GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
GÜMÜŞ İŞLEMELİ ÇAYDANLIĞIN BUĞUSU
M.NİHAT MALKOÇ
“ Ben, şairimin mısralarında dil,
Genç kızımın gergefinde nakış nakış gül,
Âşığımın sazında tel, / öpülesi bir el olmak istiyorum:
Ben, öğretmen olmak istiyorum...”
M. Nejat Sefercioğlu
Bahar bütün cömertliğiyle bağrını açmıştı kendisine umut bağlayan insanlara… Ağaçlar kışın kasvetini ve yorgunluğunu üzerlerinden atarak çiçeklerle bezenmiş yeni elbiselerini giyip düşmüşlerdi yollara… Gökyüzü sislerden ve bulutlardan arınmış, ak pak olmuştu. Güneş bir ateş topu halinde gök kubbede gülen yüzünü gösterse de sıcaklığı ısıtmıyordu kışın o soğuk günlerinde üşüyen ve büzülen tenleri…
Aliye’nin yüzüne de baharla birlikte renk gelmişti. Artık sıkı sıkıya kapattığı pencereleri ve üzerlerindeki perdeleri açmakta bir mahsur görmüyordu. Basık bir sokak üzerinde inşa edilen binanın altıcı katında oturuyorlardı. Oysa o; dağları, bulutları ve denizi bir arada görebileceği bir tepe üzerinde yaşamayı hayal etmişti hep… Fakat bahtına böyle bir yer düşmüştü. Zaman zaman içi kararsa da, bu mahalleye alışmıştı doğrusu…
Sonbaharda kaybettiği kocasının acısı henüz küllenmemişti içinde. Rahmetli kocasının, evlilik yıldönümlerinde aldığı gümüş işlemeli çaydanlık oturma odasının en görünen yerinde duruyor, ona baktıkça taptaze hatıraları gözlerinin önünde canlanıyordu. Çaydanlığın sağında burma bıyıklı kocasının, solunda ise kendisinin gençlik günlerinden kalma siyah beyaz fotoğrafları duruyordu. Gözü onlara kaydıkça gözlerinin ıslandığını hissediyor, iki küçük yavrusunu üzmemek için gözyaşlarını içine akıtıyordu.
Aliye, çayı çok seven kocasına çelik çaydanlıkta koyu çaylar hazırlar, fakat bunu gümüş işlemeli yeşil çini çaydanlığa aktarır, onda demlenmesini beklerdi. Bu süslemeli demlik, evliliklerinin canlı bir hatırası olarak anılarını beslerdi. İlk evlilik yıldönümlerinde Aliye’ye alınmıştı. Maddi değeri çok fazla olmasa da evliliklerine dair sembol olmuştu. Ondan sonraki yıllarda alınan hediyeler daha pahalı cinsten olsa da bunun önüne geçememişti.
Aliye Hanım ve kocası bu çaydanlıkta demlenen çaydan başka bir keyif alırlardı. Çocuklarını erken denebilecek bir saatte yatırır, kendileri baş başa sohbet ederlerdi. Hatta zaman zaman biri kitap okur, orada anlatılanları beraberce mütalaa ederlerdi. Nefislerini böylelikle dizginlerlerdi. İbadetlerinde berdevamdılar. Hatta herkesin uyuduğu saatlerde gece namazlarına kalkmayı da ihmal etmezlerdi. Öyle ki ibadetlerinin biriktirdiği nur, yüzlerine yansımıştı. Tavır ve davranışlarında sadakatin ve vefanın en güzel örnekleri görülürdü.
Kim derdi ki bu güzellikler saman alevi gibi kısa sürecek… Masmavi gökyüzünü kapkara yağmur bulutları kaplayacak. Fakat mukadderat Allah’ın tasarrufundaydı. Bir saat ötesini bilmeyecek kadar acizdi insan. Lakin bu acziyetini göremeyecek kadar da kördü. Onun içindir ki insanoğlu gücün kendisinde olduğunu düşünürdü pervasızca. Oysa güç ve kudret hakikatte onu dünyaya gönderen ve nimetlendiren yüce Yaratan’ın katındaydı.
Aliye’nin kocası Mümtaz, bir haftalık İstanbul seyahatinin hasret yüklü dönüşünde ecel arabasının içinde vermişti son nefesini. Vuslat hayalleri kurarken bir anda hicranın karanlığına gömülmüştü hatıralar… Acı haber eve düşünce yer gök gözyaşıyla dolup taşmıştı. İki körpe kuzu yetim kaldığının farkında bile değildi. Gelecekteki güzel günler camdan bir kâse misali yere düşmüş, bir anda tuz buz olmuştu. Aliye’nin sol yanı viran kalmıştı. Onu teselli edecek, acısını dindirecek ne olabilirdi ki… İki yavrudan başka dayanağı ve umudu yoktu. Onlar için direnmeli, güçlü olmasa da dosta düşmana karşı güçlü görünmeliydi.
Artık uzun gecelerde yapayalnızdı. Eskisi gibi çocukları erken de yatırmıyordu. Çünkü yalnız kalmak, yüreğindeki hasret nöbetlerini iyice depreştiriyordu. Kapı zilinin hiç çalınmayacağını bilse de yine de cılız bir umut içerisinde kulağı oradaydı. Giden gelmez, kalan gülmezdi elbet… Fakat alışkanlıklar kolay kolay unutulamazdı.
İlk evlilik yıldönümlerinin hatırası olan çini çaydanlık onun için daha bir anlamlı ve önemliydi. Gözünü hiç ayırmıyordu ondan. Fakat bir akşam, çayın demlenmesini beklerken çini çaydanlık gözlerinin önünde ortadan ikiye ayrılmıştı. Buna bir anlam veremiyordu. Ne olmuştu da çaydanlık bu hâle gelmişti. Üzüntüsünden lokmalar boğazında düğümleniyordu. Çaydanlığın kırılmasıyla onca hatıraları da yok olmuştu. Üzüntüsü ikiye katlanmıştı.
Mümtaz’ın ölümünden sonra hayat bütün zorluklarıyla göstermişti o acı yüzünü. Yaşamak gitgide zorlaşıyordu onun için. Bahar gelmesine gelmişti de, onlar hazanı yaşıyorlardı hâlâ. Anlaşılan o ki onların en uzun mevsimi hazan, en sadık dostları hüzün olacaktı bundan sonra. Evlerinin direği yıkılmış, desteksiz ve bir başına kalmışlardı. Kolay mıydı iki kız çocuğunu hayata hazırlamak ve geleceklerini inşa etmek? Babalarının boşluğunu doldurmayı nasıl becerecekti Aliye Hanım… Küçük kızları Dilara hâlâ sofraya dört bardak koyuyordu. Bunu gören anne kahroluyor, içindeki acıları gizlemekte zorlanıyor, yüreğinde biriken hüznü gözlerinden boşaltıyordu. Fakat çocuklarının önünde metanetli ve güçlü durmaya gayret ediyordu. Yıkılmışlığını çocuklarına belli etmemeye çalışıyordu.
Aliye Hanım, her sabah kocasını aynı saatlerde kaldırır, kahvaltısını hazırlar, okula uğurlardı. Öğretmen olan Mümtaz Bey, eşinin yanaklarından öper, sanki çok uzaklara gidiyormuş gibi hüzünlenirdi. Böyle bir sevgiydi içlerinde besleyip büyüttükleri. Aliye Hanım, sabahleyin kalkarak eşini hazırlayıp uğurlamaya o kadar alışmıştı ki bu adeta bir davranış haline dönüşmüştü onda. Eşinin ölümünden sonra da sabah ezanıyla birlikte kalkıp namazını huzur ve huşu içerisinde kılıyor, mutfağa geçiyordu. Fakat eşinin yokluğunu hatırlıyor, bir yanı boş kalmış yatağına uzanarak gözlerini tavana dikiyordu. Sabit bir noktada yoğunlaşan bakışları onu geçmişin güzelliklerine götürüyor, bugünü düşününce içindeki yangınlar, hatıralarını kül ediyordu. Ruhunu döven hırçın dalgalar geçmişle bugün arasında sıkışıp kalan hayallerini ve yaşanmışlıklarını kum taneleriyle denizlerin ötesine sürüklüyordu.
Mümtaz Bey’in hayatı pek çok öğretmende olduğu gibi evden ve okuldan ibaretti. Sabahleyin evden çıkar, okul paydosuna kadar minik yavrularını aydınlatmak, hayata hazırlamak için çırpınıp dururdu. Meslek hayatı boyunca bir kez olsun derste saate bakıp zilin vaktini hesap etmiş değildi. Derse girdiğinde zaman sular seller gibi akıp geçerdi. Zil sesleri onu huzursuz eder, konusu bölündüğü için rahatsız olurdu. Hele o akşam paydosu zili yok mu, işte ondan hiç hoşlanmazdı. Çünkü paydos ziliyle beraber canından çok sevdiği goncalarından ayrılır, sabah olana kadar onları özlerdi. Gerçi köyde yaşadığı için bir kısım öğrencilerine mahalle içinde rastlardı. Fakat okul dışındaki vakitlerinde evden pek çıkmaz, kitaplarıyla hemhal olur, yeni dünyalar keşfetmek için kitaplar âleminde dolaşırdı.
Aliye’nin çocukları henüz okul çağına gelmemiş olsalar da gelecekteki mesleklerini bugünden belirlemişlerdi. Küçük kızı doktor olmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Büyük kızı Gülşah mühendis olmak istiyordu. Fakat hiç hesapta yokken babasız kalmışlardı orta yerde. Bu onların aklının ucundan geçen bir durum değildi. Kolları kanatları kırılmıştı. Bundan sonra kime “baba” diyecekler, kimin boynuna sıkıca sarılacaklardı. Ölüm vardı ama bu kadar da yakın mıydı? Henüz kırkına bile gelmeyen bir babanın ölümü körpe beyinlerde nasıl olur da doğal karşılanabilirdi? Dünyaları başına yıkılmıştı bir anda. Kum ve çakıl dağları arasında sıkışmış, susuz balığa dönmüşlerdi. Bu hüzün sağanağına hazırlıklı değillerdi.
Aliye Hanım canı sıkıldığı bir gün evleri düzeltip temizlerken gardırobun üstünde mavi kapaklı bir defter buldu. Herhalde eşinin plan defteriydi. Eline alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Fakat bu bir günlüktü. Mümtaz Bey’in günlük yazdığını hiç görmemişti. Demek ki kendisinden gizli yazıyor, kimse görmesin diye dolabın görünmeyen bir yerinde saklıyordu. İlk günlüğün tarihi bundan altı ay evveline aitti. Aliye, temizliği unutup yatağına uzandı. Canından çok sevdiği eşiyle konuşuyormuşçasına günlüğü okuyor, gözyaşları sayfaları ıslatıyordu. Her satırında eşine, çocuklarına, öğrencilerine duyduğu sevgi ve muhabbetten bahsediyor, öğretmen olduğu için Allah’a hamd ediyordu. Sanki içine doğmuşçasına genç yaşında bu dünyadan göçüp, planlarının yarıda kalmasından endişe ediyordu. İlk günler defteri saklasa da çocuklar onu bulup çıkardılar. Satır satır okuyup babalarının duygu dünyasını yakından tanımış oldular. Defterde Gülşah’ın en çok ilgisini çeken bölümler babasının mesleğine ve minik öğrencilerine duyduğu derin sevgiydi. Bu satırları okuyan Gülşah’ın gönlü sanki mühendislikten öğretmenliğe doğru kayıyordu.
Mümtaz Bey, öğretmenliği bir ideal olarak görüyordu. Gayesi para kazanmak olsaydı, mühendis, doktor veya işadamı olurdu. Zira üniversiteye giriş puanı, pek çok mühendislik bölümünü kazanmasını mümkün kılacak kadar yüksekti. Fakat o bir kere öğretmen olmayı koymuştu kafasına. Dünya nimetlerinde hiç mi hiç gözü yoktu. Anadolu’nun ücra köşelerine gidecek, kurutulmuş goncaları sulayacak, iri güller olmalarını sağlayacaktı. Nitekim öyle de yaptı. En ücra bir Anadolu köyünde on yılını feda etti. Gerçi yakın çevresindekiler “Senelerini heba ediyorsun” derlerdi ona. O da bunu kabul etmez; “Heba değil, feda ediyorum feda! …” diyerek ne kadar geniş ufuklu ve fedakâr bir insan olduğunu cümle âleme gösterirdi.
Büyük kızı Gülşah babasının hikâyesini en ince ayrıntısına kadar annesinden dinledikten sonra mühendis olmaktan vazgeçmiş, öğretmen olmaya karar vermişti. O da babasının yolundan gidecekti. Çünkü onun bıraktığı boşluğu doldurmalıydı. İnsanların daha çok kazanmak, daha lüks yaşamak için birbirleriyle yarıştığı bu kapitalist dünyada birileri bu gidişata ‘dur’ diyebilmeliydi. Aksi takdirde hayat her geçen gün yaşanmaz hale gelecekti.
Ölüm sevdiklerimizi alıp götürse de hayatın öte yanında kalanlar yaşamaya mecburdu. Aliye’nin acıları her geçen gün külleniyordu. O artık kendini çocuklarının eğitimine adamıştı. Pek çok taliplisi olmasına rağmen gencecik yaşında yeni bir yuva kurmayı aklının ucundan bile geçirmemişti. Yeniden evlenmeyi Mümtaz’ın hatırasına ihanet olarak görüyordu. O artık evinin hem annesi, hem de babasıydı. Eşinden kalan küçük bir maaş geçinmelerine yetiyordu. Dünya yiyip içme, keyif çatma yeri değildi onlar için… Doğumla ebedî hayat arasında bir duraktı dünya… Mühim olan hoş bir seda, iyi bir hatıra bırakmaktı. Onlar da bunun mücadelesini veriyorlardı zaten. Dünyada en zor iş, hayat denen zor süreci iyi bir şekilde nihayetlendirmekti. Mümtaz bu kısa süreçte arkasında güzel hatıralar ve dostlar bırakmıştı.
Yağmakla yağmamak arasında tereddütte kalmış kararsız bir göğün altında balkonda kahvaltılarını yaparlarken geleceğe dair hesaplarını gözden geçirdiler. Tam o sırada bir yıldız kaydı semadan. Bunu bir fırsat bilen Gülşah dilek tutmuştu oracıkta. Bunu annesiyle paylaşmış, annesi de onun öğretmen olma arzusuna destek olmuştu. Seneler bir su gibi akmış, Gülşah için üniversite sınavı senesi gelip çatmıştı. Babalarının ölümünden bu yana on seneden fazla bir zaman geçmişti. Fakat bu uzun süre zarfında onun hatıralarını tüketememişlerdi.
Geceleyin uykularında bile “Ben öğretmen olmalıyım” diye sayıklayıp duruyordu Gülşah… Hem de bir ilkokul öğretmeni... Çünkü çocuklara duyduğu sevgiyi tarif etmek imkânsızdı. Nerde bir küçük çocuk görse kucağına alır, başını okşar, yanağına öpücüğünü kondururdu. Nejat Sefercioğlu’nun “Öğretmen Olmak İstiyorum” adlı uzun şiirini kısa zamanda ezberlemiş, eş dost meclislerinde okur olmuştu: “Ben öğretmen olmak istiyorum./ Ben, şairimin mısralarında dil, / Genç kızımın gergefinde nakış nakış gül, / Âşığımın sazında tel, / öpülesi bir el olmak istiyorum: / Ben, öğretmen olmak istiyorum...” diyor, bunun için emin adımlarla ilerliyordu. Sınavı başarılı geçmiş, hayırlı neticeyi beklemeye başlamıştı.
Günler her zamanki gibi tabiî mecrasında akmış, bazılarına umut, bazılarına hayal kırıklığı, bazılarına da hasret getirmişti. Gülşah, hayaller kurup içinde yaşattığı öğretmenliği kazanmış, üniversiteyi büyük şehirde okumak üzere biricik annesinden ayrılmıştı. Aliye Hanım küçük kızıyla baş başa kalmış, başlanmamış dört yılı nasıl tüketeceğini düşünmeye koyulmuştu. Fakat zaman değirmeni günleri bir bir öğüterek acılı anneye, kızının öğretmen olmasını da göstermişti. Gülşah, gönüllü olarak uzak bir Anadolu köyünde göreve talip olmuştu. Fakat bu sefer annesini ve kardeşini de yanında götürmüştü. Babasının bıraktığı yerden kutsal emaneti devralmış, yeni ve iri güller yetiştirmek için bahçıvanlığa soyunmuştu.
GERÇEK HAYALLER DÜKKÂNI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk kültür, sanat ve edebiyat hayatının köklü bir geçmişi vardır. Milletimiz tarih sahnesine çıkışından beri bu sahalarda kıymetli eserler vermiştir. Günümüzde bazı değerler yozlaşsa da, bu sahalarda verilen eserler beklenen ilgiyi görmese de millet olarak bunlardan vazgeçecek değiliz. Milletleri geleceğe taşıyan, ruhları olgunlaştıran kültürel ve ebedî birikimlerdir. Türk milleti kültür, sanat ve edebiyat zincirine kuvvetli halkalar eklemek zorundadır. Bu bizim tarihi büyüklüğümüzün üzerimize yüklediği bir görev ve sorumluluktur. Kültür, sanat ve edebiyat çalışmalarının ihmal edilmeden sürdürülmesi gerekir.
Kültür sanat, edebiyat etkinliklerini fertlerin kısıtlı imkânlarıyla yürütmek mümkün değildir. Bu alanda sivil toplum kuruluşlarının, devlet kurumlarının ve belediyelerin de gönüllü görevler üstlenmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Şairler ve yazarlar sadece üretmelidir. Bu kişiler, ürettikleri kıymetli eserleri zorluk çekmeden, ceplerinden bir kuruş bile harcamadan yayınlayabilmelidir. Zaten kıt kanaat geçinen bu insanların işin maddî külfetiyle uğraşmaları, bunu kafaya takmaları verimliliklerini düşürür. Kişi, eserinin muhakkak yayınlanacağına inanırsa daha büyük bir istekle yazar. İşin içine şüphe ve tereddütler girerse, arzular yerini isteksizliklere bırakır. Bu alanda bir kısım belediyeler gönüllü olarak kültür, sanat ve edebiyata el uzatıp sanatkârları desteklemektedirler.
Belediyelerin işi halka hizmet etmektir. Fakat bu sadece park, bahçe, yol, kanalizasyon, su ile sınırlı değildir. Belediyeler halkı bilinçlendirmek, şuurlarını açık tutmak, asgari kültür düzeyine erişmelerini sağlamak için de faaliyet gösterebilir. Mahallelerde okuma salonları ve kültür merkezleri açabilirler. Bu belki belediyelerin öncelikli işi değildir; fakat bu külfetli işleri de birilerinin yapması, bu alanda çalışanları teşvik etmesi gerekir.
Kültürel üretimler sabır gerektiren takdire şayan faaliyetlerdir. Türkiye’de bir kısım belediyeler sosyal hizmetlerin yanında bu çeşit kültür, sanat ve edebiyat alanlarında da güzel çalışmalar yapıyorlar. Halkın bu alanlarda da ücretsiz hizmet almasını sağlıyorlar. Bu kurumlardan birisi de Adapazarı Belediyesi’dir. Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi’nin “Adapazarı Kitaplığı” projesi bu konuda örnek teşkil ediyor. Bugüne kadar 19 tane birbirinden kıymetli kitap yayınlamışlar. Hâlâ da yayınlamaya devam ediyorlar. Geçenlerde bu kitaplardan bir kısmını bana gönderme nezaketinde bulundular. “Çocuksu, Osman Suroğlu Karikatürleri, Sakarya Kaleleri, Adapazarı Tiyatro Tarihi, Gerçek Hayaller Dükkânı” adlarını taşıyan bu eserlerin baskı kalitesi özel yayınevlerinin kitaplarından hiç de eksik değil.
“Gerçek Hayaller Dükkânı” Adapazarı Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Sait Faik 100 Yaşında’ konulu hikâye yarışmasına gönderilen 3284 hikâyenin süzülmesinden oluşmuş güzel bir eser… Rekor katılımın gerçekleştiği bu yarışmada, Aydın Fen Lisesi’nden Tutku Ünver ‘Gerçek Hayaller Dükkânı’ isimli eseriyle birinci, İçel Anadolu Lisesi’nden Gizem Bilkay ‘İris’in Aynaları’ isimli eseriyle ikinci ve Bursa Nilüfer Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden Hatice Akkanat ‘Galip Gece’ isimli eseriyle üçüncü olmuştu. Yarışmada dereceye giren öğrenciler; dizüstü bilgisayar, masa üstü bilgisayar ve para ödülleri ile ödüllendirilmişti. “Gerçek Hayaller Dükkânı”nda ilk elliye giren hikâyeler bir araya getirilmiştir.
Bol ödüllü bir yarışma sonucunda kitaplaşan hikâyeler birbirinden güzel… Ben bunları okuyunca Türk edebiyatının geleceğinin parlak olacağına olan kanaatim daha da güçlendi. Hikâyeciliğimiz emin ellerde diyebiliriz. Dereceye giren hikâyelerde soyutlama gayretleri görülüyor. Demek ki liseli çocuklarımız bile günümüz hikâyesinin hangi mecrada ilerlemesi gerektiğini fark etmişler. 281 sayfadan meydana gelen bu eseri bütün liselilerin, hatta usta edebiyatçıların da okuması gerekir. Bu kitapta hikâyesi olan isimlerin en az beşi gelecekte adlarından söz ettirecektir. Anlaşılan o ki Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından biri olan Sait Faik Abasıyanık’ın bıraktığı boşluğu dolduracak isimler bugünden yola çıkmıştır. Böyle bir yarışmayı düzenleyen ve eserleri kitaplaştıran kıymetli idarecilerimizi kutluyorum.
TABELALARDA TÜRKÇE KULLANMA KAMPANYASI
M.NİHAT MALKOÇ
Dünyada bizim kadar diline sırt çeviren ve ihanet eden başka bir millet görülmemiştir. Bunun yansımalarını, adım attığınız her yerde görebilirsiniz. Kendi kendine yeten, hatta başka dillere de çok sayıda kelime veren Türkçe, öz evlatlarının elinde sırtından hançerleniyor. Bunu yapanlar da sözde çağdaşlık kılıfıyla işledikleri her türlü haltı güzel gösterme gayreti içerisine giriyorlar. Basiretleri iyice körelen bu insanlar, yanlış yolda olduklarını bir türlü kabul etmiyorlar. Oysa Türkçe bizim ses bayrağımızdır, her türlü tacizlere rağmen ayakta kalan son kalemizdir. Bu kale düşerse, milletimizi birbirine kenetleyen dil bağı çözülürse dağılma ve parçalanma tehlikesiyle yüz yüze kalırız. Dil birliğini hafife almayalım. Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaralım. Kültürel sömürge olmayı reddedelim.
Türkçenin ayaklar altına alındığını görünce hem kızıyor, hem de üzülüyoruz. Türkiye’nin, en büyüğünden en küçüğüne kadar her ilinde işyeri adlarının Türkçe dışındaki dillerden, özellikle İngilizce ve Fransızca kelimelerden seçildiğini üzülerek görüyoruz. Hani bu yerler yabancı ortaklı şirketlerin işyerleri olsa biraz daha hoşgörülü olacağım. Fakat öyle bir durum da söz konusu değil. Benim Anadolu’mun insanı hiçbir sebep ve alâka yokken işyerine elin İngiliz’inin dilinde ad koyuyor. Acıklı olan da şudur ki birçoğu koyduğu adın manasını bile bilmiyor. Bunu sadece daha modern ve lüks görünme, daha çok satış yapma gayesiyle yapıyor. Bizim müşteri kesimimiz bu oyuna kolayca geliyor. Ne yazık ki Türkçe adlarla hizmet veren işyerlerini, Türk markalarını tercih etmiyor sonradan görme gençlerimiz.
Geçtiğimiz senelerde Trabzon’da öğrencilerime işyeri adlarıyla ilgili kapsamlı bir proje ödevi çalışması yaptırmıştım. Görevlendirdiğim çocuk tek tek işyerlerini gezmiş, onlara Türkçe isim yerine, yabancı isimleri tercih etmelerinin sebeplerini sormuştu. Çoğunun dikkate değer bir sebebi yoktu. Arkadaşı İngilizce veya Fransızca bir isim koyunca o da ondan geri kalmamak için aynı yanlışı sürdürmüş. Daha evvel belirttiğim gibi müşterilerin yabancı ad taşıyan işyerlerine bakışı daha olumlu… Sanki “Adı Türkçe olan yerler kötü veya ikinci kalite mal satıyor” gibi bir izlenim doğmuş insanlarda. Oysa uzaktan yakından alakası yok… Utanmasalar Trabzon’da, asırların “Uzunsokak”’ını “Long Street” diye değiştirecekler.
Trabzon’da Uzunsokak’ta, Kunduracılar’da veya Maraş Caddesi’nde yürürken yabancı isim ve ifadelerle dolu tabelalar gözüme ilişiyor. İnanın hem öfkeleniyor, hem de utancımdan yerin dibine giriyorum. O dükkân ve mağazalardan alışveriş yapmak içimden gelmiyor. Zorunlu kalmadıkça da yapmıyorum zaten. Onlar benim güzel Türkçemi hor görüyorlar, ben de onları hor görüyorum. Paramın kasalarına gitmesine izin vermiyorum.
İşyeri adlarının Türkçeleştirilmesi ve yabancı kelimelerden arındırılması için basın yayın kuruluşlarını, eğitim kurumlarını, özel sektörü, kamu sektörünü, dernek ve vakıfları, meslek odalarını, belediyeleri ve Türkçeyi seven herkesi göreve çağırıyorum. Bu konuda herkesin yapabileceği bir şeyler vardır. Özellikle belediyeler bu hususta kilit rol oynamalıdırlar. Çünkü işyerlerine çalışma ruhsatı veren onlardır. İşyeri ruhsatı verirken Türkçe isim koymayı zorunlu kılarsın, olur biter. Bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bu işin demokrasi ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla bir ilgisi yoktur. Kim ne derse desin, dilimizin korunması ve yarınlara taşınması millî bir meseledir. Bunun için ne yapılsa mubahtır.
Benim nefretimi celbeden bir diğer uygulama da yabancı kelimeleri kullanarak marka oluşturmaktır. Türkiye’de unlu gıda ve özellikle çikolata sektörünü elinde tutan Ülker’in, ürettiği ürünlerin yüzde doksanına yabancı isimler koyması akıl alır bir iş değildir. “Smartt, Biskrem, Bolero, Cafe Crown, Caramio, Chewy, Coco Pops, Coco Star, Golf, Hero Baby, Kitymilk, Kremini, Rodeo, Rondo, Stars, Sunny, Yupo …” bunlardan bazılarıdır. Bunun dışında Eti ve diğer markalarda da durum farklı değildir. Aslında bu markaları büyüten ve kasalarını dolduran Türk halkıdır. Şayet adı Türkçe olmayan ürünlerine ambargo koysalar bu şirketler kısa zamanda özlerine dönerek Türkçe isim kullanırlar. Ama bizde nerde o şuur? ...
ALBÜMDE SOLAN SURETLER(HİKAYE)
M.NİHAT MALKOÇ
“Ne doğan güne hükmüm geçer, / Ne halden anlayan bulunur;
Âh aklımdan ölümüm geçer; / Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki: - Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden! ”
Cahit Sıtkı TARANCI
Sonbaharın hüznü, geniş balkonun önünde heybetle duran manolya ağacına saklanmıştı. Hemen yanda uzayan gülibrişim ağacının karşılıklı dizilmiş tüysü yaprakları hazanla hiç de barışık bir görüntü çizmiyordu. Gülibrişim ağacının temmuz ayında açan pembe erdişi çiçekleri parlaklığını çoktan kaybetmişti. Öte yandan sonbahar rüzgârları manolya ağacının diri yapraklarını zorluyor, beraberinde götürmek için olağanüstü bir çaba gösteriyordu. Hüznün gölgesinde bakışan narin ağaçlar yeni bir mevsimi işaret ediyordu. Şiddetli esen rüzgârın yağmur getireceğini tahmin etmek hiç de zor değildi. Yağmur suları pencerenin kalın camlarından süzülürken ateş içerisindeki başını pencereye dayamış, derin düşüncelere dalmıştı. Düşünüyor, sanki yarılanan ömrünün muhasebesini yapıyordu.
Yüzündeki endişe bakışlarına yansımıştı. İç sıkıntısı bütün hücrelerini çepeçevre kuşatmıştı. Gecelerini çekilmez yapan heyulalar akşamların gelişini itici kılıyordu. Büyüğüyle, küçüğüyle, kadınıyla, erkeğiyle, güzeliyle, çirkiniyle hayatından geçen bütün insanları düşünüyor; dostluğun bir yerlere kadar devam eden, bir noktadan sonra buharlaşan bir nesne olduğu düşüncesine kapılıyordu. Hayatındaki dostlar nasıl olmuş da bir anda buharlaşmıştı. Bu yalnızlığın muhasebesinden çıkanlar koca bir “hiç”ten ibaret değil miydi?
İçindeki karamsarlığı örtmek için hiçbir perde kâfi gelmiyordu. Yüreğinin dört bir yanında saltanat kuran endişeler ve kötü hisler, huzur adına ne varsa hepsini yüksek uçurumlardan aşağıya atıyor, yalçın kayalıklardan yuvarlıyordu. Yatağında uyuyamıyor, geçmişi gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Sıfırdan başlayan bir hayat yine sıfıra doğru mu yol alıyordu? Mademki sıfırdan başladı, sıfırda noktalanacak o zaman bunca yaşanmışlıkları neye sayacaktık? Zaman gerçekte basit bir algıdan mı ibaretti? Biz insanlar zaman boşluğunda debelenen garip yaratıklar mıydık? Bunca sualin karanlık dehlizlerini aşıp aydınlığa ve zihni duruluğa varmak için daha ne kadar fokurdayacaktı beynimiz?
Ne zaman bitecekti gece yarısı düşünce nöbetleri? Dört duvar arasında sıkışıp kalan ruhun genişlemesi ve gerçek özgürlüğüne kavuşması neyle mümkündü? Bir anne babanın tek çocuğu olmanın cezası bu muydu? Otuz beş yaşına gelip de bir yuva kuramamanın sıkıntısının bu noktalara varacağını hesap edememişti Nazlı. Ne kadar da erken bırakıp gitmişti annesiyle babası onu. Keşke bir abisi, bir ablası yahut boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlayabileceği, kendisinden güç alabileceği bir kardeşi olsaydı. Yoktu işte, hiçbirisi yoktu. Yapayalnız kalmıştı bu koca dünyada. Dünya koca dünyaydı ama onun dünyası daracıktı. Kendisinin de zor sığabileceği, baharın ve yazın uğramadığı iki mevsimli bir dünyaydı bu…
Üç yıldan beri koparmıyordu Saatli Maarif Takviminin yapraklarını. Zira beklediği müstesna bir an yoktu içi boşaltılmış kof hayatında. Günler öylece geçip gidiyordu bilinmeze doğru. Hayat ne çabuk kaybetmişti anlamını. Renkler ne çabuk teslim olmuştu karanın ve karanlığın saltanatına. Ufuklar kimileri için alabildiğine geniş olsa da, onun için ne kadar da daralmışlardı. Birileri mehtabın aydınlığında sevdikleriyle zamanı doyumsuzca yaşarken ve içini hazlarla doldururken; ay ışığında ağlamak onun kaderi olmuştu. Elinden düşürmediği albümlerdeki fotoğraflar çoktan solmuş, rengini ve ahengini yitirmişti. Fakat yine de albümlere bakıp şahsi tarihini bu silik suretlerden öğreniyordu. Gecenin tenhalığında fotoğrafların insafına sığınıyordu. Gözlerinden süzülen sıcak damlalar albümleri ıslatıyordu. Yine öyle bir gece sıkıntısında fotoğraflara bakarken lise yıllarında çok sevdiği edebiyat öğretmeni Behice Hanım gözüne ilişti. Anne ve babasının fotoğraflarına baka baka bunları görmez olmuştu. Ne zamandan beri okul hayatını ve öğretmenlerini düşünmemişti.
Behice Öğretmen onun hayatında anne babasından sonra en çok değer verdiği üçüncü kişiydi. Bugünkü kırık dökük satırlarla dolu şiir müsveddelerini onun derslerinde edindiği ilhamlara borçluydu. Lise yıllarında edebiyat dersinden en yüksek notları Nazlı alırdı. Bir gün bu dersten dokuz alınca üç gün boyunca okula gelmez olmuştu. Diğer dersleri de iyiydi ama edebiyata düşkünlüğü öteki derslerle kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Gece gün demeden sürekli okurdu. Okuduğu şiirlerin, hikâye ve romanların etkisinden uzun süre kurtulamazdı. Kendisini hikâye ve roman kahramanlarının yerine koyardı. Onu en çok etkileyen eserlerin başında Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı gelirdi. Feride’nin duygusallığıyla kendi ruh dünyasındaki benzerlikler karşısında şaşkınlığını gizleyemezdi. Feride’nin Kâmran’a duyduğu aşk ve yaşadığı acılar onun gözyaşlarını bir türlü kurutmamıştı.
Behice Öğretmenin fotoğrafını görünce zaman adeta yirmi yıl geriye sarıldı. Bir an nefesi kesilir gibi oldu. Yirmi yıllık hatıraların üstü hâlâ küllenmemişti anlaşılan… Bugünkü zayıf bedeni ve tarumar olan duyguları geçmişin hüznünü taşımakta zorlanıyordu. O an yüzünde bir ısınma hissetti. Aynaya baktığında yüzünün kızardığını, al al olduğunu gördü, alyuvarların yüzüne hücum ettiğini hissetti. İçinde büyük bir boşluk oluşmuş, kontrol edemediği gözyaşları bu boşluğa doluşmuştu. Ruhundaki hüzün tortularını bir türlü atamıyordu. Başı, bedenine hükmetmekte zorlanıyordu. Bir zamanlar iri güller açan gönül bahçesinde yabani otlardan başka hiçbir şey bitmez olmuştu. Bu değişim ve dönüşüm hayra alâmet değildi şüphesiz. Her geçen gün toplumdan kopuyor, iyice yalnızlaşıyordu. Anne babasından kalan küçük maaş da olmasa nefes alacak gücü bulamazdı kendisinde. Namerde el açmak, olmayan insafına sığınmak yaşarken ölmekten başka nasıl izah edilebilir ki! ....
Fotoğrafı titreyen elleriyle yerinden çıkardı, gözünden süzülen bir damla yaş üzerine değdi. Fotoğrafta çok sevdiği iki arkadaşı daha vardı. Bunlar Gülsüm’le Hatice’den başkası değildi. Arkadaş olarak onları bilir, onları tanır ve kardeş olarak kabul ederdi. Kardeşinin olmayışı içinde büyük bir boşluk açmıştı. Bu boşluğu bu iki sevimli dostun sevgisiyle doldurur, onların varlığıyla teselli bulurdu. Onları görünce içi içine sığmazdı. Uzaklardan koşup boyunlarına sıkıca sarılırdı. Onlar da Nazlı’yı kardeş bellemişlerdi.
Albümdeki bu solgun ve tozlu suretler onu çok eskilere götürmüştü. Zaten bugünden kaçıp, geçmişin şefkat iklimine sığınmayı adet haline getirmişti. Zira onun hayatına dair bütün güzellikler mazinin ışıltılı fanusunda saklıydı. Bugünün acılarından kaçıp geçmişin güzelliklerine sığınarak kendince hayata tutunuyordu. Öyle ki zaman zaman sinesine elini koyar, yaşadığının tek delili olarak göğüs kafesinde atan kalbini yoklardı. Kalp atışlarını hissedince ancak yaşadığından emin olurdu. O şuh kahkahalar çok gerilerde kalmıştı. Ruhundaki sönük ışık, içindeki kör karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Renkleri siyahın gölgesinde kalmıştı. Siyah beyaz hayatın siyahı düşmüştü onun payına. Fiyakalı hayatlar onun duygu coğrafyasından çok uzakta bir yerdeydi. Abdestli dudaklardan alnına konan sevgi mühürleri çoktan toprağın derinliklerinde kaybolup gitmişti. Boyu Himalayalar’ı aşan gurur ve naz, yerini şefkat ve merhamet dilenciliğine bırakmıştı.
Bacalardan tüten duman onun bacasından tütmezdi çoğu zaman. Zira bir başına olduğu için soğuk kış gecelerinde bile yorganın altına girer, battaniyelere sarılır, kitapların dünyasında yeni hayatlar keşfetmenin ve başkalarının mutluluklarından haz kapmanın telaşıyla sayfalar devirirdi. Çok nadir de olsa, kitaplardan sıkıldığında pencerenin perdesini aralayarak yoldan gelip geçenleri seyrederdi. Fakat hiç kimse onun kapısını çalmaz, ziline dokunmazdı. Zil sesine hasret kalmıştı uzun yıllardan beri. Sırf bu arzusunu gerine getirmek için eve gelişlerinde, sanki evde birisi varmışçasına, kendisini kapıda bekliyormuşçasına zili çalar, sonra da yaptığının mantıksız bir şey olduğunu düşünür, kendinden utanırdı. Demek ki bu derece dosta hasret kalmıştı yalnızlıklarla örülen duvarlarda mahpus kalan yetim yüreği…
Albümden çekip çıkardığı fotoğrafı, aynanın kenarına koyarken arkadaki rakamlar gözüne ilişti. El yazısıyla yazılmış bu rakamlar bir telefon numarasından başka bir şey değildi. “Bu numarayı başın sıkıştığında ararsın” deyip yazmıştı fotoğrafın arkasına. Fakat nasıl olmuştu da bugüne kadar hatırlamamıştı hayatında çok önemli bir yer tutan öğretmeninin bu sahiplenici tavrını ve yazdığı numarayı… Oysa kendisiyle konuşacak bir dostun hasretiyle yanıp tutuşuyordu uzun senelerden beri. Demek ki hafızası da eski gücünü yitirmişti.
Hiç zaman kaybetmeden büyük bir ümitle ve heyecanla telefonun tuşlarına basmaya başlamıştı. Fakat içinde de, öğretmeninin telefonu bu kadar uzun yıllar içerisinde değiştirdiği veya başka yerlere taşındığı korkusu yok değildi. Şayet işler istediği gibi giderse öğretmeni acaba kendisini hatırlayabilecek miydi? Ya emri Hak vaki olmuşsa… Bunları düşünmek istemese de zihnindeki cadı kazanı boş durmuyordu. Korkuyla ümit arasında gidip gelirken telefonun kesik kesik ‘bip’ sesleriyle hayalleri dumura uğradı. Telefon düşmemişti. Fakat yürek kalesinde besleyip büyüttüğü umutları yine düşmüştü. Arama işini birkaç kez denedikten sonra yine de düşmeyince fotoğrafı duvardaki aynanın sağ üst köşesine yerleştirdi.
Yüzünde acının ve hüznün derin çizgileri vardı Nazlı’nın. Söyleyecek nice sözleri vardı ama hayatta kendisini anlayabilecek ve dinleyebilecek bir muhatabı yoktu. Günün son ışıkları evin içine düşerken, içindeki hüznü ve burukluğu daha da arttı. Mutfağa geçerek tek kişilik bir şeyler hazırlamaya koyuldu. Babasından kalan en kıymetli yadigâr olarak kabul ettiği radyoyu açtı. Radyoda çalan müzik ruh halini ne kadarda isabetli yansıtıyordu: “Akşam oldu hüzünlendim ben yine…” Gerçekten de akşamlar onu hüzne ve gözyaşına boğardı. Dört duvar arasında sıkışıp kalan ruhu ancak kitapların satır aralarında aradığı genişliğe kavuşurdu.
Nazlı, çorba ve salata gibi pratik yemeklerle öğün savardı. Öğün savardı diyorum, çünkü o yemeğe düşkün değildi. Mutfaktaki kap kaçak, bir kaşık, bir çatal ve bir tabak dışında hemen hemen hiç kullanılmazdı. Nazlı, akşam yemeğinden sonra perdeyi aralayıp şehrin titrek ışıklarını seyretti. Sokaklardan yavaş yavaş el ayak çekiliyordu. Sokaklardan çekilen hayat evde devam ediyordu. Anneler muhtemelen çocuklarına en güzel yemekleri yapmanın telaşı içerisinde mutfaklarda hünerlerini gösteriyorlardı. Babalar gazetelerini almış, evin başköşesinde oturmuş, dünün ve bugünün hadiselerini öğrenme gayreti içerisinde gazete sayfalarını kalın çerçeveli gözlüklerin camlarının arkasından okuyorlar. Kim bilir her evde ayrı bir telaş ve heyecan yaşanıyor akşamın geceye döndüğü bu dar vakitlerde… Oysa Nazlı’nın her günü ve her gecesi birbirine benziyor, zamanın geçtiğini acıkınca anlıyordu. Geceler onun kasvet ve yalnızlığının çoğaldığı zamanlardı. Kimsesizlik ve bir başınalık, içinde koca bir oyuk gibi duruyor, zehirli sızısını oraya boşaltıyordu.
İçindeki sıkıntıyı ancak uykuda bir kenara bırakabiliyordu Nazlı. Fakat günün ilk ışıkları bazılarına taze başlangıçlar getirirken onun kederli hayatını tekrar geri getiriyordu. Yaşananlar usanç ve yılgınlığa dönüşerek ömrün çile nöbetlerine kapı aralıyordu. Onun da herkes gibi yaşamayı düşlediği hayalleri ve umutları vardı. Her gecenin bir sabahı vardı ama sabahlar ona mutluluk getirmiyordu; aksine onu acı gerçeklerle yüzleştiriyordu.
Geceleyin uyku tutmadığı için sabahleyin geç kalkmıştı. Aynanın karşısına geçip dağınık saçlarını düzeltirken aynanın sağ köşesine iliştirilen fotoğrafa takıldı gözleri. Eline alıp evirdi çevirdi… “Bir kez daha şansımı deneyim” diyerek telefona yaklaştı. İçindeki umut dağları ulaşılmaz gözükse de şansını denemekten ne zarar gelirdi ki! ... Üç kez peş peşe aradı, fakat numara yine düşmedi; tam vazgeçecekti ki bir kez daha tuşladı numaraları. Kulaklarına inanamadı. Bu sefer “bip” sesi yerine, uzun bir ses kulaklarını okşuyordu. Numara düşmüştü, fakat bu yeterli miydi? Her şeye hazırlıklı olmalıydı. Çünkü yaşadığı meşakkatli hayat ona bunu öğretmişti. Telefon kaldırıldı nihayet… Karşıdaki yaşlı ve kısık bir ses “Efendim” dedi. Nazlı “Behice Hanım’ın evi mi? ” diye sorunca aldığı “hayır” cevabı yeşeren hayallerini bir kez daha yıktı. Uzun bir konuşmadan sonra her şeyi öğrendi. Öğretmeni beş yıl evvel bu evi satıp gitmişti. Telefonunu da evin yeni sahiplerine bırakmıştı. Kendisini merak edenlere yeni hanesinin numarasını da vermişti. Bu Nazlı’nın kırılan hayallerini tamir etmeye yetmişti.
Akşam yine tüm burukluğuyla çökmüştü üzerine. Kuytularda canlanan hatıraları üzerindeki yorgunluğu iyice belirginleştirmişti. Bütün varını koca bir yangında kaybeden ve küller ortasında şaşkınca sağa sola bakan bir müflisten farksızdı. Fakat geçmişte çok sevdiği ve şimdi desteğini beklediği öğretmeninin heyecanı, içini çepeçevre sarmıştı. Bu heyecanı gayret etse de bastıramadı bir türlü. Akşamın geceye döndüğü tenha vakitlerde gözlerinin hapsinde bir umut silueti gibi duran telefona sarıldı. Numarayı çevirir çevirmez hayat dolu bir “Alo” sesiyle sanki yeniden diriliş muştusuyla gözleri ve yüreği parladı. Evvela kendini tanıttı, sonra kiminle görüştüğünü sordu. Aradığı insan karşısındaydı. Vakitsiz aradığı için özür dilemeye çalıştıysa da sesi titrediği için bunu beceremedi. Yutkunmakta bile zorlandı.
Çok uzaklardan geliyordu Nazlı’yı hayata döndüren ses… Yılların Behice Öğretmeni Yalova’dan sesleniyordu kendisine. Şimdi Merkeze bağlı, uzak sayılabilecek bir köy ilköğretim okulunda Türkçe öğretmenliği yapıyordu. Yeni Nazlılar yetiştiriyordu hayata. Telefonda ne kadar konuşulursa o kadar konuşabilmişlerdi birbirleriyle. Bu uzak görüşmelerin elbette devamı gelecekti. Nazlı çok kıymet verdiği öğretmeninin eteğine tutunmuştu bir kere. Öyle kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Geç bulsa da çabuk kaybetmek istemiyordu onu. Artık onun dünyası iki kişilikti. Geçmişten bugüne taşıdığı hayal kırıklıklarını ve umut kırıntılarını anlatabileceği bir dosta, çok uzun acılardan ve yalnızlıklardan sonra nihayet kavuşmuştu. Her gece uykularını bölen heyulâlar bu gece, yerini heyecan ve sevinçlere bırakmıştı. Bu gece de bu yüzden bir türlü dost olamadığı uykuyla yolları ayrılmıştı. Uykusu kaçan kişilerin yaptığını yapmış, buzdolabının kapısını aralayarak, içindeki harareti dindirecek bir şeyler aramaya koyulmuş, bir büyük bardak soğuk ayranı bir dikişte içmişti.
Bir türlü uykusu gelmeyen insanların sinir bozukluğu onun da üzerindeydi bu akşam... Fakat yarından beklentileri vardı. Bu duygular serencamında pencereyi açarak camın kenarında sıralanan karanfil, kuşkonmaz, menekşe ve sultan küpesini gözleriyle süzmüş, içindeki heyecan taşkınlığını onlarla paylaşmıştı. Yüzündeki sıcaklığı hissederek aynaya koşmuş, gamzelerini saran kırmızılığı yok etmek için yüzüne bir avuç dolusu su serpmişti. Çok kere hüznünü paylaştığı sabah ezanının okunmasıyla gün de yavaş yavaş açıyordu. Yeni günün kendisine yeni başlangıçlar sunacağı umuduyla sabaha içten bir “Merhaba” dedi. Sabahın aydınlık ışıkları onu mutlak hakikatlerin kucağına oturtsa da artık gam değildi. İki kişilik bir dünyada yaşayacak olmanın doyumsuz hazzını yaşamasına hiçbir şey engel olamazdı. Artık hayata ve mutluluğa dair hiçbir şeyi ertelemeyi düşünmüyordu.
Öğleye doğru telefon çalmıştı. Uzun yıllardan beri bir işe yaramayan, sesi soluğu çıkmayan telefon, yeni bir hayatın başlangıcını müjdeliyordu Nazlı’ya. Daha doğrusu bu tatlı melodiyi hayra yormayı yeğliyordu. Senelerdir suskunluk nöbetleri tutan telefonu çaldıranın Behice Öğretmen olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ahizeyi kaldırdığında tahmininde yanılmadığını gördü. Her iki ses de telefonda geçmişlerini masaya yatırarak hâle uzanıyorlardı. Nazlı, acılı geçmişini anlattıkça öğretmeninin sesinin ağlamaklı bir hâl alarak titrediğini hissediyordu. Fakat geçmişin acılarıyla hüzünlenmek yerine geleceğin umutlarının ve sevinçlerinin peşine düşmek en doğru ve isabetli hareket tarzıydı. Behice Öğretmen, Nazlı’yı yanına çağırıyor, misafiri olmasını istiyordu. Böylelikle de telefonun soğukluğunu aşmış olacaklarını, daha yakından hasbıhal etme imkânı bulacaklarını hesap ediyorlardı.
Nazlı telefonu kapatır kapatmaz iç dünyasında muhasebe yapmaya, tereddütler ve tarifi imkânsız heyecanlar yaşamaya başladı. Yalnızlıkların ve zorunlu terkedilmişliklerin pençesinden bir türlü kurtulamayan bir kişinin kaybedebileceği ne vardı ki! ... Uzak da olsa gidecekti, öğretmenini kucaklayacaktı. Onun şefkat ve sevgisinden payına düşeni alacaktı. Bu düşüncelerle vakit kaybetmeden biletini aldı. Ertesi günü akşamı yola çıkacaktı. Sanki hayatında bambaşka bir değişim ve dönüşüm yaşıyordu. Bazen de başına kötü bir şeyler geleceği korkusuyla iç sıkıntıları artıyor, mide ağrıları başlıyordu. Uzun ve heyecanlı bir yolculuk sonrasında nihayet Yalova’ya varmıştı. Aradan yirmi sene gibi uzun bir zaman geçmişti. Acaba terminalde kendisini nasıl bir insan karşılayacaktı? Çok yaşlanmış mıydı Behice Öğretmen? Soğuk mu, içten mi davranacaktı kendisine? Bu sorular biriktikçe birikiyor, girift sarmallar oluşturuyordu zihninde. Fakat ne olursa olsun, nasıl karşılanırsa karşılansın gelmişti işte. Bu hayat değirmeninde kaybedecek neyi vardı zaten?
Terminalin geniş koridorlarında karşılaştıklarında ikisi de sevinç gözyaşlarını yerçekiminin insafına bırakmıştı. Dakikalarca kopmadan birbirlerine sarılmış, öylece ağlamışlardı. Zaten Nazlı’nın yıllardan beri dolmuştu yaralı yüreği… Senelerin zehir ve acı birikimini oracıkta boşaltmıştı gözlerinden. Bir dolmuş taksiye atlayarak hiç zaman kaybetmeden köye geçmişler, yeşilliğin ortasında sevimli duran tek katlı evin balkonunda ilk kahvaltılarını yapmışlardı. Kahvaltı boyunca gözlerini birbirlerinden ayıramamışlardı.
Bu güzel bahçeli köy evinde ikisinden başka kimse yoktu. Behice Hanım o korkunç 17 Ağustos depreminde Çınarcık’ta çok sevdiği eşini yitirmişti. Kendisi de depremden yaralı olarak kurtulmuştu. Kurtulmuştu kurtulmasına ama başta eşi olmak üzere her şeyini kaybetmişti. İşlerin yolunda gittiği bir zamanda yaşanan dehşetli bir deprem mutluluklarını toprağa gömmüş, hayatlarını altüst etmişti. Maddî, manevî neyi varsa birkaç saniye içerisinde hepsini kaybetmiş, kendisinin tercih etmediği bir hayatı yaşamaya mecbur bırakılmıştı. Zaten çocukları olmamıştı. İki kişilik bir aileydiler. Biricik hayat arkadaşını kaybedince iyiden iyiye yalnız kalmıştı. Mesleğinin öğretmenlik olması, yalnızlığını öğrencileriyle paylaşması onun için bir şanstı. Yoksa geçirdiği duygusal travmayı kolay kolay atlatamazdı.
Depremden birkaç ay sonra, yaşadığı acılardan bir nebze de olsa uzaklaşmak için tayinini uzak bir köye aldırmıştı. Köy çocuklarının duruluğuna, saflığına, karşılıksız sevgilerine sığınmıştı. Onun kendi kanından, canından, neslini devam ettirecek bir çocuğu olmasa da öğrencileri onun evladı mesabesindeydi. Hepsini seviyor, sevgi ve merhametle kucaklıyor, bağrına basıyordu. Okulda mesai kavramına hiç mi hiç dikkat etmeden gecesini gündüzünü öğrencilerine ayırıyordu. Hafta sonlarında kendi gayretleriyle açmış olduğu kursta fakir köy çocuklarına, bir kuruş bile almadan özel dersler veriyordu. Bu konuda öncülük yaparak diğer öğretmenlerin de bu körpe yavrulara ders vermelerini sağlıyordu. Geçen sene bu köy okulundan beş tane öğrenci şehirdeki büyük okullarda okuma hakkını kazanmıştı. Köylü, Behice Öğretmenin bu gayretlerini takdir ediyor, onu köyün bilgesi, anası, bacısı, hayat kaynağı kabul ediyorlardı. Onun bilgi ve görgü birikiminden istifade ediyorlardı. Köyde bir meselesi olan, soluğu onun evinde alıyordu. Aileler arasındaki tartışmaları bile o tatlıya bağlıyor, muhtemel boşanmaların önüne geçiyordu. O, köylünün bağrına bastığı bilge anaydı.
Nazlı’yla Behice Öğretmenin hayatında benzerlikler az değildi. İkisinin de kimi kimsesi yoktu. Birbirlerinden güç alıyorlardı. Bir aydan beri ikisinin de yüzü gülüyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Bir gün, köyün üçüncü sınıflarını okutan Davut Bey’in askerlik kâğıdı geldi. Bir ay içerisinde askere aldılar onu. Köy yerine öğretmen kolay kolay gelmiyordu. Kimse merkezi bırakıp köye gelmeyi düşünmüyordu. Durum böyle olunca öğrenciler öğretmensiz kaldı. Nazlı lise mezunu bir kızdı. Behice Öğretmenin aklına güzel bir fikir geldi. Bu fikri Nazlı’yla paylaşmadan evvel, ilgili Millî Eğitim Müdürüne düşüncesini açtı. Nazlı’nın, öğretmensiz kalan sınıfta vekil öğretmen olarak görevlendirilmesini sağlayacaktı. Müdür bu duruma sevindi, ücret karşılığı hemen göreve başlamasını istedi. Behice Öğretmen eve gelince durumu Nazlı’ya açtı. Nazlı “Acaba yapabilir miyim? ” diye tereddüt etti. Behice hanım “Bu iş olmuştur “deyip bahsi noktaladı.
Nazlı derhal vekil öğretmenliğe başladı. İçi içine sığmıyordu. Hayatında en çok yapmak istediği işi yapıyordu. Öğrencilerinin gözlerinin içine bakıyor, “Öğretmenim” sözleri en güzel nağme yerine geçip kulaklarını okşuyordu. Nazlı; gece yarılarına kadar çalışıyor, öğrencilerine daha faydalı olmak için büyük bir arayış içerisine giriyordu. Kısa zamanda okuldaki öğretmenlerin, öğrencilerin ve köylülerin beğenisini kazanmıştı. O, artık köyün ikinci Behice’si olmuştu. Hayatına bambaşka bir renk ve ahenk gelmişti. Geçmişte çektiği acıları düşünüyor, bugünkü hâline şükrediyordu. Fakat bu saltanat nereye kadar sürecekti? Davut Bey’in dönüşü, onun için bütün güzelliklerin hercümerç olması demekti.
Türk fikir hayatının hakkı ve itibarı teslim edilmemiş mütefekkirlerindendir Cemil Meriç… Biz onu bu adla bilmiş, kabullenmiş, tanımışsak da onun asıl adı Hüseyin Cemil’dir. Ne sağın, ne de solun mutlak temsilcisi olmayan, hakikat yolunu aydınlatmak için mesaisini ve enerjisini harcayan bir gönül adamıdır Meriç… Her iki kesimin zaaflarını ve sığlıklarını ortaya çıkararak, arkasına bakmadan eleştiren bu kıymetli fikir adamı, yaşadığı süre içerisinde görmezlikten gelinmiştir hep... Zira onun eleştirilerini ve harbi düşüncelerini hiçbir kesim taşıyamamıştır. Çünkü o, zamana ve zemine bakmadan yaşadığımız asrın tahlilini yapmıştır. Yeri gelmiş övmüş, yeri gelmiş yerden yere vurmuş bu çağın soylularını…
Cemil Meriç, sanki okumak ve düşünmek için gelmiştir dünyaya. Onun kitaplardan uzak bir anı olmamıştır. Doğunun ve Batının, klasik olarak tabir edebileceğimiz temel eserlerini okumuş, karşılaştırmış, iç dünyasında muhakeme etmiştir. Onun günleri kütüphane köşelerinde geçmiştir. En büyük sermayesi gözleri olan bu büyük mütefekkirimiz ne acıdır ki otuz sekiz yaşındayken gözlerini kaybetmiştir. Okuma aşkıyla dolup taşan böyle bir insanın kör olması tek kelimeyle felaketti. Artık kendi başına okuyamayacaktı. Çok sevdiği kitaplarla arasına ikinci şahıslar girecekti. Nitekim öyle de oldu. Görme yetisini kaybettikten sonra kızı Ümit Meriç ona yardımcı oldu her zaman. Babasının istediği kitapları ona okudu. Gözlerini yitirdikten sonra büyük bir boşluğun içine düştü Cemil Meriç… Bu ağır yükü taşımakta çok zorlandı. Bunalımın eşiğinden döndü. Yine her zamanki gibi çıkış noktasını kitaplarda buldu.
Cemil Meriç, gözlerini kaybetse de ölünceye dek idrakini ve tefekkür kudretini kaybetmemiştir. O talihsiz vakadan sonra kızı Ümit Meriç onun gören gözü, tutan eli olmuştur. Kendisini okuyanlar, sevenler ve takip edenler bilirler ki o, asıl eserlerini âmâ olduktan sonra vermiştir. Eğer Ümit Hanım gibi hayırlı bir evladı olmasaydı kütüphanelerimiz o muhteşem Cemil Meriç külliyatından mahrum kalacaktı. Sırf bu nedenle bu ülkenin aydın insanları Ümit Meriç’e vefa ve şükran borçludur. Gecesini gündüzünü babasına ayıran, onun düşüncelerini yazıya geçiren, gerektiğinde tashih eden, hayatta tutunacak hiçbir dalı kalmamışken tek tutar dalı olan, adeta onun için yaşayan, bu yüzden de babası vefat etmeden evlenmeyen bu hayırlı evladı bizler de şükranla anıyoruz. Kendisine Allah’tan uzun ömür diliyoruz. Bu güzel insan, bugün sosyoloji ilmine çok büyük katkılarda bulunmuş, bu alanda profesörlük mertebesine yükselmiştir. Fakat inançlarından asla taviz vermemiştir. Attığı her adımda büyük mütefekkir Cemil Meriç’in kızı olduğunu aklından çıkarmamıştır.
Türk felsefe ve fikir hayatının köşe taşlarının en mühimlerinden saydığım Meriç, gururlu, onurlu ve minnetsiz bir insandı. O kendi iç dünyasında, şahsî ifadesiyle fildişi kulede, yaşamayı tercih etti. Buna mecburdu belki de… Zira onun kalem oynattığı zamanlarda fikir ahlâkı ve namusu büyük ölçüde rafa kaldırılmıştı. Oysa o, fikrin çilesini çeken, doğruları eğilip bükülmeden terennüm eden bir düşünce sevdalısıydı. Okumaktan, yazmaktan ve fikir üretmekten büyük haz alan ve bunları anasır-ı erbaa derecesinde vazgeçilmez gören Üstad Meriç, yaşamanın manasını bunlarda görmüş, bu yönde geleceğe yürümüştür. Kör olduktan sonra iç dünyası daha da zenginleşmiş, yoğunlaşmıştır. Dış dünyanın aldatıcı, göz boyayıcı, idraki sınırlayıcı kabalıklarını görmeyince iç dünyasına daha çok eğilir olmuştur. Basiret ve feraset aynasını ruh dünyasına tutunca hakikatlere vakıf olması daha da kolaylaşmıştır.
Cemil Meriç, Türk düşünce hayatına çok şeyler katmıştır. Her şeyden evvel tek taraflı düşünmeyi, Doğunun kıymet hükümlerini derinlemesine irdelemeden mutlak kabul etmeyi, Batıyı gözü kapalı bir şekilde reddetmeyi meziyet sayanların karşısında sağlam bir duvar gibi durmuştur. Ona göre Doğu da, Batı da mutlak doğruların dayanağı değildir. Bu iki dünyayı iyi okumak, analiz ve senteze tabi tutmak lazımdır. Hadiselere sadece milliyet ve din penceresinden baktığımızda kanaatlerimiz mutlak doğrulardan uzaklaştıkça uzaklaşır. İlahî hakikatler ve Kur’anî hükümler dışında her şey sorgulanabilir, sorgulanmalıdır. Düşünce heybemizde ne varsa abur cubur zihnimize yedirmemeliyiz. Sorgulamadan yargılamamalıyız.
Cemil Meriç başarılı bir mütefekkir olmasının yanında çok usta bir çevirmendir. O, bizlere Batı ve Hint düşüncesinin ufuklarını ardına kadar açmıştır. Ömrünün çok mühim bir kısmını Batı’yı anlamak için geçirmiştir. Bazılarının içlerinden “Batıyı anlamak için o kadar zaman harcamaya ne gerek var. Batı kendini cam fanus içinde muhafaza eden, kendi dışında hiçbir değere ciddi gözle bakmayan yalancı bir dünyadır” dediğini duyar gibiyim. Oysa Batının kendisini algılayışı ne kadar sakatsa bizim Batıya bu dar çerçeveden bakışımız da o derece tutarsız ve sakattır. Onun içindir ki ne onlar bizi anlayabiliyor, ne biz onları anlayabiliyoruz. Körün fili tarif etmesi misali neresine tutuyorsak fili ondan ibaret bir varlık olarak algılıyoruz. Demek ki doğru anlamak için önyargısız olarak yola çıkmak gerekir.
Batıyı anlamak için bu farklı dünyayı öz kaynaklarından okumak lazımdır. Bunun için de İngilizce veya Fransızca bilmek gerekir. Cemil Meriç, Fransızcayı, çeviriler yapacak kadar bilirdi. Fransız kültürünü, edebiyatını ve felsefesini çok iyi bilen Meriç, belli aşamalardan geçtikten sonra Doğu felsefesine de vakıf olmuştur. Onun İbni Haldun’u tanıması ve anlaması Doğuya ait kanaatlerinde köklü değişikliklerin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Zamanı ve mekânı aşan düşünceleri İbni Haldun’un satır aralarında bulan ve bunları Batı felsefesinin ana nüveleriyle sentezleyip harmanlayan Cemil Meriç, yepyeni ufuklar açmıştır düşünce dünyamıza. Tarih felsefesi alanında birikimlerini bu büyük Doğu mütefekkirine borçlu olan Meriç, her kaynaktan beslenmiş ve emsalsiz sentezler oluşturmuştur.
Düşünce dünyamıza bir güneş gibi doğan Meriç’in muhafazakâr kesimden geniş bir okur kitlesi vardı. Bunun dışındaki kitleler ona hep mesafeli durmayı tercih etmiştir. O, tabir caizse bir mektepti. Bu mektepte okuyan ve aydın diplomasını alanlar hayata çok daha geniş çerçeveden bakabilen insanlar oluvermişlerdir. Onlarda fikrî ve amelî taassubun zerresini göremezsiniz. Düşüncelerinde açıklığı ve dürüstçe nazar etmeyi esas alan bu fikir kutbunun okuyucu kitlesi geniş olsa da ahbap kitlesi o derece geniş değildi. Zira onun düşünce ahlâkına vakıf olanlar, açık sözlülüğünü ve eleştiride sınır tanımadığını çok iyi bilirlerdi. Bu yüzden siyasetten de uzak kalmıştır. Çünkü siyasette birilerinin adamı olma, işlerin yürümesi için gerektiğinde yalan söyleme, eğilip bükülme mubah sayılmaktadır. Onun meşrebi bunları kaldıracak genişlikte değildir. Onda insanî perestişin en küçük emarelerini bile göremezsiniz. O getirisi, götürüsü ne olursa olsun daima doğru bildiği yolda gitmeyi yeğlemiştir. Hiçbir dönemde zamana uymamıştır. Bu konuda şöyle der: “Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek…”
Cemil Meriç’in düşünce ve felsefe dünyasını izah ederken onu nereye koyacağımızı şaşırırız. Bir zamanlar, hatta bu zamanlar bile, sağ sol diye insanları iki ayrı mutlak sınıfın içine dâhil edenler Cemil Meriç’i de bu sınıflara sokmaya çalışmış fakat hangisine girmesi gerektiğine bir türlü karar verememişlerdir. Çünkü bazı söylemleriyle ‘sağ’ diye adı koyulmuş sınıfa çatmış, bazı söylemlerinde de ‘sol’un manifestolarını yırtıp parçalamıştır. Fakat gün gelmiş solun insan merkezli dünya tasavvurunu sahiplenmiş, gün gelmiş, inanan kesimlerin manevî kıymetlere mutlak sadakatleri karşısında takdirlerini dile getirmiştir. Nasıl düşünürse düşünsün, hangi cenahtan olursa olsun fertlerin keskin çizgilerle ‘sağ’ ve ‘sol’ diye vasıflandırılmalarını tasvip etmemiştir. Bununla ilgili olarak söyledikleri manidardır:
“Sol-sağ... Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı… Sol’un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları, Moskova; Sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal… Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak her namuslu yazarın vicdan borcu…” (Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 2005, İstanbul, s. 79–81)
Bundan yirmi yıl evvel(13 Haziran 1987’de) aramızdan ayrılan, Karacaahmet mezarlığında ebedî istirahatgâhına çekilen, ardında onlarca eser bırakan Cemil Meriç; bu toprağın fikir sigortasıdır. Fikir namusunun ne kadar mühim bir değer olduğunu, düşüncelere saygı ölçüleriyle geniş bir perspektiften bakmanın algılamayı kolaylaştırdığını bizler ondan öğrendik. Bu ülkede sağı, solu ve gerçek yolu anlamak isteyenlerin Cemil Meriç’in rahle-i tedrisatından geçmeleri şarttır. Çünkü o, bu iğreti kesimlere bakılması gereken noktadan bakmış, kendini bunların öte yanında bir münzevi olarak saymıştır. Bu ülkenin aydınlarının, aydın adaylarının, vatanseverliği ve sağduyuyu ana eksen kabul edenlerin onun eserlerinden soluklanması şarttır. Bu Ülke’yi, Jurnal’i, Mağaradakiler’i okumayanın aydın diye vitrinlerde boy göstermesi, tafra satması aldanış ve sığlıktan başka bir şey değildir.
İnsanların fikir taassubuyla hareket ettiğini, az düşünüp çok konuştuğunu, fikirlerin çilesinin çekilmediğini, basiret fukaralığının had safhaya ulaştığını gören Cemil Meriç, yaşadığı toplumdan gittikçe uzaklaşmış, hiç tasvip etmediği halde fildişi kulesine kapanmıştır. Bu çok arzu duyarak yaptığı bir eylem değildir. Vasat idraklerin üstün idrak, üstün idraklerin vasat olarak algılandığı bir cemiyette kuru kuruya çene çalmaktansa namusla bir kenara çekilmek, onun yaygın tabiriyle fildişi kuleye kapanmak daha tutarlı bir davranıştır. O, fildişi kulesinde boş durmamış, cemiyetin irfanı ve ihyası için düşünce çarkını işletmiştir. Onun toplumla mesafeli oluşu fikir dünyasının onlardan kopuk olduğu anlamına gelmez hiçbir zaman... O, daima Türk milletinin tefekkür ve anlama merakını diri tutmanın mücadelesini vermiştir. Şayet o merak sönerse beyindeki esaret zincirleri daha da güçlü bir hâl alır.
Toplumdan soyutlanma, yalnızlık ve kenarda duruş Meriç’in kişisel tercihiydi. Fakat onun bu noktaya gelişinin biriken sebepleri inkâr edilemez şüphesiz... Gerçi şairlerin, yazarların ve mütefekkirlerin yalnızlığı, verimliliğini de beraberinde getirir. Şuurlu bir okuyucu için bu bir kazançtır kanaatimce. Lakin işi küsme noktasına getirince ve topyekûn köprüleri atınca fikir akışı sekteye uğrar. Demek ki bunun da ölçüsünü iyi koymak gerekir. Doğunun dağınıklığı ve Batının inkırazı üzerinde isabetli teşhislerde bulunan ve çözüm önerileri getiren Cemil Meriç’i fildişi kulesine mahkûm eden zamanın aydın(cık) ları, bunu iyi niyetle yapmadılar. Fakat onların şer niyetle yaptıklarından hayır doğdu neticede…
Cemil Meriç’i düşünce dünyasında bir yere koyamayan insanlar böyle bir durum karşısında hayal kırıklıklarını saklayabilmiş değiller. Muhafazakârı, da, marksisti de, ateisti de, hümanisti de, modernisti de, liberali de, geleneğe tutunanı da ondan okkalı şamar yemiştir. Şamarı yiyen ondan uzak durmuş, şamarın nedenini düşünmeden nefret oklarını yanından eksik etmemiştir. Oysa onu anlamaya, reddin sebeplerini kavramaya çalışsalardı hiçbiri bataklıklarda debelenerek zaman kaybetmezdi. Meriç’i arafta yolunu şaşıran bir yolcu olarak göstermek isteyenler olmuşsa da bu onun hayatıyla ve eserlerinde işlediği dünya görüşüyle uyumlu bir tez değildir. O, yolunu bulmuş bulmasına, fakat uzun ve tali yollarla dolu yolculuğunda düşüncesini ve kanaatlerini zenginleştirmenin, somutlaştırmanın, delillendirmenin gayretini diri tutmuştur. Fikirlerini ince eleklerden geçirerek adeta süzmüştür. Kalan artıkları öze bulaştırmadan derhal bertaraf etmiştir. Onun sırça sarayları her zaman kütüphaneler ve kitapların gizli dünyası olmuştur.
Cemil Meriç’i anlamak için yapılması gereken en kestirme ve en doğru iş onun kitaplarında uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkmaktır. Meşakkatli diyorum, çünkü onun eserlerini bir roman gibi okursanız satır aralarındaki düşünce rezervlerini fark edemezsiniz. Onun sadık müritleri(okuyucuları) , hocalarından aldıkları ilhamı büyük bir özenle ipeklere sararak kitlelerin idrakine sunarlar. Belki bekledikleri çoğunluğa erişemezler ama ulaştıkları bir kişi de olsa bu zaman içerisinde halka halka genişleyerek toplumun hafızası olma yolunda ilerler. Onun satır aralarına gömdüğü altın hükmündeki fikirler uyanık ve kadirşinas okuyucuların dikkatlerinden kaçmayacaktır. Bu düşünce şövalyesi, çağın idrakine giydirilen deli gömleklerini üzerinden atmış, okuyucularını da bu konuda uyanık olmaya çağırmıştır. İyi ki Cemil Meriç gibi bir fikir abidemiz var. O varsa hezeyanlar vız gelir bize…
KÖPRÜBAŞI-BEŞKÖY DOSTLUĞU VE KARDEŞLİĞİ
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanlar el ele, gönül gönüle verdiklerinde zor gibi görünen işleri de rahatlıkla yapabilirler. Yeter ki birlik ve beraberlik olsun. Ülkeleri ve cemiyetleri ayakta tutan birlik ve beraberlik çimentosudur. Düşman milletlerin ilk planda yaptığı şey, hedeflerindeki ülke halklarını birbirine düşürmektir. Bu da sanıldığından daha kolaydır. Dostluk ve kardeşlik emek ve fedakârlık istese de, kargaşa ve fitne koşarak gelir bize. Onun içindir ki sabırsız ve tahammülsüz toplumlarda şiddet ve nefret daima pirim yapmaktadır.
Ülke olarak birlik ve beraberliğe, menfaate dayanmayan dostluklara her zaman çok ihtiyacımız vardır. Bunu yerel ölçülerde de düşünebiliriz. Nedir bu kin, nefret ve kavga? … Neyi paylaşamıyor insanlık? Yunus’un dediği gibi “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan...” Kim ne derse desin hayatın gerçeği dünyanın kuruluşundan beri bundan ibarettir. Son yıllarda iller arasındaki çekemezlikler ilçe seviyesine, hatta belde boyutuna düşmüştür. Köyler arasında bile husumetler sürüp gitmektedir. Bunlar şık şeyler değildir. Kaba kuvvetle meseleler çözülemez. Bütün kavgalar, kin ve nefretler yürekte birikmiş zehirlerin dışavurumudur. Bunlar ancak sevgi panzehiriyle yok edilebilirler. “Ateşe körükle gidilmez” demiş eskilerimiz. Fakat günümüzde bazı kesimler ateşe körükle giderek, onu daha da şiddetlendiriyorlar.
Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin tek beldesi vardır. O da adından da anlaşılacağı gibi beş köyün bir araya gelmesiyle vücut bulan Beşköy beldesidir. Bu belde henüz oluşmadan evvel şiddetli bir sel baskını yaşadı. Ellinin üzerinde insanımız sel sularına karışarak hayatını kaybetti. Bunların çoğunun cesedine bile ulaşılamadı. Bu felaket esnasında Köprübaşılılar tam bir seferberlik ruhuyla Beşköylülerin yardımına koştular. Bir zamanlar birbirine rakip ve üvey kardeşler gibi gösterilmeye çalışılan bu yörenin insanları, gerçek dostluğu ve kardeşliği fazlasıyla gösterdiler. Olması gereken de buydu zaten. Bizler birkaç fitne fesatçının peşine takılıp gelecekte hiç de hoş sonuçlar doğurmayacak maceraların arkasından sürüklenebiliyoruz. İnsan aklını kullanarak doğrulara varabilir. Doğrular da kişiye göre değişmez. Bütün toplumlarda doğrular birdir aslında… Zira aklın yolu birdir.
Bir zamanlar Köprübaşı ile onun ayrılmaz bir parçası olan Beşköy(Mezirealtı) ’ü husumet içerisinde göstermeye çalıştılar. Bunu yapanların belli çıkarları ve planları vardır elbette. Fakat bir türlü halkların dostluğunu ve kardeşliğini engelleyemediler. Bu yörelerin insanları birbiriyle alışveriş yaptı, kız aldı, kız verdi. Yaylada, ovada, köyde komşuluk yaptı. Gül gibi geçinip gittiler. Beşköy’deki halkın Rumca konuşması bile farklı şekillerde yorumlanmaya çalışıldı. Oysa bu bir kültürel zenginlikten başka bir şey değildi.
Beşköy, sel felaketinden önce bir hayli gelişmiş ve toparlanmış bir yerleşim yeriydi. Bir akşam vakti gelen azgın sular burada dikili ağaç bırakmadı. Evler ve insanlar sulara karıştı. Bu felaket sanki belde halkının bitişinin resmiydi. Dört tarafı yemyeşil olan, bu haliyle bir kartpostalı andıran bu topraklar şimdi kaderine ağlıyor. Çünkü Beşköy sel felaketinden sonra en az bir asır geriye gitti. Şimdi burada yaşayanlar yarınlarından umutsuzdur. Selden sonra imkânı olanlar buradan ayrılarak başka yerlerde yeni bir düzen kurmaya çalıştılar. Tabii ki aileler parçalandı. Kıt imkânlar pek çok trajedilerin müsebbibi oldu. Fakat son derece dindar, sabırlı ve kanaatkâr olan yöre halkı asla isyan etmedi.
Köprübaşı’nda okuduğumuz yıllarda Beşköy’den pek çok dostlarımız oldu. Hepsi de ahlaklı ve güvenilir insanlardı. Bazı kesimlerin bu iki yöre arasındaki dostluğa ve kardeşliğe kin ve nefret dinamiti koyma girişimleri çok şükür ki sonuçsuz kaldı. Bugün Köprübaşı açsa, Beşköy tokluğuna sevinemez; Beşköy açsa Köprübaşı rahat uyuyamaz. Çok şükür ki bugün bu kardeşlik ve dostluk havası oluşturulmuştur. Bizler Köprübaşılılar olarak Beşköylüleri çok seviyoruz. Onların da ilçeleri olan Köprübaşı’nı ve buranın halkını sevdiklerini biliyorum. Bizler bir tavanın balığıyız. Aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Aynı bedenin farklı uzuvlarıyız.
KÜRESELLEŞMENİN GİRDABINDA MUASIR TERENNÜMLER
M.NİHAT MALKOÇ
Hayatın yüksek basınçlı cenderesinde sıkışıp kalan insanların yaşamına toplumsal baskılar da eklenince doğal olarak çıkmazlara sürükleniyorlar. Bunun yansımalarını hayatın her deminde soluklayabiliyoruz. Yoksa bizler de küreselleşmenin girdabında sürüklenen yığınlara mı dönüştük? Kendini kitle psikolojisinin mağduru olarak görenlerin sayısı hiç de yabana atılacak miktarda değil. Bizler bu hastalıklı çağın, düşük çocukları mıyız acaba?
Görünen o ki aykırı söylemlerin çığlıkları arasında hakikatler bertaraf ediliyor. Çağdaş gözbağcılar, evrensel değerler kılıfı altında dünümüze ait kıymet hükümlerini aşındırıp yapma ve uydurma lâyihalarla zamanımızı ve vicdanî kanaatlerimizi çalıyorlar. Bizlere hurda hükmündeki değerleri pırlanta diye veriyorlar. Bunu göremeyecek derecede kalın bir perde inmiş vicdanımızın ağ tabakasına. Bu perde kaldırılmadıkça her geçen gün evrensellik adı altında uyutulacağız? Fakat uyuduğumuzun farkında bile olmayacağız.
Muğlâk gelgitlerin anaforunda sürüklenen insanoğlu kendini sırat-ı müstakime teslim etmediği müddetçe huzuru lügatine ve içine yerleştiremeyecektir. Suni nefeslerle içindeki kızgın ateşi söndürmeye çalışmak ve kor alevlerden bîhaber yaşamak basiretin tükenişinin ilanı değil de nedir? Sahte parıltıları aydınlık sanmak göz yanılması değilse, körelmişliğin ilk sinyalleridir. Bu titrek aydınlıklar saman alevinden farksızdır zaten.
Kim ne derse desin, hastalıklı bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde modernitenin dinle ve gelenekle kaypak bir zeminde çatışması toplumsal gerilimi daha da artırıyor. Toplumsal değerler sisteminin dinden ve gelenekten bağımsız olması için gayret edenler, asırların birikimlerini görmezlikten gelerek çatışmanın ve yabancılaşmanın odağı oluyorlar. Geçmişin değerleriyle çatışma, toplumun birikimlerine sırt dönme, onları yok farz etme, tabir caizse kökle dal arasında yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Görünen o ki küreselleşmenin bir neticesi olarak modernite, toplumsal ve bireysel hayatın kırılma noktalarını ve fay hatlarının derinliğini gittikçe artırıyor, aradaki mesafe uçurumlar oluşturuyor. Dinin ve geleneksel değerlerin müspet olarak algılanmasına ve yaşanmasına bir anlamda engel teşkil ediyor.
Geçmişte olduğu gibi bugün de sosyal ve ekonomik meseleler hayatın merkezinde yer almıştır. Bunlar aşıldıkça hayat, belirlenen rotada doğal akışını sürdürmüştür. Bunların sekteye uğraması moral değerlerin de iflasına sebebiyet vermiştir. Ruhun altyapısında çok mühim bir yer teşkil eden inançlar, dogmalarla bir tutulunca biriken tepkiler, buldukları çatlak noktalardan çıkıp toplumun gündeminin merkezine bir ateş topu gibi düşmüştür.
Küreselleşmenin ilmî ve kültürel altyapısı kurulmadan hayatımızda mühim bir konum elde etmesi kültürel çatışmalara yol açabilmektedir. Küreselleşme çok kültürlülüğü ve inanç çeşitliliğini beraberinde getirir. Bu, demokratik altyapının sağlam olduğu toplumlarda bir zenginlik olarak algılansa da çatışma kültürünün yaygın olduğu milletlerde büyük bir tehlike olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma kültürünün yerli yerine oturmadığı cemiyetlerde küreselleşmenin yaraları zaman geçtikçe daha da artmakta, iyice belirginleşmektedir.
Küreselleşme pek çok alanda ortak hareket etmeyi, bütünleşmeyi öngörmektedir. Fakat bütünleşmenin hangi zeminde ve ne şekilde gerçekleştirileceği sıkıntıların temeli olmaktadır. Çok kültürlülük ve inanç çeşitliliği bağnazlıkla birleşince uzlaşma yerine çatışma getirmektedir. Dinler arası diyalog gayretlerinin belirgin olarak hayat bulduğu zamanımızda hiç kimsenin İslami değerlerden taviz vermeye, Hakk’ın adına hükümlerde bulunmaya salahiyeti yoktur. Zaten kolaylık dini olan İslamı daha da esnekleştirmeye çalışmak yetkisi hiç kimseye verilmemiştir. Peygamberimizin 14 asır evvel koyduğu tebliğ esaslarını küreselleşme yaygaralarıyla bulandırmak ve sözde yumuşatmak diyalog değil, haktan kopup Batıla iltica etmektir. Bu hususta ölçüyü iyi koymalı, terazinin dengesini bozmamalıyız. Küreselleşme değirmeninde inançlarımızı ve toplumsal değerlerimizi öğütüp saman haline getirmemeliyiz. Uluslararası sermayenin oyunlarına gelmemek için basiretli, ferasetli ve uyanık olmalıyız.
936.YILINDA MALAZGİRT ZAFERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Millet olmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Bu belli bir süreci gerektirir. Devlet olabilirsiniz ama millet ol(a) mayabilirsiniz. Dünyada toplama devletlerin yanında, millet devletler de vardır. Bugünkü Türkiye, millet devletlerin en dikkate değer olanıdır. Fakat bu, Cumhuriyetle gerçekleşmiş bir durum değildir. Millet olma sürecimizi Göktürklere kadar götürebiliriz. Hatta biraz daha zorlarsanız daha da gerilere gidebilirsiniz.
Toplama devletler çözülmeye ve dağılmaya müsait bir sosyal yapıya sahiptirler. Oysa millet devletleri birbirine bağlayan, onları sımsıkı kenetleyen tarihî, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağların kopması zannedildiği kadar kolay değildir. Bu çelikten bağlar dış mihrakların tasallutuyla zayıflasa, hatta kopsa da toplum önderleri tarafından belli bir süre sonra tamir edilebilirler. Yeter ki millet tarihini unutmasın, geçmişine sırt çevirmesin.
Türk milleti tarih içinde çok çetin dönemeçlerden geçmiştir. Fakat insanımız hiçbir zaman geçmişle bağlarını koparmamış, geleceğe yönelik olarak hep ümitvar olmuştur. Bunun da semeresini fazlasıyla görmüştür. Tam tarihten silindik, silineceğiz derken, esen rahmanî bir rüzgâr bizi tekrar zirveye taşımıştır. Allah, dinine ve davasına hizmet edenlerden rahmetini esirgemez, tarih boyunca da esirgememiştir; kanaatimiz odur ki bundan sonra da esirgemeyecektir. Türk milleti hep özgür ve bağımsız kalacaktır.
Türklerin Anadolu’ya açılışını ve bugünkü toprakları yurt edişini sağlayan vesile, Malazgirt ovasında yapılan, tarihe mal olmuş o dehşetli savaştır. Bu mühim savaş Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in ordusu arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu’da, Muş’a bağlı Malazgirt Ovasında meydana gelmiştir. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından çok önemlidir. Çünkü bu savaş yepyeni bir dönemin başlangıcıdır. Anadolu’nun Müslümanlaşmasının ilk adımıdır.
Malazgirt Zaferi, Türk’ün maddî gücünün çok ötesinde, asıl manevî gücünün eseri ve tezahürüdür. Bu bir moral ve inanç savaşıydı. İnancı ve morali üstün olanlar, mübarek neticeyi belirlemiştir. Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın bu büyük zaferi aslında dünya tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur. Bu aynı zamanda imanın küfre galebe çalmasının muhteşem bir yansımasıdır. Bu zafer Müslümanların kendini tüm dünyaya kabul ettirişinin zeminini hazırlamıştır. Bundan sonra Haçlılar daha fazla ortak hareket etme ve yekvücut olma ihtiyacı duymuştur. Fakat buna rağmen kaderleri hep hezimet olmuştur. İslam coğrafyasının her köşesinde Türk-İslam ordularının zaferi için hutbelerin okunduğu Malazgirt Meydan Muharebesi, Alparslan’ın şu tarihi konuşmasıyla başlamıştır:
“Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.”
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan atından inip secdeye kapandıktan sonra ellerini göğe doğru açarak “Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım, niyetim halistir, bana yardım et” diye dua eder. Bu noktadan sonra bütün uzuvları savaşa motive olmuştur.
Yüce Mevla böyle inançlı ve kararlı bir kulunun duasını hiç geri çevirir mi? Elbette çevirmez, çevirmedi de! ... Onun kararlı ve inançlı tutumu, kendisine tabi olan askerleri de heyecana sevketti. İçinde bir nebze korku ve telaş olanlar da mutmain oldu. Şüphe ve tereddütler izale edildi. Çünkü bu maddî olduğu kadar da psikolojik bir savaştı. Zira bu savaşın neticesi, zaferin sadece insan sayısıyla ve maddî güçle kazanılamayacağını göstermiştir. Çünkü tarihî kaynaklara göre Bizans’ın 200 bin kişilik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Selçuklular karşılarındaki Bizans ordusunu dörtte bir oranındaki bir kuvvetle yenmesini bilmiştir. Bu azmin ve inancın zaferi değil de nedir? ...
Malazgirt Zaferi, Türk-İslâm tarihinin eşsiz bir kazanımıdır. Bu zaferi tarih sayfalarına altın yaldızla işlesek yeridir. Çünkü Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu zaferle Anadolu kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Müslümanlar için derin bir nefes alma zamanı gelmiştir. Bu hayırlı neticenin verdiği güçle ezikliğimizi üzerimizden attık. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi oldu. Bu zafer, Türklerin İslam dünyasındaki itibarını ve kredisini artırdı. O güne kadar basite alınan milletimize daha farklı bir gözle bakmaya başladılar. Yani bize bakış açıları değişti. Bu zaferden sonra bize geleceğin lider ülkesi(milleti) olarak bakmaya başladılar.
Kısacası bütün tarihçiler, Malazgirt’in bütün dünya tarihinde bir dönüm noktası teşkil ettiği fikrinde birleşmektedirler. Bu zaferle ve onun eşsiz kahramanlarıyla ne kadar övünsek azdır. Ne mutlu bize ki o güzel insanların torunları olma şerefini taşıyoruz. Fakat bu onurun ağırlığını kaldırabiliyor muyuz? Bu mevzuda bir kısım tereddütlerim yok değil. Gelin iş işten geçmeden, yozlaşmadan, daha çok bozulmadan o insanlara layık insanlar olmanın mücadelesini verelim. Malazgirt Zaferi’nin 936. yıldönümünü kutlarken sözlerimi destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun ‘Malazgirt Destanı’ adlı şiirinden aldığım bir bölümle neticelendirmek istiyorum:
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklim-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah... Bismillah... Allahuekber
Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi
Bu seste birleşir bütün yürekler...
Ya Allah... Bismillah... Allahuekber! ..”
30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk tarihi, emsali görülmemiş şanlı zaferlerle doludur. Bu zaferlerin en büyüğü de hiç şüphesiz Başkumandanlık Meydan Muharebesi’dir. Sakarya Zaferi’nden bir yıl sonra yeni bir savaşa girmek elbette riskli bir durumdu. Fakat askerî dahî olan Mustafa Kemal, Büyük Taarruz’u mutlak gerekli buluyordu. Anadolu’nun düşmandan top yekûn temizlenmesi ancak böyle bir muharebeyle mümkün olabilirdi. Zira düşman(Yunanlılar) Afyon-Eskişehir hattına çekilmişti. Üç kolorduyla, bu geniş hat üzerinde savunma yapıyorlardı. Bunlara toparlanma imkânı verilmemeliydi. Tabir caizse bütün kapılar taarruza açılıyordu.
Büyük Taarruz hazırlıkları büyük bir gizlilikle ve hızla sürdürüldü. Millet, elinden gelen her türlü katkıyı sağlıyordu. Bir yıl evvel savaştan çıkan ordumuzun, tabiatıyla pek çok eksiklikleri vardı. Bunlar kısa zamanda giderilmeliydi. Bu nedenle o zamanın meclisi bir dizi vergi kanunu çıkarmıştı. Ek gelir sağlamak amacıyla çıkarılan bu kanununlar, ordunun eksikliklerinin bir an önce giderilmesi içindi. Tam bağımsız olmadıktan sonra paranın ve malın ne ehemmiyeti olabilirdi. Elimizdeki maddî imkânların düşman tarafından gasp edilmesi tehlikesi mevcuttu. O nedenle halkımız bu hususta yekvücut olmuştu. Herkes elinde ne varsa gönüllü olarak orduya veriyor, bizzat elleriyle teslim ediyorlardı.
Büyük Taarruz, 26 Ağustos 1922 Cumartesi günü sabah saat dört buçukta topçu ateşiyle başladı. İlk günlerde, düşmanın, Karahisar’ın güneyindeki cepheleri düşürüldü. 30 Ağustos’a kadar düşmanın bütün kuvvetleri Aslıhanlar yöresinde kuşatıldı. 30 Ağustos günü düşmanın ana kuvvetleri yok edildi. Binlerce asker esir alındı. Bu esirler arasında Yunan ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de vardı. Görüldüğü gibi beş gün gibi kısa bir zaman diliminde netice alınabildi. Fakat iş burada bitmiyordu. Kurtarılmayı bekleyen başka iller de vardı. Atatürk, emrindeki ordularına şöyle sesleniyordu: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri! ” Bu buyruğu alan kahraman Türk askeri, esir vilâyetlerin kurtarılması ve düşmandan temizlenmesi için olağanüstü bir gayret sarf etmiştir. Sırasıyla Uşak(01 Eylül) , Eskişehir(02 Eylül): Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir, Gördes(03 Eylül): Balıkesir, Bilecik(06 Eylül): Aydın(07 Eylül): Manisa(08 Eylül) düşman kuvvetlerinden temizlendi.
Memleketimizin en güzide yerlerden biri olan; düşmanın, elinden çıkarmamak için olağanüstü gayret sarf ettiği İzmir de mutlaka alınmalıydı. En sonunda Türkiye’nin gözbebeği olan İzmir 09 Eylül 1922 tarihinde eski sahipleri olan Türkler’in eline geçti. Türk Milleti’ni yurtsuz bırakmak isteyen hain Haçlı zihniyeti, çok şükür ki emellerine kavuşamadılar. Türk Milleti dimdik ayakta olduğunu bütün dünyaya kanıtladı. Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin muzaffer komutanı bu zaferle alâkalı şu manalı değerlendirmeyi yapmıştır:
“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”(Nutuk, M.Kemal Atatürk, Cilt:2)
Başkumandanlık Meydan Muharebesi, Türk Milleti için bir ölüm kalım mücadelesi mesabesindeydi. Her zor zamanda olduğu gibi milletimiz, bu sefer de kenetlenerek tek yumruk olmuştur. Böyle olunca da zafer kendiliğinden gelmiştir.
Bilindiği gibi Ağustos ayı Türk Milleti’nin şanlı zaferleriyle doludur. Anadolu’ya, yine bu ayda (26 Ağustos) Malazgirt Zaferi’yle ayak basmışız. Onun için Ağustos’a “Zafer Ayı” da diyoruz. Bu zaferler her Türk’ün göğsünü gererek gururlanmasına vesile oluyor. Söz konusu zaferlerden de güç alarak, daha çok çalışarak Türkiye’yi Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği, muasır medeniyet seviyesine çıkarmalıyız. 30 Ağustos Zafer Bayramınızı kutlarken, şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. İyi ki varsın cennet vatan Türkiye…
MALAZGİRT VE TÜRK’ÜN SARSILMAZ İMANI
M.NİHAT MALKOÇ
Türk tarihinin dönüm noktalarından birisidir Malazgirt Meydan Muharebesi ve onun mübarek neticesi… Onun içindir ki bin yıla yakın bir zamandan beri aynı şevk ve heyecanla kutlanıyor. Türk deyince Malazgirt Meydan Muharebesi akla geliyor öncelikle.
Tarih milletlerin hafızasıdır şüphesiz… Onu canlı tuttukça yarınlara daha bir hazırlıklı ve kendimizden emin koşarız. Tarihini unutan milletler, hafızasını kaybetmiş zavallı ve budala insanlardan farksızdır. Böyle milletlerin devamına imkân yoktur.
Anadolu kapılarının Türklere açılışı Malazgirt Zaferi’yledir. Anadolu’nun cennet toprakları bu büyük zaferle Türklere vatan olmuştur. Zulüm diyarı hâline getirilen bu topraklarda yepyeni bir medeniyet ve mutlak adalet filizlenmeye başlamıştır.
Malazgirt Meydan Savaşı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasında meydana gelmiştir. Selçuklu Türklerinin başında Sultan Alparslan, Bizanslıların başında ise Romen Diojen vardı. Savaştan evvel Diojen’e barış elçileri gönderilmişti. Çünkü Türkler zannedildiği gibi kan dökmekten haz almazdı. Savaş, Atatürk’ün dediği gibi zaruretler dışında cinayetle eşdeğerdi. Fakat gücüne güvenen ve mutlak zafer kazanacağını uman imparator Diojen, barış elçilerini muhatap kabul edip dinlemedi bile…
Türkler Anadolu’yu mesken etmeye kararlıydı. Rivayetlere göre cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti: “Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim.”
Kahramanca söylenen bu sözler askerleri de coşturmuş, inançlarını pekiştirmişti. Bu kararlılık, askerlerin içindeki zafer isteğini kat kat artırmıştı. Zaferden başka yol görülmüyordu hiçbirine. Sultanlarının dirayeti karşısında onlar da şöyle seslenmişlerdi: “Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz.”
Bu savaşta hiçbir şekilde denge yoktu. Çünkü elli dört bin kişilik Türk ordusunun karşısında iki yüz bin kişilik Bizans ordusu vardı. Fakat esas olan kemiyet değil, keyfiyettir. Sayıdan önemlisi kişilerin inancı, kararlılığı ve zafere yeminiydi. Öyle de oldu. Dengesiz güçlerden meydana gelen iki ordu 26 Ağustos 1071 tarihinde Muş’un Malazgirt Ovası’nda karşılaştı. Bu büyük savaşı “Malazgirt Destanı” adıyla şiirleştiren Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun dizelerine kulak verelim. Savaşı bir de bu şairin ağzından dinleyelim:
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma,
Gün doğmadan evvel iklim-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma;
Yeni bir şevk ile gürledi gökler...
Ya Allah... Bismillah... Allahuekber! ”
Savaş esnasında Sultanın üzerinde bembeyaz bir elbise vardı. Beyaz elbisesine göz gezdiren Büyük Sultan Alparslan, askerlerine şu vasiyette bulundu: “İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.”
Bu cesaret ve iman sayesinde Türkler üç kıtaya hâkim olmuşlar ve her ırktan insana huzur temin etmişlerdir. Bu cesaretin kaynağı Türk-İslam sentezinden başkası değildi. Türk’ün “alp” ruhu, İslâm’ın manevî gücü olan “eren” likle birleşerek yepyeni ve son derece mukavemetli bir insan modeli olan “alperen” i ortaya çıkarmıştır.
Savaşı kazanan Sultan Alparslan, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir insanlık örneği göstererek Müslüman Türk’ün merhametini ve hoşgörüsünü dünyaya ilân etmiştir. İmparator Diojeni öldürmemiş, hapsetmemiş, ona bir misafir gibi muamele etmiştir. İşte Müslüman-Türk’ün onurlu tavrı budur. Bu manzara karşısında hayretler içerisinde kalan Romen Diojene, Alparslan şu soruyu sormuş ve ondan samimi bir cevap beklediğini ifade etmiş: “Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın? ” Diojen bu samimi soruya içinden geldiği gibi şu acı ve çarpıcı cevabı vermiş: “Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım”
Bizim milletimiz böyle cengâver, böyle adil ve böyle hoşgörülü bir millettir. Onun içindir ki düşmanları tarafından da mertliği ve dürüstlüğü tasdik ve teslim edilmiştir. Ceddimiz onlarca ırkı bu bakış açısıyla dostça ve kardeşçe aynı çatı altında huzur ve güvenle yaşatmıştır. Böyle bir ceddin torunları olduğumuz için ne kadar övünsek azdır.
Sözlerimi kadın şairlerimizden Halide Nusret Zorlutuna’nın Malazgirt’e ve o bu büyük savaşın yılmaz kahramanı olan Sultan Alparslan’a dair duygularını şiirleştirdiği dizelerle noktalamak istiyorum. Malazgirt Zaferi’nin 936.yıldönümü milletimize kutlu olsun:
“Arslanların sultanı, sultanların arslanı,
Kılıcının ucuyla yazmıştı bu destanı
Türk’e armağan etti şu mübarek vatanı.
Adı göğe yüceldi, Tanrısına yaklaştı.
Gözlerde, gönüllerde Alparslan bayraklaştı.”
Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta