Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
TRAJEDYA
I
Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama çocuklar, beni affedin! Ben çok geç kaldım! Yurdum insanı! Sen de bağışla beni!
II
Boynu bükük duruyorum. Hiç istemezdim böyle çaresiz olmayı! İçimden öyle geldiği için de değil ama hiç değil! Kim ister bu halde olmayı! Maalesef ben, düşmanıma bile dileyemeyeceğim bir haldeyim!
“Boynu bükük duruyorsam eğer içimden öyle geldiği için değil ama hiç değil!” derken kendi hislerimi ifade etmiş gibiyim ama öyle değil! Bu, duyarsız kesime bir göndermedir! Onlar modern kesimdir. Saz yerine caz dinlerler. Aldırış etmezler ezilen halkın acılarına! Canhıraş kan seslerine kulak vermezler. Onlar ki zevk ve safa içindedirler. Memleket meseleleriyle alakadar olmazlar. Hele hele gurbetçilerle, gurbet yolcularıyla ilgili hiçbir his yoktur içlerinde. Ülke gerçeklerini görecek gözleri de yoktur, kanayacak kalpleri de, akacak kanlı gözyaşları da… Tek damla yaş bile akıtmazlar. Onlar yoksulluk nedir bilmeyenler… Kapitalist kesim… Para babaları… İçlerinden hüzünlenmek bile gelmez! Bir an düşünüp üzülür gibi olsalar da çok sürmez. Eski hallerine dönüverirler… Çünkü onların tuzları kurudur.
Ah, güzel milletim benim! Gariban halkım benim! Herkes doğduğu büyüdüğü toprakların özelliklerini taşır. Oranın suyunu içmiş, ekmeğini yemiş, yağmurunda ıslanmış, güneşinde kurumuştur. Ormanıyla dağıyla, ağacıylla taşıyla, bağıyla bahçesiyle; yeraltındaki yılanından çıyanından, su içindeki balığına kadar yöresindeki her şeyle kaynaşmış, onlarla bütünleşmiştir.
Bu topraklarda açan çiçekleriz hepimiz. Hepimiz Anadolu Anadolu kokarız.
Vatanımızın dağları gibi dimdik dururuz! Fakat bu aralar, ülkemizin tepelerini kara duman bürüdü. O yüzden boyunlarımız eğildi, onlar gibi eksildik biz de. Baş kestik, boyun büktük elin gâvuruna.
Konya’nın beyaz düzlüğüne benzeriz biz. Antep’in kırmızı toprağına… Konya bembeyaz bir mendil gibi serilidir yurdumun ortasına! Antep kan gibi düşer, yüreklerimizden üzerine! Kanlı gözyaşları dökeriz dört bir yandan! Ciğerlerimiz deşilir, kalplerimiz sökülüp çıkarılır yerlerinden! Kan tükürürüz mendillerimize! Verem eder bu ekonomik sorunlar bizi!
Gözyaşlarımız hiç dinmez! Gökyüzü gibi yaş döker dururuz. Göğün mavisine benzer yaşlarımız... Gözlerimiz daima dolu doludur. Bakışlarımız onun için buğulu ve görüşümüz dalgalı… Denizlerimizin dalgalanışına benzer dalgalanışı… Acılı gözyaşlarımızın tuzu da suyunun acımsı tuzuna…
Anadolu evlerine, sokaklarına, köşe başlarına benzeriz biz. O kadar benzeriz ki hem de! Hapishane halini almış vaziyette Ülkemiz şimdilerde. Bu topraklar mahpushane avlusuna benzemekte… Herkes palas pandıras kaçıp kurtulma derdine düşmüş! “Nerden geçit bulsam? Hangi duvarı delsem? Nasıl bir dehliz kazsam? Güneşe nerden yol bulabilirim? Rahata, huzura, refaha, mutluluğa…” demekte… Herkes bir çıkış yolu, bir çıkar yol aramakta…
Sanki mahkûmlarız öz Vatanımızda! Daracık bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmış gibi daralmış kalplerimiz. Yüreklerimiz cenderede… Dediklerimize kimse kulak asmıyor. Söylediklerimizin, üstü horoz resmi baskılı teneke arkalıklı bir cep aynası kadar değeri yok!
Hani adres arayanlar vardır ya bizim gurbetçiler gibi… Ellerindeki yazılı kâğıtla bir umut yaklaşırlar ve çekingen çekingen: “Kardeş, şu adrese bi bakıver! Biliyon mu bura nere? Hele bi deyiversen…” diye sorarlar ya önlerine gelene… Sorarken ne kadar acınacak haldedirler! İşte o hale getirildik şimdilerde. Evin yolunu bulamaz olduk!
İnsanımızın ellerinde adresler… Yurt içinde resmi daireler, yurt dışında tüneyecek tünekler aramakta olan gurbet kuşları olduk ne yazık ki! Ülkemizi yetmiş sente muhtaç, bizi aç sefil, bu hale getirdiler!
Bu toprakları yönetenler, camcının cam kestiği gibi iç acıtan sesiyle sürdüler üstümüze elması! Ayırdılar anaları babaları çoluk çocuklarından, akraba ve yakınlarından! Dülger gibi rende ellerinde, sıyırdılar attılar, evlerinden barklarından, köylerinden kasabalarından, canım topraklarımızdan sürdüler çıkardılar dışarıya!.. Eti etten ayırdılar! Yonga parçası gibi… Talaş halinde… Derimizi yüzdüler! Dışarıya attılar!
O kadar çabuk, öylesine kolay yaptılar ki bunu! Bir sigara yakar gibi yaktılar hepimizi! Gazoz açarcasına açtılar sınır kapısını! Gazoz kapağı gibi fırlatıp attılar bizi dış ülkelere!
Minibüslerine, gecekondularına hasret kaldı niceler… Yalan oldular, politikacıların yalanları gibi… Hepsinin gidiş sebebi aynı… İşsizlik!.. Hepsi acılar içinde kalmış vaziyette… Bilinçsiz durumda ıstırabından! Güvenleri ellerinden alınmış! Ağlamaktan başka silahları yok. Zamanla kuruyacak belki gözyaşları yanaklarında. Avunacaklar avuçlarına sıkıştırılan Marklarla. Tekrar hayallerine kavuşacaklar belki. Emekli olup yurda tekrar dönmek, tarla tokat, ev bark sahibi olmak falan gibi…
Gülemiyoruz. Gülemeyiz tabii! Ne zaman gülebilirsin Sevgili Yurdum? Halkın gülüyorsa… Gülmüyorsa, kan ağlarsın işte böyle! Sana da bana gülmek haram, bundan sonra!
***
III
Ne kadar benziyoruz Yurdumuza! Ne güzel bir havan vardı senin ey güzel Türk halkı! Nasıl içerdin rakıyı, şöyle kasıla kasıla! Hani nerde şimdi o havan?
O göğsünü gere gere, şöyle iskemlenin arkalığına dirseğini dayayarak oturuşunu hatırlıyorum da yurdum insanının! Sanki arkalığa dayamazdılar da gökyüzüne dayarlardı! O kadar yükseklerdeydi başları! Bulutlara değerdi! Nasıl da boyun büktüler yedi kat ellere! Nasıl eğdiler eğilmez başlarını! Ellere: “Evet efendim! Peki efendim! Bir daha olmaz efendim!”
Sigara paketlerinin üstlerine yazılıveren önemsenmeyen yazılar, çiziktiriliverilen resimler gibiyiz, öyle değil mi? O kadar sıradan, önemsiz, değersiz… Eninde sonunda buruşturulup atılmaya mahkûm… Ve unutulmaya…
Resimler gibiyiz aslında… Cezaevlerindeki resimler gibi… O kadar değerli, vazgeçilmez… Cezaevlerindeki tek dayanak olan resimler gibi… Özlem taşırız öpücük öpücük… Burcu burcu hasret kokarız… O resimler gibiyiz… Hani kimsecikler yokken, herkes uyurken koyunlardan çıkarılan, sessizce seyredilen seyredilen… Gizlice öpülüp koklanan, bağra basılan… Ta yüreğin kökünde duyulan… Yüreğin üstünde eskitilen, okşanmaktan yıpranan resimler kadar değerliyiz!
Resimlere bakarken şöyle bir kaşımızı kaldırırız. Eskiden beri öyleyiz! Gururluyuz, yaratılıştan! Sıcakkanlıyız. Hemen seviveririz, anında dost oluveririz! Ne çabuk kaynaşıveririz birbirimizle! Haydi şimdi kaynaş kaynaşabilirsen, makineleşmiş memleketin robotlaşmış, duygularıyla birlikte donuklaşmış kalmış donyağı kesilmiş insanıyla! Elin Alamanıyla…
Durumuna bakıyorum da şimdi gurbetçimizin… O eski afili havasından eser kalmamış! Nerde o fiyakalı fiyakalı cıgara tüttürüşü! Nerde havuz başlarında tokur tokur nargile çekişi! Nerde meyhanelerde fasıl eşliğinde usul usul demlenişi… “Küçük dağları ben yarattım!..” dercesine tek kaşı havada, omuzları arkaya, göğsü öne doğru, iki yana sallana sallana kırk koyunlu Kürt ağası gibi büyüklene büyüklene yürüyüşü, elini tespihiyle beraber arkasında kavuşturarak, göbeğini çıkararak duruşu!
Yine içiyor… İçiyor da o kadeh elinde bir acayip duruyor. Hani, nasıl desem? Küfreder gibi!.. İçtikçe sövüp sayıp duruyor! Kahroluyor yaban ellerde!..
Zaman denen nedir ki hemşerim! Eskiden biz yine böyle istasyonlara gider, vasıtalar beklerdik ama bir ilimizden bir ilimize ziyarete, iş takibine ya da çalışmaya gitmek için… Elin memleketlerine satılan köleler gibi süklüm püklüm değil!.. Göğsümüzü gere gere…
O zamanlar memleketimiz kokardı her istasyon! Yurdumun tertemiz havası! Konya, Antep, Malatya
Nazilli… Hepsi bizimdi. Bize benzerdi. Bizim gibi kokardı. Hamburg, München, Stuttgart öyle mi ya!
Edirnekapı’da gözyaşı dökerek bekleşenleri düşündüğümde, o Almanya’ya postalanacak ırgatları, o masum, o acınası Türkleri, İstanbul’da gözyaşı dökerim işte böyle sicim gibi…
Çoğu esmerdir kadınlarımızın. Ne kadar severiz onları! Ne kadar sayarız! Onlar, açılmamış bir top patiska gibidirler. El değmedik humayin bezi gibi… Karbeyazı, tertemiz, ütüsü bozulmamış, lekesiz… Kuğu boyunludurlar… Mağrur başları yukarıda… Şimdi kirpiklerinde tomur tomur yaşlar… Onlar Almanlara hizmetçilik yapacak değillerdi. Evlerinde oturacak, erkekleri kazanacak getirecek, onlar idare edecekler, gül gibi geçinip gideceklerdi. Kocalarına hizmet edeceklerdi. Elin adamlarına değil!
Evinde, tarlasında bahçesinde çalışacaktı en fazla… Yemek yapacak, sofra kuracak, yuvasında kraliçeler gibi salınacaktı. Yurdunda kalacaktı en azından…
O kadınlar ki ne kadar mükemmeldiler! Sevdiklerini hakkıyla sever, yerlere göklere sığdıramazlardı! Şöyle kıyasıya, öyle doyasıya sevdiğine değerlerdi! İnsanın kanayan kalbini serinletirler, ıstırabını dindirirlerdi.
Öyle fedakâr, öyle cefakârlardı ki! Cezaevlerine düşen eşlerini bile asla ihmal etmezler, çalışırlar kazanırlar, ona üç öğün yemek taşır, üst baş getirirlerdi değiştirmelik. Tütününe sigarasına kadar bütün ihtiyaçlarını düşünür, giderirlerdi.
Yediveren güller gibi evlatlar verirlerdi kocalarına ve o çocukları en iyi şekilde yetiştirirlerdi ki onlar büyüdüklerinde Vatana Millete hayırlı evlatlar olsunlar, ülkenin gidişatını, hatta dünyayı düzeltsinler! Onları oya gibi işlerlerdi, doğruluk, dürüstlük, iyilik, güzellik, çalışkanlık gibi telkinlerle, ince ince…
O çocuklar büyüyecekti… O çocuklar büyüyecekti…
O çocuklar... Olmadı, Yüce Milletim! Olmadı! O çocuklar büyümeden tersine döndü her şey! Gümrüklere yığıldık kaldık! Biliyorsun ya! Bilmiyor musun olanları? Susma öyle! Kaderini kabullenenler gibi… Suçu kabullenir gibi…
***
IV
Bilmezlikten gelmeyin, güzel ülkemin güzel insanları! Umutsuzluğu yok edin! Umudu dürtüp harekete geçirin!
Umutsuzluk selinin önünü kesin! O kükremiş aslanı teskin edin!
Demek istiyorum ki! Eğer ümidinizi kaybetmezseniz, bu işçi taşıyan trenler olmaz. Herkes yurdunda, yerinde yöresinde kalır. Gurbet de olmaz, hasret de…
Umutsuzluğumuzdan vızır vızır gidip geliyor işçi taşıyan trenler şimdi. Hayallerimizi neredeyse tamamen kaybettiğimiz için bu hale geldik. Trenler çocuklar, kadınlar, erkeklerle tıklım tıklım dolu! Cepheye giden trenler gibi… Gidenlerin geri dönüp dönmeyecekleri belli değil, akıbetleri meçhul… Sevkıyat vardı bir zamanlar… Asker sevkıyatı… Savaşa giderler, ya döner ya dönmezlerdi… Şimdi de sevkıyat var… Bu da başka bir savaş türü… Ekonomik savaş… Hayatta kalma savaşı…
Almanya yolcusu işçiler… Kadınlar… Kadınlarımız… Yüz akımız, namusumuz… Humayin bezleri… El değmedik, kem göz bakmadık… Analarımız, bacılarımız… Kimi yolda, kimi gurbet ellerde… Ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler… Bunlar bizim insanlarımız! En güzel ağaçlar, en olgun ve dolgun meyveleri vermemeleri için hiçbir sebep yok ama çorak topraklarda, kayalıklarda büyümüşler. Kırsalda, varoşlarda… Eğitimsiz, öğrenimsiz kalmışlar. Kökenlerinde büyümüşler, oralardan başka yer görmemiş, bilmemişler.
Ah güzel yurdumun eşsiz insanları! Görüyor musun Vatanımızın halini!.. Talan edilmiş!
Köle pazarı kurulmuş da sanki işe yarayanlar satın alınmış, geriye özürlüler bırakılmış! Baştan sona muayene ederler. Özellikle ciğerler sağlam, kalp sağlıklı, dişer tam ve bakımlı olmalıdır! At satın alırken dişlerine bakarlar ya… İşte öyle ağızlarına bakar, dişlerini bir bir sayarlar… Çünkü diş önemlidir. Tedavisi pahalıdır. Üstlenmek istemezler. Hem diş sağlıktır. Sağlıksızsa, başta kalp olmak üzere bütün organlar risk altındadır! Onlara tam anlamıyla sağlıklı, güçlü kuvvetli işgücü lazım! Sorun çıkaracak, sorunlu işçi değil.
Trenler kalktıkça, dağılmış pazaryerlerine benziyor istasyonlar. Seçilip seçilip alınıyor Yurdumun insanı. Her sevkıyat sonrası memleket ören yerine dönüyor.
“İçimden hiçbir şey gelmiyor! Hüzünlenmek bile gelmiyor içimden, inanır mısınız? Gelse de öyle çok sürmüyor. Bir caz müziği gibi esip geçiyor üzüntüm. O kadar çabuk… O kadar kısa… İşte o kadar!” derken özeleştiri yapar gibiyim ama asıl amacım duyarsız modern insanları kınamak, blues dinleyen kesime gönderme yapmaktır.
Kimse aldırış etmez onların acılarına! Bir an akıllarına gelse, üzülseler de birazcık, o hüzün çabucak gelip geçer. Onlar caz müziği dinlerler. Öz benliklerini unutmuşlardır. Onların yürek paralayan ağıtlarına, can yakan türkülerine kulak vermezler. Gerçi blues, cazın bir türüdür ve Afrikalı Amerikalıların halk şarkılarından kaynaklanan bir müziktir, hüzünlerini onunla dile getirirler, efkârlandıklarında ama o da o müzik kadar kısa sürer. Onlar, saz yerine caz dinleyenlerdir. Koca göbekliler… Ülke sorunlarıyla alakadar olmayan kişiler... İçlerinde gurbetçilerle, gurbet yolcularıyla ilgili hiçbir his yoktur. Kalpleri de yoktur kanayacak, kanlı gözyaşı falan da akmaz, akamaz gözlerinden. Bir damla yaş bile… İçlerinden hüzünlenmek bile gelmez! Gelse de biraz üzülüp, tekrar hayatın akışına kapılıp giderler. Çünkü onların tuzları kurudur.
***
V
Ey, Yurdum insanı! Ey, canım halkım! Güzelim Yurdum neden kanar? Bu insanlar, Türk Halkının hançerlenen yüreğindeki asil kanın, Yurdumuza kanlı gözyaşları olarak akan kandır. Ülkemizde gurbetçilerin sesleri, mendilimdeki kan sesleridir.
Diş değiller, tırnak değiller! Neden sökülüp sökülüp atılıyorlar? Milletim neden kan kaybediyor? Bu insanlar neden göç ediyor? Bir Vatan neden kanar? Bu sesler… Bu hıçkırık, bu boğulurcasına ağlama bu canı candan çıkarılıp alınırcasına yakılan ağıtlar, bu acılı türküler, hep o akan kanın sesleri…
Birer cam parçasında elmasın çıkardığı ses! Ki o cam parçası toplumun en küçük parçası olan ailedir. Nasıl ayrılırsa bir cam ikiye… İşte öyle… O elmas, bu sırça sarayları öyle ortasından ayırdı! Bu zalim gurbet! Neden, işsizlik! Yoksulluk! Çaresizlik!
Tırnakları etlerden söküp aldılar! Sıyırıp aldılar etleri etlerden! İnsanımızı, yurdumuzdan rendeleyip, planya önündeki talaş parçaları gibi çıkarıp çıkarıp atıverdiler!
Bu sesler… Bu sesler kan sesleri!..
Yurdumda kan sesleri…
***
Onur BİLGE
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri...savurdu günün şiri.
'Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.'
....
hayran olmamak mümkün mü...
Şair İstanbul ve Anadoluyu ve coğrafyanın insanını yaşantısını adeta bir folklor gibi işlemiş dizelere... Tebrikler
Siyah beyaz bir türk filmi kadar sinematografik...hınçkırıklar ...yanlış okumadınız. Kerime nadirin romanı ilk baskusında yazdığı şekilde hınçkırıklar veya kırık hınçlar
Ahmet abiyi ,muhsin ertuğrul ,ayhan ışık veya sadri alışığın oynadığı..hüznü yüreğe eğri bir hançer gibi işleyen ...
arabesk.....sanki ah ulan rıza nın öncülü...
Sokak dili,... kullanmaya çalışsa da şair satırarları , tavrı ve kelimelerinin menşei onun bir kentsoylu , bir kapalıçarşı esnafı olduğunu belli ediyor.
Mesela arkafonda caz oluşu..
Gibi..
Keşke, her hüzün Ozanımızın dediği gibi çabucak geçse! Bazen hüzünler yıllar geçse de geçmiyor...Geçer ama nasıl geçer,eskiyi yaşayanlarımızın, yani gün görmüşlerimizin dediği gibi: 'Geçer,elbet geçer ama kurşun gibi deler de geçer.' Hüzünsüz günlerin hiç olmaması dileğimle ozanımızı anıyorum saygıyla, Seçici Kurul'a da saygılarımı sunuyorum ayrıca. Gönlünüzce günler dileyerek sevgili okuyucular...(MŞ).
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kan ağlar?
Çünkü bazen insanın içi kanar. İçi kan ağlayanların gözlerinden yaş değil kan gelir. Mendil nasıl kan ağlamasın?
Kutlarım seçki kurulunu.
Bu şiir ile ilgili 51 tane yorum bulunmakta