Salih Peygamber’in ümmeti,
Yani Semud kavmi, Semud milleti.
Düzlüklerde saraylar inşa ederlerdi.
Dağları yontup da evler yaparlardı.
Büyüklenip de Allah’a değil,
Elleriyle yaptıkları görkemli binalara taparlardı.*
Görkemli dünyalık ile unuttular Hakk’ı.
Böylece hakk ettiler üzerlerine helakı.*1
Karar verince Hz. Allah helaka,
Bir deve yolladı halka.
Salih Peygamber dedi ki Semud halkına.
“Bu Allah’ın devesi, engel olmayın su içme hakkına.”*2
His gözüyle, duyu organı gözle, etten gözle.*3
Göründü onlara gariban bir deve.
Düşünmeden onu boğazladılar.
Böylece helaka, layık oldular.
Salih Peygamber’in, Salihlerin devesi.
Sembol olarak onların bedeni,
Dış görünüşleri, anatomileri.*4
Salih kulun bedeni sedef,
Ruhu ise incidir.
İnciten ancak sedefi incitir.
Salihlerin ruhunu kim incitebilir.
Salih Peygamber dedi ki,
“3 gün sonra Allah’tan azap erişecek.
Hepinizin yüzü renkten renge girecek.
Olacak,
Birinci gün safran gibi sarı.
İkinci gün erguvan gibi kırmızı.
Üçüncü gün zift karası.
Ondan sonra, çatacak Allah’ın kahrı.
Gelmesini istemiyorsanız üzerinize helakın,
O zaman devenin şu yavrusunu yakalayın."
Salih Peygamber’in devesinin yavrusu,
Sembol olarak Salih kulların; ruhu, nuru.
Deve yavrusunu yakalamak,
Sembol olarak; demektir,
Salihlerin gönlünü almak.
Dünya tutkusundan,
Yavruyu yakalıyamadılar,
Peygamberlerinin gönlünü alamadılar.
Dizleri üstüne çöküp de oldular casimin.
Örneği oldular Araf, 78 ayetinin.*5
Helak ile yok oldular,
Salih’in döküldü gözünden yaşlar.
Salih Peygamber bu duruma üzüldü.
Sonra da acımayı, üzülmeyi bırakıp,
Bu helakın bir hakk olduğunu düşündü.*6
28.10.2014
Saygılar ve Sevgiler.
*A'RÂF-74
Yaşar Nuri Öztürk: "Hatırlayın ki, Allah sizi Ad'dan sonra halefler yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O'nun düzlüklerinde saraylar kuruyorsunuz, dağlarını yontup ev yapıyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini anın da fesat çıkararak yeryüzünü berbat etmeyin."
*1ENFÂL-44
Yaşar Nuri Öztürk: Karşılaştığınızda onları sizin gözlerinize az gösteriyordu. Sizi de onların gözünde azaltıyordu ki, yapılmasına karar verilen işi yürürlüğe koysun. Zaten bütün işler Allah'a döndürülür.
Not: Allah bir işe ya da helaka karar verdi mi karşıda ki ile gözleri yanıltır. Salih Peygamber’in devesini de Semud azmışlarına çaresiz bir hayvan gibi gösterdi. Oysa ki o deve Mevlana’ya göre, Salih Peygamber’in, Salih (Hakk rızasına uygun yaşayan velilerin*) bedeniydi. Salih Peygamber’in devesinin yavrusu da Mevlana’ya göre, Salih’lerin ruhuna semboldür. Bedene zarar verilebilir ama Salih’lerin ruhuna, bir yerde Allah’ın Nuru’na zarar verilemez. Mevlana’ya göre, devenin yavrusunu, zarar vermeden yakalamak ise Salih’lerin gönlünü almaktır. Böylece imtihan sonucu olarak, helak gerçekleşir. F.L.A.
* Ek bilgi olarak; veli Allah dostu, yardımcısı demektir. Aslında Hz. Allah’ın dosta, yardımcıya gereksinimi olmadığı halde, has kullarına, Salih kullarına; bir lütuf, ihsan, güzellik olsun diye onlara yardımcılık görevi vermiş.
Dilimize veli öğrenci velisi olarak geçer. Veli öğrencinin dostu, yardımcısıdır.
Elbette ki tekrarla Hz. Allah’ın yardımcıya gereksinimi yoktur.
Ayrıca müşteri iş yeri sahibinin veli nimetidir. Nimeti, rıskı verme işi Rahman sıfatıyla Hz. Allah’ındır. İşyeri sahiplerinin rıskı için müşterileri yardımcı olarak belirlemiştir.
Velinin çoğulu evliyadır ve Osmanlıca’da çoğullar tekil olarak kullanılmış. Örneğin veled (çocuk) kelimesinin çoğulu evlattır. Türkçe olarak evladım deriz. Allah’ın sevgili bir kuluna evliya deriz.
*2ŞEMS
11. Yaşar Nuri Öztürk: Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden yalanladı.
12. Yaşar Nuri Öztürk: En haydutları ortaya fırladığı zaman,
13. Yaşar Nuri Öztürk: Allah'ın elçisi onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesini ve
onun su içme hakkını koruyun."
14. Yaşar Nuri Öztürk: Fakat elçiye inanmadılar da deveyi devirip boğazladılar.
Bunun üzerine, Rableri onların günahlarını kendi başlarına geçirdi de o
yurdu dümdüz etti.
*3Etten gözden söz edince mana gözünden, gönül gözünden yani kalp gözünden söz etmemek olmaz.
ÜLÜ'L-EBSAR
Basiret sahibi kişiler demektir. Ebsar, basiret kelimesinin çoğuludur. Kur'ân'da 4 âyette geçmiştir. (bk. Basiret) (İ.K.)
BASÎRET
Görme anlamına gelen "basar" kelimesinden türeyen ve idrak gücü, yakın, ma'rifet, ferâset, akıl, zekâ, hüccet, delil, sezgi, öngörü... vb. anlamlara gelen "basîret" kelimesi, Kur'ân'da; açık delil, beyan, ibretler (Kasâs, 28/43; . Yûsuf, 12/108) , şâhit (Kıyâme, 75/14) , Allah'ın âyetleri, delilleri, beyanları ve nurları (En'âm, 6/104; A'râf, 7/203; Câsiye, 45/20) anlamında kullanılmıştır. Basîret; hakla-batılın, hidâyetle-dalaletin, hayırla-şerrin, doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı marifet, bilgi ve kalp nurudur. Basîret; ilham ile veya tecrübe ve öğrenme sonucunda oluşur. Çoğulu, besâir'dir. (İ.K.)
Alıntı…. https://kurul.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VEAVLWd_u5U
Daha açık bir ifade ile kalp gözü (üçüncü göz) soyut alemi (ruhlar alemini) algılayan görebilen gözdür. Bilindiği üzere madde âlemini 5 duyu organımızla algılamakta yani anlamlandırmaktayız.
Algı beynin suyu ıslaklık, taşı sertlik olarak anlaması ya da anlamlandırmasıdır.
Soyut âlem için duyular üstü bir araca gereksinim vardır ve o da kalp gözüdür. Daha önce de değindiğim gibi kalp gözünün açılması için maddeye (dünyaya) olan kölelikten kurtulmalıyız. Kalp gözü açıklığı tasavvufun (maddeden arınmanın) yolarından marifet basamağına karşılık gelir.
Bk. http://fatihltfaydin.tr.gg/Tasavvufun-Basamaklari.htm
*4Canlı Bilimi.
1. İnsan Bedeni Bilimi (Anatomi)
2. Hayvan Bedeni Bilimi (Zooloji)
3. Bitki Bilimi (Botanik)
*5A'RÂF
77. Yaşar Nuri Öztürk: Bu arada dişi deveyi boğazladılar. Ve Rablerinin emrinden dışarı çıkıp şöyle dediler: "Ey Salih! Eğer Allah tarafından gönderilenlerdensen, bizi tehdit ettiğin şeyi önümüze getiriver."
78. Yaşar Nuri Öztürk: Bunun üzerine onları, o şiddetli sarsıntı/o korkunç titreşim yakaladı da öz yurtlarında yere çökmüş bir hale geldiler.
Fe ehazethumur recfetu fe asbahû fî dârihim câsimîn(câsimîne) .
1. fe: bunun üzerine, o zaman
2. ehazet-hum: onları aldı (helâk etti)
3. er recfetu: şiddetli sarsıntı
4. fe asbahû: o zaman oldular
5. fî dâri-him: kendi yurtlarında
6. câsimîne: diz üstü çökenler (çöküp kaldılar)
*6 A'RÂF-93
Yaşar Nuri Öztürk: Şuayb onlardan yüzünü döndürdü de şöyle dedi: "Yemin olsun, ben size Rabbimin mesajlarını ilettim. Size öğüt verdim. Artık küfre batmış bir topluluğa nasıl acırım? "
Hikmetler.
• Yüce Allah’ın (c.c.) takdirinden hiçbir varlık kurtulamaz. O dilediği yere dilediği zaman rahmet, dilediği zaman da azap indirir.
• Zalim kavimler, peygamberlerini yalanlayıp, onların sözlerini dinlemeyen insan toplulukları, azaba uğrayıp perişan olmuşlardır. Salih Peygamber’in kavmi de bunlardan biridir. Hülasa zulüm hiçbir zaman karşılıksız kalmaz. En büyük zulüm ise Hakk’ı inkâr ve insanları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırarak sapıklığa, inkâra ve delalete düşürmeye çalışmaktır.
Mesnevi’de Geçen Bütün Hikâyeler ve Hikmetler. Sh. 45 Mehmet Zeren BİLGE KÜLTÜR SANAT.
His gözünün Salih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Allah, bir orduyu helâk etmek isterse,
düsmanları, galip olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir “ Ve yukallilüküm fî a’yünihim liyakdiyallahu ermen
kâne mef’ûlâ “
Salih’in devesi görünüste deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.
2510. Su için deveye düsman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. (helâk olup mezarı
doyurdular) .
Allah devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
Salih’in devesi, salih kisilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
Neticede” Allah devesinden ve içeceginden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere ugrattı, onları nasıl helâk
etti!
Allah kahrının sahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir sehri diledi.
2515. Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Allah yaralanmaz.
Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye degil.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Allah’nın nuru, kâfirlere maglup olmaz.
Can, topraga mensup cisme, kötü kisiler, incitsinler de Allah imtihanını görsünler diye ulastı, bu yüzden
cisimle bagdastı, birlesti.
2520. Canı inciten kisinin, bu incitmenin Allah’yı incitme oldugundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün
suyu ırmak suyu ile birlesmistir.
Allah bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka baglamıstır.
*Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.
Allah velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldası olasın.
Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu isi yaptınız… üç gün sonra Allah’dan azap erisecek.
Ondan üç gün sonra da can alıcı Allah’dan baska bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:
2525. Hepinizin yüzünüzün rengi degisir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.
_lk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Allah’nın kahrı gelir, çatar.
Eger bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha dogru kovalayın!
Eger tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kusu uzaktan kaçtı, gitti! ” dedi.
*Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından segirtmege basladılar.
2530. Kimse yavruya erismedi; daglar arasına dalıp kayboldu.
*Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Allah’ya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: “Gördünüz mü Allah’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun istegini yerine getirin.
Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pisman oldugunuzun, ümitsizlige düstügünüzün günüdür.
Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye basladılar.
2535. Birinci gün yüzlerinin sarardıgını gördüler.Ümitsizlikle soguk soguk ah etmeye basladılar.
_kinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz dogru çıktı.
Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuslar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
2540. Sana diz çökmeyi ögrettikleri ve seni bu çesit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden
diz çök!
Salih’in kavmi, Allah kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o sehri yok etti.
Salih, halvetten çıkıp sehre dogru gitti; gördü ki sehir duman ve ates içinde.
Onların hâk ile yeksân olmus cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama
ortada feryat eden yok!
Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çig taneleri gibi yas döküyor, aglıyordu.
2545. Salih bunu duyup aglamaya basladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
”Ey bâtıl yolda yasayan kavim! Ben sizin çevrinizden Allah’ya sikâyet etmis aglamıstım.
Allah, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı”
demisti.
Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan cosup akar”
demistim.
Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
2550. Allah, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, seker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye basladım.
Sekerden taze süt çıkarıp balla sekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı ögütler vermeye koyuldum.
O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz bastan asagı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden
ibarettiniz.
2555. Nasıl gamlanayım ki gam bas asagı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
Gamın ölümüne aglayıp feryat eden olur mu? Bastaki yara iyilesince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur
mu? ”
Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye degmez! ”
Ey Kur’an’ı dogru okuyan! Egri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
Fakat yine gözünden, gönlünden yaslar akmaya basladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
2560. Gözyası damarları (yagmur gibi) yagmaktaydı, kendisi de sasırmıstı. Bu katralar, cömertlik ve kerem
denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O aglarken aklı diyordu ki: “Bu aglama neden? Seninle eglenen o çesit bir kavme aglamak reva mı?
Neye aglıyorsun, söyle. Yaptıkları islere mi? O gidisleri kötü kin askerine mi?
Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dislerine mi? Akrep yatagı olan agız ve gözlerine mi?
2565. _natlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Sükret; bak, Allah onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
Elleri egri, ayakları egri, gözleri egri, bakısları egri, savasları egri, öfkeleri egri...
Onlar, geçmisleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin basına ayak bastılar.
Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart esek oldular.
Allah cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”
Allah iki deniz yarattı,birbirlerine kavustukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karısmazlar“
âyetlerinin mânası
2570. Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine
karısmazlar.
Nâr ehliyle nur ehli, görünüste karısıktır ama aralarında Kaf dagı çekilmistir.
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karısmasına benzerler. Toprakla altın karısıktır ama aralarında
yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
Denizin yarısı seker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;
2575. Diger yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barısta, savasta birbirlerine
karısmalarına benzer.
Barıs dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
Bunun aksine savas dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.
2580. Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılastırır. Çünkü sevgilerin aslı, dogru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılıga çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bagdasır mı?
Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir.
Akıbeti gören göz, dogruyu görebilir. Âhiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki seker gibidir, fakat o seker içinde zehir gizlidir.
2585. Aklı en üstün, anlayısı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudagına, disine degince fark
eder.
Seytan “Yiyin” diye bagırır ama o adamın dudagı zehri, bogazına varmadan reddeder.
Baska biri bogazına varınca anlar, bir baskası yer, bedenini berbat edince anlar.
Zehir; diger birisinde abdest bozarken yanıs yapar; zaman zaman cigerini delen bir acı peyda eder.
Bir baskasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diger birisinde ise ölümden ve Sûr
üfürüldükten sonra meydana çıkar.
2590. Eger o kisiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahser günü azap ederler.
Her otun, her sekerin zamanede bir olus müddeti vardır.
Lâlin, günesin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
Alelâde otlar, iki ay içinde yetisir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetisir gül verir.
Yüce ve Ulu Allah, bunun için eceli, yani her seyin müddetini En’am sûresinde anlatmıstır.
2595. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin... Bu duydugun âbıhayattır, afiyet olsun!
Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
Arkadas; baska bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
Bir yer olur ki bu yılan zehri, Allah’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.
2600. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
Su, koruk içinde eksidir; fakat üzüme gelince tatlılasır, güzellesir.
Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!
Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık degildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez
ama hastaya ziyan verir. Soguk ve kar, olmus üzüme dokunmaz, fakat koruga dokunur. Çünkü koruk, daha
kemâle gelmemistir; yoldadır; “ Liyagfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline
gelmemistir
Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara ugrar.
Süleyman ”Rabbi hebli” demis, yani “”Benden baskasına bu saltanatı verme.”
2605. Yahut benden baskasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmistir. Bu hasede benzer ama
degildir.
Lâ yenbagı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliginden
bilme.
Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, bastanbasa can kaygısından,
bas korkusundan ibarettir.
Bas korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.
2610. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padisahlarına acıdı da.
Sefaat edip ”Bana verdigin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver.
Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bagıslarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil degildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek? O kisi, davasız,
nizasız benim” dedi.
2615. Bunu anlatmak farzdır.
Alıntı: http://semazen.net/download_detail.php? id=6
Mesnevi-i Şerif Cilt I
http://www.mumsema.com/kuran-meali/10464-salih-a-s-ve-semud-kavmi-hakkinda-ayetler.html
MESNEVÎ'DE HZ. SÂLİH'İN DEVESİ'NİN TASAVVUFÎ ANLAMI
MESNEVÎ'DE HZ. SÂLİH'İN DEVESİ'NİN TASAVVUFÎ
ANLAMI VE SEMÛD KAVMİNİN HELÂKİ
1- Hz. Sâlih'in Devesi
Peygamberler târihinde bâzı peygamberler ile âdetâ özdeşleşmiş, o peygamber anıldığında hemen akla gelen çeşitli nesneler ya da olaylar vardır. Hz. Nûh ile gemi; Hz. İbrâhim ile ateş; Hz. Yûnus ile balık; Hz. Zülkarneyn ile “sebep”; Hz. Mûsâ ile asâ/baston gibi… Hz. Sâlih ile de Kur'ân-ı Kerîm'de “Allâh'ın devesi”diye ifâde edilen bir deve özdeşleşmiştir. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre insanlar, Allâhü Teâlâ tarafından ya müstehak oldukları için ya da samîmiyetlerinin ortaya çıkması için çok farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Kur'ân'ın Fâtiha'dan sonra ilk sûresi olan Bakara Sûresi'nde -ki, sûre adını bu olayda geçen hayvandan yâni “bakara (sığır) ”dan almıştır- Hz. Mûsâ'ya tâbi olan İsrâil oğullarının bir sığır ile nasıl imtihan edildikleri uzun uzun anlatılmaktadır.
Hz. Sâlih'in kavmi olan Semûd de bu şekilde imtihana uğrayan bir kavimdir. Semûd, aynı soydan geldikleri için “İkinci Âd” şeklinde de anılır. Bu kavim Hicâz ile Tebük arasında Hicr denilen bölgede, kayalar içerisine yontulmuş meskenlerde yaşarlar, toplumun alt tabakasına hakâretler ederler, putlara taparlar ve kendilerine gelen peygamberleri yalanlarlardı. Kendilerine, içlerinden birisi ve Allâh'ın elçisi olarak gelen Sâlih peygamberden, kendisine inanmaları karşılığında kaya içerisinden deve çıkarmasını mûcize olarak istemişler, bu olay gerçekleşince bir kısmı ona inanmış, diğer bir kısmı ise küfründe devam etmiştir. Bir müddet sonra içlerinden azgın bir grup Hz. Sâlih'e mûcize olarak verilen deveyi öldürmüş, bunun netîcesinde ilâhî gazaba uğramışlar; önceki kısımda da zikredildiği üzere, üç gün içerisinde renkleri ilk gün safran gibi sarı, ikinci gün erguvan gibi kızıl ve üçüncü gün abanoz gibi simsiyah olduktan sonra, üçüncü günün sonunda müthiş bir gürültü (sayha) veyâ yıldırım (sâika) ile kavmin inançsızları helâk edilmiştir. Hz. Sâlih'e inanıp onunla birlikte olanlar ise bu azaptan korunmuşlardır. Bu kavmin kıssası Fecr, Necm, Kâf, Kamer, Sâd, A'râf, Şuarâ, Neml, İbrâhim, Enbiyâ ve Tevbe sûrelerinde bâzan işâretle, bâzan da biraz daha geniş olarak geçmektedir.
İnsanlık târihinin en önemli ibretlik olaylarından birisi olan bu acı hâdise, yâni Hz. Sâlih'in getirdiği salâhı kabul etmeyen bozuk ve üstüne üstlük küstahlık eden Semûd toplumunun uğradığı âkibet, Mesnevî 'de derûnî boyutu ile ve bu hâdisede yer alan şahsiyetlere tasavvufî sembolik anlamlar atfedilmek sûretiyle, hem didaktik/öğretici hem de nasîhatvârî bir şekilde işlenmektedir.
Mevlânâ bu olaya Mesnevî 'de müstakil bir başlık ayırmış ve bu başlığa da “Baş Gözünün Sâlih Peygamberi ve Devesini Hakir Görmesi...” adını vermiştir. İşin bir başka ilginç tarafı da bu kıssanın “Şakîlerin/Cehennemliklerin Dünyâ ve Âhiretten Mahrum Olmalarının ve Her İki Cihanda da Hüsrâna Uğramalarının Sebebi” konusunun akabinde getirilmesidir. “Gönül ehli”nin gönlünü incitmek, hakka hukûka riâyet etmemek, insanı telâfisi imkânsız zararlara dûçar kılar. Hazret, bu konuya Hz. Sâlih'in devesi kıssasında kendi tatlı üslûbuyla açıklık getirmektedir. Mevlânâ'ya göre Hz. Sâlih'in devesi görünüşte deveydi; içyüzde ise onun sıradan bir deve ya da maddî varlık olmaktan çok öte anlamları vardı:
“Sâlih'in devesi görünüşte deveydi, o zâlim kavim bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.
Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular.
Hakk'ın devesi ırmaktan, buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk'ın suyunu Hak'tan esirgediler.
Sâlih'in devesi, sâlih kişilerin bedenleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
Neticede 'Allâh'ın devesi ve onun su hakkı' hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
Hakk'ın kahrının zâbıtası, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri istedi.
Ruh, Sâlih gibidir, beden de deveye benzer. Ruh vuslattadır, beden ihtiyaç içindedir.
'Sâlih'in rûh'u âfetlere uğramaz; yara deve üzerindedir, zât yaralanmaz.
Sâlih'in rûhu incitilemez; Hakk'ın nûru kâfirlere mağlup edilemez.
Can, toprak cisme, kötü kişiler incitsinler de imtihanı görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle birleşti.
Canı inciten kişinin, Hakk'ı incittiğinden haberi yok! Bilmiyor ki, bu küpün suyu ırmak ile birleşmiştir.
Hak, bütün âleme dayanak olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.
Velînin beden devesine kul ol ki, Sâlih peygamber ile kapı yoldaşı olasın.”
Târihî hâdiseyi zâhirî açıdan naklettikten sonra Mevlânâ, her zaman olduğu gibi, bu olayda da vermek istediği asıl mesaja geçer. Aslında Kur'ân'da peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin kıssalarının anlatılma maksadı da budur; yâni geçmişte yaşananlardan ibret ve ders alınması bu kıssaların anlatılmasının başlıca sebebidir. Fakat ünlü sûfî, düşünür, ahlakçı ve mürşid elbetteki bu hâdiseye tasavvufî açıdan bakacak ve kıssadaki sembollere tasavvufî anlamlar yükleyecektir. Öncelikle, kıssada geçen “Sâlih” kavramının rûhu, “deve” kavramının da bedeni sembolize ettiğini düşünen Mevlânâ, ruh-beden birlikteliği çerçevesinde sâlih bir insana dışarıdan gelen zararlı davranışların bir tahlîlini yapar, bu tür faaliyetlerin nereye kadar uzandığını yâni Hak-halk ilişkisini belirtir. Sonra da Cenâb-ı Hakk'ın velî kullarının toplum içerisindeki yerine dikkat çeker.
Şüphesiz ki, maddî ve mânevî, fizik ve metafizik yönü olan yaşadığımız şu hayatta bâzı şeylerin göründüğünden farklı anlamlarının olduğu bir realitedir. Bunun yanında, sıradan birer eşyâ olan nesne veyâ olayların bâzı kimseler için çok özel anlamlar taşıdığını da biliyoruz. Gündelik hayatta kullanılan “mânevî değeri büyük” deyimi bunun örneğidir. Herkesin hayâtında, maddî değeri küçük ama mânevî değerine pahâ biçilemez nesneler mutlakâ vardır. Yâni bir şeyin maddî varlığı ile mânevî varlığı aynı orantıda olmayabilir. Hattâ bu kuralı genelleştirecek olursak, bütün insanların görünüş îtibâriyle birbirinden pek de farklı olmadığını, insanlara asıl değer kazandıran şeyin sûret, şekil, görüntü, maddiyat değil, mânâ ve sîret olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ya, peygamberlerin de, velîlerin de görünüşte diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur; ama onlar “peygamber”dirler, “velî”dirler.
İşte Hz. Sâlih'in devesi de görünüşte diğer develerden farklı değildi; fakat o “Allâh'ın devesi” idi; bir peygamberin mûcizesi olarak kaya içerisinden çıkmış, Hak katında özel/mânevî anlamı olan bir deveydi. Ne yazık ki, hak, hukuk ve hakîkat körlerinin gözünde bu devenin diğer develerden hiçbir farkı yoktu. Çünkü onlar bu deveye başgözleri ile, his gözleri ile bakıyorlardı; onlar o devedeki mânevî değeri görecek mânevî göze, kalp gözüne sâhip değillerdi. Ne yazık ki, bu bilgisizlikleri, cehâletleri ve körlükleri sebebiyle “Allâh'ın devesi”ni kestiler, öldürdüler; Allâhü Teâlâ'nın gazabına uğradılar ve elîm bir şekilde helâk oldular
Burada bir husus hemen dikkat çekmektedir ki, o da şudur: Mevlânâ'ya göre bu olayda çok çarpıcı bir mantıksızlık vardır. Ama inkârcıların, kalp ve gönül sâhibi olmayanların, ruhları maddî kir ve pisliklere bulanmış olan kimselerin, o mantığı kuracak akılları, o hakîkati anlayacak beyinleri nerede! Bu mantıksızlık, devenin de, suyun da Allâh'a âit olduğunu görememek sebebiyle, Allâh'ın suyunu Allâh'ın devesinden esirgemektir. Kimin suyu kimden esirgenmektedir? İşte burada müthiş bir zihin kirliliği, bulanıklığı, onun da altında aslında Hakk'a gizli bir başkaldırma, Hakk'ın hükmünü kabul etmeme ve gizli -görebilenlere apaçık- bir şirk vardır. İşte bu yüzden, Semûd topluluğu bir devenin bedelini çok ağır ödemişlerdir
Sâlih peygamberin devesi sâlihlerin, velîlerin ve nebîlerin bir timsâlidir. Böyle, Allâhü Teâlâ'ya yakınlık kazanmış kimselere fenâlık etmek çok tehlikeli olup, iki cihanda da hüsrâna sebep olur. Cenâb-ı Hak kendi sâlihlerini korur, hattâ böylelerine kötülük edenleri şiddetle cezâlandırmak için sebepler halkeder.
Yine burada ikinci bir mantıksızlık, akılsızlık daha vardır: Hakk'ın peygamberlerine ve velîlerine kulak tıkayan, onları reddeden bu câhiller, kendilerine sâdece iyiliği tavsiye eden, doğru ve güzel yolu hiçbir karşılık beklemeksizin gösteren bu sâlih insanlara karşı neden kötülük etmeye kalkışırlar acabâ? Onlar bilmezler mi ki, Hakk'ın yakınlarının gönlü, rûhu incitmeye, incitilmeye gelmez! Çünkü onların rûhu Sâlih peygamber gibidir; Cenâb-ı Hak ile devamlı vuslat hâlindedir. Câhillerin eziyet etmeye kalkıştıkları vücut ise deve mesâbesindedir, o birtakım ihtiyaçlar içerisindedir. Her ne kadar beden ile ruh ayrı varlıklar olsalar da, aralarında çok sıkı bir münâsebetin olduğu erbâbının bilgisi dâhilindedir. Zîrâ, ehl-i hakîkat indinde cismin bâtını ruh ve rûhun bâtını Hak'tır. Bâtının zâhirle birleşmesi kıyas ve târif ile anlatılacak bir durum değildir. İşte, Hak Teâlâ'nın bu şekilde cisimler üzerindeki nasılsız/anlatılamaz birleşmesinin sırlarından birisi de budur: Zâhirî hayatta O'ndan ve O'nun hükümlerinden uzak olanlar, rûhun ahkâmından gâfil olmak ve hayvanlık dairesine dalmak sûretiyle rûhu incittikleri vakit, türlü türlü belâlara ve imtihanlara giriftâr olurlar ki, bu da yine bâzı ilâhî isimlerin hüküm ve tesirlerinin zuhûru içindir.
Başka bir ifâde ile; ceset maddî olup fenâ/yokluk âlemine mensup olmakla berâber, mâneviyattan da büsbütün hâlî/boş değildir. Her müessirin/eser sâhibinin eseriyle bir bağlantısı vardır. Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatı üzerinde yaratma ve yaşatma hakkı vardır. Binâenaleyh haksız yere -bir deve bile olsa- bir mahlûkunun yaşam hakkına tecâvüz etmek, Cenâb-ı Hakk'ın ondaki yaratma ve yaşatma hakkına tecâvüz etmek demektir. Yine, bir ressamın yaptığı bir tablo ile alay etmek, bir şâirin şiirine hakâret etmek doğrudan o ressamla alay etmek ve o şâire hakâret etmekle aynı şeydir. Kâinattaki her şeyin yaratıcısı Allâhü Teâlâ olduğuna göre, herhangi bir mahlûku beğenmemek de doğrudan Allâhü Teâlâ'yı ve O'nun yaratışını beğenmemek ve O'na küfür/nankörlük etmekle eşdeğerdir. Ancak, O'nun yaratıklarına taarruz edenler, O'nun imtihanı ve azâbı ile karşı karşıya kalırlar. Kaldı ki, sâlihlerin ruhları, ne hakîkat münkiri olan zâhirî kâfirler tarafından, ne de bâtınî kâfirler olan şeytan ve nefsânî sıfatlar tarafından incitilebilir; çünkü bu ruhlar Hakk'ın nûrudur ve bir âyette de işâret edildiği üzere Hakk'ın nûru hiçbir zaman kâfirlerin mağlûbu değildir.
Şu da var ki, “Allâhü Teâlâ ile vuslatta erimiş, sâlih bir kul için beden üzerine indirilen darbeleri duymaya tâkat yoktur. Böyle ruhlar o büyük vuslatın şevki içinde, maddî acıları hissetmezler. Böylelerinin vücutlarına her ne türlü eziyet yapılırsa yapılsın, onların ruhları bundan zarar görmez.” Çünkü evliyânın bâtınları mahfûzdur; zarar ancak onların sûretlerinde olabilir. Nitekim bir kimse sedef üzerine bir darbe vursa, ancak sedef kırılır, içindeki inciye zarar gelmez. Bir hadîs-i şerîfte de belirtildiği üzere, insanlar içerisinde belâya en çok uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra diğer insanlar makam ve derecelerine göre belâya mübtelâ olurlar. Hak elçileri, Hak ve hakîkat uğrunda canlarından olma da dâhil her türlü mihnete katlanırlar. Ama sıkıntı sâdece onların bedenlerinedir, ruhlarına değil. “Bir ruh bir kere Allâhü Teâlâ'da dirilmek rütbesine ermiş olmasın, bu rûhun duyduğu zevki ve şevki, eziyet şöyle dursun, bizzat vücûdunun ölümü bile, hattâ bir an için dahi gölgeleyemez.
Bâzan da bunun tm tersi olur; yâni inci zarar görmesin diye sedefe çok îtinâ gösterilir, sedef korunur. Tıpkı “Ey habîbim! Sen onların arasında bulunduğun müddetçe Allah onlara azap edecek değildir” âyetinde işâret edildiği üzere, peygamberler (ve vârisleri/ricâlullâh) vâsıtasıyla onların içerisinde bulunduğu toplum çoğu zaman zarardan korunur, oraya hep rahmet iner. Ama haddi aşanlar için ilâhî adâletin tecellî etmesi de elbette kaçınılmazdır!
“Şüphesiz, 'Sâlih'in rûhu'ndan murat velîlerin ve nebîlerin rûhudur. Yâhut velîlere, nebîlere uymuş ve nefislerini yenmeye muvaffak olmuş, saf ve temiz mü'minlerin rûhudur, Hak yolunda yürüyenlerin rûhudur ki, böyle ruhlar esâsen dış âfetlerin ve kötülerin mağlûbu olmaz. Çünkü bir velînin vücut kabında saklı olan ruh suyu, aslında ilâhî ırmakla alış veriş hâlinde olup, o ırmakla beslenmektedir. Bu yüzden bir velînin sûretinde görünen nûr, böyle parlak ırmaktan akseder.” Hakk'ın, bir velîsine düşmanlık edene harp îlan etmesinin sebebi velî ile Cenâb-ı Hak arasındaki böylesi bir yakınlık yüzündendir. Velîyi inciten Hakk'ı incitir.
İşte bu noktada Mevlânâ, mesâjını net bir biçimde ortaya koyar ve muhâtabına, “velîlerin vücut devesine, aklın varsa kul köle ol ki bu sâyede Sâlih peygamber ile yoldaş olasın, rûhun Hz. Sâlih'in rûhu gibi sâlih olsun ve ilâhî ırmağa akan su olsun” diye öğüt vermeyi, nasîhat etmeyi ihmal etmez. Çünkü Hz. Sâlih ve onun gibiler ululukta bir nefes alıp, bir kere duâ edince kayadan o çeşit yüz deve çıkar; kaya gibi, maddeden ibâret olan insanların gönüllerinden onların himmetleri sâyesinde yüzlerce mârifet ve muhabbet devesi zuhur eder
Peygamberlerin ve velîlerin ruhları rûh-ı küllî ile, akılları akl-ı küllî ile vuslat hâlindedir. Dolayısıyla ruhlarımızın ve akıllarımızın ıslâhı, ancak onların sâlih olan ruh ve akıllarını izlemekle mümkün olabilir. Mevlânâ'ya göre, Hz. Sâlih'in aklı gibi sâlih akıllar “Hakk'ın devesi”ni ararlar; bizim aklımız ise birer “tavuk kümesi”nden ibârettir. Avni Konuk bu beyitteki metaforları şu şekilde açıklar: “Bizim aklımızdan murat, akl-ı maâş/cüz'î akıldır ki, bu gâyet zayıf ve kapasitesiz akıldır; âhireti düşünmez ve ebedî hayat ile ilgilenmez. Onun hükmü kendisi gibi fânî olan hayvânî ruh üzerinde geçerlidir. Bu sebeple böylesi akıllar tavuk kümesi gibi zayıf ve çürüktür. “Sâlih akıl”dan maksat ise, akl-ı maâddır (ilâhî akıl ya da ondan beslenen akıllar) . Zîrâ bu akıl âhireti düşünür, ebedî hayâtı idrâk eder ve bu uğurda ne gerekiyorsa onunla meşgul olur.
“Hakk'ın devesi” “Ona/Âdem'e (insana) rûhumdan üfledim” âyetinde işâret edilen Hakk'a bağlı olan ruhtur. Hz. Sâlih'in devesinin kayadan zuhur ettiği gibi, bu ruh da insanların cisim kayasından ortaya çıkar. İşte akl-ı maâd, bakâ sâhibi ve Hak âşığı olup, rabbânî tecellîleri kabul etmeye hazır bulunan bu ruh devesini arar ve bulmaya çalışır. Bu ruh develeri ise peygamberler ve onların kâmil vârisleridir
2- Semûd Kavminin Helâkı
İlâhî ırmağa akıp giden, kendisine tâbi olanları engin ilâhî rahmet denizine götüren bir ırmak gibi olan Sâlih peygamberin yıllar boyu süren çabalarına, didinmelerine, nasîhatlerine rağmen, Hak ve hakîkati inkâr eden câhil toplum haddi aştığı için ilâhî adâletin tecellî vakti gelmişti. Bütün bunların yanında bu câhil ve azgın toplum hâlâ Hz. Sâlih'e “eğer gücün yetiyorsa haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir! ”gibilerden küstahça tavırlarda bulunuyor, tehditler savuruyordu. Oysa Hz. Sâlih bir peygamber idi ve peygamberler sâdece gerçeği söyler, onların sözleri, vaatleri aslâ yalan çıkmazdı. Nitekim Semûd kavmi kendilerinden sonrakilere ibretlik bir şekilde üç gün içerisinde helâk edilmişlerdir:
“Sâlih dedi ki: 'Mâdem ki haset ettiniz, üç gün sonra Hakk'ın azâbı erişecek.
Ondan üç gün sonra da canları alan Hak'tan, başka bir âfet gelecek ki, onun da üç alâmeti vardır:
Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Yüzleriniz türlü türlü renklerde görünür.
İlk günde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Hakk'ın kahrı gelir, çatar.
Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu dağa doğru kovalayın!
Tutabilirseiz derdinize çâre bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu tuzaktan kaçtı, gitti!
Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar.
Kimse yavruya yetişemedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
Tertemiz ruh gibi, beden ayıbından, nîmet ve ihsan sâhibi Hakk'a kaçıp gitmekteydi o.
Sâlih dedi ki: 'Gördünüz ya, o kazâ mübrem olmuştur; ümit sûretinin boynunu vurmuştur! '
Devenin yavrusu nedir? Sâlih peygamberin gönlü. Onun hatırını ihsan ve iyilikle yerine getirin.
Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz, yoksa pişman olduğunuzun, bileklerinizi ısıracağınızın günüdür.
Sâlih'ten bu bulanık vaadi duydukları gibi, azâba göz dikip beklemeye başladılar.
Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler. Ümitsizlikle soğuk soğuk âh etmeye başladılar.
İkinci gün hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Sâlih peygamberin hükmü cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
Hepsi de ümitsiz bir hâle gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstüne çöktüler.
Cibrîl-i Emîn, bu diz çökmenin şerhini Kur'ân'da 'Câsimîn' âyeti olarak getirdi.
Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, sen diz çök!
Onlar kahr-ı ilâhînin zahmetini beklediler: Kahır geldi, o şehri yok etti! ...”
Bir hadîs-i şerîfte Hz. Peygamber “Ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi, haset de öylece hayır ve hasenâtı yeyip bitirir” şeklinde ümmetini hasedin tehlikesine karşı şiddetli bir biçimde uyarmaktadır. Çünkü haset “Yoksa onlar Allâh'ın bir ikram olarak insanlara verdiği şeylere mi haset ediyorlar? ” âyetinde belirtildiği üzere kötü bir ahlâk ve dînen yasak/günâh bir tutumdur. Ünlü sûfî Abdülkâdir-i Geylânî de “hasetçi, Allâh'ın düşmanıdır. Sakın, fiilleri ve yarattıkları hakkında O'nunla çekişmeyin, yoksa O öldürücü darbeyi size indirir” diyerek müritlerini ve sevenlerini hasedin âkıbetinden korumaya çalışmaktadır. Elbetteki burada tasavvufî ahlâkın en önemli unsurlarından birisi olan haset konusuna detaylıca girecek değiliz. Fakat Mevlânâ'ya göre, Sâlih peygamberin kavminin deveyi öldürmesinde en önemli sebeplerden birisinin o kavimden bâzı kimselerin o deveye karşı gösterdikleri haset olduğunu belirtmekte yarar vardır. Oysa hasedin, bütün tasavvufî-ahlâkî eserlerde üzerinde titizlikle durulduğu ve Abdülkâdir-i Geylânî'nin de veciz bir sûrette belirttiği gibi, sâhibini Allâhü Teâlâ'nın düşmanı yapmaktan ve hüsrâna uğratmaktan başka hiçbir getirisi yoktur. Nitekim Semûd kavminin başına da felâket getirmiştir. Zîrâ haset, yaratmış, takdir etmiş olduğu şeyler ve fiilleri hakkında Allâhü Teâlâ ile çekişmektir; bir kahr-ı ilâhîdir.
Muhakkık sûfîler kaderi muallak (değişebilir) ve mübrem (değişmez) olmak üzere ikiye ayırırlar. Mübrem olan kader/kazâ değişmez; buna karşılık muallak kazâ başka şeylere bağlı olarak, meselâ sadaka vermek, tevbe etmek gibi ibâdetlerle değişebilir. Yukarıdaki beyitten hareketle Semûd kavminin başına gelmiş olan belânın muallak olduğunu, ancak onların hatâlarında ısrarcı olmaları ve haddi aşmaları dolayısıyla mübreme dönüştüğünü söyleyebiliriz. Hz. Sâlih kavmine son bir şans daha veriyor ve devenin yavrusunu yakalamaları sâyesinde başlarına gelecek belâdan kurtulabileceklerini ifâde ediyor. Deve yavrusunun kıssadaki sembolik anlamı ise Hz. Sâlih'in, kavmi tarafından incitilmiş olan gönlünden başkası değildir. Ne var ki, inkârcılar kendilerine tanınan bu şansı da değerlendirmemişler, deve yavrusunu yakalayamamışlar yâni Hz. Sâlih'in gönlünü almaya hiç de yanaşmamışlar ve bu yüzden azâba müstehak olmuşlardır…
Tıpkı bunun gibi, o “makbul dergâhlar”ın (velîlerin) gönüllerini yapan samîmi yol mensupları hiç şüphesiz ki, kahr-ı ilâhîden emin olurlar ve tabiatin/nefsin karanlık derinliklerinden kurtulurlar. Aksi halde ümitsizlik ve mahrûmiyete mahkum olanların felâh bulması mümkün değildir. Çünkü o makbul dergâhlar peygamberlerin vârisleridir ve vazîfeleri, paygamberlerin getirdiği hükümler üzerine insanlara yol rehberliği yapmaktır. Cenâb-ı Hak, gönderdiği bütün peygamberler, onların gösterdikleri türlü türlü mûcizeler, kalbe ve kalıba/bedene hitap eden ibâdetler vs. ile hep vahdâniyetini/birliğini îlan etmiştir. O, kaskatı kaya içerisinden deve çıkardığı gibi, kalp taşı içerisinden de mârifet, hikmet ve ilâhî emânet yüklü onlarca gizli develer çıkarmaya, tecelliyât bulutlarından muhabbet yağmurları yağdırmaya, kutsiyet bahçelerinde mükâşefe meyveleri bitirmeye, âb-ı hayât pınarları akıtmaya elbette ki kâdirdir. İşte bu meyvelerden beslenen, böylesi kaynaklardan su içen bedenin his ve kuvvetlerine hâlis ilim olan vâridât-ı gaybiyye (gayba âit bilgi ve ilhamlar) bağışlanır ki, bütün bunlar, ancak ve ancak Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarına riâyet etmekle, O'nun buyruklarını, koymuş olduğu ibâdetleri dikkatlice yerine getirmekle, cehâletle amel etmeyi bırakıp, şerîate muhâlefeti, tarîkate muârazatı/îtirazda bulunmayı terk etmekle, sır devesine taarruzda bulunmayıp onun hakkını edâ etmekle mümkündür. Bunlar aynı zamanda, kıssada Hz. Sâlih'in rûhu ve canının sembolize ettiği anlamlardır.
Diğer taraftan nefs-i emmâre Semûd'ü, yardakçıları olan bedenin eşkiyâ kuvvetlerinin yardımıyla sır devesine suikast düzenleyip, cehâlet oklarıyla onu yaraladıkları için, cehâletin ve küfrün dermansız dertlerine mübtelâ oldular. Azgın nefislerinin korkunç yüzüne tâbi olup, hidâyet güneşinin ışığından yüz çevirdiler. Tabîat karanlıklarında bağlanıp kaldılar. İnsanlık mertebesine yükselemeyip, gün batımı/helâk alâmetlerinden üç hâl/mertebe gördüler. Yâni ilk mertebede nefsânî sûretleri/yüzleri sarardı; ikinci mertebede kalpleri ışık saçmayan kor ateş gibi kıpkızıl kızardı; üçüncü mertebede ise “Allah onların kalplerini mühürlemiştir” hükmü gereğince, her tarafını pas ve pislik kaplamış bir ayna gibi, zulüm/karanlık ve küfür ile simsiyah kesildiler. Akabinde de kahr-ı ilâhîye uğrayarak tabiat zindanlarının karanlık dehlizlerinde helâk olup gittiler.
İşte bu noktada, mürşid-i kâmil Mevlânâ, muhâtabına, sevenlerine mesajını hemen iletir ve bu kıssayı anlatmaktan gâyesini dile getirerek şöyle der:
“Ey, ancak belâ geldiği zaman korkup ve ancak o zaman Allâhü Teâlâ'nın gazabındaki kudreti görüp diz çöken, ancak böyle hallerde O'na yalvarıp sığınan kişi! Hikâyeyi dinledin; Sen öyle zamanda dizlerini yere koy ki, iş işten geçmiş olmasın. Sana öğüt veren, yol gösteren Hak velîlerini zamânında gör; onların güzel sesini zamânında duy ki, korku ve kazâ ânı gelip çattığı zaman dizlerin taşa çarpmasın! ”
3- Hz. Sâlih'in Kavmine Üzülmesi
Sâlih (a.s.) üzerlerine kahr-ı ilâhî çökecek olan kavminden evvelce ayrılmış ve şehir dışında bir yerlerde beklemeye başlamış idi. Olay bitince sığınmış olduğu yerden çıkar ve bir müddet önce kavminin yaşadığı fakat şu anda enkaz altındaki ölülerin kemiklerinden bile iniltilerin geldiği felâket bölgesine gelir. Bir peygamber yüreği Hakk'ın merhametinin en büyük tecelligâhlarından ve rahmet-i ilâhiyyenin feyazân pınarlarından birisi olduğu için, Sâlih (a.s.) 'ın gönlü gördüğü manzaraya dayanamaz; kendisine ne kadar karşı gelmiş, eziyet etmiş olursa olsun ümmetinin bu hâline içi parçalanır ve kendisine hâkim olamayarak gözyaşları dökmeye başlar. Hattâ bu gözyaşları arasında, helâk olup gitmiş olan kavmine öğüt ve nasîhat vermeye devam ettiğinin farkında bile değildir:
“Sâlih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
Onların parçalarından dahi inilti işitiyordu; feryat var ama feryat edenler ortada yok!
Kemiklerinden iniltiler, sızlanmalar duydu; canları çiğ tâneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
Sâlih, bunu duyup ağlamaya başladı: Feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
'Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin cevrinizden Hakk'a şikâyet etmiş, ağlamıştım.
Hak, bana: Onların eziyetlerine sabret, onlara nasîhat ver. Zâten devirlerinden çok bir zaman kalmadı, demişti
Ben: Cefâları, eziyetleri yüzünden onlara nasîhat edemiyorum. Nasîhat sütü sevgiden, saflıktan coşup akar, demiştim.
Bana o kadar eziyetler ettiniz ki, nasîhat sütü damarlarımda dondu.
Hak bana: Ben sana lütuf ve inâyet eder, o yaralara merhem koyarım, buyurdu.
Hak, gönlümü gök gibi saf bir hâle getirdi. Gönlümden sizin cefâlarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasîhatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye başladım.
Şekerden tâze süt çıkarıp, balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
O sözler size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir mâdeniydiniz.”
Yâni, yaratılıştaki kâbiliyetiniz (isti'dâd-ı ezelî) küfür ve dalâlet üzerine olduğundan, tatlı söz sizin ezelden beri zehir ülkesi olan vücûdunuzda zehre dönüştü. Ben sizi hidâyete dâvet ettikçe siz sapıklıkta ayak dirediniz. Ben sizi ferahlandırmaya çalıştıkça siz bana eziyet ettiniz, benim gam ve derdimi artırdınız. Onun için, niçin ve nasıl gamlanayım ki, gam başaşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Benim için bu dünyâda gam siz idiniz, sizden ibâret idi. Hiç gamın ölümüne ağlayıp feryat eden birisi olur mu? ! Hiç kimse başındaki yara iyileşince saçını sakalını yolar mı? ! Ben size niye üzüleyim ki, sizin gibi bir hastalıktan, dertten, üzüntüden kurtuldum ben…
Hz. Sâlih, yüzünü kendine çeviriyor, yâni kendi kendine söyleniyor, kavminden benzer bir muâmele gören Hz. Şuayb gibi, “Zâlim kavmin ardından niçin yas tutayım ki? ! “ ve “ey feryat eden! Onlar feryat etmeye değmez! ” gibi sözlerle bir yandan kendini tesellî etmeye çalışıyor, bir yandan o inatçı kavmin başına gelenlere üzülüp gözyaşı döküyor, diğer yandan da onların bu duruma düşmemeleri için ortaya koyduğu gayretleri sıralıyordu. Öyle ya, kavmi için az mı çırpınmış, duâlar etmiş, Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunmuştu… O'nun huzûrunda az mı gözyaşı dökmüştü! .. Ne yazık ki, Hz. Sâlih ruh kulağı ile, şimdi, o kâfir kavmin ölmüş olan vücutlarının her bir parçasından melekûtî iniltiler işitmekte ve bu hâle derinden üzüntü duymakta idi. Kendisini yine teselli etmeye çalıştı: Onların ne kadar zâlim bir toplum olduğundan, üzülmeye değmez, aşağılık bir gürûh olduklarından… dem vurdu. Kavminin kahr-ı ilâhîyi hak ettiğine dâir en küçük bir şüphesi yoktu, fakat bütün bu tesellî çabaları onun merhamet damarlarından sağanak hâlinde boşalan gözyaşlarını dindirmeye yetmiyordu; çünkü o bir peygamber yüreği taşıyordu ve ruhları inleyenler ise onun ümmetiydi:
“Gözünden, gönlünden yine yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
Gözyaşı damarları yağmur gibi yağmaktaydı, buna kendisi de şaşırmıştı. Bu katreler cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katreleriydi.
O ağlarken aklı diyordu ki: Bu ağlama neden? Seninle alay eden o çeşit bir kavme ağlamak revâ mı?
Niye ağlıyorsun, söyle! Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerlerine mi?
Onların paslı, karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
Onların köpeklerinkine benzeyen nefis ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?
İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Hak onları nasıl hapsetti, helâk eyledi! ..”
Hikâyenin sonunu böyle bağlayan Mevlânâ, Semûd kavminin başına gelen felâketin sebeplerini sıralamaya devam eder. Hz. Sâlih'i inkâr eden Semûd kavmi elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri… yâni elleri Hakk'a uzanmayan, ayakları Hakk'a yürümeyen, hep fıskufücûr ve zulüm tarafına giden, gözleri kötü niyetle bakan, hep kötüyü arayan, muhabbetleri hep bâtıla akan bir toplumdu. Çünkü Hakk'ın sırât-ı müstakîmini getiren peygamberleri kabul etmemişler, taklit izlerini izleyip, kuru nakil bayrağına tâbi olmak sûretiyle, hak ve hakîkatten sapmış olan atalarının karanlıklara götüren yanlış yollarında yürümeyi tercih etmişlerdi. Bununla da kalmamışlar, cehâletleri yüzünden kendilerine hidâyet nûrunu getiren, hakîkate götüren yola çağıran “akıl pîri”nin başına ayak basmışlardı. Onlar “pîr satın alıcı değil” idiler; bundan dolayı birbirlerine gösteriş yapma hevâ ve hevesi içerisinde birer “kart eşek” olup çıkmışlardı. Hak ve hakîkati görmede onların eşekten, hayvandan farkları yok idi. Hattâ birer hayvan gibi zararsız bir şekilde bir köşede durmamışlar, üstüne üstlük Allâh'ın devesini öldürmekten, Hak erlerinin gönlünü incitmekten hiç mi hiç çekinmemişlerdi. Bu yüzden “onlar hayvandan daha aşağı”idiler.
Semûd kavminin başına gelenler târihin unutulmaz acı sayfalarından birisidir. Belki bu kıssa üzerinde sayfalarca, hattâ ciltlerce söz söylenebilir. Ama olay, Mevlânâ'nın penceresinden kısaca şu şekilde özetlenebilir:
Hayat bir alış verişten, bir pazardan, bir ticâretten ibârettir. Bu dünyâda kârlı ticâret yapanlar âhiret hayâtında mutlu bir hayat sürerler. Burada zararlı ticârette bulunanları ise âhirette nihâyeti olmayan sıkıntılı bir hayat beklemektedir. Şu da var ki, bu âlemde her şey ap-açık değildir. Eğer âlemde her şey ayıpsız olsaydı, ticâret yapanların hepsi aptal/müflis olurdu. Çünkü bu takdirde kumaştan anlamak pek kolaylaşırdı. Buna karşılık her şey ayıplı olsaydı bu defâ da bilginin, ilmin bir anlamı kalmazdı. Dolayısıyla, bu dünyâda ehil de vardır, ehil olmayan da; odun da vardır, öd ağacı da… Her şey “hak” demek ahmaklıktır, fakat her şey bâtıl diyen de şakîdir/kâfirdir. İşte böylesi bir ticâret âleminde peygamberleri ve onların vârislerini alanlar kâr etmişlerdir. Renge, kokuya yâni bu dünyânın âlâyişine, süsüne değer verip öylece yaşayanlar ise ziyan etmişler. Geçmiş böylesi kârların ve ziyanların örnekleri ile doludur. Firavun ile Semûd kavminin ticâreti aslâ gıpta ile bakılacak bir ticâret değildir; onlar peygemberleri satın almayan, “akıl pîri”nin başına ayak basan, bedbaht ve cehennem odunu kimselerdir.
________________________________________
Buradaki sebep “göğe çıkmayı sağlayan araç” demektir. Hz. Zülkarneyn bu “sebep” sâyesinde dünyânın birçok ülkesini dolaşmıştır. (Geniş bilgi için bk.: Türe, Zülkarneyn, s. 119 vd.
Şems, 91/13.
Bk.: Bakara, 2/67 vd.
Hicr, 15/80.
Neml, 27/45.
Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 369.
Hicr, 15/83.
Zâriyât, 51/44.
Bk.: Köksal, Peygaberler Târihi, I/126-133; Ateş, Kur'an'da Peygamberler, s. 56-57.
Bk.: Şems, 91/13. Rivâyetlere göre Semûd kavminin yaşadığı bölge kurak ve suyu kıt imiş. Bu yüzden bölgede çıkan sudan sırayla bir gün deve(ler) , bir gün de insanlar içermiş. Âyette geçen “devenin su hakkı”nın anlamı budur. Azgın insanların deveyi öldürmelerinin sebebi de basit(!) bir devenin su üzerinde kendileriyle eşit hakka sâhip olmasını ve Sâlih peygamberin mûcizesini kabul etmemeleridir. (Bk.: Ateş,Kur'an'da Peygamberler, s. 57
Aslında Farsça metinde geçen “rûh-ı sâlih” ibâresi izâfet terkîbi olarak kabul edildiğinde “Hz. Sâlih'in rûhu” anlamına gelir, fakat bu terkip sıfat terkîbi şeklinde de düşünülebilir ki, o zaman mânâ “sâlih (sulh ve salâh bulmuş) ruh” anlamına gelir ve bu durumda anlam bu haldeki bütün ruhlara şâmil olur. Metin her iki mânâya da uygundur.
Mesnevî, I/35 b -35 a, by. 2519-2535, (I/448-449)
Mevlânâ'nın Fîhi Mâ Fîh' teki bir ifâdesine göre de, Hz. Sâlih'in devesi görünüşte deve idi ama aslında aşk ve muhabbetullâhın bir habercisi idi. (Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 204.)
Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 367-368.
Mesnevî' de ruh ve beden münâsebeti “Rum Elçisinin Hz. Ömer'den (r.a.) 'Ruhların Cisimlerin Su ve Toprağına Birleşmesi Sebebini Sorması” (Mesnevî, I/23 b, by. 1452 vd., -I/311-] başlığı atlında müstakil bir bölümde de işlenmektedir.
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/176.
Tâhirü'l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, IV/1202-1203.
“Kâfirler hoşlanmasa da Allah nûrunu tamamlayacaktır” (Saf, 61/8) .
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/175.
Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 368.
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/176.
Buhârî, Mardâ/3; Tirmizî, Zühd/57
Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 368.
Enfâl, 8/33.
Tâhirü'l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, IV/1204.
Bk.: Buhârî, Rikâk/38; İbn Mâce, Fiten/16.
Rifâî,Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 368-369
Mesnevî, IV/194 a, by. 2649, (IV/372) .
Mesnevî, III/157 b, by. 4671, (III/552) .
Hicr, 15/29.
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VI/600.
Bk.: A'râf, 7/77.
Bk.: A'râf, 7/78.
Mesnevî, I/33 b, by. 2335-2551, (I/449-451) .
İbn Mâce, Zühd/22; Ebû Dâvûd, Edeb/44
Nisâ, 4/54.
Geylânî, Cilâü'l-Hâtır, s. 18.
Bakara, 2/7.
Bosnevî, Cevâhir-i Bevâhir, III/316-318.
Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 369-370
Mesnevî, I/36 a, by. 2553-2565, (I/451-452) .
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/182.
Bu ifâde “Şuayb'i yalanlayıp inanmayanlar ziyâna uğrayanların ta kendileridir. Şuayb onlardan yüz çevirip şöyle demişti: 'Ey Kavmim! Ben size Rabbimin risâletini/dînini tebliğ ettim ve size nasîhatlerde bulundum; böyle olunca, nasıl olur da kâfirler topluluğu üzerine mahzun olurum? ! ” (A'râf, 7/92) âyetinden iktibas edilmiştir
Mesnevî, I/35 a, by. 2466-2569, (I/452) .
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/180.
Mesnevî, I/36 a, by. 2568-2576, (I/452-453) .
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II/185.
Mesnevî, I/36 a, by. 2577-2580, (I/453) .
A'râf, 7/179
Bk.: Mesnevî, II/87 a, by. 2941-2947, (II/418) .
Yazar: Dilaver Gürer
http://akademik.semazen.net/ sitesinden 25.10.2014 tarihinde yazdırılmıştır.
Kuranda salih (as) ve s... ile alakali tahmini 82 ayet geçiyor
7:73 - Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik) : "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin) , sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar."
7:74 - Düşünün ki (Allah) Âd'dan sonra sizi hükümdarlar kıldı. Ve yer yüzünde sizi yerleştirdi: O'nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
7:75 - Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen müminlere: "Siz, dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? " (Onlar da) : "(Evet) , doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız! " dediler.
7:76 - Büyüklük taslayanlar: "Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz! " dediler.
7:77 - Derken dişi deveyi boğazladılar ve Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar; "Ey Sâlih, eğer hakikaten elçilerdensen, bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir! "dediler.
7:78 - Bunun üzerine hemen onları, o sarsıntı yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
7:79 - Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
9:70 - Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi'nin, Âd'in, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
11:61 - Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder."
11:62 - Dediler: "Ey Salih,! Bundan önce sen bizim içimizde ümit beslenir bir zat idin. Şimdi bizi babalarımızın taptıklarına tapmaktan mı engelliyorsun? Biz, doğrusunu istersen bizi davet ettiğin şeyden kuşkulandıran bir şüphe içindeyiz."
11:63 - Salih dedi: "Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir mucize üzerinde isem ve o bana tarafından bir rahmet bahşetmiş ise, ben Allah'a isyan ettiğim takdirde beni O'ndan kim kurtarabilir? Demek ki, siz bana zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsunuz."
11:64 - "Ey kavmim! İşte şu, Allah'ın dişi devesi, size bir mucizedir. Bırakın onu Allah'ın yer yüzünde (otlaklarında) otlasın. Ve ona kötü bir maksatla el sürmeyin, sonra sizi yakın bir azap yakalar."
11:65 - Derken, o deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalan çıkmayacak olan kesin bir vaaddir."
11:66 - Ne zaman ki, azap emrimiz geldi, Salih'i ve beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtardık, üstelik o günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz Rabbin güçlüdür, mutlak üstündür.
11:67 - O zalimleri, korkunç bir gürültü yakalayıverdi de oldukları yerde çöküp kaldılar.
11:68 - Sanki orada güzel güzel yaşayıp durmamışlardı. Bak işte Semud, gerçekten de Rablerine küfretmişlerdi. Bak işte nasıl yok olup gittiler.
11:89 - "Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.
11:95 - Sanki orada hiç güzel gün görmemişlerdi. Dikkat edin, Semud kavmi nasıl helâk olup gittiyse Medyen de öyle yok olup gitti.
14:9 - Sizden öncekilerin; Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri size gelmedi mi? Onları, Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri onlara mucizeler getirdi de onlar ellerini ağızlarına koydular ve dediler ki: "Biz sizinle gönderileni inkâr ettik ve bizi çağırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz."
17:59 - Bizi, âyetler (mucizeler) ve peygamber göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a, açık bir mucize olarak o dişi deveyi vermiştik de ona zulmetmişlerdi (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmişlerdi) . Oysa biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.
22:42 - (Ey Muhammed!) Eğer seni (müşrikler) yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd (kavimleri de kendi peygamberlerini) yalancı saydılar.
25:38 - Ad'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesilleri de (inkârcılıkları yüzünden helak ettik)
26:141 - Semûd (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla itham etti.
26:142 - Hani kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız? "
26:143 - "Haberiniz olsun ki ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."
26:144 - "Gelin artık, Allah'tan korkun ve bana itaat edin."
26:145 - "Buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatımı verecek olan ancak âlemlerin Rabbidir."
26:146 - "Siz burada güven içinde bırakılacak mısınız? "
26:147 - "Bahçelerin, pınarların içinde,"
26:148 - "Ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalar arasında,"
26:149 - Ki bir de dağlardan keyifli keyifli kâşâneler oyuyorsunuz."
26:150 - "Gelin! Allah'tan korkun da bana itaat edin."
26:151 - "Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen bozguncuların emrine uymayın."
26:152 - "Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen bozguncuların emrine uymayın."
26:153 - "Sen dediler, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! "
26:154 - "Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir âyet (mucize) getir."
26:155 - Salih "İşte (mucize) bu dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin" dedi.
26:156 - "Sakın ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir."
26:157 - Derken onu kestiler; fakat pişman da oldular.
26:158 - Çünkü kendilerini azap yakalayıverdi. Şüphesiz bunda bir âyet (alınacak bir ders) vardır, ama çokları iman etmiş değillerdir.
26:159 - Ve şüphesiz Rabbin, işte O mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.
27:45 - Andolsun ki, Allah'a ibadet edin diye Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.
27:46 - Salih dedi ki: "Ey benim kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Ne olur Allah'a istiğfar etseniz, belki rahmetine ulaşırdınız."
27:47 - Cevap verdiler: "Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık." Salih: "Size çöken uğursuzluk (sebebi) Allah katında (yazılı) -dır. Belki siz imtihana çekilen bir kavimsiniz" dedi.
27:48 - O şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.
27:49 - Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: "Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim."
27:50 - Onlar böyle bir tuzak kurdular, biz de kendileri farkında olmadan onların planlarını altüst ettik.
27:51 - İşte bak! Tuzaklarının akibeti nice oldu: Onları da, kavimlerini de toptan helak ettik.
27:52 - İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Bilen bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır.
27:53 - İman edip Allah'a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.
29:38 - Ad ve Semud'u da (helak ediverdik) . Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlarayaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.
38:13 - Semûd kavmi, Lut kavmi ve Eykeliler (Şuayb kavmi) de yalanlamışlardı. İşte o çeşitli partiler bunlardır.
38:14 - Hepsi de gönderilen peygamberleri yalanladılar da azabım böyle hak oldu.
40:31 - "Nuh Kavmi'nin, Âd'ın, Semud'un ve daha sonrakilerin maceraları gibi (bir günün geleceğinden korkuyorum) . Allah, kulları için bir zulüm istemez."
41:13 - Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."
41:14 - Onlara Allah'tan başkasına kulluk etmeyin diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği zaman: "Eğer Rabbimiz dileseydi mutlaka melekler indirirdi. Biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeylere inanmayız." dediler.
41:17 - Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Bunun üzerine kazandıkları kötülük yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarpıverdi.
41:18 - Biz iman edenleri ve kötülükten sakınanları ise kurtardık.
50:12 - Onlardan önce Nuh'un kavmi, Ress halkı ve Semûd da yalanlamıştı.
51:43 - Semud kavminin helâkinde de bir ibret vardır. Hani onlara: "Belirli bir süreye kadar dünyadan yararalanıp, geçinin! " denmişti.
51:44 - Onlarsa Rablerinin emrine karşı büyüklük tasladılar. Bunun üzerine kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıp, çarptı.
51:45 - Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.
53:51 - Ve Semûd'u da bırakmadı.
54:23 - Semûd da o uyarıları yalanladılar.
54:24 - "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz." dediler.
54:25 - "Zikir, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır o, yalancı, küstahın biridir" (dediler) .
54:26 - Yarın onlar, yalancı, küstahın kim olduğunu bilecekler.
54:27 - Biz onlara, kendilerini imtihan etmek için dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözet ve sabırlı ol.
54:28 - Onlara suyun aralarında paylaştırılacağını haber ver; her içene düşen miktar, hazır kılınmıştır.
54:29 - Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da (bıçağı) çekerek (deveyi) kesti.
54:30 - Ama azabım ve uyarılarım nasıl oldu.
54:31 - Biz onların üzerine tek sayha (korkunç bir ses) gönderdik; ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler.
69:4 - Semûd ve Âd, kapılarını çalacak olan o felaketi yalan saymışlardı.
69:5 - Semûd kavmi korkunç bir sesle yok edildi.
85:17 - O orduların kıssası sana geldi mi?
85:18 - Yani Firavun ve Semud'un?
89:9 - Vâdide kayaları yontan Semud kavmine?
91:11 - Semud, azgınlığıyla Hakk'ı yalanladı,
91:12 - En azgınları ileri atılınca,
91:13 - Allah'ın Rasulü (Salih peygamber) onlara: "Allah'ın devesini ve onun su nöbetini gözetin." demişti.
91:14 - Fakat onlar peygamberi yalanlayıp deveyi kestiler. Rableri de günahlarını başlarına geçiriverdi de orayı dümdüz etti.
91:15 - Öyle ya, Allah bu işin sonundan korkacak değil ya.
http://meal.ihya.org/kurandan-ayetler/kuranda-gecen-salih-as-ve-s-ile-ilgili-ayetler.html
Fatih Lütfü AydınKayıt Tarihi : 28.10.2014 23:22:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Fatih Lütfü Aydın](https://www.antoloji.com/i/siir/2014/10/28/mesnevi-hikayeleri-salih-peygamber-in-devesi.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!