Milagro Şiiri - Rüştü Talay

Rüştü Talay
4

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Milagro

Milagro
Un dardo vibrato nel mio sen.
Kollarında işte uzandım gökyüzüne
Bir kuğunun süzülüşü gibi
Havanın oyunlarıyla oynadım.
Seni böyle buldum
Ufka doğru uçarken.
Bu benim intiharım olacaktı
Sabaha uçmadan çakılacaktım.

Nur
Çarpıp yansırken bende unuttuğun yüzüne
Sağ yanaktaki gamzesinden tanıdım sihiri.
Benimde kurtuluşum o oldu.
Oklarından ateş çıkan yayı tersine gerip
Fırlattım.
Uzun mesafeleri geçerken
Bekledim.
Öyle vurulunca acısına
Bende sana aşık oldum.

GÖÇMEN KUŞLAR İÇİN LİRİK BİR BALAD

‘Tema che la venuta non sia folle’
Dante

Sana yazacaklarım için senin affına sığınıyorum. Bunları sadece benim iç konuşmalarım olarak oku. Ted Hughes’un dediği gibi; “Yalnızca bir hikaye bu. Senin hikayen. Benim hikayem.” Ve ben yalnızca kendi hikayemi yazacağım.

Sabahleyin ağzımda acı bir tad ve senin yüzünle uyandım. Yarım yamalak uykumda bir rüya gördüm. Azalea renkli bir jaguarla boğuşuyordum ve sen bir ağaca yaslanmış bizi seyrediyordun. Sana bakarken hangimizin parçalandığını hatırlayamadım. Sabah tırnağımda kurumuş bir kan damlası vardı.
Ve sesimde buruşturulmuş o ipek hissi...

Bir gecenin yorgunluğunu bitirirken ki bilirim “Gece aynı zamanda bir güneştir.”, o zaman sadece uyku mu karar verir gündüzlerle geceler arasındaki o yoğunluğa?
Bende bu geceyi düşünüyorum. Uykusuzluğun sınırlarında olmanın kabusunu düşünerek bir kalpaşk krizi yaşıyorum. Sanırım ancak sağ yanağındaki kuyuyu düşünerek uyuyabilirim.
Zamanın içinde zaman.
Şu an...Bu andan sonra
HERŞEY BİR ÇILGINLIK OLACAK.

Ankara dokuz derece, üşüyor olmalısın...


Mum çiçekleri...
Yedinin gizemine inanan tek çiçek.
Dikilişinden tam yedi sene sonra açıyor. Açmadan önceki günlerde keskin ve mistik bir koku yayıyor etrafına. Görkemli bir taç töreni gibi bir gece mor çiçekleriyle karşılıyor günü. Ve diğer gece şöhretin basamaklarından iniyor sizin hatıratınıza doğru.
Bir gecede açan,
Bir gecede soluyor...
Unutulmaz güzelliğin kaderi bu,
Kısa sürüyor...
Ah! Sen; Zalim doğa!


Sözlerin izdüşümlerine baktıkça doğanın içinde avı olmadığını bilen bir kaplan gibi çaresiz hissediyorum.
Ferdinand’ın gözlerini buluyorum aynalarda.
“Ve yokluğunda Miranda!
Ve yokluğunda Miranda, gözlerimiz olmasa da, seslerimizi değiş tokuş etmek istiyorum.
Sesinin o dinginliğinde bu baharın doğum sancılarını duymazdım.

N’olur ara Miranda! ”


“Time is an ocean of endless tears”
Zaman...
Anların toplamından başka bir şey değil, birde anların atlaması. Deja-vu ve halüsilasyonları da buna bağlıyorum. Zamanın sarmal yapısında döngü devamlı tekrar ediyor.
Biz aslında hep aynı anı yaşamak gibi bir zorunluluğa mahkum ediliyoruz.
Ve zaman kayıplarla dolduruluyor. Oysa sadece kazançları yani huzur ve mutluluk anların toplamını simgeliyor. Her insan için sabit olan bu kavramsal uzam tıpkı kimyadaki planck sabiti gibi. Hangi formüle koyarsan koy ya da uygularsan uygula o değişmiyor.
Değişen sadece acılar, hüzünler, keder ve mutsuzluklar. Ve sonuç en kötü ihtimalle planck sabitine eşit oluyor.
Bunları neden anlattığıma gelince;
Saadece bir zambağın açışı kadar yanımdaydın ve bu beni çarpımlara vurduğunda bir kaplumbağanın yaşam süresine eşitleyebilir.
Anlıyor musun;
Bir zambağın açış süresini ancak bir zambağın açışını gördüğün an duyumsayabilirsin. Yani çarpım için bir mucizeye ihtiyacı olan insan az rastlanır bir biçimde bir yalvaca eşitlenebilir.


Seni sevmenin formülize edilmiş hali şu;

Bir zambağın açılışı kadar süre*Ben*Özlem= Sonsuzluk

Özlem=Zaman atlaması (Bir andan bir ana geçiş süresi yani yokluğun) * Sessizlik (Kalemin ilerlediği süre) * Gözlerin uzaklığı


Kreşendolar sonsuza kadar süremez elbette. Şimdi bu baharın ilk günlerinde, olmadık bir dekreşendo yaşanıyor. Senfoninin orta yerlerinden birinde yahşi bir sürpriz seyredenleri heyecanlandırıyor.
Edınburgh’dan gelen turkuaz yaprağın üstündeki kar tanesi, gökkuşağı meleğinin karanlık düşleri, orman perisinin şehir için söylediği madrigal hissi.
Ama artık yanılma zamanı. Zamanın bir matematiksel seriyi takip ettiği düşüncesinin unutulma anı. Çünkü maestro da kendi bildiğini unutup, şaşırtıyor kendisinide...
“Hayal kapılarından aryalar söyleyerek birinin çıktığını görüyorum. Sağ yanağındaki gamzesini görünce, sen olduğunu hatırlıyorum.”

Pazarlarının bir sırrı var. Pazar sabahlarının...
Uyanılmamış gündüzler sokağı her yer. Akşamın alkolünden hafif bir baş ağrısıyla dolaşıyor rüzgar. Sorumlulukların en aza indirgendiği; redoks denklemlerindeki gibi sorumluluk ve sıkıntıların, huzur ve dinginlikle eşitlendiği birgün.

Ve sesinin olmadığı yerde en iyi reaksiyonu sessizlik veriyor. Sesini düşünüyorum, sadece o buğulu camdan sesini. Şehirlerarası bir otobüsten yol çizgilerini seyretmek gibi, unutturuyor yaşanmışlıkların bütün izlerini.

Hiç olmadığım bir düşte asma yaprakları diziyorum. Elimde tuttuğum yaprakların üstünde, damarların arasında senin izini takip edebiliyorum.

Bir yol haritası olsa olsa bu olabilir ve kendi aynamın dışındaki bütün yansımaları tayfın içine bırakarak kaybolmalarını seyrediyorum.

Ve aynama ne zaman baksam ekru renginde kabanınla çıkıp geliyorsun. Bu benim saçlarımı tarama biçimim. Doğudan esen rüzgarların bedenime bıraktığı huzurda, saçlarım senin biçimini alıyor.

Şimdilik sana balkonlara sarılan hanımeli demek istiyorum. Yağmur yağdığında odamdan kokunu, o huzuru duyuyorum.
Göç eden leylekleri düşünüyorum. Göğün üstünde noktacıklar halinde. Başta ince, ortada kalınlaşan ve sonunda tekrar incelen. Bir süre yerin üzerinde gittikçe dönmeye başlayan ve sarmal hareketler yapan bu kuşları seyrettikçe zaman bir olgu olmaktan çıkıyor. Devamlı oldukları yerde dönerek genç leyleklerin yetişmesini sağlayan bu bilinçsiz hareketin ne kadar estetik olduğunun farkındalar mı acaba?

Ve ben bu doğanın estetiğini farkettiğimden beri seni sevmenin ne kadar estet olduğunu ilk defa anlıyorum.

La chair est triste...
Bunca yaşanan karmaşanın içinde yıkanan bulaşıkların gizemi var yalnızca. Üç senaryo canlanıyor yaşamın kirlerinden arınırken:
I-O parlak akşam ışığının altında, köşeyi dönüp gittiğin gibi o cumbalı evlerin altından gelsen. Sorgu suale kalmadan yansıyan sesinin aksinde bir kelebeğin kanatlarını çırpışını sana anlatabilirim ve kısa samsun sigarandan bir nefes alıp bir kalbin göç hikayesini dumanlarına yazabilirim. Göçmen kuşlar ne kadar biliyorlarsa neden göç ettiklerini bende sana neden uçtuğumu kanatlarımın kraliyet rengiyle söyleyebilirim.
Bir göç hikayesi bu...İzmir...masanın donuk tozu...ışığın çarpıp yansırken bende unuttuğun solgun yüzün...
II-Yarım kalmış (çekilmiş) sevda fotoğrafları var tenimde. Onları da, bir geceyi sabaha bağlayan o garip ürpertiyle beraber yanıma alıp sana gelebilirim. Serinliğinde uyanıp o garip ürpertiyle beraber yanıma alıp sana gelebilirim. Serinliğinde uyanıp akşama kadar dolaşabilirim başkentinde senin.
III-“En doğrusu yaşanandır” diyerek; -meli, -malı eklerinden kurtularak, bu satırları yazarak sana yaklaştığımı düşünüyorum.
“Ona, haklı olsam da, cevap vermezdim; hakimime yalvarırdım”
Bap 8, Eyub Suresi.


BİR AKŞAMÜSTÜ GÜNEŞ TUTULMASI
YA DA KIRLANGIÇLARIN YAŞAMA GÖÇ YILI

“Nemo me impune amat”

Bir Rembrandt resmi kadar inandırıcılığım olsaydı, o zambağın açışını gözlerin önüne koyabilirdim ama bu senin geçmişinde ne gibi bir yer kaplayabilir ki?
Onun için ben anlamını ancak dalan gözlerimin ve “Neyin var? ” diye sorulduğunda “Tatlı ve yaramaz bir kediyi seviyorum sessizlikte, öylece durarak. Onun dışında HİÇBİRŞEYİM YOK.” diyerek açıklayabilirim.


Balık sesli bir adamın sabahları söylediği şarkılarla uyanıyorum. Alboradolarla karıştırıyorum zaman zaman sessiz iniltilerini. Martıların denizin üzerindeki durma çabalarını hatırlatıyor sesindeki dinginlik. Durmaya başladıkları anda geriye doğru kaydırıyor zaman. “Ha gayret” diyorum hafif bir tebessüm yayılırken yüzüme.
Bir çocuğun yavru bir köpeği uzaktan seyreden bakışları bunlar. Benim rengimde sana doğru dönmeye başlarken böyle garip, belki de komik tepkimeler veriyor.
İspirto renkli bir martı başımın üstünden çığlık çığlığa geçerken;
“Komik” diyorum...
“Komik! ”

Asıl gizem görünendedir. Görüntüleri içselleştirmek belkide... ve vurunca gülleler duvara anlaşılması zordur bu ana getiren tüm denklemlerin içindeki bilinmeyenler. Gülleler vurdukça güller açar artık. Beyazdan başlayıp siyaha kadar donanır tüm oda. Kurulmuş bir hayalin ağırlığıyla baş başa kalınır tüm ilişkilerin toplamında ve maddeler arasındaki yoğunluk farkından, görüntülerinde indis farkı kırıverir tüm gerçekleri.
Gerçek ve giz gördüğün oluverir. Geç kalmak, bir yere yetişmek, alışveriş yapmak, uyumak vs. bir “Milagro”dur artık...

Yavru bir puhu kuşu geliyor bazı geceler arka balkonuma. O yabancı bakan gözlerinde anlam kazanıyor tekrar herşey. Aydınlığını yükleniyor gecelerin. Sessizliği bir vaiz:
“Sakın dokunma şiirin kanatlarına.
Bir piyanonun tuşlarından geçerek
Çatallaşmış bir sesin ardına sığınma.
Gözlerini
Uykunun labirentlerine bırakıp
Hayallere dalma.
Çıldırtıcıdır olmayanın siluetini görmek.
Bilirsin ki
Tuşlara daha sert basacak gözleri.
Uyandıracak acısı müziğin.
İşte sen de duyuyorsun sonunda
Şarkılarını bekleyenlerin.”

Şimdi anlıyorum; ÖZLEM NİYE Kİ?


“Aslında ben sana yazarak ulaştım”
Herkes söyleyip duruyordu “Bu ne çok ses yüzünde.” Oysa ki bilmiyorlardı bir tek ses kalmıştı belleğimde. Onu söylüyordum durmadan. Çölde kaybolan bir bedeviydim. “Su” diyordum durmadan.
“Su...Su...Su...”
Üstümden uçan akbabaları simurg sanıyordum. Kum dağlarına baksam Kaf Dağı oluyordu hepsi. Ve ben bu yolculuğa çıktığımdan beri her adımda biraz daha kendim oluyordum.

Şimdi anlıyorum; SEVMEK, AD ‘PLURES IRE...

“Hangimiz tutkulu günlerimizde şiirsel bir düzyazı mucizesini düşlemedik”
Baudlaire

Yokluğundan açılan o uzaydaki boşluğu kapatmak için bu satırlar. Gecelerin reveransı o yüzden.
Tutkulu bir Turner akşamında yanan gemileri seyrederken demir sülfatla kapladım kalbimi. Bir Tibetli rahip gibi odamın kapısı aralık!
Aralık artık! Düşler dalgası vurunca yüzüne, tıklatmadan gir içeri...

Seni bekliyor olacağım.
Acele etme...

.


Dün gece doğuya doğru giden nimbüs bulutlarını gördüm. Eğer bugün oralara yağmur yağıyorsa kendine bir aleksandrit taşı al.
Yağmur damlaları taşın üstünden aktıkça, kırılmalarında göreceğin yeşil gözlü vaşak benim. Yüzünle boyanmış yüzünde, o mimiklerin yankısı var. “Kimsenin kimsesi yok ki” yürüyüşünün lal izleri var karda, adımlarında... Her sabah uyandığında o savaş gemileri var gözlerinde. Kalkıp gittiğin o mayhoş an var.
Dağılmış kısa saçlarının dağınıklığı var hayatımda.

Geceleri eve gittiğimde; yatağıma uzanıp mistik bir sesle sesleniyorum: “Bazen çok acımasız olabiliyorsun”
Bu senle kurduğum kovalent bir bağ. Gücünü atomların birbirini çekiminden alıyor ve atomlar okyanusunda zamanın çevrimselliği içinde seçme özgürlüğünü unutup, kehanetin ve kaderin olduğunu düşünüyorum.
Algıları; o koşulmuş algıları bir kenara koyup, yaşadığım şu anı; kırlangıçların yaşama göç yılında, şimşek çaktığında meleklerin şarkılarının duyulduğu mevsimde, uzak toprak parçalarında olduğunu bilerek bereket deltalarının, adını ancak nergis tohumlarıyla telafuz edebildiğim an olarak değiştiriyor ve zamanı sonsuza dek bu anı yaşamaya mecbur bırakıyorum.


Sonra ses vardı...
Ahizeden gelen o cam kırığı sesin, Nathalie...
Başka, başka...
Başka bir şey yoktu.

Ve sanki herkes yoksulluğumdan yararlanmak ister gibi, haçlılardan bahsediyorlardı. Sonra sonra lirik çiçeklerin öyküsünü anlattırmaya çalışıyorlardı. Dayanılmaz olan insanın insana yapabilecekleriydi ancak...
Sevmek büyük bir kent meydanı diye öğretmişlerdi bana. Ne zaman sevinsek, ne zaman göçü başlasa kuşların, ne zaman ölümler sarsa etrafı, hep orada buluşulurdu. Şimdi zamanlı zamansız meydana çağırıyorlardı. Onların kanlı arenasına...
Sevmek bir sığınaktır artık. Hiç çıkmıyorum gün ışığında sokaklara. Bütün yollar o meydana, o kanlı corrida’ya çıkar. ARTIK BİLİYORUM...
İlişkisizliklerde bir tek kan eksik. “Hadi” diyorum, “Doğrayın birbirinizin gövdelerini, bu da o kadar önemli değil. En azından bir cinayet değil.”
“Çünkü cinayet karanlık odalarda bir gülün yapraklarını koparmaktır.”
İşte ben buradayım.
“Elma dersem çık,
Armut dersem çıkma! ” diye seslen.
ELMA!
AH! O GÜZEL ELMA...


Bugün...
Sana yeni bir isim buldum:
VERONICA!
VERONICA!

Anıların istençle yontulduğu sokaklarımda sürüklenen,
Kanatları kırık bir melek silueti...

VERONICA...

Sorulmadan yargılanan Ariadne’nin aşkı adına!
Karanlık kanıyorken sevdiğim
Sağırlaşır sözlerim.
Irmaklarda yıkanan çıplak kadınlar gibi tedirgin
Usul usul konuşsam da
Ya da sessizliği bozmak istercesine
Coşkun ve abartılı.
Yokluğunda değişmiyor
Her gün aynı zalim gün...

Turkuazın denizliğinde, karanlığın dehlizinde ilerlemeyi sürdürdüğüm sonuçsuz çaba...
Gitmek, gidilecek yerde sığınak yoksa Minatorun labirentine girmektir ve kalmak o ayaz hissi.

Sesinde titreşen o küçük elmaslara tutunarak konuşuyorum bende. Zaman zaman algının pençesinden kurtularak, içimde yankılanan o muhayyer kürdi makamında dolaşıyorum.
Göç falımda son yaz yok.
Gel artık!
Gel de kapatalım kapılarını sehrin
Tam zamanıdır;
Geç faslında sen, bu yazıyı yak.

Sonra ses kaldı....
Dolente partita.
Dolente partita.

Acısına dayanarak bıçak darbelerinin seyrine dalıyorum. Başımı döndürüyor bıçağın ritmik gidip gelişi. Cisimlerin ve şeylerin gizi.
Odaklanılan her şey kendi gizini mutsuzluğuyla beraber açıyor.
Sözlerini unuttuğum geceyi beklerken bir masal yakıyorum. Güneş tutulması yada akşamüstü. Hayatın içinde olan mucizelere; mucizelere inanmadıkça, bunun sıradan bir akşamüstü olmadığına, bir güneş tutulması yaşandığını bana kim söyleyecek?

Havada; “piyanonun tuşlarında mavi bir eldiven duruyor.” kokusu.

GÜVENLİK CADDESİNDE YÜRÜRKEN DUYDUKLARIM
YA DA UYKUDAN ÖNCE TATLI SU BALIĞINA MASALLAR

‘Ah, unutma ki büyülüydü bu bahçe! ’
A.E. POE

Doğaydı mucizenin kendisi.Gördükçe alışılıyordu. Toprakta can bulan bitkilere, yürüyen bir kedinin alımına,mevsimlerin o algısız dönüşlerine.
Her şey unutuşa gömülüyordu. Babamın ölümüne alışıyordum. Uzak bir hatıra gibi sabâ makamı olmasa hatırlanmıyordu divanında gitar çalışı. Akşam sefaları olmasa hatırlamıyordum çocukluğumun bahçeli günlerini. Geceleri çıkıp çilek bahçesini sularken düşünmekten alamıyordum kendimi.
Nedir bir güzelliği gecenin koynunda saklayan? Kimdir?
Yanlış unutuşların kimliği vardı yüzümde.Kabul etmem gereken gerçekler var.
Abelard’ım!
Abelard!
Bütün yaşadığım yılların içinde bir şeyleri başka şeylerin ardına sakladığım,unuttuğum, unutmak zorunda kalan ben! Bir İmge Fakiri.
Yaşamın içinde geçmişi, geleceği düşünmeden; şu anı yazarken hissettiklerimin mürekkebin zamanı donduran gücüne boyun eğeceğini bilerek, korkmadan ilk defa söylüyorum:

‘Seni seviyorum...
Botanik bir sevda masalında
Hasretin gözünden öpüyorum her gece.’


Büyük bir enerjinin, atomu toplam çekiminden koparıp başka bir çekime doğru yönelttiği anda uzaydaki belirsizliği. Sonuç ya da neden olmaksızın, enerjinin nereden ve neden geldiğini tam olarak adlandıramadan, yaşanılan yerde ve anda artık olamamak.
Potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesi esnasındaki patlama. Durmaya yakın, sabitleşmiş ya da ritmik hareketler yapan cismin böylece gözde durma eylemi yanılsamasına düşüren sıradanlıktan; harekete, y=sinx fonksiyonundaki gibi bir harekete sahip olma durumunda oluşan o mistik ısı, acı yahut haz...
Yalnızlığın çılgınlığa ulaştığı o doruk noktasında kalemi kağıdı bırakıp, bu şehirdeki yokluğunu kanıtlama çabası.
Kısacası; Varan otobüsünde İzmir-Ankara arası gece seferlerinden birinde, karanlıkta oluşan tepkimeler.


Yağmurun acemi yağışı vardı,savrularak rüzgarla dağınık çarpışı vardı suratına.Gözlerini kırpışın vardı sonra.Göz bebeklerin vardı. Kahvenin içine düşen küçük yapraklara bakışın var daha. Kararsızlığın var içip içmemekle. Kararsızlıklarında yüzünde oluşan sevda girdapları var. Girdabına karışıp gitmeler var sonra. Çıkamamak var, zamanı kaldırıp atmak var.
Sonra hayatımın sorusu var aklımda;
‘Şimdi bu içilir mi? ’
Tebessümün var çağlayanlar gibi. Seni sevişimi kıskanışım var.
Şimdiki zamanda, sen senin yokluğunun nasıl bir şey olduğunu nerden bilirsin!
Esta noche redonda....

Güvenlik Caddesinde oldu her şey. Acı örgülerin arkasında kavak ağaçlarının sıralandığı Mayısa benzeyen bir akşamüstünde. Benzetmelerden uzak, benzemeye başlarken hüznün mevsimine koca bir lakırdı gibi duruyordu karşımda dolunay.
Gideceğimi bildiğim andan beri sessiz yürüyordum. Sense saçma olduklarını düşündüğün, sadece sessizliği buharlaştırmaya çalışırken anlattıklarınla daha da fazlalaşıyordun. Çellonun o boğuk sesiydi çınar ağacının yaprakları. Elleriyle, binlerce eliyle sarmalıyordu doğayı. Duymuyordum işte toprağı. Bir ayrılığı, bir ölümü ertelemeye çalışan serçeleri seviyordum. Uçuşarak etrafında, kovmaya çalışıyorlardı kaderin kederini.
Termini doğumunda kesilmiş bir yolcuydum. Kalmak olmuyordu. Hızlı, kaçamaktı adımlarım. Seni o otobüs durağında bıraktığım andan başlıyordum.
Tanımadığım bir şehirde senin ellerine düşmüştüm oysa. Nereye gideceğimi bilmeden, öylece meydanlarda durup, insanların gelip geçişi arasında acemileşmiştim.
Kavakların ölüm esintilerinde sallanışında bir şarkıda kalmak istiyordum.
Şimdi bana bir ‘ la’ sesi versen!
Tatlı su balığı...

17.05.00
‘Born under a bad sign’

ROXANNE...
Roxanne diyeceğim sana bugün
Bugün benim doğum günüm.
Ölüm günümdür bugün.

Mayıs...
Balkonlarına beyaz çamaşırlar astığımız mevsim.
Onun için sözlerim kırmıyor kendini. Bir gece yarısı uyanıp karanlığa takılmak gibi.
Saf olan Mayıstı.
Bir taksim geçiyordu o çıplak ayaklarıyla yağmur gölcüklerine basan çocuk.
Rüzgarla konuşan, ceviz ağaçlarını ağlatan, eteklerinin uçlarına tutunmuş bir akrobattı Mayıs. Modal lycra süpremdi bedeni. Kaygandı, tutunması zordu. En çok sevdiğim sözlerdi yağmura söylettikleri.
Uzakta her şey şimdi...
Bugün benim ölüm günüm. Bu yabancı şehrin kahrolası gözleri insanı izleyen.
‘Evine dön,
Şarkıya dön,
Kalbine dön’ diyor durmadan.
Dönüşler var mıdır?
Var mıdır ağaçların adı?
Kapansın yollar,
Benim her gördüğüm ağaçta, mevsim ağlayan Mayıstır.
ULAŞUTANDI ağacıdır adım.

Şimdi bunları yazmak çıldırmama engel mi?
Ölüm, zamanın yaramaz tayı. Kurtlar uludukça savruluyor şehrin kalabalık sokaklarında.
Acıtan notalar dolanıyor parmaklarımda. Kırılganlığım için bir tek dua biliyorum:
‘HEP AŞK VAR, UMUT OLMASA DA’

Seni anımsamak; sarılışıdır doğanın bedenime, geleceğimdir. Bu yaz kayısılar daha tatlı olacak. Kendimin çöl haritasında gördüm: ‘ Bir örümcek ağlarını örecek odama, pisi balığı güneşin ışığından saklanmak için rengini değiştirecek, göçmen kuşlar kıyıyı bulmak için Alize Rüzgârlarını arayacak.’

Olayların yorumlarından uzak, bir bıldırcın sessizliği içindeyim. Ayağımı kımıldatsam, uçup gideceksin.
Öylece duruyorum.
Bekle sen de...
Bu yaz kayısılar daha tatlı olacak.


Kendi doğumun istasyonundayım. Bir klarnet taksimi gibi tütsü hızla yanmaya devam ediyor. Aynalarda kendimi görünce dehşete düştüm. Ölüm bu olmalı: ‘ Aynalara bakmak.’
Oturup, saatlerce aynanın karşısında çehremi inceleyerek mimiklerini yakalamaya çalışırken, ağlayan ağacın adını hatırlayamadım. Ölünün ölümü de bu olmalı ama gözlerin görebildiği kadar uzakta, ufuk çizgisinde yürüdüğün günleri unutmadım. Ayak izlerin üstümde duruyor halâ....


O ağaçlı yolda bıraktığım hayatımdı.
Bir fesleğen kokusuyum şimdi.

.....


AYIN GARİP HALLERİ
YA DA ARKA BAHÇEMDEKİ AĞACIN ADINI KİMSE BİLMİYOR.

‘But the escape,the song’s not finished yet.’
W.B. YEATS

Sessizliğinin dermanı yok gibi...
Gözlerimi her açtığım gün, bir çığlık gibi duruyor. Yokluğunun küllerini savurdukça suratıma hayat; yaralı bir kara kaplanı andırıyorum. Yürüdüğün yollarda izine bandıkça ayaklarım, biraz daha uzaklaşıyorum. Çünkü bizler aşkın kaybettikleriyiz. Dokunuşudur sevilenin ipucumuz, Ariadne’nin ipiydi umudumuz.
Artık zamana inancım kalmadı, önümüze çıkış olarak koyduğu hep bizim girdiğimiz kapıydı. Çıktığımız yer, girdiğimiz an kadar ıssızdı.
Ey alkışları unutan akrobat,
Kaderşim!
Bu sefer çıkacağımız yer
Darağacı olsun!
Nasılsa;
‘ Ölmek bile olası değildir benim için artık.’
Çünkü hep var gibisin ....

Artık düşmeyeceğimi biliyorum. Tutku uçurumdan aşağıya itti beni. Olmanın ötesinde daha çok bir hayale vurgun olanların, altın örgülerle çevrili bu yerde sabitleştiğini anladım. Kaçmak yok! Zaten kim kaçmak istiyor ki?
Sabırdır bizi büyütecek olan...

Bırakıldığım, ışığın olmadığı bu yerde, nereye gideceğini bilen yavru su kaplumbağaları gibi ben de acıya ve sessizliğe yöneliyorum. Yumurtanın kabuğu kırıldı işte. Şu andan sonra nedenler ve sonuçlar silsilesinden daha çok ‘ nasıllarla’ ilgileniyorum.
Nasıl da seviyordu o küçük gövdesiyle denizi kucaklamayı. Nasıl oluyordu da bu amansız ve acımasız sularda tek başına gitmenin o inanılmaz hazzı?
Kayalara andıktan sonra adını
Nasıl bilir gece seni artık?
O meltemleri çalıların arasında dolaştıran sesinde
Nasıl savrulur ay çiçek tarlaları bir valsin son adımları gibi...


Bir gün gelecek biliyorum, tek arzum durmak olacak. Giderek durmak. Bir flütün ezgisinin peşinde öylece duracağım. O gözlerin armonisini unutup, kuramadığımız o dilin büyüsünü de unutup gideceğim. Akşamları esen meltemler bilir ki aldatmayan dil yoktur. Söylenmemişliğin gücünü yüzlerimizde taşırken o mehlika gülüşünü anımsamak daha kolay olacak başka yüzlerde ancak yalnızlığın karabasan gibi dolaştığı bu şehirde en büyük erdem yine de beklememek.
Oysa ki şehre girer girmez şarkılarını duydum. İnsanların farkına varmadan basın tutturduğu ritme ayaklarını uydurduğunu farkettim ve her zaman olmasa da genç bir kızın davul atağı gibi yanımdan geçtiği oldu.
Ama nedendir bilemem her şehirde olduğu gibi burada da hiç kimse sokaklarda şarkı söyleyerek işe gitmez. Buralarda şarkı ancak insanların birbirine bakarak kurdukları anlık hayallerle bestelenir: Okşamalar, buluşmalar ve alışkanlıklar üzerine.
Oysa hala seni gelip soranlar oluyor. Gerçek bir ilişkinin artık derinlere kaçtığı bu yerde onları sessizlikle cevaplıyorum.

Her ne kadar; bir şair için “sevilen” bir imge, bir bahane gibi algılansa; bu yüzden suçlansa; bir yazma aracı olarak adlandırılsa da aşk, bir şiir tutulmasıdır. Yazmak yakıcı hale gelir, şair yanarak yazar. Bu sevilenin hakkı olduğunu düşündüğü ölümsüzleştirme, sonsuzlaştırma çabasıdır. Dikey bir çabadır. Derinlere indikçe kazmak zorlaşır. Sevmek buradan sonra başlar, şiir burada zorlar. Bedensel ve ruhsal acının vektörleri burada aynı yöne döner. Acı buradan sonra ölümü düşünenlerin veya ölümün çok yakın olduğunu bilenlerin sessizliğine benzer.
Çünkü aşk büyücüdür, karşısında seven gibi bir çaresiz vardır. Yazmak burada eşitler şairi. Çünkü yazmak kehanette bulunmaktır ve onun için ancak bir kahin barışır karşılıksız aşkıyla. Onunla ancak böyle beraber yaşıyabilir.


Ölmek değil...
Beklemek değil...
Gölgeler ve tek ışık.
İndiğim bu yerde, bana düşen mirasımı alıyorum: ‘ Ayın karanlık yüzünü.’
Mutsuz muyum?
Sanmam! Yalnızlığın korkutucu sessizliğinde bir ses çıkarmanın çıldırtıcı korkusu yalnızca. Aşkın ürkünç aydınlığında, farkına varılmayan şehirlerin geceleri büründüğü o matem elbiseleri içindeki suskunluğunda, o ilk sessizliğimizi, içinde anlamlarıyla yaşayan, gerçekten yaşayan o ilk anları düşünüyorum.
Mutsuz muyum?
Ama yok artık!
Ayın en flu haliyim. Görünmeyen günüyüm.
Birbirlerinin yüreklerini hançerleyerek unutmaya çalıştıkları tenlerindeki kırbaç izlerinden, hep göçerek yaşanılan aşklardan, durmak öğrenilemeden içine savruldukları o transpoze yaşamlardan, devamlı bir atlı karınca üzerinde olmaktan ve ilerlemeyi etrafında dönenerek yaşanılan bir eylem ve bu eylemin içinde o çemberin hep merkez noktası olmak üzerine kurulan hayat felsefelerinden, kazançları hep başkalarının kayıpları üzerine kurulan leş anlayışından başka bir şey kalmadığını düşünüyorum.
Mutsuz muyum?
Yok aslında öyle bir şey. Ben de yokum aslında.
Uçurumun ucunda bile değiliz ve halâ uçacağımızı fısıldıyorlar. Uçmak yok... Melek yok...
Camdan mor bir kertenkeleyim aslında.
Mutsuz muyum?
Sadece burada kalmak istiyorum,
Bu şiirin içinde.
Dışarısı çok soğuk....

Rüştü Talay
Kayıt Tarihi : 9.11.2005 19:25:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Rüştü Talay