Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1599

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.01.2008 - 15:30

    FİLİSTİNLİ YASER’İN GÖZYAŞLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sabahın ayazında üşüyor ellerim, buz kesmiş yırtık ayakkabılarımın deliklerinden fırlayan parmaklarım… Güneş bulutların arasından kısık aydınlığını gösterse de değmiyor zamana yenilen ve zamanla ezilen bedenime sıcaklığı… Güneş aydınlatamıyor biriken karanlıklarımı. Ben gözlerimi dünyaya açalı beri gönül heybemde karanlıklar biriktiriyorum. Bu benim tercihim olmasa da hayattan payıma düşen karanlıklardan gayrisi değil.

    Herkes anne ve babasının gölgesinde saadet şarkıları söylerken, sımsıcak yuvalarında özgürlüğün doyumsuz lezzetini tadarken ben bir yetim, bir öksüz ve bir zavallı olarak bu kara kışın ortasında kaderime ağlıyorum. Âhlarım göklere yükseliyor. Göklerden yere kurşun gibi dökülüyor karlar... O kurşunlar altında buz kesiyor soluklarım. Ben kurşundan, bombadan başka bir şey görmedim bu kutsal ve kanlı topraklarda. Bu yüzdendir ki teşbihlerim kurşunlara endeksli… Zira göğümüzde kurşunlardan başka ne gördük ki! ...

    Haysiyet çoktandır uğramıyor bizi bu hayata mahkûm edenlerin mahallesine. Onlarla aramızda birkaç yüz metre mesafe olsa da onlar baharı, bizler ağır kışı yaşıyoruz gönül coğrafyamızda. Nedense bize zulmedenlerin çocuklarının canı yanmıyor. Onlar bizim âhlarımızı, ağlamaklarımızı ninni sayıp mışıl mışıl uyuyorlar kuştüyü yataklarında. Çocukların milliyeti olmaz. Onlar bizim kardeşlerimiz. Fakat onların ruhlarını da taş kesmek için gece gündüz çalışıyorlar. Onlar da yarın karşımıza bombalarla çıkacaklar. Bizse onlara sadece sapanlarla ebabil kuşlarının ağızlarında taşıdığı pişmiş taşlardan atabileceğiz.

    Gül bahçeleri yanıyor bu topraklarda… Sığınaklarda geçiyor zamanlarımız. Karanlığın insafına sığınıyoruz gün ışığında. Işığımızı çaldı zamanın efendileri… Ellerimize geçirdikleri kelepçeleri şimdi de ruhlarımıza geçirmek istiyorlar. Mum ışığıyla karanlık geceleri aydınlatmaya çalışsak da zalimlerin sert rüzgârları mumlarımıza yanma fırsatı tanımıyor. Mumun kısık alevi ısıtmıyor buz kesen bedenimizi. Uzaktan gelen ışığın huzmeleri yetişmiyor gözbebeklerimize. Çekilin bulutlar, çekilin ki güneş bize de gülümsesin. Dünyayı parselleyen zalimler şimdi de güneşi parsellemenin savaşını veriyorlar. Fakat ne eylerse eylesinler içimize doğan, ruhlardaki karanlıkları boğan iman güneşini söndürmeye güçleri yetmeyecek. Canımızı alsalar da imanımızı alamayacaklar. Zira zafere adanmışlar yürek kalelerini muhkem tutuyorlar. Başımızda boza pişirseler de bu kale hiçbir zaman düşmeyecek.

    Şimdi mumlar pervanenin rüyasını görüyorlar. Gerçek özgürlük için sözde esareti seçenler büyüdükçe büyüyor yürek semalarında. Yoksa esaret bizim alnımıza yazılmış bir yafta mıydı? Hissiyatım alev ateş yanıyor. Belleğim fetret devrini yaşıyor besbelli… Uyku girmiyor kan çanağı gözlerimize. Derman inmiyor şarapnellerle parçalanan dizlerimize.

    Birileri moda gereği yarı çıplak yaşarken bizler yoksulluğun pençesinde bu hâl üzere yaşama mecburiyetinde kalıyoruz. Yarı giyinikler, soyunukların âhını ve günahını taşıyor omuzlarında. On yıllardır sabır memesinin acı sütüyle besleniyoruz. O kara sütü ak kaşıkla içsek de içimizdeki karanlıklar dağılmıyor. Seherler tebessüm etmiyor sabahlarımıza.

    Siyonizm’in gölgesinde bile olsa onurla yaşamak içindir bu ölümler… Daha doğrusu ölümler kutlu diriliş için atılan mukaddes adımlardır bizim için… Bizlere hayat hakkı tanımayanlar gül bahçelerimize zakkumlar diktiler. Mermilerin merhametine mahkûmuz şimdi… Barutlar tomurcuklara açma fırsatı tanımıyor. Her gün kırılıyor dallarımız… Feryadımızın kurşundan ağırlığını taşıyamıyor gökler… Zulmün saltanatı mazlumların bedenlerini çiğneyerek yükseliyor. Artık taşıyamıyor bu cılız ayaklar sırtımıza yüklenen kurşundan ağır acıları… Kalleşlik boy veriyor haram topraklarda. Ağlamaktan kan çanağına dönen yaşlı gözlerimizi silecek bir merhametli el bekliyoruz. Anneler evlatlarına, evlatlar annelerine doyamadan kara toprağa giriyor. Acılar filizleniyor toprağın kara bağrında. Âh annemin sureti düşüyor her gece rüyalarıma… Babamla el ele dolaşıyorlar cennetin doyumsuz bahçelerinde. Özlüyorum özgürlüğü, kendim olmayı, kendim kalmayı özlüyorum…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.01.2008 - 23:14

    TRABZON KÖPRÜBAŞI HALK AĞZI VE YEREL KELİMELER

    M.NİHAT MALKOÇ

    Karadeniz bölgesinin kendine has gelenek ve görenekleri, ağız özellikleri vardır. Karadeniz’in hususiyetlerini en iyi yansıtan şehir de Trabzon’dur. Trabzon’un ilçelerinde ve köylerinde keşfedilmeyi bekleyen zengin halk kültürü hazineleri mevcuttur.

    Bir zamanlar Trabzon’un Sürmene’ye bağlı beldesi, şimdilerde ise ilçe olan Köprübaşı’nda enteresan söyleyişler mevcuttur. Çok eski zamanlardan bugüne gelen kelimeler hâlâ kullanılmaktadır. Özellikle yaşlılarımız konuşurken eski kelimeleri tercih etmektedir. Bu sözcüklerin çoğu Rumcadan dilimize girmiştir. Bugün halk ağzında bütün canlılığıyla yaşayan ve günlük konuşmalarda kullanılan bu kelimelerden bazıları günümüzdeki karşılıklarıyla şunlardır: çarambula(ateşböceği) , çağana(yengeç) , afkurmak(havlamak) , iskebit(eşekarısı) , koklis(sümüklü böcek) , abufay(yemek artığı) , ahbin(hayvan dışkısı) , ander(lanetli, uğursuz) , angona(kör yılan) , arakhana(örümcek) , arkuri(yana doğru) , azderha(canavar) , badis(taze fasulye) , pansi(hayvan yemleme yeri) , bolaki(keşke) , bubuk(tomurcuk) , carcel(ince dallarla örülmüş erzak rafı) , ciba(göbek) , corma(bataklık) , cubuş(meyvenin çöpü) , handoşara(kirpi) , cuhnis(yemeğin dibinin yanığı) , çapula(çarık) , çel(mısır bitkisinin gövde kısmı) , deşirmek(toplamak) , dirgen(tırmık) , feli(kabağın pişmiş parçası) , fidruga(fındığın en körpe filizi) , fuska(böğürtlen) , gaban(eğimli arazi, yamaç) , gambat(karın boşluğu) , ganzi(kabuklu yemiş içi) , gayde(ezgi, nağme) , gendume(çorbalık buğday) , gorç(tahta oturak) , gorzil, (düğüm) , gorbagor(kötü ruhlu ihtiyar) , gufica(el sepeti) , gugu(baykuş) , gugul(yığın, tepe) , gugulli(silme dolu, tepeleme) , guguvak(mantar) , haçan(madem) , hartama(ahşap kiremit) , he(evet) , herek(fasulye sırığı) , hocer(lazımlık) , hohol(ince toz parçası) , huliya(kara lahana yemeği) , hutuş(mısır koçanının kabuğu) , ifteri(eğrelti otu) , istemli(büyük güğüm) , kafeka(küçük güğüm) , kaful(ocak, küçük ağaç grubu) , katma(ip, bağ) , kavran(ahşap fıçı) , kerenti(tırpan) , kertel(ineklerin yal kabı) , hacaban(gereksiz eşyalar) , halaz(dolu yağışı) , hamurca(çilek) , hayat(kiler, hol) , kopça(düğme) , kosi(lahananın dip kısmı) , kudal(ahşap çırpıcı) , kugar(meyve toplama çubuğu) , kumuş(kestanenin batan dış kısmı) , kunzi(kendir sapı) , kusur(tanesi ayrılmış mısır koçanı) , labar(çamur) , lalak(sersem, aptal) , lazut(mısır bitkisi) , malaks etmek(bulaştırmak) , malez(un-su karışımı bir çeşit yemek) , mares(solmuş, pörsümüş) , merek(ot koyma yeri) , minci(bir çeşit peynir) , moçot(beceriksiz, sakar) , momol(bir çeşit çok küçük böcek) , mucurum(sakat) , muh(çivi) , muncur(ağız, dudak) , oflan(mutfak rafı) , otiş(ses, gürültü) , oğarmak(tamir etmek) , paçariş(engel) , paska (serander) , sipsi(kedi) , sebi(küçük çocuk) , mertek(çatıda kullanın tahta) , soğun(bari, hiç olmazsa) , şorombil(küçük el değirmeni) , vol(tarladaki kalın toprak kütlesi) , yangaz(yaramaz, haylaz) , yenlik(kiloca hafif) , kubli(asma kilit) , zati(zaten) , zuzula(bir çeşit ot) , kolestevra(kertenkele) , gorgot(mısır kırması) , paçariş etmek(engellemek) , namna(çocuk dilinde yemek) , cicil(solucan) , sütana(kiler) , gariplanmak(özlemek) , koliva(suda pişmiş mısır) , kıkkıniz(yer elması) , tahtaboş(balkon) , hutuş(mısır yaprağı) , miska(sümük) , na(al bakalım anlamında) , farfara(kelebek) , pisik(kedi) , reyha(güzel koku) , peşkir(havlu) , sıçan(fare) , çipçok(çok fazla) , reni(çatı aralığı) , çenge(çene) , seğirtme(koşma) , çıhlan(kıymık) , kukuvak(mantar) , kitali(meyve toplama aleti) , beşko(soba) , mungarabis(hayvanlarda acı acı bağırmak) , mumudiya(yavaş) , buldur(geçen yıl) , mile(misket) , zipazip(iyice dolu) , kuyizma(feryat) , marikas etmek(geviş getirmek) , haşli(sıcak) , becit(acele) , analis(suda yumuşatma) , esseh(gerçek) , iğriz etmek(çabalamak) , civit(çekirdek) , ferik(tavuk yavrusu) , suruşmek(biriyle uğraşmak) , celepçi(kasap) , mozika(az süt veren inek) , levli(odun parçası) , lop olmak(çok ıslanmak) , barastar(kapı direği) , zirza(menteşe) , sanka(kilit) , kosva(bir çeşit kuş) , kisa(bir çeşit kuş) , liplip etmek(boş konuşmak) , şafles(salya) , fuci(fındık) , arakop(bir çeşit yabani ot) …vb gibi… Bu kelimelerin sayısını daha da artırabiliriz ama şimdilik bunlarla yetiniyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.01.2008 - 15:22

    ERDEM BAYAZIT’IN ZOR ZAMANLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türk şiirinden nice kalem erbapları geldi geçti. Herkes kendi ahvalini yazdı. Daha sonra da hoş bir seda bırakıp göçtüler. Arkalarında katlar, yatlar, tapu kayıtları değil, sanat şaheserleri bıraktılar. Onlar sevgiye, aşka, hoşgörüye talip oldular. O, tok gönüllü ve engin yürekli şahsiyet abideleri, kaplarını sevgi çeşmesinin berrak suyundan doldurdular. Yazdıklarıyla zamana kayıt düştüler. Ebedilik nakışını satır aralarına kazıdılar.

    Köklü Türk edebiyatının, zengin Türk şiirinin son dönemlerine damgasını vuran şairlerin başında gelen Erdem Bayazıt da hayatını şiire ve edebiyata vakfetmiş bir gönül insanıdır. Saf şiir deyince Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi ilk bakışta sayılacak isimlerden birisi de O’dur. Şiirlerinde Anadolu insanının yaşantısından, millî ve manevî değerlerinden, dünyaya bakış açısından derin izler vardır.

    Ölüm konusu şairlerin hayatında derin izler bırakmıştır. Cahit Sıtkı’da ölüm kâbusa dönüşürken Yunus Emre’de ve Mevlana’da ‘dosta kavuşma anı’ olarak bambaşka hazlara aralanan nurlu bir kapı olarak görülmüştür. Şair Bayazıt da ölüme bigane kalamaz. Herkes gibi onun şiirlerinde de ölüm önemli bir temadır. O, ölüm karşısında gayet rahattır. Zira ölümün, ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğuna inanır. Bunu aşağıdaki dizelerinde görebiliriz:

    “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
    Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”

    Erdem Bayazıt, şiirin dikenli yollarında sürdürdüğü çileli yolculuğunda yarım asrı geride bıraktı. O gür sesli şair, bu süre içerisinde nice şiirler kazandırdı edebiyatımıza. Görüp de söyleyemediklerimizi O söyledi. Yazdıklarıyla duygularımıza tercüman oldu. Dik durmanın güçleştiği zamanlarda da O hep dik durdu. Haysiyetinden asla taviz vermedi.

    Onun şiir ve edebiyat sevgisi her şeyin üzerindedir. O, bu sevgisi yüzünden Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakmış, Edebiyat Fakültesini bitirmeyi tercih etmiştir. Onun şiir sevgisi lise yıllarına dayanır. O; şiir ve edebiyat hayatına, günümüzde önemli edebiyatçılar arasında sayılan, bir kısmı aramızdan ayrılan Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan ile birlikte Kahramanmaraş’ta çıkardıkları “Hamle” dergisinde başladı.

    Şairler haksızlıklara tahammül edemezler; onun içindir ki güçlülerin yanında değil, haklıların yanında olurlar. Erdem Bey de haklıdan yana tavır takınan bir hakikat savaşçısıdır. O, bir dizesinde “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini” diyerek kararlı tavrını ve rengini belirtiyordu. Yabancılaşmaya ve kültürel yozlaşmaya karşı mücadele etmekle kalmayıp bu hususta öncülük etmeyi vazife telakki ediyordu. Zira bu milleti bitirecek asıl şey özüne yabancılaşmaktır. Usta şair yukarıdaki dizenin devamını söyle getiriyordu:

    “Çün defterler açılıp hesaplar soruldukta
    Yetimin hakkı soruldukta yoksulun hakkı soruldukta
    Milletim omuz omuza verip / Kıyama duruldukta.
    Gündüzler nasıl beklerse gecenin bitmesini
    Sabırla söküyorum bu tarih gecesini.”

    Erdem Bayazıt, yılların yorgunluğunu üzerinde taşırken şimdi de akciğer kanseriyle mücadele ediyor. Artık O, çok sevdiği şiirlerden uzakta, bambaşka duygular içerisinde Rabbinden şifa bekliyor. En kötüsü de, şiir yazamıyor. Bırakın şiir yazmayı evden dışarı çıkıp güneşin yüzünü göremiyor. Dört duvar arasında adeta bir mahpus hayatı yaşıyor.

    Böyle bir hayat herkes için zordur. Fakat gönül nakkaşı ve duygu işçisi olan şairler için iki kere zordur. Onun şimdiki ruh atmosferini bir düşünün… Ne kadar içinden çıkılmaz ve müşkül bir durum değil mi? Allah kimseyi hastalıklarla ve acılarla imtihan etmesin. Şayet böyle zor bir imtihanla karşılaşırsak bizlere Eyüp sabrı versin. Erdem Bayazıt gibi bir şairin kaleminin yazamaz oluşu biz şiir severleri fazlasıyla üzüyor. Temennimiz odur ki öncelikle sağlığı düzelir, tekrar o enfes şiirlerini yazmaya devam eder. Rabbim ona şifalar nasip eylesin.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 23.01.2008 - 00:33

    ROMANCI CAVİT ERSEN’İN HAYAT MÜCADELESİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zamanın nelere gebe olduğunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bugünkü konumumuz bizi ne aşırı derecede gururlandırmalı ne de ümitsizliğe sevk etmelidir. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Yarınların renginin siyah mı, beyaz mı olacağı bugünden kestirilemez. Bizler büyük bir gayretle ve iyi niyetle yarınlarımızı bugünden imar etmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Biz elimizden geleni ve üzerimize düşeni yapalım da ötesini zamanın adaletine bırakalım.

    Geçmişte çok önemli eserler kaleme almış, kitapları binlerce satmış, hatta kapışılmış bir yazarın, Cavit Ersen’in hayatının serencamını gözümün önünden geçirince geleceğin bizlere ne gibi sürprizler hazırladığını merak etmeye başladım. Merakım bir adım daha ileri giderek korku ve endişeye dönüştü. Çünkü bizler de bir zamanlar el üstünde tutulan, fakat daha sonraki yıllarda unutulan, yalnızlığa terk edilen Cavit Ersen’in yaşadığı acıları yaşayabiliriz. Amansız hastalıklar, borçlar, kazalar, belalar, vefasızlıklar bizi de bulabilir.

    Cavit Ersen hayatını okumaya ve yazmaya adamış, idealist bir aydındı. 29 Mart 1921 tarihinde Adana’da doğan Ersen, yazmak için yaratılan, millî ve manevî şuuru diri tutmak için çaba gösteren bizden birisidir. Yani terli kültürün yabancı değerler karşısında ayakta kalması için gece gün demeden çetin mücadeleler vermiştir. Bu mücadelelerde malını, mülkünü, mesleğini kaybetse de itibarını korumayı bilmiştir. Hayatta her türlü engelle karşılaşmıştır. Fakat Torosların bu yiğit çocuğu, bütün engellerle göğüs göğüse çarpışmasını, hayatını ortaya koymasını bilmiştir. Kaybetmeyi göze aldığı için gözünü budaktan sakınmamıştır.

    O, mefkûreci bir romancıydı. Cavit Ersen’in ilk eseri 1944’te yayınlanan “Günahkâr Sokaklar” isimli romanıdır. Daha sonra “Fakirler”, “Mektup” ve “Sefiller” adlı kitapları 1945’te Adana’da yayınlanır. 1970’li yılların en çok okunan romancılarından biri olan Cavit Ersen’in çok geniş bir dost halesi de vardı. Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Arif Nihat Asya, Peyami Safa, İlhan Darendelioğlu, Necdet Sevinç, Tahir Kutsi Makal, Abdurrahman Şeref Laç, Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Ergun Göze, Ömer Öztürkmen, Gökhan Evliyaoğlu, Gürbüz Azak bu dost kervanının yolcularıydı. Bu dostların çoğunu Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah adlı gazetelerde yazarlık yaptığı sırada tanımıştı. Bu isimlerin çoğu ona övgüler dizmiş, eserleriyle ilgili müspet yazılar yazmışlardı.

    Hayat yolu sürekli düz gitmiyor elbet… Onun da engelleri var. İşler bazen sarpa da sarabiliyor. Her çıkışın bir de inişi vardı. Bu bir zamanların büyük yazarı olan Cavit Ersen için de geçerliydi. O da hayatın iniş hüznünü yaşadı. O, ömrünün son yıllarını maddî sıkıntı içerisinde, yapayalnız bir halde Darıca Huzurevi’nde geçirdi. Okuyucuları, dostları, yakın ve uzak çevresi adını bile unuttu. “Kızıl Zindanlar”, “Kara Zindanlar”, “Zindanlar” seri romanı başta olmak üzere “Günahkâr Sokaklar”, “Hürriyet Mücadelesi”, “Fadime”, “Hepimizin Kavgası”, “Beyaz İhtilal” ve “Boğata” gibi birçok esere imza atan Ersen gitmiş, yerine hayatın dışına itilmiş, kimsesiz silik bir portre gelmişti. Bu durum onu derinden üzüyordu. Bu hallere düşeceğini belki aklının ucundan bile geçirmemişti. “Aşkın Gözyaşları” ile “Mefkûreci Öğretmen” isimli eserlerini yayınlayacak bir yayıncı da çıkmamıştı.

    Hayatının son on yılını huzurevinde geçirmek zorunda kalan Cavit Ersen’i en çok üzen şey dostlarının vefasızlığıydı. Nasıl olmuştu da bu şöhretli yazarı herkes unutmuştu. Yoksa yaşadıkları bir rüyadan ibaret miydi? 1970’li yıllarda iki yüz elli bin baskı yapan ‘Kızıl Zindanlar’ adlı romanın yazarını zaman nasıl da unutturmuştu. Ailesinden ayrılmış, çoluk çocuğu dağılmış, gecekondusu yıkılmış, en muhtaç olduğu zamanlarda huzuru huzurevinde aramaya başlamıştı. Dört duvar arasında bir yabancı olarak hissediyordu kendini. O, dört duvar arasında öldüğünde cebinde sadece bir çocuk harçlığı olabilecek miktarda bir para vardı. Parası yoktu ama toprağa kadar yanında taşıdığı temiz bir geçmişi ve onuru vardı. Bir garip olarak kaldığı huzurevinde bir garip olarak teslim etmişti emanetini. Gazeteler ancak 15 gün sonra vermişti ölüm haberini. O, çileyle dost yaşadı, onuruyla öldü. Hak rahmet eyleye…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 21.01.2008 - 01:31

    VEFATININ 30. YILINDA TRABZONLU TARİHÇİ OSMAN TURAN

    M.NİHAT MALKOÇ

    Değerlerimiz ve değerlilerimiz ne çabuk unutuldu. Sanki gözlerimiz bağlandı, kulaklarımız tıkandı, idraklerimiz zincire vuruldu. Son senelerde büyüğü küçüğü tanımaz olduk. Tarihimize ve bu ülkenin temel dinamiklerine sırt çevirdik. Bu memleket için gece gündüz fikir üreten ve çalışan kişiler ölünce kimse onları hatırlamaz oldu. Aslında kişi maddeden dünyadan ayrıldığı zaman değil, hafızalardan silindiği, hatırlanmadığı zaman ölür.

    Trabzon’dan çıkan, bütün Türkiye’nin tanıdığı ve sevdiği bir ilim ve kültür adamı olan Osman Turan’ın ölümünün 30. yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Fakat bunun farkında olan insanların sayısı bir elin parmakları kadar bile değil. Çok çabuk unuttuk bize Selçuklu ve Osmanlı tarihini öğreten ve bu sahalarda eşsiz eserler veren büyük tarihçimizi… Gerçi öğrendiğim kadarıyla 19 Ocak 2008’de Ankara’da Milli Kütüphane Konferans Salonu’nda kendisi için bir bilgi şöleni düzenlendi. Fakat ben bunu yine de yeterli saymıyorum. Daha geniş katılımlı sempozyum ve ilmî toplantılarla anılmalı ve anlatılmalı Prof. Dr. Osman Turan… O, yaşadığı sürece milleti ve memleketi için yaptığı çalışmalardan dolayı bunu fazlasıyla hak ediyor. Onun için yapacaklarımız vefanın henüz ölmediğini ispat edecektir. Fakat bu imtihanda ne yazık ki başarılı olamadık. Şahsen bu konuda özellikle Trabzon’da hiçbir çalışma yapılmamasını yadırgadım. Zira Osman Turan Trabzon’un yetiştirdiği bir değerdi. Trabzonlular bu değerlerini ne çabuk unuttular; bunu anlamakta zorlanıyorum.

    Merhum Osman Turan’ın 1914’te Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı köyünde başlayan çileli hayatı 1978 senesinde son bulmuştur. Yani O, 64 sene yaşamış fakat yaşadığı seneleri dolu dolu geçirmiştir. Kanaatimce 64 yılda belki iki asırlık iş yapmıştır. Bu da gösteriyor ki mühim olan ömrün uzunluğu değil, ne yolda ve nasıl harcandığıdır. Bu değerli ilim adamı babası Hasan Ağa’yı Birinci Cihan Harbi’nde Kafkas Cephesinde kaybetmiştir. Yani o bir şehit çocuğudur. Osman Turan, ilkokulu Çaykara’da, liseyi Trabzon ve Ankara’da bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinden 1940’ta mezun oldu. “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” adlı eseriyle doktor oldu. Doktora jürisinin başkanı Prof. Dr. Fuat Köprülü idi. 1944’te doçentliğe, 1951’de de profesörlüğe yükseldi. 1948’de Paris’te toplanan Şarkiyatçılar Kongresine “Selçuklu Türkiye’sinde Toprak Hukuku” adlı tebliği ile katıldı. 1948–1950 yılları arasında Londra ve Paris’te incelemeler yaptı. 1954 yılında Trabzon’dan milletvekili seçildi. Milletvekilliği 27 Mayıs 1960’a kadar sürdü. Yassıada’da 17 ay tutuklu kaldı. Daha sonra beraat etti. 1964’te Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı seçildi. 1967’de tekrar Trabzon’dan milletvekili oldu, 1969’da siyasetten çekildi. Biyografisinden de anlaşılabileceği gibi O, çok zorlu ve yorucu bir ömürle cedelleşmek zorunda kalmıştır.

    Osman Turan, aramızdan ayrılıp ebedî âleme göçene kadar araştırmaya ve yazmaya devam etti. Ölüm döşeğindeyken de yazma çalışmalarını sürdürüyordu. O, bizlere tarih muhtevalı zengin bir külliyat bıraktı. Yazdığı eserler, alanlarında ilk olma özelliğini taşıyordu. Özellikle Selçuklular üzerine kaleme aldıkları dünya çapında kıymeti haizdir. Onun tarih külliyatı olmasaydı bugün pek çok bilgi ve belgeden mahrum kalacaktık. Turan’ın yazdığı eserlerin en önemlileri yayınlanış tarihine göre şunlardır: “Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar” (1958) , “Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti” (1965) , “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” (1969) , “Din ve Lâiklik”, (1971) , “Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları” (1964) , “Selçuklular ve İslâmiyet” (1971) , “Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi” (1973) , “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları” (1965) , “Türkiye’de Manevî Buhran” (1978) , “Vatanda Gurbet” (1980) , “Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet” (1980) …Bu eserler sahalarında büyük boşluklar doldurmakta, Türk kültürüne ve tarihine ışık tutmaktadır.

    KTÜ bünyesinde inşa edilen kültür merkezine Osman Turan’ın adının verilmesini önemsemekle beraber Trabzonluların bu kıymetli ilim adamına olan manevî borçlarını hakkıyla ödediklerine inanmıyorum. Ölümünün 30. yılında kendisine rahmet diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 20.01.2008 - 14:43

    TÜRK ATLETİZMİNİN MÜHİM KAYBI: CÜNEYT KORYÜREK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trafik kazaları dur durak bilmiyor. Her gün birileri trafik canavarının pençeleri arasında can veriyor. Trafik kazaları ölüm oranlarının önemli bir kısmının sebebi olma özelliğini koruyor. Türkiye bu sorunun üstesinden gelemedi bir türlü. Sanki millet olarak araba kullanmayı bilmiyoruz. Direksiyon başına geçince üzerimize canavar gömleği giyiyoruz. Ne şoförler dikkatli davranıyor, ne de yayalar. Günümüzde yayalar arabadan hiç sakınmıyor. Karşıdan karşıya geçişlerde kimsenin trafik lambalarına uyduğu yok. İşi şansa bırakıyoruz. Göz göre göre kendimizi tehlikeye atıyoruz. Şoförlerimiz bazı durumlarda yayaların geçiş hakkını tanımıyor. Bunu bilmediklerinden değil, kural tanımazlıklarından yapıyorlar. Yoksa herkes yaptığı hatanın farkında. Millet olarak sorumsuz bir yapımız var.

    Trafik canavarı köylü kentli, zengin fakir, gariban şöhretli, aydın cahil ayrımı yapmadan insanları önüne katıp ölüme veya zorlu geleceklere sürüklüyor. Trafik kazalarında kaybettiğimiz şöhretli kişilerin sayısı hiç de az değil. Siyaset, sanat, müzik ve medya dünyasından birçok seçkin isim trafik canavarına kurban gitti. Bunlar arasında şarkıcı Kerim Tekin, fotoğrafçı Sami Güner, şarkıcı Ajlan Büyükburç, eski bakanlardan Adnan Kahveci, eski valilerimizden Recep Yazıcıoğlu, futbolcu Metin Oktay, gazeteci-yazar İlhami Soysal, gazeteci Ercan Arıklı, televizyon sunucusu Boran Kaya ilk akla gelenlerdir.

    Trafik kazalarında hayatlarını kaybeden ünlü simalar zincirine yeni bir halka daha eklendi. Gazeteci Cüneyt Koryürek, Şişli’de geçirdiği trafik kazasından sonra hayatını kaybetti. Harbiye’de yaya olarak yolun karşısına geçmeye çalışan 76 yaşındaki Cüneyt Koryürek’e, bir otomobil çarptı. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Koryürek’in vücudunun çeşitli yerlerinde kırıklar meydana geldiği öğrenildi. Hastanenin yoğun bakım servisine alınan Koryürek’in, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadığı açıklandı. Böylelikle spor ve basın dünyamızdan bir yıldız daha kaymış oldu.

    19 Ocak 2008 tarihinde aramızdan ayrılan Cüneyt Koryürek, alanında önemli bir kişiydi. Onun biyografisine göz attığımızda önemli işlerle uğraştığını görürüz. 1931’de doğan Koryürek, Ankara Koleji'nde orta öğretimini tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için gittiği ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki Fresno State College’da gazetecilik, halkla ilişkiler ve yakın çağlar tarihi eğitimi aldı. 1962’de Ankara’da Delta Ajansı kurdu. 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın basın müşavirliğini yaptı. Koryürek, Daily News’da Yazıişleri Müdürü olarak çalıştı. Avrasya Kıtalararası Maratonu Yarış ve Organizasyon Direktörlüğü yapan Koryürek, yedi olimpiyatta gazetecilik yaptı. Koryürek, Amerikan Atletizm Yazarları Derneği, Uluslararası Olimpiyat Tarihçiler Birliği ve Atletizm İstatistikçileri Birliği üyesiydi. Atletizm Federasyonu’nda, Genel Sekreter, Asbaşkan ve Başkan olarak görev yaptı.

    O, Türkiye’de atletizm sporuna her açıdan hâkim bir isimdi. Bu sahada her türlü görevde bulunmuştur. Atletizm antrenörlüğünden atletizm federasyonu başkanlığına kadar her kademede başarılı hizmetler vermiştir. Vaktiyle merhum Kenan Onuk’la ve Hıncal Uluç’la iyi bir ekip olmuşlardı. Onun ölümüyle birlikte atletizm sporu da bir anlamda yetim kaldı.

    Merhum Cüneyt Koryürek aydın bir insandı. Bir röportajında her gün en az iki üç saat kitap okuduğunu belirtiyordu. Aynı röportajda, sanki ölümünün trafikten olacağını sezmiş gibi trafikle ve sorumsuz şoförlerle ilgili şunları söylüyordu: “İki tane davar gütmesini bilmeyen adama direksiyonu verirseniz, o adam çılgındır, kalabalığın içine atılmış veba mikrobu gibidir. Trafiğe çıkmamaları gerekir. Aynaya bakmasını, sinyal vermesini bilmeyen insanlar, sadece iyi direksiyon kullandıklarını zannederek trafiğe çıkıyor. Bizde sanki herkes sahaya cıkmış, ayağında top, çelme atar gibi araba kullanıyor. Futbol oynama arzumuzu zannederim ki kara yoluyla çıkartıyoruz. Öyle büyük bir para cezası vereceksiniz ki, kimse altından kalkamayacak ve kaidelere uyacak. Hatta ehliyetini dahi alacaksınız.”(Cüneyt Koryürek’le Söyleşi-Nilgün Sarar Tuncay) …Hayat böyledir işte; geldik, gidiyoruz.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 20.01.2008 - 00:00

    TEVFİK SERDAR ANADOLU LİSESİ’NİN “SEMENDER” DERGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye’de ne dergiler geldi geçti kültür sanat hayatından. Bunların bir kısmı kalıcı olsa da, çoğu matbuat mezarlığındaki yerini aldı. Öyle de olsa hepsi yayınlandıkları sürece hayatımıza renk ve ahenk kazandırdılar. Dergiler bir mektep gibidir. Bu mekteplerde yetişiyor kalem erbapları. Onun içindir ki yayın hayatına başlayan her dergi beni heyecanlandırır.

    Geçenlerde Tevfik Serdar Anadolu Lisesi’nin dergisi elime geçti. Daha doğrusu bu okulun Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenlerinden değerli arkadaşım Hasan Çelik dergiyi bana gönderdi. Büyük bir ilgi ve heyecanla derginin sayfalarını çevirmeye başladım. Fakat daha evvel, derginin ismi dikkatimi çekti. Dergiye “Semender” adını koymuşlar. “Semender” sözlükte “Semendergillerden, uzun gövdeli, dört bacaklı, kuyruklu, kertenkeleye benzeyen, birçok türü bulunan bir hayvan (Salamandra) … Ateşte yanmadığına, hatta ateşi söndürdüğüne inanılan efsanevî hayvan…” anlamlarına karşılık geliyor. Hayli ilginç bir isim bulmuşlar. Kanaatimce bu kelimenin yukarıdaki anlamlarından ikincisi onları etkilemiş, onun için bu adı tercih etmişler. “Ateşte yanmamak, ateşi söndürmek” anlamları kelimeyi çekici kılıyor.

    İsimlere fazla takılıp kalmamak gerekir. Fakat şahsen bu ismi tuttum, iyi düşünülmüş… Derginin kapağını açtığımızda Semender’in Genel Yayın Yönetmeni Hasan Çelik’in “Sunuş” yazısıyla karşılaşıyoruz. Bu yazıda derginin bu ayki içeriğinden bahsediyor. Öncelikle şunu söyleyeyim ki elimdeki nüsha, derginin ikinci sayısı oluyor. Birinci sayısından haberim olmadı. Olsun, yine de bu kıymetli dergiyi tanımakta geç kalmış sayılmam.

    Derginin ilk sayfasında Tevfik Serdar Anadolu Lisesi’nin Marşı’nı görüyoruz. Şunu söyleyim ki okul marşı biraz dağınık geldi bana. Daha derin ve derli toplu bir marş olabilirdi. Fakat bugüne kadar böyle gelmişse bunun üzerinde konuşmak bize düşmez. Dergide Atatürk’le ilgili yazılara, üniversite ve meslek tanıtımlarına rastlıyoruz. Bu arada okulun daha çok 11. sınıf öğrencilerinin şiirlerine yer verilmiş. Şiirleri okuyunca çocuklarda şiirsel bir altyapının olduğunu gördüm ve gelecek adına sevindim. Tarihle ilgili bölümde yer alan “Bedeli Çanakkale’de Ödenecek” başlıklı gerçek hikâye okunmaya değer…

    “Semender” dergisi bahsi geçen okulun öğrenci ve öğretmenlerince, ortak akılla hazırlanıyor. Yani öğrencilerin dergiye katkısı büyük… Zaten öğrencinin desteklemediği, yazılarıyla beslemediği bir derginin anlam ve önemi de yoktur. Bu dergide benim Derecik İlköğretim Okulu’ndan öğrencim olan Ensar Kılıç da aktif olarak görev yapıyor. Ensar geçen ay “İnsan Hakları” konulu şiir yazma yarışmasında Trabzon birincisi olmuştu. Ben de, bir başka öğrencim ikinci olduğu için ödül törenine gitmiştim. Öğrencimi ödülünü almak üzere törene götürmüştüm. Derecik İlköğretim Okulu’ndan öğrencim olan Ensar’ın bu şiir yarışmasında birinci olduğunu orada öğrenmiş ve çok mutlu olmuştum. İnsan haklarıyla ilgili bu şiir de derginin orta sayfalarında yer alıyor. Ensar’dan gelecekte güzel eserler bekliyoruz.

    Semender dergisinin ilerleyen sayfalarında eğitici, öğretici, eğlendirici sayfalar da var. Dergide başta edebiyat öğretmenleri olmak üzere, öğretmenlerin de birbirinden güzel yazı ve şiirleri yer alıyor. Bunlar arasında Dilek Daş’ın tiyatro konulu denemesini, Hülya Çolak, F. Buket Pehlivan’ın şiirlerini, Kemal Hindistan’ın mektubunu ve Hasan Çelik’in hikâyesini özellikle zikretmek istiyorum. Bu arkadaşlarımız yazı ve şiirleriyle öğrencilere güzel bir model oluyorlar. Özellikle değerli arkadaşım, gayretli ve maharetli insan Hasan Çelik’in öyküsünü çok beğendiğimi, özgün bir anlatımı olduğunu söylemek istiyorum. Hasan Bey gibi bir öğretmeni olan okulun sırtı yere gelmez. Her okula bir Hasan Çelik lazım.

    Son yıllarda Trabzon’da pek çok okul dergisi çıkıyor. Semender de bunlardan birisi… Trabzon Tevfik Serdar Anadolu Lisesi Kütüphanecilik ve Kültür Edebiyat Kulübü tarafından çıkarılan Semender dergisi, içeriği ve sayfa düzeni kalitesiyle okul dergileri arasında dikkatleri üzerine çekiyor. Dergiler için önemli olan devamlılıktır. Temennim odur ki Semender dergisi kalıcı olsun. Ömrü saman alevinin ömrü gibi kısa olmasın.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.01.2008 - 02:32

    ÂH HİÇ BİTMESİN HOROZ ŞEKERİM! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Ne güzeldi köyümün kirlenmemiş yağmurlarında ıslanmak… Bütün kaygılardan azade, sokaklarda akşama kadar topraklarla hemhal olmak… Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp aydınlığa ‘merhaba’ demek, gönül kapılarını ve göz kapaklarını ardına kadar açarak hayata sımsıkı sarılmak, gökkuşağını hayallere yorgan eylemek… Ne güzeldi, âh ne güzeldi.

    Çocukluğumun düşleri şimdi kâbusa dönmüş. Gönül nağmelerinde çığlıklar kol geziyor. Yılların sancıları yüreğime sermiş kurşundan ağır postunu. Şefkatli elleriyle saçlarımı tarayan rüzgârlar ne çabuk fırtınaya dönüşüp yüzümü tırmaladı! ... Kapkara yalnızlıklar gönül göğümü esir aldı. Yaşamın girdabında dönüp duruyor zaman çarkının dişlileri. Ben o dişliler arasında kıymık kıymık olmuşum. Çocuk uykularım kuşların yakuttan kanatlarında çoktan semaya havalanmış, şimdi gece yarılarından sonra bile kapanmıyor yorgun gözkapaklarım. Çamurdan yaptığım atların toynakları tırmalıyor uykularımı. Sığındığım gül bahçelerinde şimdi acı bir barut kokusu kırıyor burun direklerimi.

    Tüyden hafif anlık kederlerim kurşundan ağır tasalara dönüştü. Rüzgârlarla yarışan hayallerim şimdi vadilerin yamacında sislere gömülmüş. Uyku tadındaki sevinçlerin hayali cihan değiyor şimdi. Kendi kendime aynalarla söyleşmek yeni çıktı. Kendimden çok uzakta çocuk hayallerimle avunuyorum zamanın tenhasında. “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası / Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası” bercestesini şimdi daha iyi anlıyorum. Hayat gösterdi o acımasız yüzünü. Şiddetli rüzgârlara rağmen ayakta durmak için yere sağlam basıyorum. Çocukluğumda biriktirdiğim sevgileri bugünün nefretlerine panzehir yapıyorum. Düşüyorum ayrılıkları sevginin doyumsuz hazzından. Zulmün önünde bir kale gibi durmaya çalışıyorum. Sadece sevginin ve aşkın önünde eğiliyorum.

    Sevgi ağacının dallarını kıran bu sert rüzgârlar tanıdık değil. Kuşlar çoktan başka memleketlere göç etmiş. Bu dermansızlıkla ben nereye göç edeyim. Çocukluğumun hayalleri yerini hakikatlerin deryasına bırakmış. Bu deryada ancak iyi yüzücüler hayatta kalabilir. Hapishaneler varmış fikirlerin dört duvar arasına mahkûm edildiği. Nerden bilebilirdim düşüncenin zaman zaman zehirli bir yılan kadar tehlikeli olabileceğini? Ve beni belleğimden ısırıp peşinden sürükleyeceğini… Bilemezdim, bilemedim ta ki bildirilene dek…

    Dal uçlarında patlayan tomurcukların doğum sancısı baharlara serenattı. Gönül arabalarını çeken kısraklar haramilere eğmezdi boyun. Gökyüzünden payıma düşen yıldızlara şimdi çok uzağım. Gül bahçelerindeki dikenler güllere uzanan ellerimi kanattı. Salıncaklarda sallayıp uyuttuğum ve büyüttüğüm kutlu düşlerim şimdi darağacına mahkûm… Artık kimse tutmuyor hücreleri can çekişen buruşuk ellerimi. Kimse ciddiye almıyor pembe hayallerimi.

    Tek kanatla uçulmuyor mavi göklere. Dalları bulutlara değen ihtiras ağacının kökleri çoktan kurudu. Şimdi dokunsalar hüngür hüngür ağlayacağım. Çocuk gönlümü hatıralarla dağlayacağım. Yaşlı yüreğimde her harf, her kelime ateşten bir ok gibi batıyor zerrelerime. Sevgi ırmaklarından kan akıyor hoşgörü okyanuslarına. Kuş masallarını dinlemiyor aç kurtlar. Kelebeğin ömründen daha uzun değil solgun dudakları süsleyen ve besleyen tebessümler…

    Tefe koyup zehirli naralarla çalıyorlar bizi. Eskiden kalma bir yağmurun altında ıslanıyor şekerden düşlerimiz. Sonbaharın kamçısı yaralıyor yorgun bedenimizi. Gözlerden düşen ateşli bir gözyaşı gamzelerimizde buharlaşıyor. Her geçen gün büyüyor bizi bir gün yutacak içimizdeki o derin boşluk. Neşe ağacında korku ve tasa çiçekleri açıyor kış ortasında.

    Gölgemin yetişmekte aciz kaldığı ten mülkü, şimdi gölgenin kurşundan ağırlığında eziliyor. Işıl ışıl parlayan gözbebeklerim artık kepenklerin çekileceği elemli günü bekliyor. Bu son demlerde tasanın yasası işletiyor hükmünü. Hüzzam makamındaki türküler hatıraları çağırıyor geçmiş zamandan. Pencereden gözlenenler, pencereden gözlüyor hiç gelmeyecek yolcuları. Oysa horoz şekerimin tadı hâlâ damağımda. Demek henüz ölmedim, şükür hâlâ yaşıyorum. Ne olur Rabbim her tasayı çekerim, hiç bitmesin o şirin horoz şekerim! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.01.2008 - 03:02

    SEKİZ AY ÖMÜR BİÇİLEN BİR KANSER HASTASIYLA MEKTUPLAŞMALAR
    M.NİHAT MALKOÇ

    Türkiye genelinde pek çok gazete ve dergide yazan bir insanım… Bunun yanında internette de yüzlerce yazım ve şiirim var. Okuyucularım zaman zaman yazılarımla ilgili duygu ve düşüncelerini aktarırlar bana. Ben de elimden geldiğince onlara cevap vermeye gayret ederim. Geçenlerde Ece isimli kanser hastası bir kızdan bir mesaj aldım. Bu kardeşimiz asrın en yaygın hastalığı olan kansere yakalanmış. Tıp otoriteleri ona ancak sekiz ay ömür biçmiş, fakat o Allah’ın izniyle nice sekiz ayları devirecek. Bu hayat dolu kızımızla yaptığım yazışmaları o kişinin ruh halini yansıtması açısından dikkatlerinize sunmak istiyorum:
    ………………..
    “Nihat Abi Ben Ece;
    Daha önceden de yazılarınızı hep okurdum ve yazdıklarınıza, kimseye boyun eğmeyişinize hayran kalırdım... En son tesadüfen Kahve Molası’nı keşfettim ve orada da olduğunuzu gördüm... Sigarayla ilgili yazınız beni çok etkiledi... Ben de kanser hastasıyım ve hayatı bu yaşta fazlasıyla sorgulama ve anlama duygularını yaşadım... Ama öğrendim ki, her şeyi kabullenmek ve olumlu düşünmek daha rahat yaşamayı sağlıyor... Neyse abi, size kolay gelsin ve Allah her şeyi gönlünüzce versin...”
    ………………..
    “Kıymetli Ece Kardeşim;
    Sesime ses verdiğiniz için size sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Okuyucumun olumlu ve olumsuz bütün tepkileri benim için çok önemlidir. Yazılarımı okuma nezaketinde bulunduğunuz için size şükranlarımı sunuyorum. Kıymetli kardeşim; Hayat bir imtihandan ibarettir. Bizler bunun için dünya denen bu geçici mekândayız. Hepimiz hoş bir seda bırakmanın gayreti içerisinde olmalıyız. Hayatı sorgulamak ve anlamak için azami gayret göstermeliyiz. Fakat neticede o büyük ilahî güce de teslim olmayı da bilmeliyiz.
    Size gelince, hastalığınıza çok üzüldüm. Fakat pozitif düşünen, hayata hayat dolu gözlerle bakan bir kişi olduğunuzu ele veriyor satırlarınız. Hayata böyle gülen gözlerle bakan ve böyle müspet düşünen kişilerin en kötü hastalıkları da yenebileceğine inanıyorum. Göreceksiniz kanser hastalığı bir gün önünüzde diz çökecek. Yeter ki moralinizi yüksek tutun. Rabbim şifasını üzerinizden esirgemesin. Selâm, saygı ve muhabbetlerimle… Allah’a emanet olunuz.”
    ………………..
    Ece’den… Abi ne kadar nazik ve duyarlı bir insansın... Cevap vermen beni çok duygulandırdı... Allah ailenizle, sevdiklerinizle çok güzel günler nasip etsin... Dediğiniz gibi olumlu düşünmeyi alışkanlık haline getirdim... Ve kaderin önüne geçilemiyorsa, o zaman kaderi güzelleştirmek için mücadele etmeliyiz diye düşünüyorum... Evet, bana doktorların koyduğu ömür 8 ay... Keyfine bak ve hayatı yaşa dediler... Ama ben eminim daha nice 8 aylar geçireceğim.... Çünkü Allah’a inancımla, hayata bağlılığım hiç eksilmedi...
    Kolaylıklar diliyorum abi.... Saygılar.... Ece.....”
    ………………..
    “Kıymetli Kardeşim Ece;
    Tıp insana ömür biçmede çok kere yanılmıştır. İnşallah sana biçtikleri ömrün hesabında da yanılacaklardır. Canı bir emanet olarak veren de, alacak olan da Allah’tır. Ona teslim ol, ötesini düşünme. Sen nice sekiz aylar yaşayacaksın. Rabbim nelere kadirdin. Onun hazinesi hiçbir zaman tükenmez. Çok çok dua et… Ne istersen öncelikle Allah’tan iste… Zira mülkün gerçek sahibi odur. Hepimiz bu yalan dünyada emanetçiyiz. Kaç yaşında olduğunu merak ettim. Şayet yaşını bilirsem ona göre konuşma, hitap etme imkânı bulurum. Ben senin için dua ediyorum Allah’a… Sen de hayata dualarla tutun. Allah yâr ve yardımcın olsun. Gelecek günlerin hep güzel ve aydınlık olsun. Allah’a emanet olunuz. Selâm, saygı ve muhabbetlerimle…”

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 13.01.2008 - 02:05

    AŞKIN MODASI GEÇMEZ

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsanoğlu geçmişten bugüne dek aşk üzerine neler söyledi neler… Aşk hiçbir zaman hayatın gündeminden düşmedi. Tabir caizse onunla yattık, onunla kalktık. Acılarla yaralanan yürekleri sevgi merhemiyle pansuman ettik. Kirlenen duygularımızı aşkın sevinç gözyaşlarıyla yuğduk. Sevginin enginliğinde derinleşip adeta filozof mertebesine yükseldik. Gün geldi acıları dondurduk, öfkeleri öldürmek için üzerine tuz bastık. İki gönül arasında seyri seferler gerçekleştirdik. Aşkı talan edenlerin önünde sert ve aşılmaz bir duvar olduk.

    Aşka yatırım yaptıkça o da bize karşılık verdiğinin bir nişanesi olarak tebessüm eyledi. Solan yüzümüz can buldu. Aşk, mantığın çelikten kapılarını hissiyatın pamuk balyozlarıyla kırdı. Bilinmeli ki her şeyi göze almak anlamına da gelen aşk, aklın zincirlerini kırarak duygularımızı öne çıkarır. Onu tarif etmek ne gereklidir, ne de mümkündür. Değerli şair ve yazar dostlarımızdan Ömer Öner aşkın tanımı konusunda şu manzum cevabı veriyor bizlere:

    “Aşk, tarifle bilinmez, sen yaşarsan bilirsin
    Kalbindeki sevgiyle, çok taşarsan bilirsin
    İçindeki benini, bir aşarsan bilirsin
    Aşkı bir tarif etsem, bana bin kalem yetmez
    Vermek için cevabı, sana bin âlem yetmez.”

    Aşkını apartman duvarlarına, köprülerin korkuluklarına, şehrin görünen muhtelif yerlerine yazanlara şaşarım, şaşmakla da kalmaz onları bir de kınarım. Ağaçların iri gövdelerine kalp işaretleri kazıyıp içinden bir de ok geçirmek midir sevginin yüce belirtisi? Oysa kalplerin kilidini açacak anahtarı bulmak için senelerce aramak, bulamayınca yine de ümidini muhafaza etmektir aşkın katıksızı. Ne yazık ki günümüzde sadece sebze ve meyveler değil, aşklar da hormonlarla kısa zamanda, doğal sürecini tamamlamadan büyütülüyor. Fakat bu suni büyümeye kananların sevinçleri ne yazık ki kursaklarında kalıyor. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyhâ, Ferhat ile Şirin aşklarının sembolleşmesi ve sevenlerin gönlünde emsal teşkil etmesi bu büyük sevgilerin doğal sürecini tamamlamış olmasındandır.

    Aşk yüreğe düşünce şebnemler girer aşığın deli kanına. Sevda yağmurları bir kez yüreğe yağmaya görsün, gönül bahçelerinde kuruyan aşk çiçekleri başlarını kaldırarak ölmediklerini cümle âleme haykırırlar. Sevgi çiçeklerinin yaprakları gürleşir, renkleri parlaklaşır. Öte yandan aşkı yürekte değil, bilekte yaşayanlar bu duyguya ne kadar da ihanet ediyorlar. Oysa aşkın hâkimiyetinde bilekler köle olmayı en büyük özgürlük sayarlar kendilerine. Oldum olası aşkı için ölenlere ve öldürenlere şaşarım. Aşk yaşamak ve yaşatmak içinse aşk için ölmek ve öldürmek de neyin nesi? Neden sevgiye de şiddet bulaştırır olduk?

    Bazıları aşkın melalini hazzından muteber sayarlar. O melal onları olgunlaştırırmış hesapta. Şairin dediği gibi “Melâli anlamayan nesle aşına değiliz” biz… Lakin durup dururken hazları elimizin tersiyle itip suni bir melal havası yaratmak da akıl kârı değildir kanımca. Kendi doğallığında, kendiliğinden gelen melal başımızın üstünde yer bulur. İçimizde kümelenen esrik duygular ruhumuzu tenden koparıp sürgünlere mahkûm eyledikçe yalnızlaşır ten… Dalından koparılmış solgun bir güle döner sevda… Maveradan kopup gelen beyaz atlılar gönlü peşine salıp hangi uzak diyarlara götürürler gurbet diyerek? ...

    Zaman aşktan yanadır elbet. Sular yerçekimine boyun eğer, aşklarsa yürek çekimine. Yusuflar Züleyhaları, Mecnunlar Leylaları yürek mezarlıklarına gömse de aşkın ruhuna fatiha okumak kimsenin aklına gelmez. Aşk ölse de dirilmek için ölür. “Her dem yeniden doğarız/ bizden kim usanası” diyen şairin yüreğindeki aşk ateşi sönmedikçe, aşk ve muhabbetin uzun gölgesini hançerleyenler, ancak yere düşen kendi gölgelerini hançerlemiş olurlar. Aşkta Yusuf olmak ve Yusuf kalmak alevleri avuçlamaktan, hatta göğsünde taşımaktan farksızdır.

    Aşk hiçbir zaman modası geçmeyen ve soluk aldıkça tazelenen ölümsüzlük iksiridir. Aşkı gönüle değil, belleğe sığdırmaya çalışanlar, onu anlamaktan uzak idrak fakirleridir.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta