmazlarından sayanlar ve her fırsatta kılavuz edinenler asla pişman olmayacaklardır. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed(sav) onlara şefaat edecektir. Onun hayatını kendimize model edinirsek hidayete muhatap olma ümidimiz olabilir. Aksi halde beklentilerimiz boşa çıkmaya namzettir.

    Ramazan ayında Allah’ın son elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’i layıkıyla anlamanın gayreti içerisinde olmalıyız. Kâinatın uğruna yaratıldığı bu büyük iman ve ahlak abidesinin yolundan gitmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Onun yolundan gidenlerin nura ve saadete ulaşacağından asla şüphemiz yoktur. Ondan uzak kalanların manevî uçurumlardan yuvarlanması ve paramparça olması muhtemeldir. Bu uçurumların dibinde de Cehennem ateşi olanca kızgınlığıyla küfür ehlini bekliyor. O uçuruma cüzi iradesiyle yuvarlanan insanın tutunacağı bir dal da yoktur. Onlara yardım eden de çıkmayacaktır. Ne kötü bir sondur onlarınki! ... Bugünkü kararlarımız gideceğimiz yeri de belirleyecektir.

    İnsanlar felâketlere kendi ayaklarıyla koşarlar. Onları bu yoldan gitmeye zorlayan; içlerinde taşıdıkları, besleyip büyüttükleri azgın nefistir. Akıllı bir Müslüman hayatın gayesini hakkıyla ve layıkıyla kavrayan insandır. Bizler kuluz ve hataya düşmeye meyilliyiz. Varlığın hakikatini kavramış, ilmiyle amil bir mümin her iyiliğin, her bereketin, Allahü teâlânın zatından geldiğini düşünür. Her kusurun, her kötülüğün de, mahlûkların zatlarından ve sıfatlarından hâsıl olduğuna inanır. İyilikler de, kötülüklerde ruz-ı mahşerde karşılığını bulur.

    Hayatını, son peygamberin çizdiği nurlu yolda devam ettirenler kurtuluşa erenlerdir. Onlar asla mahzun olmayacaklardır. Ramazan ayı da bu kullar için huzur sığınağıdır. Onlar bu ayı hakkıyla ihya ederler. Çünkü bu manevi bir fırsattır. Resulullah Efendimiz bu ayın rahmet ve bereket yönünü şu mübarek sözüyle ortaya koyuyor: “Ramazan’ın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluştur. Her kim, bu ayda idaresi altında bulunanların iş yükünü hafifletirse, Allah ona mağfiret eder ve cehennem azabından kurtarır”

    Ramazan ayında kâinatın gözbebeği olan Efendimizi çok çok anmalı, ona selatü selam getirmeliyiz. Kurtuluşumuz ancak ona yakınlaşmakla ve onun Allah’tan getirdiklerine riayet etmekle sağlanacaktır. Bu yolda ramazanı iyi bir fırsat bilip sevap defterlerimizi doldurmalıyız. Bu ayda zaaflarımızdan sıyrılıp hak dairesinde kararlı bir biçimde daim ve sabit kalmalıyız. Gelgitlere asla müsaade etmemeliyiz. Bununla birlikte Resulullah’ın şu müjdesini ganimet bilmeliyiz: “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5)

    Ramazan ayında Gül Yüzlü Yâr’ı diğer günlere göre daha çok hatırlamalı ve tabir caizse sünnetine dört elle sarılmalıyız. Şüphesiz ki gerçek huzur ona yâr olmakla yakalanır. Ona yâr olanlar iki cihanda da bahtiyar olur. Nefisler ancak Allah korkusuyla ve Resul sevgisiyle gemlenir. Kurtuluş Resulullah’ın Allah’tan aldığı emirlerle çizdiği İslam dairesine girmekle sağlanır. Huzuru başka yerlerde arayanların elleri ve gönülleri boş dönmeye mahkûmdur. Ruhlar nübüvvet ikliminde ferahlar. Ne mutlu Yâr’in Yâr’ine yâr olabilenlere! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.08.2007 - 17:07

    RAMAZAN SEVİNCİ

    M.NİHAT MALKOÇ


    Oruç ibadeti zor görünse de imanlı gönüllerde büyük bir aşkla ve şevkle yerine getirilir. İslam ahlâkıyla ahlâklananlar ramazanın gelişini dört gözle beklerler. Bu mübarek günlerin gelişi onlarda herhangi bir rahatsızlık uyandırmaz. Aksine huzur iklimine girerler. İbadet ederek Allah’a dost ve yakın olmanın keyfini çıkarırlar.

    Oruç ibadeti İslamiyetle beraber, bozulmuş diğer hak dinlerde de vardı(r) . Hatta bazı batıl dinlerde de buna benzer ibadetler mevcuttur. Demek ki oruç semavi dinlerde ortaktır. Bununla ilgili olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı) . Umulur ki sakınırsınız.”(Bakara 2/183)

    Hıristiyanlık ve muselikteki oruç, ilahî amaçlarından uzaklaşmışsa da bugün hâlâ fert bazında yaşatılmaktadır. Fakat Museviler ilahî yönü yozlaşmış, daha çok millî bir gelenek haline gelmiş bu ibadetlerine Hıristiyanlardan daha sadıktırlar.

    Hıristiyanlarda oruçlu iken alkol kullanmak ve cinsî münasebette bulunmak yasaktır. Oruçlu iken günlük işler en aza indirilir. Oruç, genelde, tövbe ve bolluk içinde yaşamak için tutulur. Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük Büyük Perhiz ile Noel’den önceki Advent dönemlerinde oruç tutarlar. Protestan kiliseleri oruç tutmayı üyelerinin vicdanlarına bırakırlar. Bu konuda herhangi bir yaptırımları yoktur. Demek ki oruç diğer dinlerde farklılık gösteriyor.

    Yahudilikte de oruç ibadeti vardır. Museviler yılda birkaç kez oruç tutarlar. Özellikle Yom Kippur’da (Kefaret Günü) oruç tutulması önerilir. Oruçlu iken yenilmez, içilmez. Deri elbise giyilmez. Yağ ve krem sürülmez. Cinsî münasebette bulunulmaz. Genelde oruç günlük işlerden uzaklaşmak için bir araçtır. Musevilikte altı çeşit oruç söz konusudur.

    Bilindiği gibi Müslümanlıkta oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmaya başlamasından, güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsî ilişkiden uzak durmak suretiyle yerine getirilen farz bir ibadettir. Bu tarifte görüldüğü gibi oruç tutan kişinin yapmaması gereken bazı şeyler vardır. Bunlar genel olarak yemek, içmek ve cinsel ilişkidir. Allah’tan korkan ve ona yakın olmak isteyen müminler belirtilen zaman dilimleri içerisinde bu eylemlerden uzak dururlar. Fakat bizim orucumuz Yahudi ve Hıristiyanlarınkinden pek çok bakımdan ayrılır. Bir kere bizim oruç ibadetimiz on dört asır evvel nasılsa öylece devam etmektedir. Orucun gayesinde ve kaidelerinde hiçbir sapma ve bozulma yoktur. Ötekiler hiç de öyle değildir.

    Oruç, Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş olan herkese farzdır. Bu özellikleri taşıyan herkesin mutlaka oruç tutması gerekir. Fakat kişi bu özellikleri taşıdığı halde bazı mahsurlu durumlar nedeniyle oruç tut(a) mayabilir. Bunlar hastalık ve yolculuktur. Yolcular memleketlerine dönünce, hastalar da iyileşince tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. İyileşmeleri mümkün olmayan hastalar ise, tutamadıkları ramazan oruçlarının her günü için bir fidye, yani, bir kişinin bir günlük yiyeceğini veya o yiyeceğin karşılığı olan parayı fakirlere verir. Bu ruhsatlar İslam’ın kolaylık dini olduğunu açıkça göstermektedir.

    Ramazan ayı manevî kıymetleri çok olan bir aydır. Bu ayda yapılan ibadetler diğer aylara nazaran çok daha bereketlidir. Çünkü bu aydaki ibadetlerin sevapları katlanarak verilir. Allah için oruç tutanların günahları bağışlanır. Onların gönülleri bambaşka bir manevî huzurla dolar. Nitekim Resulullah Efendimiz de bir hadislerinde: “Kim Ramazan orucunun farz olduğuna inanarak ve karşılığını da yalnız Allah’tan umarak oruç tutarsa, onun bütün geçmiş günahları bağışlanır” buyurarak orucun günahlardan bağışlanma vesilesi olduğuna parmak basmışlardır. Bu fırsatı ganimet bilip cümle günahlardan arınmalıyız.

    Ramazanda insanlar güler yüzlü ve munis olurlar. Dostluk ve kardeşlik kemal noktasına erişir. Kimse kimsenin bamteline dokunmaz. Aslında olması gereken de budur. Oruç içimizdeki kötülükleri siler, kalbimiz nurla dolar. Bu ayın güzelliği yüzlerden yansır. Bolluk ve bereketle dolup taşar sofralarımız… Herkes elindekini konu komşuyla paylaşır. Her şey yolunda gidince iç huzurumuz artar. Dünya sanki cennete dönüşür.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta