GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…
Beni duygu atmosferine çeken şâirlerin başında Yunus Emre gelir.13.yüzyıldan günümüze ses veren bu halk ve Hak aşığı Türk tasavvuf şiirini zirveye taşımıştır.Türkçe’nin esamisinin okunmadığı bir dönemde ortaya çıkan Yunus Emre,Türkçe’nin gür sedasını dünyaya duyurmuştur.Manevî dünyamızı mamur etmiştir.Onun iç dünyasını bize en iyi anlatan beyit şu olsa gerek:
“Beni bende demen bende değilim,
Bir ben vardır bende benden içerü”
Ruhumun ikliminde fırtınalar estiren eski şâirlerden birisi de Fuzuli’dir.16.yüzyılın efsane şâiri olan Fuzuli,Divan şiirine yepyeni bir soluk getirmiştir.Dili ustalıkla kullanan ve kelimeleri muhayyilesinde yoğuran bu klasik şâirimizin üzerimdeki tesiri büyüktür.Hele birbirinden doyumsuz gazelleri yüzyıllar geçse de eskimez.İlk yazıldığı günkü güncelliğini ve sıcaklığını muhafaza eder.Şu dizeleri hâlâ hafızalarımızdadır:
“Mende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-i sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var”
Bilindiği gibi Şeyh Galip,Divan şiirimizin son büyük şâiridir.18.yüzyılda yaşamıştır.Kendisi Mevlevî şeyhidir.İlâhî aşkın zirvelerinden biridir.Ona göre aşk; “Mumdan yapılmış gemiyle, ateş denizlerinde yüzebilmektir.” Böyle bir gönül eridir O…Şu beyti çerçevelenip asılmaya lâyıktır:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.”
(Kendine hoşça bak ki âlemin özü sensin,
Kâinatın gözbebeği olan insansın sen.)
Sevdiğim ve etkilendiğim isimlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, Cumhuriyetten evvel doğmuş,Cumhuriyet döneminde de yaşamış,saf Türkçe’yi kullanarak arûzla şiirler yazılabileceğini ispatlamış bir üstât şâirdir.”Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyecek kadar da Türkçe sevdalısıdır.Şiirlerindeki dil işçiliği bir kuyumcu titizliğindedir.Onun hayata bakış açısını şu beyitte görebilirsiniz:
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Beni çilenin girdabına sürükleyen şâirlerin başında gelir Necip Fazıl…Bir parçam olur yakıcı dizelerin kavşağında…Onunla aynı teraneden çalar ruhumun orkestrası…Yok olurum onun beninde….Işık olur karanlık dünyama…Hiç şüphesiz ki Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyüğüdür Necip Fazıl….O sadece şiir yazmamış,fikrin çilesini çekerek eserlerine yansıtmıştır.Onu anlatmaya satırlar yetmez.Onun hayata ve sanata bakışını şu beytiyle özetleyebiliriz:
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”
İstiklâl Marşı’mızın şâiri olan Mehmet Akif Ersoy dürüstlük abidesidir.Şiirimdeki gerçekçiliği ona borçluyum.Akif,şiirlerinde hep haktan ve hakikatten dem vurmuştur.Safahat’ta dünyevî sevgililere yazılmış bir şiir bulamazsınız.O milletinin gür sesidir.Akif’in sanat anlayışı şu dizelerde saklıdır:
“Hayır,hayâl ile yoktur benim alış verişim
İnan ki:her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun,hakikat olsun tek..”
Bayrak şiirlerinin en güzelini yazarak kendini “Bayrak Şâiri” olarak kabul ettiren Arif Nihat Asya da gerçekçi bir sanat anlayışından yola çıkarak şiirlerini kaleme almıştır.Şiirlerini ölçülü ve serbest tarzlarda yazmıştır.Şiirimdeki millî unsurlar ondan mülhemdir.Asya’nın dünyaya bakışını şu dörtlükte görebiliriz:
“Tarihlere,destanlara yol bulabilsem
Hiç durmadan düşünmeden geri giderim...
Buna şaşma ki geçmişte yaşamayı ben,
Gelecekte yaşamaya tercih ederim.”
Ahmet Hamdi Tanpınar,az ve öz şiir yazan şâirlerimizin başında gelmektedir.Şiirlerimdeki soyutlamalarda ondan çokça etkilenmişimdir.Tanpınar,şiirlerinde soyut kavramlara sıkça yer vermiştir. “Bursa’da Zaman” şiiri hepimizin hafızalarında yer etmiştir.Tarihle zamanı ve mekânı ustaca terkip etmiştir bu şiirde. Bursa’daki tarihî dokuyu geçmiş zamanın tılsımıyla bütünleştiren bu şiirde onun hayata ve şiire bakışı da görülebilir:
“İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayâl içinde... Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk..
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyâsı bu cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.”
Hecenin beş şâirinden biridir Faruk Nafiz Çamlıbel…Millî veznimiz olan heceyi ustaca kullanmıştır.Heceye sadakatimin altyapısında Çamlıbel’in izlerini görebilirsiniz.O heceden taviz vermemiştir.Bu vezne esneklik getirmiştir.Kuruluğu ve sıradanlığı bertaraf etmiştir. “Han Duvarları” adlı eseriyle Türk şiirini İstanbul sınırlarına hapsolmaktan kurtarmıştır.Şiirin ufkunu genişletmiştir.Eserlerinde pastoral öğelere ağırlık vermiştir.Hepimizin hayatında Çamlıbel’in “Han Duvarları” adlı şiirinden izler vardır:
“Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..”
Son dönem Türk şiirinin göz ardı edilen başarılı şâirlerinin başında Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelir.Tarihten ilhamını almıştır.Şiirde sessiz ve derinden yol alan Gençosmanoğlu,hep gündemin dışında tutmuştur kendisini.Onun içindir ki şiirdeki ağırlığı fark edilememiştir.Dede Korkut’un günümüzdeki gür ve kararlı sesidir Gençosmanoğlu….Onun Türk’e seslenişini ifade eden şu dizeler ne kadar yerinde söyleyişlerdir:
“Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun...
Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene? ”
Şiir uçsuz bucaksız bir derya…Bu derya içinde nice inciler gizli…Türkler, hissiyatı fazlasıyla inkişaf etmiş bir millet…Onun içindir ki küçük büyük çoğumuz şâir yürekliyiz.Şâir doğarız anamızdan…Hayatın çileleri ruhumuzu derinleştirir.Dünyaya bakışımız yüzeysel olmaktan kurtulur.Eşyanın görünmeyen yüzüyle hemhâl oluruz.Bu kesafet sürer gider.
Fikrimin ve şiirimin şekillenmesinde her ne kadar zikrettiğim bu on isim tesirli olmuşsa da bu isimleri çoğaltmak mümkündür.Çünkü bu milletin güzel ruhlu söz üstatlarını on kişiyle sınırlandırmak ötekilere haksızlık olur.Milletini,dinimi,dilimi,edebiyatımı,şiirimi,şâirlerimi,tarihimi ve kültürümü çok seviyorum.Allah bu millete zeval vermesin.
KARADENİZ’İN ASİ ÇOCUĞU: KÂZIM KOYUNCU
M.NİHAT MALKOÇ
İnsanları birleştiren bir kısım unsurlar vardır.Bu unsurlardan biri de müziktir.Müziğin dili de kanaatimce evrenseldir.Tabiki siyasî içerikli müzikleri bunun dışında kabul ediyoruz.Çünkü o tarz müziklerde farklı gayeler bulunabilir.
Karadeniz müziği de ülkemizin zengin müzik yelpazesinin bir parçasıdır.Bu müziğin ana enstrümanı kemençedir.Bunun dışında tulum da özellikle Artvin taraflarında yaygın olarak kullanılır.
Ülkemizde farklı ırklardan insanların bulunduğu bir gerçektir.Fakat hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında birleşiyoruz.Zaten bugünkü dünyamızda saf bir ırktan oluşan devlet ve millet göstermek mümkün değildir.Bu belki gerekli de değildir.Zira bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’da onlarca ırktan insanlar ortak bir eksende daha mutlu ve refah içinde yaşamanın mücadelesini vermişlerdir.Bu mücadele altı asrı aşkın bir süre başarılı bir biçimde devam etmiştir.
Müzikte de farklı renklerin olması bir zenginliktir.Aksi hâlde yeknesak ve sıkıcı olur.Bundan dolayı farklı dillerde müzikler yapılmaktadır ülkemizde…Bu dillerden birisi de Lazca’dır.Fakat gerçekten kendi grameri ve kelime dağarcığı olan Lâzca’dan bahsediyoruz.Hani yaygın bir yanlış kanı vardır ya…Karadeniz’de yaşayanları Laz olarak nitelerler.Onların konuşmalarına da Lazca derler.Oysa Karadeniz’de sadece Rize ve Artvin civarında az miktarda Laz vardır.Bunlar kendi aralarında Lazca konuşurlar.Fakat ırklarını asla ön plana çıkarıp tartışma konusu yapmazlar.Kardeşçe yaşarlar…Zira bu devlet hepimizindir.Herhangi bir ayrım yapmak ihanettir.
Kansere yenilerek ebediyete göçen Kâzım Koyuncu da Laz müziği yapan değerli bir insandı.Çok kaliteli ve özgün müzikler yapıyordu.Kaçkarlar’ın gür sesini Türkiye’ye ve dünyaya duyuran bu yürekli insan,Karadeniz ezgilerine hayat veriyordu. Peki kimdi Kâzım Koyuncu? ...Biraz daha yakından tanıyalım merhumu….
Hopa'da 1972 yılında doğan Koyuncu, müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul'a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşan Koyuncu, 1992'de profesyonel müzik yaşamına geçti. Karadenizli genç şarkıcı Kazım Koyuncu, Türkiye'nin ilk laz-rock grubunu kurmuştu.
Türkiye'nin ilk laz-rock grubu olan “Zuğaşi Berepe” yi kuran Koyuncu, bu grupla 1995'te “Va Mişkunan” (Bilmiyoruz) , 1998'de de “İgsaz” (Gidiyor) isimli albümleri yaptı.
Koyuncu, 1998'in sonunda “Zuğaşi Berepe” nin dağılmasının ardından tek başına müziğe devam etti ve “Salkım Söğüt” isimli projelerin ikincisinde üç şarkıyla yer aldı.
Kazım Koyuncu, 2001 yılında ilk solo albümü “Viya” yı çıkardı. Daha sonra bir TV kanalında yayınlanan ve çok sevilen 'Gülbeyaz' adlı dizinin hem müziklerini yapan, hem de dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak görev alan Koyuncu, 'Sultan Makamı' dizisinin de müziklerini hazırladı.
İkinci solo albümü “Hayde” yi Nisan 2004'te çıkaran Koyuncu, yaklaşık altı aydan beri kanser hastalığıyla mücadele ediyordu.
Çok genç yaşta ayrıldı aramızdan Koyuncu….Henüz 33 yaşında iken….Yaşasaydı kim bilir neler yapacaktı.Karadeniz ezgilerini dünyanın öbür ucuna taşıyacaktı.
Geleneksel Karadeniz çalgıları olan kemençe, tulum ve kavalın yanı sıra zamanın sesleri olan gitarlar da Kâzım Koyuncu’nun müziğini besliyordu.
Kanser asrımızın vebası…Son yıllarda kanser vakalarında hızlı bir artış var.Kimin ne zaman kanser olacağı belli değil.Hepimizde bir korku var kansere dair! ...Ya sıradaki bensem…Kim bilir,kader deyip geçiyoruz.Acaba bu kadarı da kader mi? Çernobil’den sonra kanserden ölen kişilerin sayılarının artması tesadüf mü? Parça parça ölüyoruz.
Uzun saçlı,yakışıklı ve sempatik insan Kâzım Koyuncu yok artık aramızda…Tekrarı yok bu filmin….Onu yaşatacak tek şey var… O da kısa ömrüne sığdırdığı birbirinden güzel müzikler…Müziğin sıradanlaştığı ve üretkenliğin azaldığı bu dönemde onu kaybetmek üzücü…Fakat onun yolundan gidecek ve bu alanda yeni ezgiler üretecek yeni insanlar da gelecektir elbette….Hayat iyisiyle kötüsüyle devam ediyor.Genç ölüye Allah’tan rahmet diliyorum.
ÇOCUKLAR VE KİTAPLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Kitabın ne denli mühim bir öğrenme vasıtası olduğu gerçeğini artık anlamayan ve kabul etmeyen yoktur.Çocuk olsun,yetişkin olsun,bütün fertler kitapların o samimi sevgi ve sıcaklığına muhtaçtır.Çünkü onlardır bize yarınların başarı ve mutluluk reçetesini sunan…
Kitapla çocuk tıpkı anneyle yavrusu gibi birbiriyle iç içe ve sarmaş dolaş olmalıdır.Nasıl ki bebeğin bedeni anne sütüne muhtaçsa öyle de çocuğun ruhu,zihin ve dil gelişimi için kitaba muhtaçtır.Fakat kitap derken sadece ders kitapları anlaşılmamalıdır.Ders kitapları daha çok bilgi aktarımına yöneliktir.Oysa henüz filizlenen genç dimağların bilginin yanında edebî metinlere ve ruh zevki kazandıran eserlere ihtiyaçları vardır.Bu da şiir,roman,hikâye,masal,tekerleme ve diğer edebî türlerle sağlanabilir.
Okul öncesi dönemde resimli kitaplarla tanışan çocuklar,ilerde kitaba karşı ilgi ve sevgi duymaya başlarlar.Resimli kitaptan,oyun kitaplarına,okumayı söktükten sonra da hikâye ve basit romanlara geçen çocuğun kitaba dair serüveni ömrünün sonuna kadar devam eder.Bu yaşlarda kazandırılan davranışlar kalıcı ve tesirli olur.Fakat ailedeki fertlerin de bizzat çocukla beraber oturup kitap okumaları,sözkonusu davranışın kısa zamanda yerleşip kökleşmesini sağlar.
Ömrünün daha ilk yıllarında kitapla tanışan çocuklar kısa zamanda sosyalleşirler.İçe kapanık ve yalnız yaşamaktan kurtulurlar.Okudukları herhangi bir roman ve hikayedeki kahraman,onun için anne babası gibi örnek alınacak bir model olur.Bunu göz önünde bulundurarak yarınlarımızın ışığı olacak çocuklarımızın iyi bir insan olabilmeleri için onlara rastgele kitap okutmamalıyız.Hiç okumamak rastgele okumaktan iyidir.Çünkü kitaplardaki kötü örnekler zihinleri tahrip ederek çocuğun karakterinin menfi yönde şekillenmesi sonucunu doğurur.Bu hususta anne,baba ve öğretmenlere büyük görevler düşüyor.
Çocuğa “oku” demekle üzerimizdeki sorumluluğu atamayız.Çünkü pek çok çocuk neyi,niçin,nasıl okuyacağını bilmiyor.Onları bu konuda yönlendirmeliyiz.Özellikle ilk okuma çağındaki çocuklarla birebir ilgilenmeliyiz.Bu hususta neler yapabiliriz? İşte size çocuk gelişim uzmanlarının sunduğu olmazsa olmaz öneriler:
•Basit ama eğlenceli, bol ve ilgi çekici, canlı renkli resimleri olan kitaplar seçin.
•Çocuğunuzun ezberleyebileceği kadar kısa ve tekerlemeleri olan öyküler seçin.
•Çocuğunuzu yazma ve okumaya yönlendirecek ilgi çekici etkinlik kitapları alın.
•Kitabı o size okumadan önce, siz ona okuyun. Eğer tekrarlanan tümceler varsa
birlikte tekrarlayarak eğlenin.
•Kitabın resimleriyle ilgili konuşun. Önce bütün resimlere bakıp, sonra öyküyü okuyabilirsiniz. Sakın çocuğunuzun okumayı söktüğünü kanıtlamak için resimleri kapatarak okumasını istemeyin. Resimlerin yardımıyla okumak, önemli bir “Okumaya Başlangıç” yöntemidir.
•Okurken takıldığı yerlerde çocuğunuzu zorlamadan ve yumuşak bir sesle o sözcüğün ne olabileceğini sorun. “Baş harfinin sesi nedir? Buraya nasıl bir sözcük uyar? ” gibi sorularla düşünmesini ve hatırlamasını sağlayın.
Çocukluk yıllarında edindiğimiz bilgi ve beceriler belleğe kazınır; kolay kolay unutulup yok olmazlar.Bu yaşlarda elde edilen kelimeler,dil zevkimizin şekillenmesinde belirleyici bir rol oynarlar.Ne kadar çok sözcük bilirlerse o kadar zengin bir düşünce ve hayal dünyası inşa edebilirler.Okunan her hikaye ve roman yeni bir dünyanın keşfidir onlar için…Belli bir noktadan sonra da kendi yazı ve hayal kurgularını teşkil etmeye başlarlar.Bu okumaktan yazmaya geçmenin ilk işaretidir.Bu süreç böylece gelişip zenginleşerek devam eder.
Günümüzde çocuklara yönelik kaliteli kitap bulma sıkıntısı yaşanıyor.Henüz Ömer Seyfeddin ve Kemaleddin Tuğcu’yu aşan bir isim yok…Bu,çocuk edebiyatının ihmal edildiğini ve kısırlaştırıldığını gösteriyor.Hâlâ Batı kültürünü ve inançlarını aksettiren “Polyanna,Seksen Günde Devr-i Âlem,Pinokyo,Küçük Kibritçi Kız,Parmak Kız,Kül Kedisi,Alice Harikalar Diyarında,Kırmızı Başlıklı Kız…”.vb. kitaplara mahkûm çocuklarımız…Bunları okutmaya mecbur muyuz?
Bizim 624 yıllık Osmanlı,82 yıllık Cumhuriyet,binlerce yıllık da İslâmiyet öncesi Türk tarihimiz vardır.Niçin bu kadar uzun ve köklü tarihi olan bir millet,Batı’nın sözde kahramanlarının düzmece hikâyelerine mahkum olur? Niye kendi kahramanlarımızın hayat hikâyelerini yazarak çocuklarımıza sunmayız.Birkaç münferit örnek olsa da bu alanda çok büyük boşluklar ve eksiklikler vardır.Bu da millet olarak çocuklarımıza hakiki manada kıymet vermediğimizi gösteren bir örnektir.
ŞÂİR M.NİHAT MALKOÇ’LA ŞİİRSEL YOLCULUK….
Mustafa CEYLAN-1- Gazeteci,Şâir ve Yazar M.Nihat Malkoç'u bize anlatır mısınız? Kimdir, şiire ne zaman başlamıştır? Şiire ilgi nasıl başlamıştır? Genç şairlerin dergilerde ürünleri yayınlanması için ne gibi yollar izlemeleri gerekir? Siz şiirinizi ilk olarak hangi tarihte, hangi dergide yayınladınız? O anki duygularınız nelerdi?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Trabzon’un dağ köylerinden biri olan Gündoğan’da doğdum.Buranın Trabzon’a uzaklığı 60 km civarında...Köyde geçti çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız…Rahmetli babam ben doğduğum yıl Almanya’ya gitmişti.Ekmek parası için Trabzon’un bir dağ köyünden kalkıp Almanya’ya gitmek kolay olmasa gerek…Ben ailemin en küçük çocuğuyum…Bizim buralarda en küçük çocuğa,özellikle erkek çocuğa bir başka değer verirler.Ben de bu konumdaydım…Fakat köy yerinde çocukla ilgilenecek zaman bulmak pek mümkün değildir.Anneler sabah erkenden evden çıkarlar akşam karanlığında eve dönerler.Arazilerimiz dağlık ve engebeli olduğu için traktör kullanma imkânı yoktur.Herşey insan gücüyle gerçekleştirilir.
İlköğretimin birinci kademesini komşu köy olan Güneşli’de okudum.İkinci kademeyi(o zaman ortaokul derdik) Köprübaşı ilçesinde okudum.Köyümüzün yolu yoktu.Patika yollardan ve fındık bahçelerinden giderdik.Okulla köy arası yedi kilometreydi.Yani yedi gidiş,yedi geliş; toplam 14 km….Üçü ortaokul,üçü lise olmak üzere altı yıl boyunca her gün 14 kilometrelik yolu katettim.
Okulda derslerimizin çoğu boş geçerdi.Branş öğretmeni sayısı üçü beşi geçmezdi.Bu durum biz öğrencileri umutsuzluğa iterdi.Fazla bir şey öğrenemezdik okulda…Fakat Türkçe ve Edebiyat derslerine bir başka ilgi duyardım.Okulumuzda eğitim gün boyu sürerdi.Öğleleri annemden aldığım harçlıkları yemez,kitap alırdım.Kitap sahibi olmak bana tarifsiz bir haz verirdi.Yemek için harcadığım parayı ziyan kabul ederdim.Özellikle Hazreti Ali Cenklerine ilgi duyardım.Bir gün Karacaoğlan’la ilgili bir şiir kitabı satın aldım.Eve giderken yemyeşil fındık bahçesine uzanıp bu koşmaları bir solukta okudum…Hatta ezberledim bir kısmını…İçimde bir kıpırdanma ve duygu seli hissettim..Bundan sonra artık fındık bahçelerinde oturup tabiatı temaşa ediyordum.Bu,zamanla yazmaya kadar vardı.O günlerde babaannem vefat etti…Bu hadisenin tesirinde kalarak ilk şiirimi yazdım.Bu,iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi benim için…
Lisede ve üniversitede çok başarılı bir öğrenci değildim.Fakat üniversiteyi ilk yılımda, hiçbir dershaneye gitmeden kazandım…İki hedefim vardı:Birincisi hukukçu olmak,ikincisi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni….Nasip ikincisineymiş…1988 yılında girdiğim KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü 1992 yılında bitirdim.
Eskiden Kültür ve Turizm Bakanlığı “Gençliğin Sesi” adlı bir dergi çıkarıyordu.İlk şiirim 1988 yılında bu dergide yayınlandı.Şiirin adı “Gece yarısı” idi.Çok kaliteli,kuşe kâğıda basılan bir dergiydi.O zaman eseri(şiir,yazı) yayınlananlara telif ücreti ödüyorlardı.Bana da o zamanın parasıyla iyi bir telif ücreti ödemişlerdi.Dünyalar benim olmuştu.Hem ilk şiirim yayınlanmıştı,hem de bir miktar para kazanmıştım bu işten…Şöyle başlıyordu yayınlanan ilk şiirim:
“Bir ân sükûnet etrâfı kaplar
Sevdalıların yüreği hoplar
Aklını hayâllerinde toplar
Alır bir keder gece yarısı”
Ta o zaman başlamıştı heceye olan meylim ve aşınalığım…Bugünkü gençler bu konularda çok şanslı….Çünkü pek çok yayın vasıtası var onlar için….Bizim için o derece imkânlar yoktu…Bugün kitle iletişim araçları çok yaygınlaştı…Hele hele internet çıktıktan sonra sınırlar coğrafya kitaplarının tozlu sayfalarında kaldı…Artık her şey mause(fare) ve klavyenin sihirli tuşlarında…Bugun hem gençlere,hem de usta şâirlere seslenen edebî dergiler var…Hatta pek çok okul,dergi çıkarıyor…Bu dergilerin sayfaları genç kalemlere açık….Hemen hemen her derginin elektronik posta adresleri var.Oturduğun yerden yazını/şiirini gönderebilirsin…Bilgisayarın yoksa bu da dert değil…Her taraf internet-cafe dolu…
Mustafa CEYLAN-2-Sizce şiir nedir ve ne değildir? İyi şiir nasıl olmalıdır?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Şiir,başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu,düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır.Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir.Yani her insan şiir yazamaz.Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez.Şâirlik Allah vergisidir bir yerde…Çalışmayla,zorlamayla ve inatla şâir olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şâirlik ruhu olmayan insanlar, karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur,döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider.Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz.
Şiir imkânsızı yakalama olayıdır.Tarifi imkânsız duygular şâirin belleğinden süzülerek şiir olur.Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır.Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz.Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller.Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar.Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar.Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır.Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir.Hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur.Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır.Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır,ne de azaltır.Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir.Şiirin güzelliği şâirin ruhunda gizlidir.
Mustafa CEYLAN-3-Şiirimizin dünü, bugünü ve geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Bu konu o kadar geniş ki nereden başlayacağımı bilemiyorum…Bu mevzuda bana bir kitap yaz deseniz yazabilirim! ! ! Şiir insanlıkla yaşıt…Çünkü hisler ilk insan ve ilk peygamber Hz.Adem’in yaradılışıyla var olmuştur.Şiirimizin dünü muhteşem….Adeta bir derya…624 yıllık Osmanlı medeniyeti çok zengin bir şiir mirası bırakmış bizlere…Hatta bu konuda çok daha gerilere gidebiliriz.Göktürkler ve Uygurlar’dan bize kalan koşuk, sağu ve destanlar bu alanda ne kadar zengin bir şiir mirasına sahip olduğumuzu gösterir.
Osmanlı Devleti döneminde şâirler padişahlar tarafından korunarak ödüllendirilmişlerdir.Zaten Osmanlı her yönüyle şiir gibi bir devletti.Padişahlar bile şiir alanında kalem oynatmışlardır..Şâirler Osmanlı sarayının şeref misafiri olmuşlardır.Divan şiiri bugüne kadar aşılamamıştır; bugünden sonra da aşılamaz.Çünkü bu dönem şiiri sanat açısından mükemmellik arzetmektedir.Divan şiiri son büyük Divan şâiri Şeyh Galip’le son bulmuştur..Ondan sonra Tanzimat,Servet-i Fünûn,Fecr-i Âti,Millî Edebiyat,Beş Hececiler,Garipçiler,İkinci Yeni…vs.gelmiştir…Onlar da kendilerince bir şeyler yapmışlardır.Fakat bu dönem şiirinde çok başlılık ve başına buyrukluk hakimdir.Bu da mükemmelliğe varan yolları tıkamıştır.Kısır tartışmalar ve saplantılar alıp başını gitmiştir…Bu konu çok uzun olduğu için bu kadarla yetineceğim.
Gelelim bugüne,iki binli yıllara…Bugün şiire büyük bir alâka duyulmaktadır.Fakat günümüz şiiri henüz organize olamamıştır.Herkes bir şeyler yazıyor ama bu yazılanların ne kadar şiir olduğu sorgulanmamaktadır.Meşhur hikâyedir:Bektaşî’ye sormuşlar: “-Hocam abdestsiz namaz olur mu? O da: “Ben kıldım oldu demiş…” Misal o misal…”Ben yaptım oldu” misali herkes kendi dünyasında…Öyle şiirler yazılıyor ki bunlardan şiiri yazan da bir mana çıkaramıyor.Güya ne kadar kapalı yazarsan o kadar güzel olurmuş.Ne masal şey! ....Açılamayan,tahlili mümkün olmayan şiirin kime ne hayrı dokunur.Bir yığın deli saçmasını üst üste yığmak şiir mi olur Allah aşkına! Şiir ne kadar anlaşılmaz olursa o kadar değeri artar yanılgısı içerisinde olanlar,bir arpa boyu yol alamayan zavallılardır......Başını kuma gömen şâirler,güneşin varlığını inkâr edecek kadar ifrat ve tefrit bataklığında yüzüyor…Birileri de buna çanak tutuyor.Bu tarz şiir yazanlar zeytin yağı gibi üste çıkıyor; rağbet görüyor.Anlaşılır şiir yazanlar da sıradanlıkla itham ediliyor.Bu ne perhiz,bu ne lahana turşusu! ....
Her şeye rağmen insanların yazması iyiye işarettir.Bundan mutluluk duymamız lâzım…Yazandan değil,yazmayandan kork…Yazan,söyleyecek sözü olan insandır…Yani bilgi ve birikim sahibidir.Fakat hak edenlerin bir yerlere gelememesi,tam tersi olarak hak edemeyenlerin şiir üstadı diye piyasada cirit atması bu işten anlayan insanları üzüyor.
Mustafa CEYLAN-4-Kafiye ve ölçü konusunda neler düşünüyorsunuz?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır.Bir şâir ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur.Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır.Bir şâir bazen ölçülü,bazen de serbest yazabilir.Bu şâirin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur.Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.
Bence önemli olan üslûptur.Şâir kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir.Yahya Kemal,Necip Fazıl,Ahmet Hamdi Tanpınar,Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şâirlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir.Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır.Sözün bu noktasında ünlü Fransız şâiri Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden iktibas yapmak istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından,sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi? ”
Ben Paul Verlaine’nin bu ifadelerine katılmıyorum…Bu kadar kesin ve kararlı hüküm vermek şiirin önünü kesmek,boğazını sıkıp öldürmek,şiirimize ve cemiyetimize bir şey kazandırmaz.Bu hususta daha esnek olmak gerekir.Bunun sayısız faydaları vardır.
Mustafa CEYLAN-5-Elektronik yayıncılık ve şiir dersek ne dersiniz?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Elektronik yayıncılık çağımızın en büyük nimetlerinden biri…Bir tıklamakla milyonlarca insana ulaşmak fevkalâde bir hadise…Bugün şiirini yaz,beş dakika sonra milyonlarca insanla paylaş…Elektronik yayıncılık şiir yazma şevkini ve heyecanını da artırıyor.Bu hususta şiir siteleri de çok mühim vazifeler ifa ediyor.
Mustafa CEYLAN-6-Türk Cumhuriyetlerindeki şâirler ve şiiri hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bunların ülkemizle mukayesesini yapar mısınız?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Ben üç yıl boyunca kardeş Türk Cumhuriyetlerimizden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta öğretmenlik yaptım…Çok şâir ve yazar dostlarım oldu orada…Türkmenistan’da şiir revaçta…Çok şâirleri var…Eski Türk destanlarına ve şiirlerine sahip çıkıyorlar.En büyük şâirleri bizim de yakından tanıyıp sevdiğimiz Mahdumkulu…Yunus Emre’yi,Ali Şîr Nevai’yi,Karacaoğlan’ı çok seviyorlar…Hatta bu şâirlerin adları şehrin en işlek caddelerine verilmiş…Fakat günümüz şâirlerini tanımıyorlar…
Türkmenistan’da tek adam idaresi söz konusu olduğu için ister istemez şâirlerin esas konusu idarenin başındaki şahsı övmek…Devlet tarafından himaye edilmek ve nemalandırılmak için böyle hareket etmek gerekiyor.Bu da şiire zarar veriyor…Bazı temaları işlemek yürek istiyor…Türkmenistan’da da iki tip şâir var..Bazıları Rus edebiyatından ilham alıyor; bazıları da eski Türk edebiyatından…
Mustafa CEYLAN- 7-Etkilendiğiniz şairler var mı? Kimler ve neden?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Etkilendiğim şâirler var tabiki…Bunların başında Necip Fazıl Kısakürek,Mehmet Akif Ersoy,Yahya Kemal Beyatlı,Sezai Karakoç,Abdurrahim Karakoç,Nurullah Genç…geliyor.Aslında daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse ben şâirleri değil,güzel şiirleri seviyorum.Öyle şâirler vardır ki kendileri pek meşhur olmasalar da bir veya birkaç şiirleri çok mükemmeldir.Ben onları da seviyorum.Bu isimleri sevmemin esas nedeni bizi bize anlatmalarıdır.Oldum olası bizden olmayanı sevemedim..İlhamını Moskova’dan alanları hiç ama hiç sevemedim.
Mustafa CEYLAN-8-Bugün yeni bir edebî akıma ihtiyaç var mıdır? Varsa nasıl olmalı?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:İnsan durup dururken bir edebî mektep(akım,ekol) açayım demez.Şartlar kişiyi bu noktaya getirince ve ihtiyaç hasıl olunca o kendiliğinden gelir.Günümüz şiirinde büyük bir parçalanma ve bölünmüşlük söz konusu…Herkes burnunun dikine gidiyor…Çoğu şâir kendinden başkasını tanımıyor..Herkesi camaat,kendini imam sanıyor.Bu bölünmüşlük sağda da,solda da var.Şahsen bir çatı altında taplanılması gerektiği kanaatindeyim ama ortalık imam dolu….Bu imam bolluğunda cemaat bulmak müşkil…İmam da cemaat de kendimiz…Böyle olunca birleşilemiyor…Tıpkı siyasetimizdeki çok renkli,yamalı bohça misali yelpaze gibi…Abdestini tutabilen,gür ve yanık sesli bir imam bulursam cemaat olmaya talibim! ...Fakat nerde? ....
Mustafa CEYLAN-9-Siiri sevdirmenin ve toplumla kucaklaştırmanın yolları sizce neler olmalıdır?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Biz Doğu toplumlarının özelliği duygusal olmamızdır.Batıda mantık,doğuda his hakimdir insanlara…Onun içindir ki Cemil Meriç’in dediği gibi “Batıda roman,doğuda şiir inkişaf etmiştir.” Hakikaten çok duygusal bir milletiz…Bu nedenledir ki bizim insanımız şiiri sever…Ama hangi şiiri? ...Kendini ifade eden,iç musikisi olan şiiri…Yoksa bir avuç leblebiyi yolun ortasına savurmak misali ne idüğü belirsiz kelimelerin,deli saçması ifadelerin milletimizin gönlünde yeri yoktur.Bu böyle biline…
Mustafa CEYLAN-10-Antolojı.Com'daki gruplar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Bu çeşit grupların şiirin ve edebiyatın gelişimine sayısız faydaları var.Birbirini tanımayan insanlar arasında güzel diyaloglar kuruluyor.Fakat nitelikli ve faal grupların sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor.Bunlardan birisi de sizin grubunuz olduğu için sizleri en içten duygularımla kutluyorum.Haftanın şiiri,haftanın şairi gibi,şiire hizmet eden etkinlikler takdire şayan…Bunlar şiire hareket getirerek ivme kazandırıyor.Fakat lâftan öteye gitmeyen gruplar da var.
Mustafa CEYLAN-11.İslâmla şiir bağdaşır mı? İslâm dininin şiir ve şâir karşısındaki tavrı nedir? Bu konuda bilgi verir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Dünyada şiir kadar insanı cezbeden bir edebî tür yoktur.Duygu ve düşünceleri şiirin esrarına büründürerek daha etkili kılarız.İnsanlığın var oluşundan beri şiir de var olmuştur.Bu yönüyle edebiyatın en eski türü olarak da niteleyebiliriz şiiri.İnanıyorum ki insanlık,dünyadaki hükmünü sürdürdükçe şiir de varlığını devam ettirecektir.
Şiirin tarihî geçmişi çok eskilere dayanır.Özellikle Arap Yarımadası’nda bu türe çok büyük ehemmiyet verilirdi.Her yıl şiir yarışmaları düzenlenerek en güzel yedi şiir, “Muallakat-ı Seb’a” adıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı.Şâirlik övünme vesilesi olarak görülürdü.Bunların,halkın gözündeki konumu çok büyüktü.
Hz.Muhammet(S.A.V) ,peygamber olunca,Araplar’ın pek çok batıl adetleriyle beraber Kâbe’nin duvarına şiir asılması da yasaklandı.Resulullah Efendimiz İslâmiyet’i geniş kitlelere yaymak için olağanüstü bir gayret içindeydi.O,tebliğ vazifesini yaparken en büyük darbeyi Arap şâirlerinden yemiştir.Resulullah’ın getirdiği dine inanmamışlar,hatta onu kendilerine rakip bir şâir olarak görmüşlerdir.Sonra onu halka mecnun bir şâir olarak anlatmışlardır.Bunun üzerine Cenab-ı Allah,Hz.Muhammet’in bir şâir olmadığını belirten ayetler indirmiştir:
“Bir şâirin sözü değildir o.Ne kadar da az inanıyorsunuz.”(Hâkka S.41.Ayet)
“Yoksa şöyle mi diyorlar:O bir şâirdir.Zamanın ölüm getiren felâketine çarpılmasını bekliyoruz.”(Tûr S.30.Ayet)
“Ve şöyle diyorlardı:Mecnûn bir şâir yüzünden ilâhlarımızı mı terk edeceğiz? (Saffât S.36.Ayet)
Peygamberimizin bir şâir olarak görülmesi ve zamanın Arap şâirlerinin ilâhî tebliğin önüne set çekme gayretleri İslâmiyet’in şiir karşısındaki tavrının tartışılmasına yol açmıştır.Hatta Allahü Tealâ bir de Şuara(Şâirler) Suresi göndermiştir Resulullah’a.Bu surenin 224.ayetinde şu kesin emri koymuştur: “Şâirlere gelince onlara ancak sapıklar uyar.”
Bir kısım insanlar,bu ayet-i kerimeyi misal göstererek şiiri ve şâirleri top yekûn batıl kabul etmişlerdir.Oysa durum hiç de böyle değildir.Şiiri ve şâiri kötü olarak görmek cehalettir.Çünkü Kur’an,yukarıdaki ayetle sadece kötü şâirleri zemmetmiştir.Bir kısım şâirler,Allah’ın gönderdiği son din olan İslam’a,kalemleriyle savaş açmışlardı.Halk onların yazdığı şiirler yüzünden Allah’ın vahyini idrak edemiyordu.Ayette tenkit edilenler,sadece İslâm düşmanı şâirlerdir.Bunu tüm şiire ve şâirlere şamil olarak göstermek doğru değildir.Durum böyle olsaydı İslamî değerlere karşı son derece hassas olan Osmanlı Devleti’nde şiir türü o kadar gelişmezdi.Divan şiiri altı yüzyıl boyunca zirvede kalmazdı.Hatta Peygamberimiz,İslâm düşmanı şâirlere karşı mücadele ederken Müslüman şâirlerden istifade etmiştir.Bunun yanında Resulullah,bir kısım kâfir şâirleri öldürtmüştür.Önemli olan şâirin kendisi değil,ne söylediğidir.Müminleri hicvedip,müşrikleri tahrik eden şâirler,daima kerih görülmüştür.Bu tarz şiirler yazan onlarca şâir,davranışlarının bedelini canlarıyla ödemişlerdir.Bunun yanında Peygamberimizin canından çok sevdiği Abdullah İbnu Ravâha,Hassân İbnu Sâbit ve Ka’b İbnu Mâlik gibi Müslüman şâirler de vardır.Resulullah daima bunları korumuş ve kâfirlere karşı yazmış oldukları şiirleri belli meclislerde okutmuş,onları teşvik etmiştir.
Müminlerin emini olan Resulullah: “Bazı şiir vardır ki hikmetlerin ta kendisidir.” buyurarak,şiire asla karşı olmadığını,mühim olanın,şiirde neyin anlatıldığı hususu olduğunu beyan etmiştir.Şayet şiir,necis bir tür olsaydı Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi,Müslümanlığın önde gelen abide şahsiyetleri şiir yazmazdı.Yalan yanlış tevillerle insanların zihinlerini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Mustafa CEYLAN-12.Osmanlı Devletinde şiir ne konumdaydı? Osmanlı padişahlarının şiirle alakaları ne düzeydeydi? Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Osmanlı Devleti’nde hak,adalet,inanç kavramları gerçek anlamını bulmuştur.Onun içindir ki üç kıtayı sevgi ve hoşgörüyle yönetmişlerdir.Osmanlı sultanları bunca meşguliyetlerine rağmen güzel sanatlarla da yakından ilgilenmişlerdir.Güzel sanatlar içinde de en çok şiire alâka duymuşlardır.Onlar iyi bir şiir okuyucusu oldukları gibi,şâirdirler aynı zamanda.
Osmanlı padişah ve şehzadeleri estetik açıdan kaliteli şiirler yazmışlardır.Bilindiği gibi Divan şiirinde şâirler takma isim kullanırlar.Şâirlerin şiirlerinde kullandıkları takma isimlere “mahlas” diyoruz.Mahlasların derin anlamlar taşımasına dikkat edilirdi.Osmanlı Devleti’nin yöneticileri değişik mahlaslar kullanarak Divan edebiyatı nazım şekilleriyle şiirler vücuda getirmişlerdir.Fatih Sultan Mehmet “Avnî”,İkinci Bayezid “Adlî”,Kanunî Sultan Süleyman da “Muhibbî” mahlaslarıyla orijinal şiirler meydana getirmişlerdir.Bunların yanında Korkut Sultan,Şehzade Mustafa,Sultan İkinci Selim,Şehzade Bayezid,Yavuz Sultan Selim de özgün Divan şiirleri yazmaya muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı padişahlarının onuncusu olan Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirler genelde kahramanlık,aşk,dinî,tasavvufî,hikemî ve rindane olmak üzere değişik muhtevalarda tecelli etmiştir.Şiirlerini ihtiva eden çok geniş bir Divan’ı vardır.Ölçü olarak arûzu kullanmıştır.Bu alanda pek marifetli olduğu söylenebilir.Çok zengin bir kelime hazinesi vardır.Şiirlerine,Bâkî gibi büyük şâirler bile nazire yazmıştır.
Onun şiirleri kendi karakterini açıkça ele vermektedir.Yaptığı fetihler ve seferlerin izlerini şiirlerinde görebiliriz.Makama,mevkiye,padişahlığa ve genel anlamda dünyalığa önem vermediğini defalarca dile getirmiştir.Onun bu hususta kaleme aldığı “gibi” redifli şu şiiri önemlidir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat didükleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi.”
Mustafa CEYLAN-13-Bir şiirinizde Yunus Emre' miz için:
”Yedi göğe kanat açtı
Dergâhlara ışık saçtı
Aşkın şarabını içti
Gönüller sultanı Yunus! ..” demektesiniz. Türk tasavvuf şiirinin dünü ve bugünü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Tasavvuf kelimesi, Arapça 'suf' (yün) kelimesinden türemiştir. Her türlü zevkin, rahatlığın, insanı Allah’tan uzaklaştıracağına inananların kaba yün giysiler kullanmaları yüzünden onlara 'Sufi' (yüne bürünmüş) denilmiştir. Tarihte tasavvuf, Hicret'in II. yüzyılında başlar.
Bizler din olarak İslâmı tercih ettiğimizden bu yana tasavvuf dairesinin içine girmiş bulunmaktayız.Yoksa tasavvuf bazılarının düşündüğü gibi bir avuç insanı ilgilendiren bir yol değildir.
Tasavvuf şiiri bizim manevî sığınağımız…Asıl ilhamımızı ondan alıyoruz.Hoca Ahmet Yesevî,Yunus Emre,Mevlâna,Niyazi-i Mısrî gibi isimler bu yolun öncüsü…Onların manevî tasarrufuyla bu günlere geldik..Tasavvufî şiirler edebiyatımızın tuzu biberi…Fakat günümüz şâirleri arasında bu alanda fazla derinleşen yok…Zaten bugünkü şiir moda olanın peşinde koşuyur..O köklü şiir geleneği çoktan terkedilmiş durumda…Tasavvuf şiirine hayranım,çok önemsiyorum…Çünkü onlar içlerinden süzülen manevî duyguları riyasız ve yalansız bir libasta söze dönüştürdüler.Oysa günümüz şiirinde bu saflığı ve içtenliği bulamazsınız.
Mustafa CEYLAN-14-Bir yazınızda demiştiniz ki:(Çok satılan kitapların kaliteli olduğu kanaati ne kadar geçerli bir ölçü olur bu belirsiz ortamda? Varın siz düşünün…Boyalı basın, edebiyatın mahrem ve sırlı dünyasından kirli ellerini çekmelidir.Aslında medya gerçek manada sanat ve edebiyata hizmet etse hepimiz bahtiyar oluruz.Fakat bu alana hizmet etmeyi bir kenara bırakın,aksine işi her geçen gün sulandırarak kendine benzetmektedir.Sözümüz tabiki umuma değildir.Alınanlar suçlananlardır; bu böyle biline! ..) Bu konuyu biraz daha açar mısınız?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Neresini açayım ki…Zaten her tarafı açık…Basının mahremiyeti kalmadı ki…Bırakın kendini,başkalarının mahremiyetini de deşifre ettiler…Bugün en çok satılan kitaplara bakınca çoğunun edebî değeri olmadığını görürüz.Şimdi isim vermek istemiyorum ama onları hepiniz biliyorsunuz…Günümüz insanı düşünmekten aciz olduğu için birileri onların yerine düşünüyor…Hatta bu öyle bir boyuta vardı ki artık birileri bizim için düşünmekle kalmıyor bizim adımıza kararlar bile veriyor…Bugünlerde 2 milyon 900 bin,3 milyon 900 bin liralık kitaplar moda! …Veya ilk 50 bin,ikinci 100 bin baskı gibi ifadeler…Yalan,külli yalan…Türkiye’de kitapların tirajlarını kontrol eden ciddi bir mekanizma yok ki…Boyalı basından bir beklentimiz yok.Gölge etmesinler yeter.
Mustafa CEYLAN-15-Bugün şair çok,şiir yok deniyor. Doğru mu? Neden? Ne yapılmalı? Ne yapmalı?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Şâir bolluğunda şiir kıtlığı çektiğimiz doğrudur.Fakat ben o kadar karamsar değilim…Zaman zaman güzel şiirler de yazılıyor.Fakat yeterli düzeyde değil…Bu ülkede sahtekârın,hırsızın,yolsuzun ve kapkaççının çokluğu asıl rahatsız ediyor beni…Masumane hislerle bir şeyler karalayan insanların çokluğu bizi rahatsız etmez; aksine sevindirir.Yeterki yazdıkları bizi anlatsın,ilhamını Müslüman-Türk’ün sinesinden alsın; Moskova’dan değil…
Mustafa CEYLAN-16.Şâirlerin toplum için önemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Onlara lâyık oldukları değeri veriyor muyuz?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Herkes bir şeyler söyler ama herkes belâgatlı söz söyleyemez.Bunu ancak şâirler becerebilir.Çünkü onların doğuştan gelen söz söyleme meziyetleri vardır.Bu yönüyle onlara saygı duymak lâzımdır.
Şâirler toplumun sözcüleridir.İnsanların, dilinin ucuna kadar getirdikleri hâlde bir türlü kelimelere dökemedikleri duygu ve düşünceleri şâirler ustaca söylerler.Eskiden Arap Yarımadası’nda çok büyük söz ustaları vardı.Estetik olarak çok kıymetli şiirler yazarlardı.Bunların tamamına yakını şirk içindeydi.Bu insanlar yazdıkları şiirlerle övünüyorlardı.Bunlara daha iyi cevap verebilmek için Kur’an-ı Kerim şiirsel bir üslûba sahiptir.Yüce Kur’an’ımızın Şuara Suresi’nin 224 ve 225.ayetlerinde şâirlerden söz edilerek şöyle söylenmektedir:
“Şâirlere ancak azgınlar uyar.Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin? Ancak,inanıp yararlı iş işleyenler,Al-
lah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır.Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.”
Bu ayetteki ifadeler daha çok cahilliye dönemi Arap şâirleri için geçerlidir.Günümüz şâirlerinden pek azı bu ihtarın muhatabıdır.
Şâirlerimize gereken önemi verdiğimiz söylenemez.Fakat bu sadece şâirlerle sınırlı bir durum değildir.Cemiyetimiz her geçen gün öz değerlerinden uzaklaşıyor.Vefa derken aklımıza boza geliyor.Onun için bu komple bir dejenerasyonun millî ve manevî değerlere yansımasıdır.
Mustafa CEYLAN-17.Şâirler genelde az yaşıyor? Bunu neye bağlayabiliriz?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP: Şâirler seçkin insanlardır.Bu yönüyle yerleri öyle kolay kolay doldurulamaz.Fakat bu muteber insanlar her ne hikmetse çok az yaşıyorlar.Edebiyatımızın en seçkin şâir ve yazarlarının çoğu elli yaşına varmadan bu fâni dünyadan sonsuzluk âlemine göçmüşlerdir.Bu durum bir hayli ilgimi çekmektedir.Acaba çok düşünen insanlar az mı yaşıyor? Yoksa bu temiz yürekli insanlar dünyanın çirkefliklerine tahammül edemiyorlar mı? Şâirlerin kısa ömür sürmesi tesadüf olamaz.Yaptığım araştırmada çoğu şâir olmak üzere,pek çok edibimizin elli yaşına gelmeden öldüklerini tespit ettim.Yani şâirlerimiz veya daha geniş bir çerçevede ele alırsak ediplerimiz ellinci yaş yılını kutlayamıyorlar.Yaptığım çalışmada elli yaşına varmadan vefat eden şâir ve yazarları belirledim:
1.Muallim Naci(1849-1893) (44 yıl yaşadı)
2.İbrahim Şinasi(1826-1871) (45 yıl)
3.Namık Kemal(1840-1888) (48 yıl)
4.Nabizâde Nazım (1862-1893) (31 yıl)
5.Tevfik Fikret(1867-1915) (48 yıl)
6.Ali Suavî(1831-1878) (39 yıl)
7.Ömer Seyfeddin(1884-1920) (36 yıl)
8.Cahit Sıtkı Tarancı(1910-1956) (46 yıl)
9.Kemalettin Kamu(1901-1948) (47 yıl)
10.Ömer Bedreddin Uşaklı(1904-1943) (39 yıl)
11.Ziya Osman Saba (1910-1957) (47 yıl)
12.Orhan Veli Kanık(1914-1950) (36 yıl)
13.Sait Faik Abasıyanık(1906-1954) (48 yıl) ….vb.gibi.
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün” diyordu Cahit Sıtkı Tarancı…Fakat rahmetli 46 yıl yaşadı.Ömrünün yarısı 23’ü geçmedi.Şâirlerin ortalama ömrünü 50 olarak düşünürsek bunun yarısı da 25 oluyor.Tarancı’nın şiirinde zikrettiği rakamlar şâirleri bağlamıyor.Keşke bu güzel insanlar yüzyıl yaşasalar.Yaşasalar da bol bol eser verseler.Bizim de yüreğimiz bayram etse! ...
Şâirler şarap gibidir.Yaşlandıkça kıymetleniyorlar.Onları çok seviyoruz.Çünkü Millî Edebiyat döneminin gür sesli şâiri Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi:
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Mustafa CEYLAN-18-Dumanı üstünde veya hiç bir yerde yayınlanmamış bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Şiirlerim genelde dergilerde,antoloji kitaplarında ve internette yayınlanıyor.Dilerseniz, geçtiğimiz yıl bu günlerde herkes bayram ederken(babam 18 Mayıs 2004’te vefat etti; 19 Mayıs 2004’te toprağa verildi) ebediyete uğurladığım rahmetli babam için yazdığım şiirin bir bölümünü sizinle paylaşayım:
“Bir gönülün merkezine har düştü
Yaz ortası yüreğime kar düştü
Hayalimde yüceleşen yâr düştü
Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Hasret kaldık, aylar geçti sesine
Bülbüller ram olur gül nefesine
Ruhun veda etti ten kafesine
Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rengârenk bahardın,ağır kış oldun
Gerçek idin,şimdi bize düş oldun
Gözden akan bir damlacık yaş oldun
Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Cennette saraylar,cehennemde nar
Kimine ağır kış,kimine bahar
Vuslat ötelerde,bize hasret var
Ömür bize ışık saçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rızamızla teslim olduk kadere
Ölüm bizi götürmesin kedere
Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere
Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba! ”
Mustafa CEYLAN-19. Teşekkür ediyorum. Hocam,
M.Nihat MALKOÇ-CEVAP:Benim gibi aciz bir kulu şâir olarak kabul edip fikirlerimi insanlarla paylaşma imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum.Allah inananların yâr ve yardımcısı olsun.
RÖPORTAJ. Mustafa CEYLAN
Araştırmacı-Şâir ve Yazar
ŞÂİRLERİN MANEVÎ BABASI: AHMET TUFAN ŞENTÜRK
M.NİHAT MALKOÇ
Ey güzel ölüm! ....Aç kollarını,indir kapındaki sürmeleri…..Paslı yürekler zımparalanmaya geliyor.Ruh gurbetten sılaya dönüyor…Özlemler,acılar ve ayrılıklar geride kalıyor.Canla cananın vuslatı var bugün….Bir gönül eri sana koşuyor…Korku ve tasa barınamaz nurlu yüreklerde..Sen olmasan nerden anlardık yaşadığımızı…
Ölüm kaçınılmaz başlangıç….Son demiyorum,çünkü inancımızda insan ölümsüzdür.Ölüm ise fanilikten bâkiliğe bir köprüdür.Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bu gerçeği defalarca dile getirmektedir:
'Her can ölümü tadıcıdır' (Âl-i İmrân, 3/185): 'Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur' (el-İsrâ, 17/99): Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır? ' (el-Enbiyâ, 21/34): 'Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir' (er-Rahmân, 55/26) .”
Durum bu iken ahlanıp vahlanmanın ne faydası olabilir? Günümüz insanı ölümü unutmak için çırpınıp dursa da ölüm onu unutmak isteyenleri unutmuyor işte…Eskiden mezarlıklar şehrin yanı başında olurdu; insanlar görüp de ibret alsın diye….Günümüzde mezarlar şehrin en ücra köşelerine kuruluyor.Her caminin yanı kabristan olurdu…Yok artık böyle bir şey…Bugünkü medeniyette ölüme ve onu hatırlatacak hiçbir şeye yer yok.
Günümüz şâirlerinden Ahmet Tufan Şentürk’ün vefatı beni ölüm üzerine,az da olsa tefekküre yöneltti.O unutmak istediğimiz hakikati bir anlık da olsa hatırlattı.Bu kutlu sancıyla âlemin suretini temaşa ettim.Dünyaya “elveda”,ukbaya “merhaba” diyen Şentürk’ü mercek altına almaya karar verdim.
1924 yılında Ermenek ilçesinin Lamos(Esentepe) köyünde doğan Şentürk,Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra bir süre Ankara Hukuk Fakültesi’ne devam etti.Ankara ili özel İdaresinde memuriyete başladı.1975’te Emlâk ve İstimlâk Müdürü iken emekli oldu.
Birçok dergilerde şiirler yayımlayan Ahmet Tufan Şentürk’ün şiir kitaplarından bazıları şunlardır: Sarhoş Dünya(1958) ,Mustafa Kemal(1965) ,Allah Versin(1969) Çakır Dikeni(1971) ,Hepsinden Güzel(1986) ,Sevgiyle (1988) …vb.
Şâir Ahmet Tufan Şentürk bir şiirinde doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği köyü bakın nasıl tasvir etmektedir:
“Bir dağ köyünde doğmuşum
Öyle bir dağ köyü ki şehirden uzak
Sen bilmezsin, ben anlatamam
Yüksektir dağları, başı dumanlı
O dağların çocuğuyum
Benim de başım dumanlı
Dumanlı Türkan...”
O,Toroslar’ın havasını solumuş,dağlardan süzülüp gelen buz gibi berrak sularını içmiştir.Karakterinin şekillenmesinde yaşadığı bölgenin ikliminin tesiri de inkâr edilemez.Anadolu’nun köylerinde yaşayan insanlarda hile hurda yoktur.İnandıkları gibi konuşurlar.Adamına göre muamele ve çıkarı için ezilip büzülme yazmaz kitaplarında…Eğilip bükülmezler…Mevlana’nın felsefesince ya oldukları gibi görünürler,ya da göründükleri gibi olurlar.Hepsi birer şahsiyet abidesidir.
Şentürk’ün şiirlerinde pastoral unsurlar ağırlıktadır.Çünkü o tabiatla iç içe yaşamıştır.Ormanlar,çayırlar,koyunlar,ağaçlar,çiçekler,böcekler,dereler,dağlar,taşlar,kuşlar bu tabiatın ayrılmaz unsurlarıdır.Anadolu insanını bunlardan ayrı düşünemezsiniz.Bunlar insanımızın ruhunun gıdasıdır.Tabiat güzelliklerinden koparılan insanın,sudan çıkmış balıktan farkı yoktur.Onun için Ahmet Tufan Bey’in şiirlerinin çoğunda tabiat tasvirlerine,köy hayatının yansımalarına sık sık rastlarız.İşte bunlardan biri:
“Ben Toroslardan gelmiş bir halk çocuğu,
Hileli, hesaplı, düzenli değil.
Dağlardan, derelerden,
Selam getirdim, güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim, direnme gücü,
Nergisler, laleler, kır çiçekleri,
Dağ yemişi, çam sakızı,
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan.
Hor bakmayın, yüksünmeyin,
Alın kabul edin, işte yüreğim,
Seven gönlümü getirdim size armağan.”
Şiirleriyle sevenlerinin gönlüne taht kuran şair Ahmet Tufan Şentürk’ü 09 Mayıs 2005 Pazartesi günü kaybettik.Ertesi gün toprağa verildi. Ünlü şairin cenaze namazına yakınlarının yanı sıra, şair, yazar ve gazeteci dostlarıyla birlikte çok sayıda vatandaş katıldı. Hayata 81 yaşında veda eden Şentürk’ün naaşı, Hacı Bayram Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından, toprağa verilmek üzere memleketi olan Karaman’ın Ermenek İlçesi Esentepe Köyü’ne gönderilerek toprağa verildi.
Günümüz insanının yozlaşması ve maddiyata teslim oluşu şâir Ahmet Tufan Şentürk’ü üzmüştür.Bu öyle bir noktaya varmıştır ki insanların samimiyetinden şüphe etmiştir.Kendisini öven ve yücelten insanların yüzüne tükürmeyi bile düşünmüştür:
“Satarlar kişiyi bir köle gibi,
Gerçek olan budur gerisi yalan,
İçlerinden neler geçer bilirim,
Ama tüküremem suratlarına,
Günde beş defa ölürüm...”
Şentürk’ün şiirlerindeki Türkçe,Anadolu insanının konuştuğu ve yaşattığı arı duru Türkçe’dir.Şiirlerinde Arapça,Farsça ve İngilizce gibi ecnebi dillerden kelime kullanmamaya azami derecede özen göstermiştir.Dörtlüklerinden mânâ çıkarmak için sözlüğe ihtiyaç duymazsınız.Dizelerinin içeriği basit gibi görünse de hakikatte derin anlamlar içerir.Sade söyleyiş onun üslûbunun bariz özelliklerinden birisidir.Fakat zaman zaman yöresel söyleyişlere(ağız özelliklerine) yer verir.Bu da şiirine bambaşka bir güzellik ve renklilik katar. “Döğme,geyecek,ahlat,gilik,deşirmek,talşal…” bunlardan bazılarıdır. “Bana Sor” adlı şiirinde bu tarz yöresel kelimelere çokça rastlamaktayız.:
“Gurbet nedir, hasret nedir, aşk nedir?
Çekmeyen ne bilsin, onu bana sor...
Döğme nedir, yemlik nedir, aş nedir?
Yemeyen ne bilsin, onu bana sor...”
Üstad Ahmet Tufan’ın şiirlerinde mecazlı söyleyişlere sık sık rastlanır.”Gökyüzüne bıçak atmak,yıldızları toplamak,dünyanın kirli gömleğini soymak,kara bulutları silip süpürmek,yağmur bulutlarına selam durmak…” vb. bunlardan bazılarıdır.
Dünyanın tam bir ateş coğrafyasına dönüşmesi,bütün gönül erleri gibi,onu da yürekten yaralamıştır.Filistin’de,Irak’ta,Çeçenistan’da,Bosna-Hersek’te,Osetya’da,Keşmir’de,Cezayir’de,Lübnan’da; dili,dini ve rengi ne olursa olsun çocukların ve cümle insanların bir hiç uğruna öldürülmesi yürekleri dağlamaktadır.Bu katliamları işleyenlerin bizim gibi insan olması hadisenin trajik boyutunu daha da elemli hâle getirerek bizleri adeta insanlığımızdan utandırmaktadır.İnsanlığın dili olan Şâir,bu haksızlıklar karşısında olanca gücüyle haykırmaktadır:
“Size sesleniyorum cümle insanlar!
Ne olursa olsun dininiz, milliyetiniz,
Bırakın kavgayı, kini, garezi,
Atın silahları ellerinizden
Nedir bu çabanız...öldürmek için?
Ne istiyorsunuz birbirinizden?
Suda balıklar tedirgin,
Gökte yıldızların rahatı kaçtı,
Bir gün yıkılacak ihtiyar dünya, elinizden...”
Günümüzde dostlukların çoğu menfaat üzerine kuruludur.Karşılıksız sevme ve dayanışmadan bahsetmek demode oldu.Çıkarlar aradan çıkınca maskeler düşmekte ve ruhlar tüm çıplaklığıyla gerçek yüzlerini teşhir etmektedir.Maddenin mânâya egemen olduğu bu çarpık çağda bundan başkasını ummak ve beklemek saflık olur doğrusu…Manevî değerler bir zincirin halkaları gibidir; bu halkalardan biri koparsa zincir sağlamlığını ve gücünü kaybeder.Şair Ahmet Tufan,bunun farkındadır.Onun için günümüzdeki dostlukların samimiyetinden emin olamadığını belirterek dostlukları sorgulamaktadır.Çünkü insanlar,tabir caizse,en büyük kazıkları dost diye tavsif ettiği yakın çevresinden yemektedir.Şâir bunu şöyle şiirleştiriyor:
“Ağamsın kardaşımsın der
Gülerek kalbime girer
Sinsice için için yer
Beni dostlarım öldürür”
Ahmet Tufan Şentürk,çocukları çok severdi.Fakat ne yazık ki o ömründe kendisine “baba” diyecek bu sese hasret yaşamıştır.Bunun ezikliğini ve boşluğunu hep hissetmiştir gönlünde…Kendisine “baba” diyen o munis sesi duyamadan göçtü bu fani dünyadan…Sokaklarda,komşularda duydu “baba” diyen sesin o gönlü mest eden nağmesini…Analar,babalar çocuklarını sevip,öpüp,koklarken o içten içe eriyordu. “Keşke…” ile başlayan “Fakat…” ile devam eden sözler boğazında düğümleniyordu.Öyle de olsa bütün çocukları kendisininmiş gibi bilip öylece seviyordu.Fakat bu ne kadar da olsa, kan bağıyla kendisine bağlı olan bir evlâdın boşluğunu dolduramazdı.Onun çocuk hasretini ve sevgisini ifade ettiği şu dizeleri ne kadar içten ve duygu yüklüdür:
“Hiçbir çocuk içtenlikle, sevecen,
Atılmadı, sarılmadı boynuma.
Benim hiç çocuğum olmadı ki? ..
Sevgilerin en kutsalı çocuk sevgisi,
Seslerin en güzeli 'Baba! ' diyen ses,
Ben hep bu türkülü sesi dinlerim.
Ben hep 'Baba! ' diyen sesi duyarım.
Bir çocuk bana doğru koşsa uzaktan,
Onu, birden sımsıcak ruhumla kucaklarım.
Gece yarısı bir çocuk ağlasa uzaklarda,
Anasından, babasından önce ben duyarım...”
O,Cumhuriyetimizin kurucusu,büyük devlet adamı,idealist insan olan Atatürk’e gönülden bağlıdır.Fakat asla istismarcı değildir.Atatürk’ün yepyeni ve dipdiri bir cumhuriyetin mimarı olduğuna inanmaktadır..Kendisi uzun yıllarını Ankara’da geçirmiştir.Son nefesini de bu şehirde teslim etmiştir.
Şentürk,Ankara’yla Atatürk’ü özdeşleştirmektedir.Gerçekten de Ankara şehri,Atatürk tarafından başkent ilan edilmeden evvel küçük bir Anadolu şehriydi.Başkent olmasıyla birlikte kısa zamanda gelişip serpilerek İstanbul’un ardından Türkiye’nin en büyük ikinci şehri olma payesini elde etmiştir.Onun içindir ki Atatürk Ankara’dır; Ankara da Atatürk’tür:
“Dün bu şehirde yenmiş millet kara bahtı
Bu şehir, genç Cumhuriyetin payitahtı
Bu şehir her manâsıyla büyüktür
Kısaca bu şehir ATATÜRK' tür...”
O, barış ve sevginin egemen olduğu bir dünyanın özlemiyle hayallerini süslemiştir.Yunus gibi sevgi dolu,Mevlâna gibi hoşgörülü olmalıyız.O,ömrü boyunca sevginin ve hoşgörünün hakim olması için mücadele vermiştir.Birlik ve beraberlikle her türlü zorluğun üstesinden gelinebileceğine inanmış ve çevresini de buna inandırmıştır.Yunus ve Mevlâna gibi sevgi ve hoşgörü simgelerimizin manevî atmosferinde ruhunu arındırmıştır.Sözü yine şâire bırakalım:
“Bir gün olursa eğer, olmaz dediklerimiz,
Bizden uzaklaşırsa bir bir sevdiklerimiz,
Cayır cayır yakarsa bizi, giydiklerimiz,
Yananın, yakılanın günahı benim değil...
Savaşlar sona ermiş, büyük barış olmuşca,
Hep el-ele verelim, bir olalım usulca,
Sevelim, sevilelim; Mevlânaca, Yunusça,
Sevip sevilmeyenin günahı benim değil...”
O bütün canlıları sevmiş ve cana kıymet vermiştir.Çünkü bütün mahlukat Allah’ın eseridir.Yunus Emre’nin dediği gibi “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü”…O da cümle mahlukata Allah’ın kudret tecellileri olarak bakmış ve değer vermiştir.Bu dünya görüşü çerçevesinde varlığın manasını ve kudret-i ilâhînin esrarını çözmüştür.
Evinde yetiştirdiği hayvanlarla gönül bağı kurarak sevginin tılsımından azamî derecede istifade etmiştir.Belki çocuk sevgisi ihtiyacının boşluğunu bunlarla doldurmuştur.Onun hayvanlarla hasbıhali,yalnızlığın ne denli zor olduğunu,insanın dertlerini açıp paylaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.O da bu eksikliğini bu şekilde gidermiştir.Hatta onları bir insan gibi muhatap kabul ederek,onlarla dertleşmiştir:
“Sevgili serçelerim, güvercinlerim,
Yarın hastahaneye yatacağım biliyorsunuz.
Gelip suyunuzu dolduramam,
Yemininizi, bulgurunuzu veremem,
Sizi nasıl sevdiğimi bilirsiniz?
Uçup gitmeyin yaban ellere,
Sakın unutmayın beni ne olur? ”
Dünyanın parçalanmışlığı,değerlerin paraya endekslenmesi,ırk,renk ayrımı,zengin fakir arasındaki aşılmaz uçurumlar,vicdanı olan her insanı üzdüğü gibi,Onu da derinden üzerek sarsmıştır.İnsanlıktan,sevgi ve barıştan yana olmanın gerekliliğini vurgulamıştır.Acı ve gözyaşlarının tez zamanda bitmesini temenni etmektedir.Dünyayı yönlendiren Rusya’ya,Çin’e ve Amerika’ya göndermelerde bulunarak onları barışa ve dostluğa davet etmektedir:
“Neden parça parça dünya
Burası doğu, orası batı?
Neden ayrı dilde, dinde insanlar?
Neden beyaz, kızıl, sarı, kara
Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar
Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
İnsanlıktan, sevgiden, barıştan yana
Yeter bu acı, gözyaşları bitsin!
Bitsin bu sonu gelmeyen kavgalar
Bitsin bu korkular, bu tasalar bitsin!
Bir şarkı söyleyelim hep bir ağızdan
Çınlasın yeryüzü, denizler, gökler
Kremlin duysun, Pekin duysun, Pentagon duysun! ”
İnsanların vurdumduymazlığı ve bencilliği duyarlı insanları hep rahatsız etmiştir.Çünkü farklı farklı devletlerden ve milletlerden olsak da ortak paydamız insanlık değil mi? Adam kayırma,güçlüden yana olma,iltimas gibi yolsuzluklar,bir toplumun değerlerinden uzaklaşarak çürümekte olduğunun bariz göstergeleridir.Çürük vicdanların, köşeleri tuttuğu bir ülkede hak ve hukuktan bahsetmek saflık olur.Şâir Ahmet Tufan Bey,her zaman haktan ve halktan yana olmuştur.Çünkü o içinden çıktığı toplumun değerlerini elinin tersiyle iten sonradan görme delisi değildir.Nereden geldiğinin ve nereye gittiğinin idraki içindedir.Fakat toplumdaki çürümüşlük onu fevkalade rahatsız etmekte ve şiirlerine konu olmaktadır.Her seferinde de mazlumdan yana tavır koymaktadır:
“Ya paran olacak, ya güçlü dayın,
Bende ikisi de yok...
Ya çoban olacaksın, ya sürü,
Ya koruyan olacaksın, ya korunan,
Miden sağlam olacak, vicdanın çürük,
Gözün pek olacak, yumruğun kavi,
Bende hiçbirisi yok...
Ya babandan kalacak,
Ya vurguncu olacaksın,
Oysa babamdan bana,
Bir namus, bir vicdan kaldı,
Yetmiyor ki...
Düşündüğümüzü söylemeliyiz,
Yaraşmaz mertliğe susmak,
Yiğitçe çarpmalı yürek,
Baş dimdik olmalı,
Alın dediğin ak...”
Şâirlerin hemen hepsi şiirlerinde ölüme bir şekilde değinmiştir.Çünkü ölüm,şiirde evrensel bir temadır.Geçmişten bugüne dek ölüm var olmuştur,bundan sonra da var olacaktır.Ölüm var oldukça bu tema şâirlerin vazgeçilmez konusu olmaya devam edecektir.Merhum Şentürk de şiirlerinde ölüm hakikatine yer vermiştir.Fakat o hiçbir zaman ölümü bir yok oluş,bitiş ve tükeniş olarak görmemiş; yeni bir hayatın başlangıcı olarak kabul etmiştir.Çünkü O,mümin bir kuldu.İnancı kâmil bir insanın ölümü her şeyin bitişi olarak görmesi mümkün değildir.Yunus’un “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” beytindeki tasavvufî düşünce onun da ruhuna ve korlaşan yüreğine su serpmiştir.Çünkü Allah, ruha ebedî yaşama hissi vermiştir.Rabbimiz hiçbir şeyi boş yaratmaz.Böyle bir his vermişse elbette onu karşılayacak bir hayat da vermiştir.Öteki dünyanın varlığının bundan daha güçlü bir delili olabilir mi? Ölüm dünyadaki hayatın sonudur ancak…Akıllı insan gidenlerden ibret alarak hayatına yön verir.Şâir bu hususa da değinmektedir:
“Ne usta belli, ne çırak,
İşte burası son durak,
İbret için çevrene bak,
Güzelleri, çirkinleri.
Söyleyemezler ki bileyim,
Nicedir orda hâlleri? ..”
Onun şiirleri sade ve anlaşılır olmasına rağmen derinliğinden bir şey kaybetmemiştir.Yani sadelik şiiri sıradanlaştırmıyor aslında…Önemli olan şâirin üslûbudur.Bazı şâirler son derece kapalı ve zor imajlar kullanmasına rağmen beklenen derinliği ve şiirselliği sağlayamamaktadırlar.Bile bile şiiri zorlaştırmak,anlaşılmaz kılmak şâire ve şiire fazla bir şey kazandırmaz.Derinlik,gerçekte ruhumuzda yoğunlaşan duyguların kelimelerle izdivacıdır.Bunun ustalıkla yapılması şiirsel bütünleşmeyi daha tesirli ve uzun ömürlü kılar.Şentürk’te bunu görmekteyiz.Bunun en güzel delili olarak aşağıdaki dizelerde sevgilinin beninde yok olmanın kelimelerle ölümsüzleşmesini görüyoruz:
“Düşünme gücümü yitirdiğim an,
Sen düşüncem oluyorsun.
Sana koşuyorum senden kaçarken,
Anla, ne olursun? ..”
Şâirlerin gönül gözleri açıktır.Onlar eşyaya ve tabiata tefekkürle bakarlar.Sıradan insanların göremediklerini görürler.Aslında aynı varlıkları görüyoruz.Fakat şâirler o görünen âlemi ruh süzgeçlerinden geçirerek daha berrak ve mânâlı bir kisveye büründürerek diğer sıradan insanlara sunuyorlar.Şâirleri farklı ve üstün kılan hususiyet de bu olsa gerek.Onların kulakları sağır,gözleri kör olsa da gönül gözleriyle görebiliyorlar.Bunu şâir Ahmet Tufan Şentürk bakın nasıl dillendiriyor:
“Sevgiye dostluğa açık yüreğim,
Dönmeden sözümde durabilirim.
Kulaklarım sağır, gözüm kör olsa,
Gönül gözüyle görebilirim.
Bana tesir etmez top, tüfek, atom,
Bir bakış, bir gülüş, bir söz yetişir.
İsterim insanlar acı çekmesin,
İnanın kahrımdan ölebilirim...”
Günümüzde özellikle büyük şehirlerde maddî ve manevî kirlilik hüküm sürmektedir.Büyükler küçükleri sevmemekte,küçükler de büyükleri hakkıyla saymamaktadır.Bir,başına buyrukluk hâli yaşanmaktadır.Eğlence tek gaye olarak görülmektedir.Tüketim ve har vurup harman savurma bir çığır olarak her geçen gün şehirlerin üstüne kâbus gibi çökmektedir.Şehirlerin suyu su,havası hava değil…Hayatın doğallığı kaybolmuş…Dostluklara ve davranışlara varıncaya kadar her şey yapmacık ve suni…Bu durum Şâiri rahatsız etmekte ve kendince kurtuluş reçeteleri aramaktadır:
“Evlerden, sokaklardan, caddelerden
Süpürdüm pislikleri, kötülükleri
Temiz olsun diye içilen su, solunan hava
Kekik kokulu, nergis kokulu, çam kokulu
Dağ rüzgârları üfledim var gücümle
Büyük kentlerin üstüne...”
Onun şiirlerinde sevgiliye duyulan aşk ve iştiyakın akislerini görmek mümkündür.O da diğer insanlar gibi gün gelmiş sevmiş,gün gelmiş gücenmiş,gün gelmiş nefret ettiği de olmuştur.Bazen öyle sevmiş ki muhatabının çirkinliklerini bile göremeyecek şekilde gözleri perdelenmiştir.Sevdiğine kusur bulanların gerçekte basiretlerinin bağlı olduğuna kanaat getirmiştir.Bunu “Körler pazarında ayna gibisin” teşbihini kullanarak ifade etmiştir.Hatta “Altının kıymetin sarraflar bilir” diyerek kendi görüşünden ve yârinin güzelliğinden emin olduğunu dile getirmiştir.Sevenin,küçük hataları göremeyeceğine delildir bu aynı zamanda…Sözü şâirimize verelim:
“Söz söyleyen varsa güzelliğine
Benim gözlerimle görsünler seni
Körler pazarında ayna gibisin
Altının kıymetin sarraflar bilir
Benim gözlerimde görsünler seni.”
Ahmet Tufan Hoca,bir halk adamıdır.Bolluk ve bereket içerisinde büyümemiştir.Hayatın bütün zorluklarını bizzat tecrübe etmiştir.Karın tokluğuna yaşamıştır.Zaten öyle zenginlik,şan-şöhret gibi beklentileri de olmamıştır hayattan….Dedim ya o bir halk adamıdır.Halkın içinde yer bulmuştur kendisine…Yüzde beşlik mutlu azınlıktan değildir O! …Bundan da asla şikâyetçi olmamıştır.
Bir gün turistik bir lokantaya yolu düşmüştür şâirin…Bakmış ki etraf ensesi ve cebi kalın adamlarla dolu…Cebinde de beş lirası var. Madamlar, matmazeller,hanımlar, hanımefendiler cirit atıyor etrafta….Sosyete olduklarını ispat etmek için Türkçe bile konuşmuyorlar.Rakı, şarap, viski, şampanya,votka su gibi tüketiliyor.Onun da tek bir derdi var: O da aç karnını doyurmak….Fakat ne mümkün! ...Bu turistik lokantada karnını doyurmak bir maaşı tüketmeyi göze almayı gerektiriyor.Bu manzarada açlığını bile unutuyor ve bu durumu bir şiirinde şöyle dile getiriyor:
“Utanın nasırlı ellerim, utanın
Bitkin sızlayan dizlerim
Boşuna taşımışım seni, boşuna başım
Midemi aldatmışsınız, kandırmışsınız
Bir öğün yemeği bile karşılamıyor
Yazıklar olsun maaşım...”
Onun şiirlerinde zaman zaman tasavvufî söyleyişlere de rastlanır.Bu atmosfere girdiği şiirlerinde,geçmişteki hadiselere göndermeler yaparak telmih edebî sanatını ustalıkla kullanmıştır.Aşağıdaki dörtlüklerde Hz.Adem’in Cennetten uzaklaştırılışı,Seyit Nesimi’nin bir idrak kazasına kurban gidişi ifade edilerek,şiire derinlik ve ufuk kazandırılmaktadır:
“Adem'im, Cennet'ten kovulan ben'im,
Seyit Nesimî'yle soyulan ben'im,
İçip sarhoş olan ayılan ben'im,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”
Bu hususta tasavvuf edebiyatının büyük şâirlerinden olan Yunus Emre’nin tesirinde kaldığı da apaçık görülmektedir.Aşağıdaki dörtlükte ifade edilen mânâ,Yunus’un “Beni bende demen bende değilim/Bir ben vardır bende benden içerü” söyleyişiyle paralellik arzetmektedir:
“Buyruğumda değil ayağım, elim,
Söyleten kim bilmem, söyleyen dilim,
Beni benden aldı; ben, ben değilim,
Yanmak istiyorum yandığım kadar...”
Merhum Şentürk,“Tahterevalli” isimli şiirinde Doğu milletleriyle Batılıların mukayesesini yapmaktadır.Şarkın geri kalmışlığını,Batının ilmen ilerlediğini belirtmektedir.Bunu ironik bir anlatımla dile getirerek kırıcı olmaktan sıyrılmaktadır.Doğunun geri kalmışlığını kağnıyla,Batının gelişmişliğini ise füzeyle sembolize etmektedir.Fakat bütün geri kalmışlığına rağmen Doğu toplumlarının hissi mânâda Batı’nın metalik kültür ve medeniyetine galebe çaldığını,bunun insanî değerlerin yaşanması ve yaşatılması açısından mühim olduğunu dile getirmektedir:
“Bir uçta doğu, bir uçta batı,
Bir uçta kağnı, bir uçta füze,
Bir uçta yumruk, bir uçta atom,
Sırtımız kavi, yüreğimiz pek,
Merih'te balayı, yerde diskotek.
Devir füze devri yavrum;
Yok ikisinin ortası,
Yok orta halli,
Tahterevalli, tahterevalli...”
O şiirlerini bazen serbest tarzda,bazen de heceyle yazmıştır.Fakat onu hece şâiri olarak nitelendiremeyiz.İlle de serbest yazma veya heceyle yazma diye bir saplantısı ve sabit fikri yoktur.Her iki tarzda da mükemmel şiirler vücuda getirmiştir.Zaten şiirin güzelliğini sağlayan unsur serbestlik veya heceye bağlılık değildir.Bazen serbest yazılan şiirlerde de bir iç ahenk ve armoni bulunabilmektedir.Hecenin kalıplarını zorlayarak yazılan kimi şiirler ise sıradan olmaktan kurtulamamaktadır.Mühim olan elbise değil,elbisenin içindekidir.Kafiye,ölçü veya serbest tarz şiirin elbisesidir.Önemli olan neyi nasıl anlattığımızdır.O da bu anlayışın temsilcisi olmuştur.Bunu şiirlerinden yola çıkarak söyleyebiliyoruz.Aşağıdaki dörtlükler onun halk şiiri tarzında yazdığı eserlerine en güzel örnektir:
“Düşündüm, düşündüm; nerdeyim, neyim?
Bir anda kendimden geçtim bu akşam.
İsterseniz bana delirmiş deyin,
Gölgemin peşinden koştum bu akşam...
Yudum yudum içtim yıldızı, ayı,
Elimle kapattım bin bir sarayı.
Kırıp gönlümdeki gerilmiş yayı,
Göklerde bir yelken açtım bu akşam...”
O bütün insanları karşılıksız sevmişti. “Arkamdan” adlı şiirinde ölüme dair duygu ve düşüncelerini açık ve samimi bir dille ifade etmiştir.Yaşının ilerlediğini,yolun sonunun göründüğünü,geride bıraktıklarının kendisi için bir kıymet ifade etmediğini, cenaze adına anlı şanlı törenler istemediğini,vafasızlık edenleri peşinen affettiğini, 'Hani nerde, bunca dostlarım? ' diyerek yakınmayacağını,birkaç kişi tarafından defnedilmesinin yeterli olacağını,şayet alacaklıları varsa ölmeden gelip almasını,borçlu gitmek istemediğini,birileri ağlarsa kemiklerinin sızlayacağını,insanların mutluluğunun ve tebessümünün onun ruhunu cennette yaşatacağını dile getiriyor:
“Nasıl olsa yolun sonu göründü,
Aceleye, telâş etmeye gerek yok.
Alın, neyim varsa sizlerin olsun,
Dünya malında gözüm yok...
Nasıl olsa bir gün ölüm gelecek,
Hangi haldeyken bulacak beni?
Şöyle elim tutar, gözüm görürken
Bekliyorum gelmesini...”
O,bahar mevsiminde,güneşli bir günde ölmeyi istiyordu.Öyle de oldu…Baharın yazla kucaklaştığı bir zaman diliminde bu fâni âlemden bâki âleme kanatlanıp uçtu.Geride yüzlerce şiir ve binlerce yürek dostu bıraktı.Fakat cenaze törenine dostlarının önemli bir kısmı katılmadı.Varsın olsun…Bu musalladan nice Ahmet Tufanlar gelip geçecek….Bî-vefanın vefa ummaya hakkı olmasa gerek…Herkes yaşadığı hayat üzere ölecektir.Öldüğü hâl üzere dirilecektir.Ölümüne dair düşüncelerini kendisinden dinleyelim:
“İstemem gözyaşı, acı ve tasa,
Mevsimlerden bahar olsun isterim.
Güneşli güzel bir günde,
Kim duyarsa, kim severse, kim isterse
Gönüllü gelsin gelirse...”
Sözlerimi Ahmet Tufan Şentürk’ün yürek dostlarından biri olan şâir Ali Altınlı’nın vefasızlığı zemmeden dizeleriyle noktalarken şâirlerin manevî babası Ahmet Tufan Şentürk’e Allah’tan rahmet,geride kalan dostlarına sabır diliyorum.:
“Gördüm oğul narasını, nasıl sessiz atar imiş;
Gözyaşları büklüm büklüm, ciğerlere akar imiş;
Dostlar dostu son deminde, nasıl böyle satar imiş;
Gelmeyenler hep gelecek, yatacaklar boydan boya;
Ceylanların gözyaşları, seksen yıllık bir babaya...”
BİR ŞAİR VALİ RIZA AKDEMİR’İN ARDINDAN…
M.NİHAT MALKOÇ
Uzun ve geri dönüşü olmayan bir yolculuktur ölüm… Kabir kapısına kadar dört kişinin omzunda ötelere yollanmaktır. Muvakkat dünya defterinin kapanıp sonsuz ahret defterinin açılmasıdır. Ölüm, çoğu insanı içten içe yiyip bitiren endişelerin asıl kaynağıdır. Hayatı sorgulamaya sebeptir ölüm… Apansız dünyanın dışına itiliştir belki de…
Ölüm dünyaya göre bir çeşit gurbettir. Onun içindir ki hep hüznü ve matemi çağrıştırır bizlere. Yahya Kemal ““Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” dese de biz yine de soğuk buluruz bu sonsuz yolculuğu… Ölümle birlikte dünyayla olan bağlarımızı da koparırız.
Ölüm dünyaya ait her ne varsa onları geride bırakmaktır. Hayatın sonbaharı ve kışıdır, Hakk dostlarının düşüdür; bir çeşit sonsuzluğa doğuştur ölüm… Doğarken nasıl çıplak doğduysak ölürken de öyle üryan gideriz. Sözün bu noktasında Karacaoğlan’ın şu dörtlüğünü hatırlamamak mümkün müdür: “Üryan geldim gene üryan giderim/Ölmemeye elde fermanım mı var/Azrail gelmiş de can talep eyler/Benim can vermeye dermanım mı var…”
Ölüm duygusu; zihnimizi kemiren, bizi hiç yalnız bırakmayan, adeta gölgemiz olan bir histir. Zira o bizi ne gece, ne de gündüz yalnız bırakır; daima zihnimizin bir köşesinde durur.
Ölüm serviler altında gölgelenmektir. Ölümle birlikte, dünyada kalanlar için anılar devreye girer. Gidenlerin ardından bakakalanlar, iyice yalnızlaşır. Ölen kişi, sanki bir yanımızı da alır götürür beraberinde.... Şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi “Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta/Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız…”
‘Durup dururken bu sözler de neyin nesi’ diyenleri duyar gibiyim. Kıymetli bir şairin, bir gönül dostunun ölümü bizi ölüme dair düşünmeye ve söyleşmeye itti. Şair valilerimizden Rıza Akdemir’den söz ediyorum. Güzel insan, gönül dostu, muhabbet fedaisi Rıza Akdemir, 9 Nisan 2012 tarihinde aramızdan ayrıldı. O, arkasında 25 eser, güzel anılar ve binlerce dost bıraktı. Onun uzun sayılabilecek hayatının kesitlerini gözümüzün önünden geçirelim…
1930 yılında Rize’nin İkizdere ilçesinde hayata gözlerini açan şair valilerimizden Rıza Akdemir, 2012 yılının 9 Nisan’ında Ankara’da hayata kapadı gözlerini. O, ilk ve orta öğrenimini Samsun’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İdari Şubesinden mezun oldu. İlk olarak Samsun’da maiyet memurluğu yaptı. Çorum’un Ortaköy ilçesine kaymakam olarak atandı. Daha sonra Almanya Hükümetinin davetlisi olarak, Federal Almanya’da mahalli idareler üzerinde araştırmalar yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra sırasıyla Sarız, Olur, Niksar kaymakamlıklarında bulundu. 1975 yılında Siirt Valiliğine atandı. Daha sonra İçişleri Bakanlığı’nda Özlük İşleri Genel Müdürlüğü, Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1982 yılında 36 vali arkadaşı ile birlikte emekliye sevk edildi. Büyük Türkiye Partisi’nin ve daha sonra da Doğru Yol Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. ANAP Hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte, tekrar İçişleri Bakanlığına geri döndü. Bu sefer Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulundu. Ardından Balıkesir Valiliğine tayin edildi. Vali Akdemir, 1 Ağustos 1995 tarihinde yaş haddinden emekli oldu.
Merhum Rıza Akdemir, ülkesini ve milletini canından aziz bilen bir vatan sevdalısıydı. O, eserlerinde vatan ve millet sevgisini anlatmıştır. Çocuklara ve gençlere bu asil duyguyu aşılamayı amaçlamıştır. Dr. Nermin Akdemir’le evli olan Rıza Akdemir’in iki kızı vardı. Merhum Rıza Akdemir, Sevinç Atan Hanım’la yaptığı bir röportajda hayatı boyunca ruhunu beslediği kaynaklar ve kitaplar hakkındaki duygularını şöyle özetlemiştir:
“Çocukluk yıllarımda, ilkokul, ortaokul ve lisede, şunu okumanız lazımdır, bunu okumanız gereklidir diye bize Doğu ve Batı edebiyatının yıldızlarını gösteren kimse olmadı. Hangi yollardan yürümemiz, hangi kapıları çalmamız, hangi çeşmelerden su içmemiz, neleri okumamız gerektiğini bilmeden ilkokulda görevli olduğum okul kütüphanesinde ne kadar kitap varsa hepsini tek tek okuyarak, elime geçen her kitabı hiçbir ayrım gözetmeden başladım okumaya. Çok genç yaşlarda Divan edebiyatından da Halk edebiyatından da Batı edebiyatı ve Osmanlı edebiyatından da bir şeyler almaya çalıştım. Bilinçli bir seçim yaptığımı söyleyemem. Bir insanın şu kadar kitap okudum diye öğünmesini son derece anlamsız buluyorum. Önemli olan kişinin okuduklarından neler aldığı ve elinde nelerin kaldığıdır. İşte kültür de budur. Ben dünya uluslarının ve Türk edebiyatının en önemli isimlerini okuyup incelemeye, anlamaya çalıştım. Edebiyatımızda çok sevdiğim şair ve yazarlar olmuştur.
Divan edebiyatında pek fazla yoğunlaştığımı söyleyemem ama Divan edebiyatının güzellikleri ve pırıltısı kaybolmasın istedim ve divan edebiyatını gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla da bir kitap hazırladım. Şu tarz şiiri severim, şunu sevmem, şu edebiyatı buna tercih ederim gibi bir ayırımı pek doğru bulmuyorum. Şiir her kalıpta güzeldir. Gülün her vazoda güzel olması gibi.”( http://birharf.net)
Şiirimizin güler yüzlü şairlerinden biriydi merhum Rıza Akdemir… Bugüne kadar millî ve manevî hissiyatı nakış nakış işlediği değişik türlerde 25 eser yayınlamaya muvaffak olmuştu. Bu kitapları okuyanlar, yurt sevgisini kendilerine şiar edinmişlerdi. Onun kitapları Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar tarafından yayınlanmıştır.
Merhum Rıza Akdemir, çok okuyan, az ve öz konuşan mümtaz bir insandı. O, bir Ankara beyefendisiydi. Kaymakamlık, valilik, bürokratlık gibi üst kademe yöneticiliklerinde bulunmuş bir vatan sevdalısıydı. Siirt ve Balıkesir illerimizde valilik görevini başarıyla ifa etmişti. Buralarda halk tarafından da çok sevilmişti. Bir zamanlar başarılı bir bürokrat olarak İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinde de bulunmuştu. 12 Eylül dönemi öncesinde Balıkesir Valisi olarak görev yapmaktaydı. Fakat 12 Eylül’ün değirmeninde o da öğütülmüş, vazifesinden sebepsizce alınmıştır. Merhum Akdemir, şair kimliğiyle önce İLESAM Başkan Yardımcısı olmuş, 2006 senesinde de İLESAM Başkanlığı yapmıştır.
Rıza Akdemir’in en büyük sermayesi kitaplarıydı. O, hayatında okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmemiştir. Makam ve mevki peşinde koşmamıştır. Hayatı boyunca edebiyata büyük bir tutkuyla bağlanmıştır. Kelimelerle dostluklar kurmuş, onları kullanarak duygu evleri inşa etmiştir. Akdemir’in arkadaşı Yavuz Bülent Bakiler onu şöyle anlatıyor:
“Kibar, kibar, kibar bir adamdı. Arkadaşlarına: “Caanım Efendim!” diye hitap ederdi. Elli yedi yıllık dostluğumuz esnasında birbirimize bir defacık olsun kırılmadık. Benim, tarihimize edebiyatımıza karşı biraz merakım vardı. Hiç abartmadan yazıyorum: Hem üniversite yıllarımızda, hem de çok daha sonraki devlet hayatımızda, edebiyatımızı da, tarihimizi de bana ders verecek derecede biliyordu. On beş bin kitaplık kütüphanesi olan devlet adamlarımızdan biriydi. Türkiye’mizde on beş bin kitabı olan kaç aydınımız vardır acaba?... Fakülte yıllarımızda, Rıza Akdemir’in bizden üstün özellikleri vardı. Evvela, kendi gayretiyle, bin yıllık eski alfabemizi öğrenmişti. Bizim, bön bön baktığımız eski Türkçe yazılmış kitaplarımızı, belgelerimizi, şiirlerimizi rahatlıkla okuyup anlatıyordu. Sonra, yabancı dil olarak Almancayı iyi biliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda Alman edebiyatının bazı kitaplarını tercüme ederek dilimize kazandırmıştı. Edebiyat ve tarih konusunda da bizden ve çevresinden, çok daha zengin bilgilerle yüklüydü.
Nesri hitabetinden, hitabeti nesrinden güzeldi. Şaşırtan bir belagatle konuşuyor, insanı çekip-çeviren, imrendiren, kıskandıran bir üslupla yazıyordu. Serdengeçti Osman Yüksel’in o, bir yazıda bir yanlış kelimenin, bir lüzumsuz cümlenin geçmesine tahammül edemeyen kimsenin, Rıza Akdemir’in yazılarını döne döne okuduğuna, o yazıları öve öve göklere çıkardığına kaç kere şahit olmuşumdur. Nitekim, Rıza Akdemir’in daha Samsun Lisesi sıralarında yazdığı yazılarını “Bir Gün Gelecek” ismiyle Serdengeçti Yayınları arasında çıkarmasına birlikte sevinmiştik.”(http://www.turkiyegazetesi.com)
Yakın geçmişte ebediyete uğurladığımız Rıza Akdemir, Mehmet Akif Ersoy’u çok seven ve Safahat’ı elinden düşürmeyen bir kişiydi. Çünkü o, aradığını Safahat’ta bulmuştu. Akif sanki onun içinden geçenleri okuyarak mısralara dökmüştü. O, Akif’i çok iyi anlayan ve her fırsatta anlatan sorumlu bir aydındı. Onun fikirleri Akif’le birebir örtüşüyordu. Zira her ikisi de millî ve manevî değerleri önemseyen ve bunlar üzerinde titreyen insanlardı.
Geçtiğimiz günlerde 82 yaşında aramızdan ayrılan Rıza Akdemir, şiiri amaç olarak değil; düşüncelerini geniş kitlelere aktarmak için bir araç olarak görüyordu. Zira şiir iyi bir propaganda aracıydı. Akdemir, şiirin o büyülü atmosferinden yararlanarak yeni nesillere öz benliklerini hatırlatıyordu. O, şanlı geçmişiyle gurur duyuyor ve şöyle sesleniyordu:
“Fırtınalar gibi dilim var benim
Törem var, yasam var, ilmim var benim
Doğusu, batısı bu diyar benim
Önümde baş eğmiş bir sürü devlet
Halklar değilim ben, milletim millet...
Göller alın terim, ırmaklar kanım
Fatih’im ben, Ulubatlı Hasan’ım
Ay yıldızı gök kubbeye asanım
Bir elimde ezel, birinde ebed,
Halklar değilim ben, milletim millet....”
Merhum Rıza Akdemir, şöhret olmak için değil, gençleri bilinçlendirmek için yazıyordu. Yazmaktan tek beklentisi şuurlu nesillerin yetişmesiydi. Onun kaleme aldığı eserler arasında şunları sayabiliriz: “Bir Gün Gelecek, İnci Taneleri, Masal Çiçekleri, Çocuklarımıza Masallar, Dinî Şiirler, Manzum Öğütler, Türk Gençliğine Mektuplar, Adalet(piyes), Çocuk Hikâyeleri, İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, Güldeste, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi... Çevirileri: Şövalyenin Şatosu, Sevimli Kuzu, Şişedeki Cin, Türkmenler Arasında, İnatçı Kız, Şarkıcı Kanarya, Cesur Kız, Vatansız Adam, Yemin...”
Merhum Rıza Akdemir’i tanıyanlar onunla ilgili hep güzel şeyler söylemişlerdir. Değerli şair ve yazar Halistin Kukul, merhum Rıza Akdemir’i şöyle anlatıyor: “Rıza Ağabey, bir başka güzeldi; sevgi doluydu, heyecanlıydı, fikir yüklüydü, muhabbetliydi, fedâkârdı, azîmliydi, çalışkandı... Yüksek bir “İslâmî-millî şuûra sâhip”; dâimâ kılık- kıyafetine itinâ gösteren, kibar; fikri, heyecanı kadar ve heyecanı da fikri kadar mükemmel ve makbûl, ateşli bir hatip, nezakete numûne bir beyefendi insandı. Milletseverdi, vatan severdi, bayrak severdi, insan severdi!.. O, bir kültür adamıydı. Önde yürümesini bilen nadirlerdendi. Gençlik hakkında kitabı olan, sanıyorum ki, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’den sonra ikinci fikir adamı Rıza Akdemir’dir. Başgil Hoca’nın 1949 yılında yazdığı ‘Gençlerle Başbaşa’ adlı küçük, fakat emsalsiz eserinin bir takipçisi olarak, 1977 yılında Damla Yayınevi tarafından neşredilen ve ithafında: ‘Bu eserimi, ‘Güneş sağ tarafıma, ay da sol tarafıma konsa, bu davayı terk etmeyeceğim’ diyen Hazreti Peygamber’in yolunda hak için, bayrak için şehit düşen altmış altı vatan evlâdının ölmez hatırasına adıyorum.’ diye başlayan ‘Türk Gençliğine Mektuplar’ adlı kitabı, başlı başına takdire şayandır.”( http://olaygazete.net)
Akdemir’in, şiirde sanatkârlık ve hüner gösterme diye bir düşüncesi ve kaygısı yoktu. O da Akif gibi ‘Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek’ düşüncesinde bir insandı. Maksadı uyanık ve şuurlu bir nesil oluşturmaktı. Onun en etkileyici şiirlerinden biri de “Şehidin Babası” adlı manzum hikâyesiydi. Bu şiiri okuyup da ağlamayan insan yok denebilir. Akdemir, bu şiirde vatansever bir subayla olan diyaloğunu anlatır. Askerlik şubesinde çalışan bir subayın hatırasına yer verir… O gün şubeye bir yaşlı adam gelmiştir. Adamın geleceğe dair büyük ümitler bağladığı oğlu, terhisine 17 gün kala şehit olmuştur. Şair Akdemir, yaşlı adamın ağzından şehit oğlunun acısını ustaca anlatır. Sonunda yaşlı adam subaya şöyle der: “Şimdi bir sıkıntım var uykularımı bölen,/Şehit olur mu acep vatana borçlu ölen.//Öbür dünyada oğlum belki üzülür buna,/Onun bir tek gün borcu kalmamalı yurduna.//Bu vatana, millete borcu kalmasın beyim,/On yedi gün eksiği yerine ben edeyim.//Bir tek bu umut kaldı hayata karşı bağım,/Bakma yaşlılığıma ben de eski toprağım.//Benim de bayrak tutar, silâh tutar bileyim,/Budur senden son arzum, budur sende dileyim.”
Bilmem sizin gözleriniz nemlendi mi? Rıza Akdemir’e Allah’tan rahmet diliyorum…
“BİR LÂHZA-İ TEAHHUR” VE SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİT
M.NİHAT MALKOÇ
Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn Topluluğu’nun başta gelen şairlerinden birisidir. Hatta bu edebî kitlenin yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de yapmıştır. Şiirlerini “Rübab-ı Şikeste” adlı önemli eserde bir araya getirmiştir. Bu kitapta yer alan şiirlerden birisi de üzerinde çok konuşulan “Bir Lâhza-i Teahhur” dur. Günümüz Türkçesine “Bir Anlık Gecikme” şeklinde çevirebiliriz bunu. Peki, bu şiirin ne ehemmiyeti vardır? Söz konusu şiir, İkinci Abdülhamit’e düzenlenen suikast nedeniyle yazılmıştır.
İkinci Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde tahta oturmuş talihsiz bir padişahtır. Onun için de pek çok düşmanları olmuştur. İşlerin iyi gittiği zamanda herkes methiyeler düzer. Hele bir de işler kötü gidedursun herkes düşman kesilir bir anda. Abdülhamit de bu kaderi yaşamış iyi niyetli, aşırı müsamahakâr bir insandı. Ermenilerin en büyük ideali Doğu Anadolu toprakları üzerinde müstakil bir Ermenistan kurmaktı. İkinci Abdülhamit buna şiddetle karşı çıkmıştır. Onun için Ermeniler, Abdülhamit’i en büyük düşman olarak ilân etmişlerdi. Hatta onu öldürmek için büyük bir suikast düzenlemişlerdir.
21 Temmuz 1905 senesinde icra edilen suikast planı gerçekten tüyler ürperticiydi. Bilindiği gibi Abdülhamit, mütedeyyin bir insandı. Osmanlı padişahlarının tamamı böyledir zaten. Abdülhamit Han, Cuma namazını daha çok Yıldız Camii’nde kılardı. Ermeniler onun bu özelliğini bildikleri için kendisine Yıldız Camii’nin önünde şirret bir tuzak kurmuşlardır. Hatta bu işin eksiksiz gerçekleşmesi için dünya çapında ün yapmış Belçikalı terörist Jorris’i de aralarına dâhil etmişlerdir. Hazırlanan plan gereğince Abdülhamit’i, Cuma Selâmlığı’ndan çıkarken bomba marifetiyle havaya uçuracaklardı. Hatta pek çok kritik nokta da bombalanacaktı. Her şey saniyesi saniyesine ayarlanmıştı. Yüz kiloluk bir bomba hazırlanmıştı bunun için… Saatli bomba hassas hesaplarla Abdülhamit’in çıkış anına ayarlanmıştı. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. O gün her ne hikmetse Abdülhamit Han, Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi’yle ayaküstü bir süre konuşmuş. Bomba şiddetli bir gürültüyle patladığı esnada o, yukarıdaki merdivenlerden yeni iniyordu. Kendisinin burnu bile kanamamıştır. Fakat bu hadisede 26 kişi hayatını kaybetmiş; 58 kişi de yaralanmıştı.
Osmanlı’nın en dirayetli padişahlarından biri olan Sultan İkinci Abdülhamit’i, pek çok kişi gibi, zamanın büyük şairlerinden biri olan Tevfik Fikret de hiç sevmezdi. Yukarıda bahsedilen başarısız suikast girişimi üzerine “Bir Lâhza-i Teahhur” adlı, kin ve nefret dolu şiirini yazmıştır. O, bu şiirinde Abdülhamit’i yerden yere vurarak suikastçı Ermenileri övmüştür. Ermenilerin “Bir Anlık Gecikme” sine hayıflanmıştır. Bakın ne diyor Fikret:
“Ey şanlı avcı, dâmını bî-hûde kurmadın!
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bî-sükûn
Yahut o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş
Lâkin tesadüf… Ah o kavîler münâdimi,
Âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbîr-i hâriki;
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bâriki.
Nakşetti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr
Kurtuldu; hakkıdır, alacak, şimdi intikam;
Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm:
Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teahhura medyûn bu keyfini!”
Tevfik Fikret, ömrü boyunca buhran içinde yaşamıştır. Gün gelmiş İstanbul’a, gün gelmiş manevî değerlere, gün gelmiş Sultan İkinci Abdülhamit gibi mütedeyyin eşhasa saldırmıştır. İçindeki maneviyat boşluğu, bu yaptıklarını ona şirin göstermiştir. Mensup olduğu devletin padişahına düzenlenen suikaste methiyeler yazan bir insanın ruh dünyasını varın siz düşünün! Ölüm, öyle veya böyle hepimizi gelip bulacaktır. Başkalarının ölümüne sevinilmez. Fakat Fikret, şahsına münhasır bir kişi olduğu için, Abdülhamit’e düzenlenen suikaste çok seviniyor. Hatta bunun başarısızlıkla neticelenmesine karşı da asabı bozuluyor.
Bu pek meşhur Servet-i Fünûn şairine göre Allah hep güçlüleri koruyormuş! (Hâşâ) Allah, zavallıların her zaman düşmanıymış!... Ermenilerin Abdülhamit’e düzenledikleri suikastte de böyle olmuş! Güya Allah, Ermenilerin ümit ışığını söndürmüş. Fikret bu şiirde Abdülhamid’e olan kinini kusmakla yetinmiyor, manevî değerlere de saldırıyor. Fikret, hedef değiştiriyor. ‘Tarih-i Kadim’ adlı eserinde aşağıladığı Allah’la şu ifadelerle boy ölçüşüyor:
“Lâkin tesadüf… Âh, o kavîler münâdimi,
Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
Birden yetişti mahva bu tedbir-i hâriki
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı
Servet-i Fünûn şairi Fikret’in bu mısralarında günümüz Türkçesiyle şöyle deniyor:
“Fakat o rastlantı… Ah, o güçlülerin yardımcısı,
Güçsüzlerin, zavallıların sürekli düşmanı
Birden yetişti bu eşsiz önlemi yok etmeye,
Söndürdü bu parıldayan umudu bir solukta.”
Bu suikastte onlarca masum insan hayatından olmuştu. İnsanda azıcık merhamet olsa, ölen onca zavallı insana acırdı. Vicdan sahibi bir şair, sebepsiz yere insanları canlarından eden suikaste methiyeler yazmazdı. Büyük Şair(!) bununla yetinmeyerek olaya muhatap olanları: “Aşağılık bir seyirci topluluğu, kudurmuş, kaba” gibi sıfatlarla tavsif ediyor. Gök boşluğuna bacak, kelle, kan ve kemiğin yükseldiğini söylüyor. Dilerseniz bu mısralara da bir göz atalım:
“Bir darbe… Bir duman… Ve bütün bir gürûh-ı sûr,
Bir ma’şer-i vazî-i temaşa, haşîn, akuur
Tırnaklarıyla bir yed-i kahrın, didik didik,
Yükseldi gavr-i cevve bacak, kelle, kan, kemik…”
Bu ifadeler bana merhum Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiiri hatırlattı. Nasıl oluyor da bir Türk şairi, Ermenilerle ağız birliği ediyor ve onları övmekten çekinmiyor. Oysa Sultan Abdülhamit, vatanperver bir insandı. Hiç kimseye bir kötülüğü dokunmamıştır. Herkese karşı hoşgörülü olduğu için çok eleştiriliyordu. Bunu pasiflik olarak addediyorlardı. Bir sultana mütevazı olmayı yakıştıramıyorlardı. Fikret de bu kervana katılanlardandı. Gerçi o devirde basına zaman zaman sansür de uygulanıyordu. Lâkin hadiseleri değerlendirirken cereyan ettikleri zamanı da göz önünde bulundurmak lâzımdır. O dönemde böyle yapmak gerekiyordu. Zira devlet, bölünme ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Abdülhamid ne yapmışsa devletin bekası için yapmıştı. Fikret bunlara rağmen Ermeni suikastını hoş görüyor ve suikastçıları kutluyordu. Onları kurtarıcı bir el olarak görüyordu. Bu hadiseyle toplumun uyanacağını iddia ediyordu. Ona göre Abdülhamit’in ölümü, zorbalığın da sona ermesi mânâsına geliyordu. Bu saldırının o görkemli taçları sarsmasını istiyordu. O gizli eli çok merak ediyordu. Belli ki bilfiil kutlayacaktı onları:
“Ey darbe-i mübeccele, ey dûd-ı müntakim,
Kimsin? Nesin?.. Bu savlete sâik, sebep ne? Kim?..
Arkanda bin nigâh-ı tecessüs ve sen nihân,
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.”
Bu fâni dünyada sonunda Abdülhamit de öldü, Tevfik Fikret de… Çünkü Rabbimizin buyurduğu gibi: “Her nefis, ölümü tadacaktır.”(Enbiya S. 35.Ayet) Başkalarının ölümünü istemek caiz değildir. Hepimiz bu kervanın yolcusuyuz. Bak işte hepsi öldü, biz de öleceğiz.
OSMANLI DEVLETİ'NİN KURUCUSU VE İSİM BABASI: OSMAN GAZİ
M. NİHAT MALKOÇ
Altı asır boyunca yaşayan Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve isim babası olan Osman Gazi 1258 yılında Bilecik'in Söğüt ilçesinde doğmuştur. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan olan Ertuğrul Gâzi' nin oğludur. Annesi Halime Hatun'dur.
Osman Bey üç kardeşin en küçüğüydü.1281 yılında Söğüt'te Kayı Boyu'nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok mahirdi. Aşiretin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı olan Mal Hatun'la evlendi. Bu evlilikten ilerde Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi dünyaya geldi. Yine Osman Gazi 1289'da Şeyh Edebali’nin kızı Rabîa Bâlâ Hâtun'la evlendi. Böylece gücü ve etkisi daha da arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alaaddin dünyaya geldi.
Babasından 4800 kilometrekare olarak aldığı toprakları kısa denilebilecek bir zamanda 16.000 kilometre kareye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâaddin dışında da çocukları vardı. Bunlar Fatma Hatun, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey'dir.
1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’te Söğüt ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uç beyi oldu. Osman Gazi'nin 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı bağımsızlığını kazandığını gösterdi.
Gözünü budaktan sakınmayan bir alperen olan Osman Gazi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlamıştır. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetmiş ve beylik merkezini Bilecik’e nakletmiştir. Fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan'la evlendirmiştir. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir.
Osman Gazi 1301'de Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu. Saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı. Kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, oğlu Orhan Bey’e Sultanönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Şeyh Edebâli’ye Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Bu arada Edebâli'nin torunu Alaaddin’i yanında götürdü. 1308'de İlhanlı Hükümdarı Ahmet Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tam anlamıyla bağımsız bir devlet hâline gelmiş oldu.
Osman Gazi, devlet işlerini yoluna koyunca 1324 yılında devletleşen beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti. 1324 yılının Şubat ayında Bursa’nın fethini göremeden 67 yaşında vefat etti.
Osmanlı çınarının tohumlarını Anadolu'ya serpen yiğit bir komutan ve devlet adamıdır Osman Gazi. O, küçük bir beyliği devlet yapmış büyük bir insandır. Cihan imparatorluğunun ilk padişahıdır. O, altı asırlık bir tarihin başlatıcısı olmuştur. Osman Gazi, Bilecik fethedildiğinde tıpkı Fatih gibi buradaki gayri Müslim tebaya hiçbir müdahalede bulunmamış, inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir. Bu örnek davranış daha sonra gelen Fatih'e de ilham vermiştir. Fatih de tıpkı atası Osman Gazi gibi Bizanslıları inançlarında özgür bırakmıştır. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, Osman Gazi'nin şahsiyetiyle ilgili şu çarpıcı ifadeleri kullanır: "Osman Gazi ümmî olmasına rağmen, bir kurmay subay maharetiyle Bizans kalelerini düşürmesinin yanı sıra âdil, dürüst, sevecen, hayırhah ve müsamahakâr olmasını da müptelâsı olduğu Şeyh Edebâli sohbetlerine borçludur.
'Bey' kimliğine 'mürit' teslimiyeti ve sadakatini de katan Osman Gazi, kısa süre içinde mürşidi tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran “mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştır. Osman Bey kendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir! Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Bey hissediyordu. Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, paylaşımdaki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Ebubekir kadar da fazıl olmayı öğreniyordu. Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı."(1)
Osman Gazi'nin Uykusuz Geçirdiği Gecenin Kutlu Sabahı
Osmanlı Devleti'nin bânisi Osman Gazi ile ilgili olarak hikmetli bir rivayet nakledilir. Dilerseniz bu rivayeti, yaşayan tarihçilerimizden Yavuz Bahadıroğlu'ndan dinleyelim:
"Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde, Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı. Abdest tazeledi.
Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti.
Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”
Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı: “Kelâm-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim.”
“Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, rivayete göre bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Malhun Hatun’u (Balâ veya Mal Hatun diyen tarihçiler de var) Osman Bey’e nikâhladı. Osman Bey bu motivasyon sayesinde Osman Gazi'ye dönüşüp Bizans kalelerini bir bir fethetti."(2)
Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye Nasihati
Osmanlı Devleti'nin temeline manevî harç koyanların başında hiç şüphesiz ki Şeyh Edebâli gelmektedir. Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye nasihati bir ibret vesikasıdır. İçerisinde çok önemli mesajlar barındıran bu anlamlı sözleri hepimizin içselleştirerek okuması gerekir:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir. Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir."
Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Gazi'ye Vasiyeti
Şeyh Edebali'nin manevî eğitiminden geçen Osman Gazi'nin hastalığı Bursa’nın fethi sürecinde iyice arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtun'un vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefat edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyetnamesinde çok önemli şeyler söyledi. Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye vasiyeti, özünden uzaklaşan günümüz insanı için çok önemli düşünceler barındırmaktadır:
“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerîat ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.”
Bir Ömrün Hitamı ve Osman Gazi Türbesi
Osman Gazi'nin Bursa'da, Gümüşlü Kümbet'e gömülmeyi oğlu Orhan Gazi'ye vasiyet ettiği söylenir. Fakat o öldüğünde Bursa henüz fethedilmemişti. Yani Osman Gazi Bursa'nın fethedildiğini dünya gözüyle hiç görmedi. Orhan Gazi Bursa'yı fethettikten sonra babası Osman Gazi'yi Gümüşlü Kümbet'in içine defnederek vasiyetini yerine getirmiştir. Konuyla ilgili İslâm Ansiklopedisi'nin "Osman I" maddesinde şu bilgilere yer verilir:
"Osmanlı rivayeti erken bir tarihten, 1305'ten sonra Osman'ın herhangi bir faaliyetinden söz etmez. Bu rivayetlerde Osman Bey'in ayağında "nikris zahmeti" bulunduğu için işleri Orhan'a bıraktığından kendisinin yaşlanıp "mütekaid" olduğundan söz edilir.
Osman'ın ölüm tarihi Asporça Hatun ile Mekece vakfiyelerine göre belirlenebilir. Birincisinde Osman hayatta, ikincisinde vefat etmiş görünmektedir. Dolayısıyla Osman 724'te ( 1324) ölmüştür. Osmanlı rivayetine göre vefatında hicrî yıl hesabıyla altmış dokuz yaşındaydı ve yirmi yedi yıl hükümdarlık yapmıştı. Bu kayda göre doğumu 1257 olmalıdır. Osmanlı rivayetine göre vefatında Orhan Bey Bursa'yı kuşatmakla meşguldü. Osman'ı vasiyeti gereği hisarda Tophane'de, "Manastır'da kubbenin altında" defnettiler. Gümüşlü Kubbe denilen manastır 1271(1855) depreminde yıkılınca 1280'de ( 1863) şimdiki sade türbe, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır.
Yapının Osman Nevres'in söylediği ve Mevlevî Zeki Dede'nin ta'lik yazıyla yazdığı
on satırlık kitabesinin son mısraından, yapım tarihi olarak 1280 ( 1863) çıkmaktadır.
Bugünkü bina iki adet çok ince ve uzun sütunçeli, üzerinde Abdülaziz'in tuğrası
bulunan bir sundurma, ahşap kemerli dikdörtgen bir giriş holü, holün batısında türbedar
odası ve türbe olmak üzere dört bölümden oluşur. Türbede on yedi sanduka bulunmaktadır, Osman Gazi, oğlu Alaaddin Bey, Orhan Bey'in eşi Asporça Hatun, Orhan Gazi'nin Asporça'dan doğma oğlu İbrahim ve I. Murad'ın oğlu Savcı Bey olarak beşinin aidiyeti bilinmekte olup diğerleri hakkında bilgi yoktur."(3)
Türkiye'nin evveli olan Osmanlı Devleti 624 sene boyunca dünyaya adalet dağıtmış, herkese şefkat ve merhametle hükmetmiştir. O dönemde dünya huzurun adresi olmuştur. Bize şanlı bir tarih bırakan Osman Gazi'ye Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun.
Dipnot:
1-2)http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/sohbet-gelenegimizin-kokeni-21986.html
3) TDV İslâm Ansiklopedisi, Osman Gazi Türbesi Maddesi , Doğan Yavaş
Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 2.7.2005 16:30:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Nihat Malkoç](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/07/02/muhabbet-baginin-gulleri-yazilarim.jpg)
M. NİHAT MALKOÇ
Bir cihan devleti olarak dünyaya merhametin ve adaletin ne olduğunu öğreten Osmanlı Devleti'nde 36 padişah tahta oturmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Çelebi Mehmed'dir. Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed(Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı'nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. Babası Yıldırım Bayezid, annesi ise Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'dur. Osmanlı'nın beşinci padişahı olarak tarihî kayıtlara geçen Çelebi Mehmed'in çocukluğu Bursa'da geçmiştir. 1413-1421 yılları arasında sekiz yıl Osmanlı tahtında kalmıştır. Çelebi Mehmed'in erkek çocukları Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi, Mahmud Çelebi, Kasım Çelebi, Orhan Çelebi'dir. 12 tane olduğu söylenen kız çocuklarından bazıları İnci Hatun, Selçuk Hatun, Sultan Hatun, Hatice Hatun, Fatma Hatun, Hafsa Hatun, İlaldı Hatun, Ayşe Hatun'dur.
Sultan I. Mehmed(Çelebi) eğitimini Bursa ve Edirne Saraylarında tamamlamıştır. Amasyalı Sofi Bayezid ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza'dan eğitim almıştır. İsminde yer alan “Çelebi” kelimesi, okuma yazma bilen, medrese veya dengi bir kurumda eğitim görmüş kişiler için kullanılan bir ifadedir.
Tarihçilerin ifadelerine göre Çelebi Sultan Mehmed, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatık kaşlı, beyaz tenli, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini de çekerdi. Padişahlığı müddetince bizzat 24 muharebede bulunmuş ve savaşlar sırasında kırka yakın yara almıştı. Sık sık güreştiği için halk kendisine "Pehlivan Çelebi" ismini vermişti.
Mehmed Çelebi tek padişah olarak önce, Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvarlar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı'nda kaldı. Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçileri kabul etti ve devletin üst kademelerine kendi görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle İznik'e sürüldü ve yerine Sünni ulemanın seçtiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi tarafından Bizans'dan alınan Selanikve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans'a geri verildi.
Şair Ruhlu Bir Padişah....
Osmanlı Devleti'nde padişahların önemli bir kısmı aynı zamanda şairdir. Yani onlar devletin yanında, sözlerin de sultanıdırlar. Bunlar arasında "Muhibbî" mahlasıyla bir divan oluşturacak kadar şiir yazan Kanunî Sultan Süleyman'ı, "Avnî" mahlaslı Fatih Sultan Mehmed'i," Muradî" mahlaslı II. Murad'ı, "Adlî" mahlaslı II. Bayezid'i, "Selimî" mahlaslı II. Selim'i, "Cihangir" mahlaslı III. Mustafa'yı, "İlhamî" mahlaslı III. Selim'i sayabiliriz. Bunların yanında Sultan Çelebi Mehmed de bazen şiir söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiiri onun üstün takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı güçlü imanını göstermektedir: "Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!/Erenlerden duâ vü himmet iste!/Çalup dîn aşkına udvâne şimşir,/Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!/Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;//Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!/Geçenden geç, demür taşdan sakınma,/Demüri mahv idenden kuvvet iste!/Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,/Adûyı arsadan sür vüs’at iste!"
Fetret Devrinin Karanlığından Aydınlığa Çıkış
Fetret devri, Yıldırım Beyazıt'ın 1402 yılında Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşmesiyle, altı oğlundan dördünün yaptığı taht kavgalarıyla geçen 1402-1413 yılları arasındaki döneme verilen addır. Bu döneme "Bunalım Devri" ya da "Fasıla-i Saltanat" adı da verilmektedir. Yıldırım Beyazıt'ın oğulları İsa Çelebi, Çelebi Mehmet, Musa Çelebi ve Emir Süleyman arasında geçen taht kavgaları sonucunda dağılmış olan Osmanlı birliği Çelebi Mehmet (1. Mehmet) tarafından tekrar sağlanmıştır. Böylece 5 Temmuz 1413 yılında 11 yıl süren fetret devri; yani bunalım devri kapanmış oldu. Çelebi Mehmet Osmanlıların tek padişahı olarak kaldı. Dört kardeşin taht için yaptıkları ölüm kalım savaşlarının sonunda, olgun kişiliği ile Çelebi Mehmet galip gelmiştir. Bunun sebebi Anadolu kültürü ile yetişmesi ve çok yönlü bir kişi olmasıdır. Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanmış, çökmüş ve morali kaybolmuş devletin toparlanması Çelebi Mehmet sayesinde mümkün olmuştur.
Çelebi Mehmet, Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanan Osmanlı topraklarını yeniden bir idare altında birleştirmek için fetret devrinde (1402-1413) kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler ile mücadele etti. En son 1413'te Çamurlu mevkiinde Musa Çelebi kuvvetlerini bozguna uğrattıktan sonra Edirne’de tahta çıktı. Böylece Osmanlı Devleti’ni karşılaştığı bu büyük bunalımdan kurtararak devletin birliğini sağlayan Çelebi Sultan Mehmed, ilk olarak elden çıkan toprakları geri almaya çalıştı.
Çelebi Mehmed 1414'te Anadolu üzerine yürüyerek Aydınoğlu Cüneyd Bey'in elinden Kayacık, Nif ve İzmir’i aldı. Karamanoğulları’na ait Konya’yı muhasara etti ise de İkinci Mehmet’in af dilemesi ve tabiiyetini arz etmesi üzerine barış yapıldı. Ancak Karamanoğlu’nun sözünde durmaması üzerine Sultan Mehmed, bu şehri ikinci defa kuşatarak zapt etti (1415). Daha sonra yapılan antlaşmayla Konya’yı Karamanoğulları’na bırakan Sultan, Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç ve Beyşehir kalelerini ülkesine kattı.
Bundan sonra, evvelce Musa Çelebi ile birleşerek kendisine karşı hareket eden ve vergisini de göndermeyen Eflak Beyi Mirça üzerine yürüyen Sultan, onu Yer-Göğü’nde mağlup etti. Mirça, üç yıllık vergisini ödediği gibi, oğlunu da rehin olarak bıraktı. Rumeli’den dönüşünde Candaroğulları üzerine yürüdü. Tosya, Çankırı ve Kalecik’i ele geçirdi. 1416 ve 1420'de ilk defa Tuna ırmağının kuzeyine geçerek Basarabya’ya girdi.
Çelebi Mehmed Hakkında Söylenenler...
"Birinci Mehmed’i, tavırlarına, hareketlerinde sü¬rate, vakarına ait övgülerin hepsinin fevkine yükselten şeyi, Os¬manlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti, şefkati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türkler gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir"(Halkondil)
"Çelebi Mehmed yalnız Türkler değil Hıristiyanlara da iyilikle muamele etmiş ve can-ı gönülden hisleriyle fikrinin geniş¬liği ve ahlâkının güzelliği birbirine uygun düşmüştür"(Dukas)
"Bütün hayatı müddetince Bizans imparatorunun sadık müttefiki, Türkmen asilerinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanatı tahtının şanlı dayanağı, Osmanlı müverrihlerinin tabirince, Tatar tufanının tehlikeye düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh idi"(Hammer)
"Padişahlık süresi sekiz yıldan beş gün eksik idi. Güzel huyu ve şefkatli tutumuyla her yanda şöhret yapmıştı. Adet edindiği şekilde dileyenlere nafakalar dağıtır, her Cuma günü fukarayı doyurur, ihtiyaç sahiplerine gereken yardı¬mı yapar, hesapsız hediyelerle kırık gönülleri sevindirirdi. Allahü teâlâ şanlarını yüce etsin Haremeyn (Mekke ve Medine)’de konuklayanlara her yıl sayıya gelmeyecek ölçüde mal gönderirdi"(Hoca Sadeddin Efendi)
İlim ve Kültür Sevdalısı Bir Padişah....
Osmanlı'yı Fetret döneminden çıkaran, bu yüzden de Osmanlı'nın ikinci kurucusu olarak anılan Çelebi Mehmed imar faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Birçok eserin inşasında çok önemli rolü olmuştur. O, aynı zamanda kültüre ve ilme de çok değer vermiştir. Tarihçi Ahmet Şimşirgil bu konuda şunları söylemektedir:
"Çelebi Mehmed siyasi başarılarının yanı sıra imar ve kültür fa¬aliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amas¬ya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Camii adıyla ta¬nınan mabedi gerek inşaatında kullanılan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibariyle şehrin başlıca şaheserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yüksekçe bir mev¬kide kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medrese¬si bugün müze haline getirilmiştir. Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleyman tarafından inşası¬na başlanan ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Cami’nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu Camiye vakıf olmak üzere Edirne’de ki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzade Kasım bu caminin bahçesinde medfundur.
Çelebi Mehmed ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. On¬lara karşı hürmetkar ve cömertti. Bu itibarla kısa süren hükümdar¬lığı döneminde namına muhtelif mevzularda eserler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrah¬man Merzifoni, Molla Sarı Yakup, Molla Kara Yakup, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ahmed sayılabilir."
Şeyh Bedreddin İsyanının Bastırılması
Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hadisesi hiç şüphesiz ki Şeyh Mahmut Bedrettin isyanıdır. İslâm’a uymayan fikirlerini halk arasında yayan Şeyh Bedreddin’in çıkardığı isyan kısa sürede Karaburun’dan Amasya’ya kadar yayıldı. Ancak ülkeye tek başına hakim olduğu günden beri Şeyh Bedreddin’in hareketlerini dikkatle takip eden Sultan Mehmet, Şeyh'in ve taraftarlarının başlattığı bu ayaklanmayı zamanında bastırmaya muvaffak oldu. Yakalanan Şeyh Bedrettin İslâm âlimlerinin fetvası üzerine idam edildi.
Bu dönemde isyanlar Çelebi Mehmed'in yakasını bir türlü bırakmadı. Çelebi Mehmed aynı yıl Rumeli’de taht mücadelesine giren ve Düzmece Mustafa olarak da bilinen kardeşi Mustafa Çelebi’yi yenilgiye uğrattı. Mustafa Çelebi kaçarak Bizans imparatoruna sığındı. Daha sonra Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmed Çelebi Ankara'da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey'in hekimi Mevlâna Sinan (Şair Şeyhi) tarafından tedavi edildi ve Sultan kendisini tedavi eden Şeyhi'yi ödüllendirdi. Şeyhi bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçları olarak başından geçenleri Harname adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bilinmektedir.
Çelebi Mehmed'in Ebediyete İrtihali
Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421'de Edirne'de bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Amasyalı Beyazıd Paşa ve vezirleri İvaz Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa'yi çağırıp "Tez oğlum Murat'i getirin. Ben bu döşekten kalkamam. Murat gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün, ölümümü gizleyin." vasiyetinde bulundu. En çok Selanik'te bulunan Düzmece Mustafa'dan çekinilerek, Amasya'da vali olan Murad'in Bursa'ya ulaşmasına kadar 42 gün ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Durumundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pencere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı rivayet edilir. II. Murat Bursa'ya gelip tahta çıkmasından sonra cenazesi Edirne'den Bursa'ya götürülerek Yeşil Türbe'ye defnedildi.
Çelebi Mehmed’in rahatsızlanıp yatağa düştüğünde, devlet adamlarından oğlu Murad’ı çağırmalarını istemesini ve onlara yaptığı vasiyeti yine Hoca Sadeddin Efendi şu mısralarla naklet¬mektedir: "Ayak çekti hükümet kapısından/Soyundu padişahlık hırkasından//Gördü ki bu dünya bir boş mekandır/Su üstüne kurulmuş bir binadır//Bu tarlaya kerem tohumunu ekti/Dâr-ı karara doğru niyetlendi//Güzel adını yazıp koydu cihanda/Keremden el çekmedi bir zamanda//Güven, huzur idi çünkü dileği/Sultan Murad’a ısmarladı yerini//Vasiyeti bu oldu o, şah gelsin/Üstünlük göğünün ayı yükselsin//Refah getirsin bütün insanlara/Lütfunu göstersin gününde halka//Kılıcı gidersin zulmün kirini/Kıskansın çağlar keremli devrini//Yine sultan beylerine buyurdu/Ki askerden gizlesinler durumu//Şahın ölümü fitneye yol açar/Kötü dileyiciler bunu fırsat sayar//Hizmet eylen ciğer kuşem Murad’a/Sarfeyleyin gücünüzü yoluna//Adâlet semtine yöneltin anı/Onun ile ferah kılın cihanı//Zulüm töresini hiç öğretmeyin/Zalimlikle adını belletmeyin//Selamım duyurun ol nevcivana/Benden söyleyin ol yüce durağa//Kaçınsın o, cefa etmekten aman/Gaflet etmesin bir dem sakınmadan//Armağandır ona Hakkın kulları/Sakınsın, olmasın zulmün aracı/Yaraşmaz Osmanlı soyuna zulüm/Yanar cihan, feryad ederse mazlum//Lutfile din ehlini gözle sen/Bilgi sahiplerin her dem kolla sen//Boyun eğme sen gönlün hevesine/Dost etmeyesin kötüyü kendine//Dilersen her ülkeye el koymaya/Bağla kalbini yüce Yaradana//Haktan sakın dönmeye heveslenme/Kinle zulümle eteğini kirletme//Düşmanları kırsın, keskin kılıcın/Dünü gün halka yardımcı olasın//Her günün parlak, kadr olsun her geçen/Rahmanın yardımıyla olur yükselmen"
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek cihana adalet dağıtan bir dünya devleti olmuştur. Bu padişahlardan biri de I. Bayezid(Yıldırım Bayezid)'dir.
Yıldırım Bayezid 1360 senesinde Bursa'da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Murad(Murâd-ı Hüdâvendigâr), annesi Gülçiçek Hatun’dur. O, I. Murad'ın büyük oğludur. Osmanlı'nın dördüncü padişahıdır. Çok önemli âlimlerden din ve fen eğitimi almıştır. Bunlar arasında Bursa kadısı Koca Mahmud'u, kazasker Çandarlı Halil'i ve Kara¬manlı Molla Rüstem'i sayabiliriz. Yine mümtaz komutanlardan askerî eğitim tahsil etmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun'la evlenmiştir. 1381 senesinde devlet yönetimini öğrenmesi için Kütahya’ya vali olarak gönderilmiştir. Yani şehzadelik dönemi bu şehirde geçmiştir. 1389’dan 1403 yılına kadar 14 sene hükümdarlık yapmıştır.1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı'na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu savaşta babası şehadet mertebesine erişince kendisi tahta çıkmıştır. Sırp Kralı Lazar'ın oğlu Etiye, Yıldırım Bayezid tarafından Sırbistan tahtına çıkarılmış ve Sırbistan Osmanlı Devletine bağlı bir devlet hâline gelmiştir.
Birçok kahramanlıklar gösteren Yıldırım Bayezid'in yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzlu olduğu rivayet edilir.
Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine "Yıldırım" lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların sohbetlerinden büyük keyif alırdı. Cömertlik konusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünenleri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzeydeydi. Dindar bir insandı. Şüpheli şeylerden hep sakınırdı. Çok yiğit bir devlet adamı ve bahadır şahsiyetti. Cuma günleri fakirlere sadaka dağıtmayı adet edinmişti. Azimli, kararlı ve irade sahibi bir insandı. Parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Çevik, atılgan ve soğukkanlı bir kişiydi. Verdiği kararlarda geri adım atmazdı.
Niğbolu Aslanı: Yıldırım Bayezid
Osmanlılar I. Murad'ın şehit olduğu I. Kosova Savaşı'nı kazandıktan sonra Avrupalıların gözünü iyice korkutmuştu. Bu korkuyu iliklerine kadar yaşayan devletlerin başında Macaristan geliyordu. Bu devlet başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.
Macar Kralı Sigismund, Niğbolu’da yeniçerilerden yediği darbenin etkisiyle, Osmanlı ordusuyla tek başına mücadelenin mümkün olmadığına inanmıştı. Son günlerini yaşayan Bizans bütün Avrupa’dan imdat istiyor, özellikle Kral Sigismund’dan yardım dileniyordu.
Kral Sigismund’un ısrarcı girişimleri sonucunda, başta Macaristan olmak üzere, Lehistan (Polonya), İngiltere, Almanya, Fransa, Venedik, Kastilya, Aragon Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Papalık, Eflak Prensliği, Töton Şövalyeleri, Norveç Krallığı, İskoçya ve küçük İtalyan devletleri ile Bizans dahil olmak üzere, güçleriyle orantılı olarak hazırladıkları ordularla aynı amaç uğruna bir kez daha birleştiler.
25 Eylül 1396'da Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusunu, hiç beklemedikleri bir anda karşılarında gören Haçlılar derhal silah başı yapıp harp nizamı aldılar. Savaşın başlaması ve iki ordunun birbirine girmesiyle Osmanlıların üstünlüğü görülmeye başlandı. Özellikle Yeniçeriler hilâl gibi açılıp aralarına aldıklarını yok ediyorlardı. Durumu gören Haçlıların birçoğu yılgınlığa düşmüş bir çoğu da geri çekilmeye başlamıştı. Savaş sonucunda Yıldırım Bayezid öncülüğündeki Osmanlılar Haçlılara karşı tarihimizin en büyük zaferi olan Niğbolu Savaşı'nı kesin bir zaferle kazandı. Bu zafer bir çeşit dönüm noktası oldu.
Osmanlılar Tarafından Yapılan İlk İstanbul Kuşatmasının Mimarı: Yıldırım Bayezid
Sırp İmparatoru Yoannes'in oğlu Manuel, Karaman Seferi'nde Yıldırım Bayezid'le birlikte bulunmuştu. Manuel, Bursa'ya geldikten sonra izinsiz bir şekilde İstanbul'a gitmişti. Bu olay üzerine, Yıldırım Bayezid bu gidişin gizli bir gayesi olduğunu düşünerek, daha önceden planlanmış Macaristan seferini iptal etmiş ve İstanbul'u kuşatma kararı almıştı.
1391 yılında İstanbul karadan ve denizden kuşatılmıştı. Büyük ve kuvvetli toplar olmadığından, kuşatma abluka niteliğinde olmuştu. Macarların Türk topraklarına girmesiyle de kuşatma kaldırılmıştı. Bu kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasıdır.
Boş durmayan Macarlar kuzeyden Osmanlı topraklarına girmişlerdi. Üzerlerine gönderilen Türk Akıncıları, Kral Sigismund komutasındaki Macar Ordusunu yendiler (1392). Tuna-Eflak Seferinden dönüldüğünde Selanik ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı (1394).
Yıldırım Bayezid 1395 yılında İstanbul'u ikinci kez kuşattı. Fakat Haçlıların harekete geçtiğini haber alınca bu kuşatma da birincisi gibi başarıya ulaşmadan kaldırıldı.
İlk ve Son Kez Bir Osmanlı Padişahının Esir Düştüğü Savaş: Ankara Savaşı
Timur, Cengiz İmparatorluğunu yeniden kurmak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran'ı almış, Hindistan'a seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Timur, Emirleri geri istediyse de, Yıldırım Bayezid bunu reddetti ve bu olaydan dolayı Timur ile Yıldırım Bayezid'in araları açıldı. Anadolu'ya giren ve Sivas'ı yağmalayan Timur, seçkin askerlerden oluşan ordusuyla Anadolu'da ilerlemeye devam etti. Osmanlı Ordusu da harekete geçti. İki ordu 20 Temmuz 1402'de Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın kuvvetlerinden olan Kara Tatarların, Timur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusunun dağılmasına neden oldu.
Yıldırım Bayezid, Timur'a esir düştü. Bu savaş Osmanlı Devletinin 50 yıl kadar duraklamasına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu'daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti'nde karışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti'nin dört ayrı bölgesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilân edildi. Bursa, İznik ve İzmit, Timur tarafından yağmalanıp yakıldı, İzmir işgal edildi. 1402'den 1413'e kadar sürecek olan bu iktidar boşluğu ve taht mücadeleleri dönemine "Fetret Devri" adı verildi.
Ankara Savaşı sonunda ilk ve son kez bir Osmanlı padişahı savaşta esir düştü. Osmanlı 11 yıl sürecek Fetret devrine girdi. Anadolu Türk birliği yeniden bozuldu, (Karesi ve Kadı Burhaneddin beylikleri hariç) beylikler yeniden kuruldu. Balkanlar'da Osmanlı ilerleyişi bir süre durdu, hatta bazı topraklar kaybedildi. Bizans'ın alınması 50 yıl gecikti.
Harp ve Zaferler İçin Doğmuş Bir Yiğit Adam: Yıldırım Bayezid
Osmanlı tahtında kaldığı 14 yıllık süre içerisinde hayatı hep mücadele içerisinde geçen Yıldırım Bayezid güçlü bir karakterdi. Düşmanlarına bile adaletle hükmederdi. Kendine olan özgüveni tamdı. Hile ve haksızlığı savaşta bile kabul etmezdi. Haçlıların adeta korkulu rüyasıydı. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu'nun bu konuda yazdıkları bir hayli manidardır:
"Yıldırım Bayezid’in İstanbul'u 2. kez kuşatması (1395), tekmil Avrupa’yı harekete geçirmiş, Papa’nın önderliğinde yeni bir haçlı ordusu kurulup Niğbolu Kalesi kuşatılmıştı. Yıldırım Padişah, lâkabına yaraşır bir hızla yetişti. Böyle bir hızlı geliş beklemeyen haçlıları Niğbolu Kalesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül 1396). Esir alınan Avrupalı asilzadeler (ki, aralarında Fransa Kralı VI. Şarl’ın dayısı Comt de Never, tüm Avrupa’ya nam salmış meşhur “Korkusuz Jan”, “Güzel Filip” olarak tanınan Filip de Bar ve Avrupa’nın neredeyse tüm namlı şövalyeleri vardır) Yıldırım Bayezid Han’ın huzuruna getirildiler.
Bayezid Han, Never Kontu Korkusuz Jan’ı elleri bağlı görünce, kükredi: “Çözün!” Çözdüler. Yanına oturttu: “Kusura bakmayın, kim olduğunuzu bilmediklerinden bu hatayı yaptılar.” Sonra gülümseyerek sordu: “Size iyi baktılar mı Kont?” Kont gördüğü muameleden memnundu. Osmanlı topraklarında esir olarak kaldığı müddetçe, misafir muamelesi gördüğünü söyleyerek Padişah’a teşekkür etti. Fakat bundan ötesini merak ediyordu: Hâlleri ne olacaktı? “Sizi bağışladık” dedi Padişah, “Artık vatanınıza dönebilirsiniz.”
Padişahın sözleri tercüme edilince, Korkusuz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ellerine sarıldı: “Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gösterdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Osmanlı’ya kılıç çekmeyeceğim.” Yıldırım şu karşılığı verdi: “Hayır Jan, yeminini şimdi sana iade ediyorum. Vatanına döndüğün zaman benimle yine savaşmak istersen, bütün Avrupa hükümdarlarını ittifaka davet edebilirsin. Ne kadar fazla müttefik ve ne kadar büyük bir ordu toplayabilirsen, bana şan kazanmak için o kadar fırsat vermiş olursun. Beni harp meydanında daima karşında bulacağına emin ol. Çünkü ben harp ve zaferler için doğmuş bir adamım. Benden ileride bulunmak arzusuna kapılanlar daima benden geride kalacaklardır.”
Hoşgörü ve Tevazuda Zirve Şahsiyet...
Yıldırım Bayezid güçlü ve muktedir bir hükümdar olmasına rağmen kibir nedir bilmezdi. O, hoşgörü ve tevazuda zirve şahsiyetti. Bununla ilgili anlatılan şu anekdot dikkate değerdir: "Bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah'ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: "Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir." Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Bayezid'in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı."
Yıldırım Bayezid Dönemi İmar Çalışmaları
Yıldırım Bayezid Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa'daki Ulu Cami yaptığı en önemli eserdir. Memleketin imarıyla da meşgul olan Yıldırım Bayezid, özellikle Bursa'da İslâm mimarisini ebediyen yaşatacak camiler, külliyeler ve medreseler yaptırdı. Timurtaş Paşa adına bir camii, Mudurnu Yıldırım Camii, Bergama Ulu Camii ve Bursa Ulu Cami o dönemde yapılmış önemli mimarî eserlerdendi. Yıldırım Bayezid ayrıca 1396 yılında İstanbul'un fethi için bir aşama olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Bursa Yıldırım Sağlık Ocağı Osmanlı İmparatorluğunda sağlık alanında yapılan ilk eserlerdi. Bursa Yıldırım Medresesini de inşa ettiren Yıldırım Bayezid, Bursa'nın ilim adamlarının merkezi olmasını sağladı. "Emir Sultan" adıyla şöhret bulmuş olan Emir Buhari o dönem payitaht olan Bursa'ya gelmiş olan ilim adamlarından birisidir. Öte yandan Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Fâtıma Sultan, Emir Sultan'la evlenmiştir.
Yıldırım Bayezid'in Esareti ve Vefatı
Güzide bir cengâver olan Sultan Bayezid, Ankara Savaşı sırasında sağ olarak ele geçirildikten sonra Timur’un çadırına götürüldü. Bütün tarihî kaynaklarda, Timur’un Yıldırım Bayezid’i iyi karşıladığı belirtilmektedir. Timur ve tümenleri Bursa ve İznik'i ve sonra İzmir'i ele geçirmişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu seferlerinde ve Anadolu'da bulunduğu sıralarda Bayezid'ı devamlı olarak yakınında tutup ayrılmasına izin vermemiştir.
Bir zamanlar heybetiyle bütün cihanı titreten Bayezid'in esaret yılları onun ruhunda tedavisi mümkün olmayan yaralar açmıştır. Hayatı savaş ve mücadelelerle geçen Yıldırım Bayezid, 8 Mart 1403 tarihinde 43 yaşındayken Akşehir’de esir hâlde vefat etmiştir. Ölüm sebebi tarihçiler arasında ihtilaflıdır. İbn Arabşah’a göre eceliyle ölmüşken, bazı kaynaklara göre stres ve aşırı üzüntü sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Bazı kaynaklarda da ilerleyen romatizma ve bronşit yüzünden öldüğü söylenirken, bir kısım tarihçilere göre de zehirlenmiştir. Hatta esarete dayanamayarak intihar ettiği yönünde söylentiler de vardır.
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının üçüncüsü olan I. Murad 1326 yılında doğmuştur. Babası Orhan Bey, annesi Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer(diğer bir tabirle Lülüfer) Hatun'dur. Büyük kardeşi Rumeli Fatihi Süleyman Paşa'yla aynı anneden doğmuştur. Başka annelerden olan üvey kardeşleri Sultan, İbrahim, Halil ve Kasım'dır. I. Murad'ın doğduğu yıl, dedesi Osman Gazi vefat etmişti. Aynı yıl Bursa fethedilmişti. O,1359-1389 yılları arasında 30 sene Osmanlı tahtında kalmıştır. "Bey, emîr-i a'zam, han, padişah, sultanü's-selâtin, melikü'l mülûk" gibi unvanlarla anılsa da daha çok "Hüdâvendigâr" ve "Gazi Hünkâr" sıfatıyla tanınıp bilinmiştir. "Farsça hudâ (Tanrı) kelimesine mülkiyet ve benzerlik ifade eden -vend ile yine benzerlik, nisbet ve mübalağa ifade eden -gâr eklerinin getirilmesiyle oluşturulan hudâvendigâr 'Tanrı, hâkim, hükümdar, âmir, efendi, sahip, bey' gibi manalara gelmektedir."(1)
Çok iyi bir eğitim alan I. Murad, nam-ı diğer Murad Hüdâvendigâr devrin önemli hocalarına talebe olmuştur. Abisi Rumeli fatihi Süleyman Bey'in beklenmedik bir zamanda bir kaza sonucu ölümü üzerine kendisi veliaht tayin edilmiştir. Veliaht olarak tayin edildikten kısa bir zaman sonra da babası Orhan Bey vefat etmiş; bunun üzerine Bursa'ya çağrılarak Osmanlı tahtına üçüncü padişah olarak oturmuştur. I. Murad, padişahlar içinde "Sultan" unvanını ilk defa kullanmıştır. Sultan I. Murad dönemi, Osmanlıların beylikten devlete dönüştüğü bir dönem olarak da bilinir. Yine Osmanlı Devleti’ndeki kazaskerlik, defterdarlık, devşirme ocağı, beylerbeylik, sancak teşkilatı ve Divan-ı Hümayun gibi birçok devlet teşkilâtı bu dönemde kurulmuştur. Sultan I. Murad, babası Orhan Gazi’den devraldığı 95.000 km2’lik devlet sınırlarını, 5 kattan fazla büyüterek 500.000 km2’ye kadar çıkarmıştır.
Bir şahsiyet abidesi olan Murad Hüdâvendigâr bir Hakk ve hakikat dostuydu. Kendisi ahi şeyhiydi. Şahsî istikbâlini hesaba katmayan I. Murad'ın ömrü savaş meydanlarında geçmiştir. Azim, irade, vakar ve ciddiyet sahibiydi. Din farkı gözetmeden tebasındaki herkese sevgi ve hoşgörüyle yaklaşırdı. Karar alırken çevresindeki kişilere tanışırdı. Yaptığı işlerde daima ortak aklı gözetirdi. Fethedilen yerlerde imar faaliyetlerine çok önem verirdi. Fethettiği Edirne'de cami, medrese, han, hamam ve saraylar yapması bunun göstergesidir.
Murad Hüdâvendigâr'ın Duası Yahut Şehadetin Çağrısı
Manevî yönden kemâle ermiş bir padişah olan Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr)'ın sonunu hazırlayan savaş, o acıklı I. Kosova Meydan Savaşı olmuştur. I. Murad, 8 Ağustos 1389’da Kosova Ovası'na gelince işler hiç de düşündüğü gibi gitmedi. Ova büyük bir fırtınaya maruz kalmıştı. Adeta göz gözü görmüyordu. Bu durumda savaşmak ve zafer elde etmek mümkün gözükmüyordu. Çünkü düşmanı görmekte güçlük çekiyorlardı. O gecenin mübarek gecelerden Berat gecesi olduğu rivayet edilir. Bu zor durumu gören I. Murad iki rekat namaz kıldıktan sonra ordunun muzaffer olması için yüce Rabbine şu duada bulunmuştur:
"Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden masum askerlerimi cezalandırma! Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!
İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp yüz yüze cenk edelim!
Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim.
Yâ İlâhî! Bu mümin askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!
Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehitler zümresine kabul eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslime razıyım... Beni gazi kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehitlik de nasip eyle!.. Âmîn!”
I. Murad büyük bir aşkla ve samimiyetle bu duayı ettikten sonra Kur'an-ı Kerim okumaya başlamıştı. Bu içten duanın ve Kur'an sedalarının ardından gökyüzünde rahmet bulutları kendini göstermişti. Çok geçmeden yağmur yağmış, rüzgâr dinmiş, mevcut toz duman yerini açık bir havaya bırakmıştı. Artık savaşmak için şartlar uygundu. Düşmanla sekiz saat çarpışmanın ardından savaş ordumuzun zaferiyle sonuçlanmıştı.
Meşhed-i Hüdâvendigâr Yahut Zaferin Hüzünle Karılması
Osmanlı tarihi hem büyük zaferlere hem de büyük acılara tanıktır. Bu acılardan biri de Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr) 'ın zaferle neticelenen I. Kosova Meydan Muharebesi'nin ardından hain bir saldırı sonucu şehit edilmesidir. Aktaracağımız hikâyesi pek hazindir:
İslâm hükümdarlarının zaferden sonra savaş meydanını gezmeleri, bir anlamda zaferi yerinde solumaları bir an’ane hâline gelmişti. Bu geleneğe uyan Murad Hüdâvendigâr da, zaferden sonra, has hademeleri ile savaş sahasını dolaşmaya çıktı. Ölüler arasında bulunan, Sırp kralının damadı Miloş Obiliç, Müslüman olacağını ve padişaha gizli bir sözü bulunduğunu söyleyerek izin istedi. Padişahın müsaade etmesi üzerine de iyice yaklaşıp, yeninde saklamış olduğu hançeriyle Sultan Murad’ı kalbinden ağır yaraladı. Atından aşağı düşen Murad Hüdâvendigâr, bir süre sonra şehit oldu. Böylece I. Murad'ın son duası da kabul oldu. Şehadet mertebesine erişti. Miloş Obiliç ise, gaziler tarafından oracıkta parçalandı.
Murad Hüdâvendigâr, öleceğini anlayınca, düşmanı takip etmekte olan büyük oğlu Sultan Bayezid’i yanına çağırttı. Devlet erkânından orada hazır bulunanların ittifakı ile hükümdarlığı oğluYıldırım Bayezid Han’a bıraktı. Kendisi kısa bir süre sonra, yaralandığı yerde kurulan çadırın içinde vefat etti. Böylece son arzusuna da kavuştu. Murad Hüdavendigâr’ın iç organları çıkarılarak şehit düştüğü yere gömüldü. Daha sonra da mübarek naaşı Bursa’ya götürülerek, Çekirge’de Hüdâvendigâr Külliyesi'ndeki hazireye defnedildi. Diğer taraftan şehit düştüğü yere “Meşhed-i Hüdâvendigâr” adı verilen bir türbe yaptırıldı.
"Türbenin mevcut binası muhtemelen 1660'ta burayı bakımsız bir halde bulan Melek Ahmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Evliya Çelebi, Melek Ahmed Paşa ile 1660 yılına doğru Kosova sahrasını ve türbeyi ziyaret ettiğini, yapının bakımsız olduğunu, halkın isteği üzerine Melek Ahmed Paşa'nın türbeyi temizlettiğini, bir hafta içinde etrafını duvarlarla çevirip avlusuna bağ ve asmalarla 500 meyve ağacı diktirdiğini ve bir türbedar tayin ettiğini söyler; türbenin önemli bir ziyaretgâh olduğunu, çevresinde 10.000 kadar şehit yattığını da belirtir.
Türbe, 1845'te Rumeli valisi serasker Hurşid Paşa tarafından esaslı bir şekilde tamir ettirilmiş, 1848'de türbedar için bir ev yaptırılmıştır. 1866 yılında yeni bir tamir gören türbenin sağ tarafına II. Abdülhamid tarafından tamiri sırasında bir selâmlık binası eklenmiştir. Girişteki dört sütunlu sundurma büyük ihtimalle bu tamirlerde inşa edilmiştir."(2)
Murad Hüdâvendigâr'ın Zafer Aynasından Yansıyanlar
Murad Hüdâvendigâr az zamanda çok ve büyük işler yapmış müstesna bir şahsiyettir.
Çok başarılı bir komutan olan I. Murad, babası Orhan Gazi'den devraldığı sancağı, Balkanlar'dan başlayarak Avrupa'ya sokmuştur. Daha şehzadeliği döneminde babası ile birlikte savaşlara katılmış, Bursa fethedildikten sonra Bursa Sancak Beyi olarak görev almıştır. Bir rivayete göre hükümdarlığı döneminde 40'tan fazla savaş yaptığı ve hiç yenilgi almadığı söylenmektedir. Bir taraftan Balkanlar'da savaş verirken, bir tarafta Karaman Oğlu Beyliği ile savaş vermiştir. Yapılan savaşta Karaman Oğlu Beyliği ordusu bozguna uğramış ve bütün eşyalarını ve silahlarını bırakıp kaçmışlardır.
I. Murad, oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyan Beyi'nin kızıyla evlendirerek onlardan Kütahya, Tavşanlı, Simav ve dolayları çeyiz olarak almıştır. Yine onun zamanında Hamitoğullarından Eğridir ve çevresi (Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Isparta ve Seydişehir) satın alınmıştır. Öte yandan I. Murad'ın ilk hedefi Edirne olmuştur. Lala Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Bizans ve Bulgarlar’a karşı yapılan Sazlıdere Savaşı'nı kazanarak Edirne'yi fethetmiştir(1363). Ardından Gümülcine ve Filibe alınmıştır. Edirne'nin fethiyle birlikte Sırp ve Bulgarların Bizans'la bağlantısı kesilmiştir. Edirne ve Filibe'nin Osmanlıların eline geçmesi Sırp ve Bulgarları rahatsız etmiş, bunların papaya başvurmaları üzerine Balkan devletlerinden oluşan (Sırp, Bulgar, Macar, Eflak-Boğdan ve Bosnalılar) bir Haçlı ordusu kurulmuştur. Hacı İlbey komutasındaki bir akıncı birliği ani bir baskın sonucu Haçlı ordusunu yok etmiştir. Bu zaferle Balkan devletleri üzerindeki Macarların etkisi kırılmış, Türklerin Balkanlardaki ilerlemeleri hız kazanmıştır. Bu zaferden sonra Edirne başkent yapılmıştır. 1371'de Sırplarla Çirmen Savaşı yapılmış ve Sırplar bu savaşı kaybetmiştir. Böylece Balkanların bir kısmı Osmanlı’ya geçmiştir. Sırplar Osmanlı egemenliğini kabul etmişlerdir.
I. Murad döneminde sadece zaferler değil, devlet teşkilâtındaki yenilikler de anılmaya değerdir. Zira I. Murad döneminde devlet teşkilâtında çok önemli yenilikler yapılmıştır. Bunlar arasında şu önemli değişmeleri sayabiliriz: I. Murad döneminde Divan teşkilatı sistemli ve sürekli hâle getirilmiştir. Kapıkulu Ocakları kurulmuştur. İlk kez Pençik Sistemi uygulanmıştır. İlk kez Acemioğlanlar Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Topçu Ocağı kurulmuştur. İlk kez Tımar Sistemi uygulanmış ve Tımarlı Sipahiler oluşturulmuştur. Rumeli Beylerbeyliği kurulmuştur. İlk kez Vezir-i Âzam atanmıştır. İlk kez Kazaskerlik ve Defterdarlık makamı kurulmuştur. Ülkenin; hanedanın ortak malı anlayışı, "Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır." şeklinde değiştirilmiş; böylece merkezi otorite güçlendirilmiştir.
Bir Şehidin Hatırası: Murad Hüdâvendigâr Camii ve Külliyesi
1363 yılında inşasına başlanan Murad Hüdvendigâr Camii, Sultan I. Murad tarafından Bursa'da yaptırılmıştır. Yapımının 19 yıl sürdüğü bazı kayıtlarda ifade edilen bu güzel cami, iki katlıdır. Alt katta cami, üst katta ise medrese yer almaktadır. Caminin dışında, ayrı bir yapı olarak olması gereken zaviye ve medrese mekânları bu külliyede, ibadet yeri ile iç içedir. Hüdâvendigâr Cami, kemerleri ve giriş bölümünün yapısal özellikleri açısından Bursa’daki Erken Osmanlı Dönemi Camilerinden farklılık göstermektedir.
Bursa'daki önemli tarihî eserlerden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii'nin tek olan minaresi tuğladan örülmüştür. Mermer sütunlar ve başlıklar Bizans yapılarından alınarak burada kullanılmıştır. Hatta rivayetlere göre; söz konusu caminin mimarının Rum olduğu ve caminin bir Bizans kalıntısı veya eski bir Bizans Sarayı üzerine inşa edildiği belirtilmektedir.
Osmanlı'nın güzide mabetlerinden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii’nin iki yanında yer alan merdivenlerden çıkılan üst kattaki medrese bölümünde bir koridor ve bu koridordan girilen toplam 18 oda bulunmaktadır. Medresenin; üstlerinde mermer lentoların bulunduğu oda pencereleri demir parmaklıklardan meydana gelmiştir. Ayrıca cami taş, tuğla ve devşirme malzemelerle örülen oldukça kalın duvarlara sahiptir.
Savaş meydanında şehit edilen, bu büyük mertebeye vasıl olan ilk ve tek Osmanlı padişahı olan Murad Hüdâvendigâr tarihimizin yüz aklarından biridir. O gerek şahsiyetiyle, gerek uygulamalarıyla kendisinden sonra gelen padişahlara ilham kaynağı olmuştur. Bu yiğit Osmanlı padişahını rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Dipnotlar: 1) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Maddesi, Atilla Çetin
2) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Meşhedi Maddesi, Semavi Eyice
M. NİHAT MALKOÇ
Dünyaya adalet ve merhamet dağıtan bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek dünyaya hükmetmiştir. Saltanatla yönetilen bu büyük devletin en büyük şansı, idarecilerinin basiretli ve ferasetli olmasıdır. İşte onlardan birisi de bu devlete isim babası olan Osman Gazi'nin oğlu, Osmanlı'nın ikinci padişahı Orhan Gazi'dir. Devleti Osman Gazi kursa da, oğlu Orhan Gazi teşkilâtlandırmıştı.
Osmanlı Devletinin ikinci padişahı olan Orhan Gazi'nin 1281 yılında Söğüt'te doğduğu söylense de doğum tarihi ihtilâflıdır. Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi ise Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtun'dur. Orhan Gazi, esir alınan Yarhisar tekfurunun Müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlenmiştir.
Orhan Gazi, fizikî olarak sarı sakallı, uzunca boylu ve mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ulemaya hürmetli, dindar, adaletli, hesabını bilen ve hiçbir zaman telâşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir bey(efendiy)di.
Orhan Bey Döneminin Önemli Hadiseleri
Sultan Orhan 1281-1362 yılları arasında yaşamıştır.Yaşadığı dönemde Bursa ve çevresini Bizanslılardan almış, devlet teşkilâtlarını oluşturmuş ve ilk Osmanlı parasını bastırmıştır. Orhan Gazi'nin; beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 40 bin kişilik bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, Hıristiyan halkın, idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi'nin adaletine sığındıklarını, küçük bir beylikten koca devletin temelini attığını unutmamalıyız.
Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı fethederek başkent yaptıktan sonra 1329 yılında yapılan "Maltepe Savaşı’nda (Palekanon Savaşı) Bizans’ı yenmiş ve İznik’i almıştır. 1331 yılında İznik’i Osmanlı Devletinin başkenti yapmıştır. Osmanlı Beyliği,Osman Bey döneminde bağımsızlığını ilân etmişti; fakat ekonomik olarak hâlâ bağımsız değildi. Zira İlhanlı Devletine vergi veriyordu. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde,İlhanlı Devletine verilen vergiler kesilmiş ve Osmanlı Devleti tam bağımsız hâle gelmiştir. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde, 1337 yılında İzmit alınmıştır. İzmit'in de alınmasıyla Kocaeli bölgesinin fethi tamamlanmıştır. Osmanlı Devletinin, Rumeli’ye ve Balkanlara yayılmasına en büyük katkıyı sağlayacak olan Karesioğulları Beyliği(bugünkü Balıkesir ili civarı) yine Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde alınmıştır.
Karamürsel’de(Kocaeli ili sınırları içinde) ilk tersane Orhan Gazi zamanında açılmıştır. Kara Mürsel, Osmanlıların ilk kaptan-ı deryasıdır. Kahramanlığı nedeniyle Orhan Gazi tarafından kendisine “Kara” lâkabı verilmiştir. Mürsel Paşa'nın donanmasıyla gelip fethettiği bölgeye de Karamürsel denmiştir.
Orhan Gazi zamanında Bursa’da ilk defa Bey Sarayı yapılmıştır. İlk bedesten Bursa’da açılmıştır. İlk defa İznik Medresesi(İznik Orhaniye Medresesi) açılmıştır. İlk defa medreseye müderris atanmıştır. Atanan ilk müderris “Davud-i Kayseri”dir. “Sultan” unvanını ilk kez kullanan Osmanlı padişahı, Orhan Bey’dir. Yine onun döneminde ilk defa cami yapılmıştır.Yapılan bu camiinin adı “Hacı Özbek Camii'dir. Öte yandan kul sistemi Orhan Bey döneminde başlamıştır.(Kul sistemi nedir? Gayr-i Müslimlerin yetiştirilerek devlette görevlendirilmeye başlanmasına kul sistemi denir) Osmanlı Devletinde 45 vezir bu sistemle göreve getirilmiştir. Bunlara Sokullu Mehmet Paşa, Gedik Ahmet Paşa gibi vezir-i azamları örnek verebiliriz. İlk defa bütçe(gelir-gider) hesaplaması Orhan Bey zamanında yapılmıştır. İlk defa gümüş para (akçe) basılmıştır. "Ak akçe kara gün içindir” atasözünde de geçen akçe buradan gelmektedir. İlk defa “Yaya ve Müsellem Ordusu(Savaşa hazır yaya ve atlı ordu)” onun tarafından kurulmuştur. İlk defa “Divan-ı Hümayun” kurulmuştur. İlk vezir ataması yapılmıştır. Atanan ilk vezir Alaeddin Paşa'dır. İlk defa “İskân politikası” uygulanmıştır.
Bursa Fatihi Orhan Gazi ve Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Bey'e Nasihati
Osmanlı tarihinde çok önemli bir şahsiyet olan Orhan Gazi, 1326’da Bursa’yı fethetmiştir. Bu önemli tarihî hadiseyi muhterem babası Osman Gazi ölüm döşeğinde öğrenmiş ve çok da mutlu olmuştur. Bu fetih haberinin ardından Osman Gazi, oğlu Orhan'ı yanına çağırarak kendisini devletin yeni padişahı olarak ilân etmiş ve devletin anayasası sayılabilecek şu ibretamiz sözleri kendisine söylemiştir:
“Oğul! Biricik va¬si¬yetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.
Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!
Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dinî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!
Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..
Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dinini yaymaktır.
Bizim davamız, kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, “i‘lâ-yı kelimetullâh”tır, yani Allah’ın dinini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..
Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adaletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrûm kalsın!..
Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların ailelerini koru!..
Devlete mânen güç veren fazilet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezaket ve tâzimle memleketine dâvet et! Din ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!
Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah'ın birçok lütuflarına mazhar oldum!..
Sen de benim yolumdan yürü!. Allah’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanâat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Daima adalet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allah’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”
Yüce gönüllü bir insan olan Orhan Gazi, ömrü boyunca babası Osman Gazi'nin bu öğütlerini kulağına küpe yapmış, hiçbir zaman hak ve hakikat yolundan ayrılmamıştır. Daima adaleti ve doğruluğu gözetmiştir. Orhan Gazi, babası Osman Gazi'nin bu sözlerini Osmanlı'nın adeta anayasası saymıştır. Bu öğütler istikametinde yürüyerek zafere ulaşmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı tarihinde taht kavgaları meşhurdur. Fakat bu köklü devletin ikinci padişahı olan Orhan Gazi bu konuda da örnek olmuş mümtaz bir şahsiyettir. Zira babası Osman Gazi, kendisine padişahlığı devrettiği zaman o, kendisine yakışanı yaparak ağabeyi Alâaddîn'e gitmiş, onu tahta davet etmiş, büyük bir nezaketle ve olgunlukla devletin başına kendisinin geçebileceğini belirtmiştir. Bu olgun tavra abisi de olgun bir karşılık vererek ona şöyle söylemiştir: “–Hayır! Cennet-mekân babamız bu va¬zi¬feyi sana tevdî buyurdu. Onun duâ ve himmetleri senin üzerindedir. O, kendi zamanında seni nasıl askerin başına serdar yaptıysa, şimdi dahî aynı va¬zi¬fe senindir; beylik sana yaraşır."
Orhan Gazi'nin Evlât Acısı ve oğlu Murad-ı Hüdavendigâr'a Vasiyeti
Bir cihan devleti olan Osmanlı'nın teşkilâtlanmasında çok önemli rol oynayan Orhan Gazi, dünyada yaşanılabilecek acıların en büyüğünü, evlât acısını yaşamış padişahlardan ilkidir. Zira Orhan Gazi'nin sevgili oğlu Süleyman Paşa 1359'da, bir gün Bolayır ile Seydi-Kavak arasında yaban kazı avlarken uçan doğanını, atını dört nala kaldırarak, izlemek istedi. Ama attan öylesine hızla düştü ki, o anda ruhunu teslim etti. Orhan Gazi oğlunun ölümüne fazlasıyla üzüldü. Daha sonra hastalanarak tahtını diğer oğlu Murad Bey'e(Murad-ı Hüdavendigâr'a) verdi. Osmanlı'nın üçüncü padişahı olacak olan oğluna şunları söyledi:
“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrur olma! Unutma ki, dün¬ya Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bile kalmamıştır. Onun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zira her dün¬ya saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir!
Dün¬yaya âhi¬ret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhi¬ret saâ¬detini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..
Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır! Sen o tarafa yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet ya da fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeye çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyve gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin!. Bunun için Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennet-mekân babam Osman Gazi, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allah’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin!
Orhan Gazi'nin Vefatı ve İhtişamlı Bir Devrin Sonu
Orhan Gazi, Osmanlı hanedanının en uzun ömürlü padişahlarındandır. O, ömrünün son zamanlarında tahtı şehzade Murat'a bırakmış, kendisi Bursa'ya geçmiştir. Vefat tarihi, tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Tarihçi Âşıkpaşazâde, Orhan Gazi'nin 1358 senesinde öldüğünü yazmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedilmiştir.
Orhan Gazi, vefat ettiği zaman; Murâd, İbrâhim ve Halil ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kâsım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefat etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfunun kızı Nilüfer Hâtun’dan; Halil Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrahim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur. Kendisinden sonra oğlu Sultan I. Murâd Han sultan olmuştur.
Osmanlı'ya birçok ilki yaşatan Orhan Gazi'nin sonsuzluk uykusunu uyuduğu türbesi Bursa'da, Osman Gazi'nin türbesi yanındadır. Türbe dört köselidir. İçinde dört tane büyük mermer sütun vardır. Türbe bu dört sütun üzerine oturtulmuştur. Kubbesi geniş ve kursunla örtülmüştür. Duvarları sade ve beyaza boyanmıştır. Tavanında onar kandilli birer tane avize asılıdır. Orta yerde Orhan Gazi'nin sandukası bulunmaktadır. Etrafı pirinç parmaklıklar ile çevrilmiştir. Sandukanın kuzey yönünde Cem Sultan'ın oğlu Abdullah, kapı tarafında İkinci Bayezid'in oğlu Korkut, onun yanında Orhan Gazi'nin ailesi Nilüfer Hatun ve oğlu Kasım Çelebi ile Yıldırım'ın oğlu Musa Çelebi vardır. Bu türbede yirmi iki tane mezar bulunmaktadır. Türbeyi ise Sultan Abdülaziz yaptırmıştır.
Orhan Gazi, hak ve hakikat önderlerinin ilminden istifade etmiştir. Silsile-i Sâdât-i Nakşibendiyye'den Hâce Muhammed Baba Semâsi Hazretleri, Seyh Edebali, Hacı Bektas-i Veli bu devrin büyüklerinden olup Orhan Gazi zamanında yaşayıp vefat etmişlerdir.
M. NİHAT MALKOÇ
Altı asır boyunca yaşayan Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve isim babası olan Osman Gazi 1258 yılında Bilecik'in Söğüt ilçesinde doğmuştur. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan olan Ertuğrul Gâzi' nin oğludur. Annesi Halime Hatun'dur.
Osman Bey üç kardeşin en küçüğüydü.1281 yılında Söğüt'te Kayı Boyu'nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok mahirdi. Aşiretin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı olan Mal Hatun'la evlendi. Bu evlilikten ilerde Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi dünyaya geldi. Yine Osman Gazi 1289'da Şeyh Edebali’nin kızı Rabîa Bâlâ Hâtun'la evlendi. Böylece gücü ve etkisi daha da arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alaaddin dünyaya geldi.
Babasından 4800 kilometrekare olarak aldığı toprakları kısa denilebilecek bir zamanda 16.000 kilometre kareye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâaddin dışında da çocukları vardı. Bunlar Fatma Hatun, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey'dir.
1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’te Söğüt ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uç beyi oldu. Osman Gazi'nin 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı bağımsızlığını kazandığını gösterdi.
Gözünü budaktan sakınmayan bir alperen olan Osman Gazi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlamıştır. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetmiş ve beylik merkezini Bilecik’e nakletmiştir. Fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan'la evlendirmiştir. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir.
Osman Gazi 1301'de Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu. Saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı. Kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, oğlu Orhan Bey’e Sultanönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Şeyh Edebâli’ye Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Bu arada Edebâli'nin torunu Alaaddin’i yanında götürdü. 1308'de İlhanlı Hükümdarı Ahmet Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tam anlamıyla bağımsız bir devlet hâline gelmiş oldu.
Osman Gazi, devlet işlerini yoluna koyunca 1324 yılında devletleşen beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti. 1324 yılının Şubat ayında Bursa’nın fethini göremeden 67 yaşında vefat etti.
Osmanlı çınarının tohumlarını Anadolu'ya serpen yiğit bir komutan ve devlet adamıdır Osman Gazi. O, küçük bir beyliği devlet yapmış büyük bir insandır. Cihan imparatorluğunun ilk padişahıdır. O, altı asırlık bir tarihin başlatıcısı olmuştur. Osman Gazi, Bilecik fethedildiğinde tıpkı Fatih gibi buradaki gayri Müslim tebaya hiçbir müdahalede bulunmamış, inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir. Bu örnek davranış daha sonra gelen Fatih'e de ilham vermiştir. Fatih de tıpkı atası Osman Gazi gibi Bizanslıları inançlarında özgür bırakmıştır. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, Osman Gazi'nin şahsiyetiyle ilgili şu çarpıcı ifadeleri kullanır: "Osman Gazi ümmî olmasına rağmen, bir kurmay subay maharetiyle Bizans kalelerini düşürmesinin yanı sıra âdil, dürüst, sevecen, hayırhah ve müsamahakâr olmasını da müptelâsı olduğu Şeyh Edebâli sohbetlerine borçludur.
'Bey' kimliğine 'mürit' teslimiyeti ve sadakatini de katan Osman Gazi, kısa süre içinde mürşidi tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran “mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştır. Osman Bey kendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir! Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Bey hissediyordu. Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, paylaşımdaki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Ebubekir kadar da fazıl olmayı öğreniyordu. Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı."(1)
Osman Gazi'nin Uykusuz Geçirdiği Gecenin Kutlu Sabahı
Osmanlı Devleti'nin bânisi Osman Gazi ile ilgili olarak hikmetli bir rivayet nakledilir. Dilerseniz bu rivayeti, yaşayan tarihçilerimizden Yavuz Bahadıroğlu'ndan dinleyelim:
"Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde, Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı. Abdest tazeledi.
Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti.
Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”
Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı: “Kelâm-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim.”
“Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, rivayete göre bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Malhun Hatun’u (Balâ veya Mal Hatun diyen tarihçiler de var) Osman Bey’e nikâhladı. Osman Bey bu motivasyon sayesinde Osman Gazi'ye dönüşüp Bizans kalelerini bir bir fethetti."(2)
Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye Nasihati
Osmanlı Devleti'nin temeline manevî harç koyanların başında hiç şüphesiz ki Şeyh Edebâli gelmektedir. Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye nasihati bir ibret vesikasıdır. İçerisinde çok önemli mesajlar barındıran bu anlamlı sözleri hepimizin içselleştirerek okuması gerekir:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir. Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir."
Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Gazi'ye Vasiyeti
Şeyh Edebali'nin manevî eğitiminden geçen Osman Gazi'nin hastalığı Bursa’nın fethi sürecinde iyice arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtun'un vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefat edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyetnamesinde çok önemli şeyler söyledi. Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye vasiyeti, özünden uzaklaşan günümüz insanı için çok önemli düşünceler barındırmaktadır:
“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerîat ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.”
Bir Ömrün Hitamı ve Osman Gazi Türbesi
Osman Gazi'nin Bursa'da, Gümüşlü Kümbet'e gömülmeyi oğlu Orhan Gazi'ye vasiyet ettiği söylenir. Fakat o öldüğünde Bursa henüz fethedilmemişti. Yani Osman Gazi Bursa'nın fethedildiğini dünya gözüyle hiç görmedi. Orhan Gazi Bursa'yı fethettikten sonra babası Osman Gazi'yi Gümüşlü Kümbet'in içine defnederek vasiyetini yerine getirmiştir. Konuyla ilgili İslâm Ansiklopedisi'nin "Osman I" maddesinde şu bilgilere yer verilir:
"Osmanlı rivayeti erken bir tarihten, 1305'ten sonra Osman'ın herhangi bir faaliyetinden söz etmez. Bu rivayetlerde Osman Bey'in ayağında "nikris zahmeti" bulunduğu için işleri Orhan'a bıraktığından kendisinin yaşlanıp "mütekaid" olduğundan söz edilir.
Osman'ın ölüm tarihi Asporça Hatun ile Mekece vakfiyelerine göre belirlenebilir. Birincisinde Osman hayatta, ikincisinde vefat etmiş görünmektedir. Dolayısıyla Osman 724'te ( 1324) ölmüştür. Osmanlı rivayetine göre vefatında hicrî yıl hesabıyla altmış dokuz yaşındaydı ve yirmi yedi yıl hükümdarlık yapmıştı. Bu kayda göre doğumu 1257 olmalıdır. Osmanlı rivayetine göre vefatında Orhan Bey Bursa'yı kuşatmakla meşguldü. Osman'ı vasiyeti gereği hisarda Tophane'de, "Manastır'da kubbenin altında" defnettiler. Gümüşlü Kubbe denilen manastır 1271(1855) depreminde yıkılınca 1280'de ( 1863) şimdiki sade türbe, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır.
Yapının Osman Nevres'in söylediği ve Mevlevî Zeki Dede'nin ta'lik yazıyla yazdığı
on satırlık kitabesinin son mısraından, yapım tarihi olarak 1280 ( 1863) çıkmaktadır.
Bugünkü bina iki adet çok ince ve uzun sütunçeli, üzerinde Abdülaziz'in tuğrası
bulunan bir sundurma, ahşap kemerli dikdörtgen bir giriş holü, holün batısında türbedar
odası ve türbe olmak üzere dört bölümden oluşur. Türbede on yedi sanduka bulunmaktadır, Osman Gazi, oğlu Alaaddin Bey, Orhan Bey'in eşi Asporça Hatun, Orhan Gazi'nin Asporça'dan doğma oğlu İbrahim ve I. Murad'ın oğlu Savcı Bey olarak beşinin aidiyeti bilinmekte olup diğerleri hakkında bilgi yoktur."(3)
Türkiye'nin evveli olan Osmanlı Devleti 624 sene boyunca dünyaya adalet dağıtmış, herkese şefkat ve merhametle hükmetmiştir. O dönemde dünya huzurun adresi olmuştur. Bize şanlı bir tarih bırakan Osman Gazi'ye Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun.
TÜM YORUMLAR (794)