Koynuma aldığım bir avuç toprakmış
Kırmızı/ buram buram kendi kokan
Sardığım kollarımla sımsıkı
Kundakta bebeği sararcasına
Kucağımda değildi oysa
Baharın gülen gözleri renk renk açılmaya devam ediyor. Bahçedeki ağaçlar beyaz, pembe gelinliklerini çıkarıp yeşilin zümrüt tonlarını giydiler. Arka tarafta badem ve akasya, bahçenin ön kısmında ise yenidünya, Trabzon hurması, ceviz, zeytin, ayva ağaçları rasgele yerlere dikilmiş, rüzgarın her sallayışında selam vermek için eğilip, tekrar hazırol vaziyetini alıyorlar. Küçük penceremin önündeki armut ağacı çiçeklerini döktü, meyveler vermek için zamanı tüketmeye çalışıyor. Geçen yıl ne kadar çok armut vermişti öyle? Kimse yiyemez olunca artık yerlere dökülüp çürümeye çalışıyorlardı. Diğer ağaçlar da ondan kalır değildiler. Hepsi bir yarışa girmiş, “ben daha lezzetlisini, daha iri, daha koyu renkli ve iştah açanını vereceğim” der gibi döktükleri çiçeklerin yerinde küçük, pıtırcık yumrular üretiyorlardı. Ara sıra okuduğum kitaptan başımı kaldırarak az ilerde pırıl pırıl maviliğiyle gülümseyen denize bakıyor, ağaç dallarının salınışıyla cama vuran gölgeleri bazen bir hayalete benzetiyordum. Aslında yazmak istediğim bir konu var ama “bahar yorgunluğu”mudur, yoksa üşengeçliğime bulduğum uydurma bir isim midir? Bir şey engel oluyor, yazmak istediğim fikirler birer tüy gibi beynimin içinde uçuşup dururken, bir türlü olmaları gereken yere konmuyorlar. Okumak elbette her zaman yazmaktan daha kolaydır. Birileri sizin için(belki kendisi için, çünkü insan birçok şeyi aslında kendisi için, kendi içinde boşluğunu duyduğu ihtiyaçlarını gidermek, açlığını doyurup tatmin etmek için yapar) hissetmiş, düşünmüş, elekten geçirip pişirmiş, olgun hale getirerek size sunmuş. Bu hazırlanmış nimetten faydalanmak tabii ki daha kolaydır. Ben de bu kolay olanı tercih ettim.
“………başka bir insanın gülüşü budalaca değildir, ama gülünce, kim bilir neden, size biraz olsun gülünç göründüyse bilin ki o adamda hiç değilse gerçek onur denilen şeyden eser yoktur.”
Okuduğum satırlar beni düşünceye sevketti. Acaba gerçekten öyle midir? diye düşündüm. Biraz daha devam edince: “………ancak anladığım bir tek şey vardır, o da gülüş, ruhun hiç şaşmayan bir ayarıdır. Bir çocuğa bakın: yalnız çocuklar mükemmel bir gülüşle gülmesini bilirler, bunun için de insanı kendilerine çekerler.” *
Satırların içine öyle dalmışım ki, küçük penceremi bir elin iki kere tıklatmasıyla aniden döndüm, ağaç dalları ile yapraklarının, güneşin yansıması ve rüzgarın marifetiyle vücuda getirdiği hayaletlerin canlandığı vehmine kapıldım. Yaşlı bir kadın silüeti pencerenin önünde duruyordu. Böyle durumlarda olayın üstüne gitmeye bayılırdım. Hemen oturduğum koltuktan kalktım. Yaşlı kadın hayaletini canlı canlı görebilmek için pencerenin bol pilili perdesini çektim. Hayır.. kimse yoktu! Kapıya doğru yürüyüp, anahtarı çevirdim. Evet! .. hayalet karşımda duruyordu. Sanırım üşüdüğü için başını kahverengi yün atkıyla sarmıştı. Yeşil yünden bir yelek giymiş, ayağında ise yeşil iri yapraklı, pembe güllerle desenlenmiş bir şalvar vardı. Elinde heybe tarzı dokunmuş küçük torbasıyla ve artık yılların ağırlığı altında küçülmüş boyuyla tıpkı kırmızı güller açmış bir gül fidanına benziyordu. Ve güldü…ve konuştu….
-Patik al a kızım! Bak patiklerim ne güzel!
Hayalet değildi. Karşımda duran en az benim kadar canlı, eti, kemiği, duyguları olan bir kadındı. Gülünce… ağzındaki dişlerin çoktan terk ettiği yerler göründü. Gülünce… pembe yanaklarını örten haya tülü göründü…gülünce…acılarla dolu dikenli bahçesinin içindeki pembe açmış umut gülleri göründü… gülünce…. O küçücük bedenine nasıl sığdırdığını anlayamadığım taş gibi sert, kaya gibi ağır, mücevher kadar değerli “onur” göründü.
mesafeler engel değil derler doğruymuş
ne acıyı tatmaya ne sevinci hissetmeye
bir ah çekmek yetermiş gönül telini titretmeye
kuşlar mı dedi kor ateşler içindeyim
ne günler belli ne gecenin kimbilir hangisindeyim
bir avuç su billurdan damlalar
Bırakın ellerimizi bırakın
Takmayın demir kelepçeleri
Yapacak işlerimiz gidecek köylerimiz
Süt bekleyen aç bebelerimiz var
Bırakın ellerimizi
Çekmeyin ayaklarımızdan yağlı urganlarla
İnce tül gibi kanatları
Renklerle bezenmiş
Küçük bir kelebek olacaktı
Toplayıp umutlarını
Nice zahmetle dokuduğu
İpekten yuvasında
Elmaslar dolu koynumda / sakladığım sıkı sıkıya bastırıp tenime
Bir çocuğun ürkek bakışlarını almışım ödünç
Kıskandıracak kadar özgür ürkekliğim/ işte ellerimde
Kan damlıyor
Tuzlu bir su içiyorum içime çeke çeke
Elmaslarım tenimde/ elmaslarım çalınmasın alın özgürlüğümü de
En güzel müzik nedir
Bilir misiniz
Cik cik cik.. öten kuşlar mı
Yanık yanık türküler
Islık çalan ilkbahar mı
Kemanın naleleri
Rengini gülden almış, açılır gonca olur
Yaprağı tülden ince, pembe, hem beyaz olur
Gün vururken parıldar, ay vurur ayaz olur
Açılan semalara, Hakk’a duadır eller
Sesi gönülden alan, söyleyen diller olur
DEĞERLİ ARKADAŞLARIM! Çanakkale gezimiz için startı vermiş bulunuyoruz. Değerli grup üyemiz Ekrem Şama Beyefendinin rehberliğinde 'daha önce böylesi bir geziyi yapmadım' diyeceğiniz dostluk, samimiyet, kültür, eğlence hepsi birarada dolu dolu bir gezi olacağını sizlere şimdiden söyleyebilirim. katılım sayısı sınırlı olacağından gelmek isteyenlerin bildirmelerini rica ediyorum.
Program çok geniş yelpazeli olacak. 18 Mayıs gecesi Anadolu yakasından hareket edilecek. Avrupa yakasından katılacak olanlar da alındıktan sonra 19 Mayıs Cumartesi sabahı varış yerimizde olacağız inş. günü zengin bir şekilde geçirdikten sonra gece yola çıkarak 20 Mayıs Pazar sabahı İstanbul'da olmayı planlıyoruz. Katılacak arkadaşların grubumuza veya özelime bildirmelerini rica ederim.
Söz vermeyeceğim
Sözlerin buharlaştığı beldede hapsolmuş gibiyim
Başımı ellerimin arasına alıp
Dalacağım derinlerden en derine
Biliyorum
Gittiğim yerden geri gelmeyeceğim
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!