Tarife, izaha ve Cennet gözlerine muhtaç; her biri bir yanımdan –günlerce aç kalmış sırtlanlar gibi etimi, kemiğimi, bedenimi ve ruhumu kemiren acılar içerisindeyim. “Sanki” ile başlayıp, ardına hangi kelimeyi kullanıp, hangi tariften bahsedersem edeyim; kederimi teşbihe sanki yetersiz kalacakmış hissiyatındayım. Bildiğin gibi değil, öyle böyle değil, anlaşılır-anlatılır gibi değil, çekilir-katlanılabilir gibi değil ve hatta yaşanılabilir gibi bile değil! Aşkına, sevdana, hasretine, özlemine -sanki tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de yokluğun eklendi. Gözümün daldığı boş duvarda, birbiri ardına yanıp sönen sigaramın dumanında, -pencerenin dibinde –miyavlamayı nihayet öğrenen, kendilerin o hırçın, mahcup, öfkeli ve çaresiz bakışlarında, duyduğum seslerde, aldığım nefeste, göğüs kafesimde, göğsümde, kalbimde, beynimde ve kafamın içindeki binlerce düşte-düşüncedeki sen, etrafımda kol gezerken; ben yokluğunla yüzleşiyorum.
Dedim ya hangi ‘sanki’ ile başlasam kâfi gelmiyor, ızdırabımı anlatmaya… Izdırap!... İki manası var; ilki “çarpışmak” demek. “Darp Etmek”, “Darbe Almak” gibi kendi içinde de pek çok mana ihtiva eden bir köke doğru gidiyor… Diğeri daha hazin; “İç Çatışma”, “Sıkıntı İçinde Olmak” demek… Gitmiyor yani; ne köküne gidiyor ne kökenine ne de Cehennemin dibine… İçinde kalıyor insanın; iç çatışmalara, isyanlara, baş kaldırılara ve -mutlak bir vuslata olan inançla, hasret acısını çekmeye, özlem acısını ölüme eş bilmeye mahkûm ediyor insanı…
“Seni sevmeyi, senden daha çok seviyorum.” Acısına, kederine, elemine, (uykusuz geceler boyunca boş duvarlarda hayalini gördüğüm yaşlı) gözlerimin, o Cennet gözlerine olan derin ve insanı derinden hırpalayan hasretine katlanmak zorundayım. Çünkü ben seni sevmeyi, senden daha çok seviyorum. Ama yokluğun… Var iken yokluğun. Biliyor iken yokluğun. Bir selamından mahrum, bir hal hatırından yoksun ve beni bu varlık deryasında yokluğa, hiçliğe defneden yokluğun… Tüm ızdırapları içime, beni en derin ızdıraplara defneden yokluğunla yüzleşiyorum.
Sanki, Kafka’nın ““Seni seviyorum işte, budala, deniz dibindeki çakıl taşı nasıl sevilip, sarmalanır, ona bağlanılırsa ben de sana öyle bağlıyım. Yanımda yürüyordun, bir düşünsene, yanımdaydın!” diye tasvir ettiği o karanlık ve dalgalı denizin dibinde o çakıl taşını arıyorum; sarıp sarmalamak için… Düşünüyorum, yanımdaydın! Düşünsene, yanımdaydın!
Özlemine, elemine; gönlümün, fikrimin ve ruhumun gözyaşlarına katlanmak zorundayım. Ama yokluğun… İçimdeki derin ızdırap! Beni en karanlık denizlere, kuytulara, bilinmezlere, yokluğa ve hiçliğe mahkûm eden yokluğunla yüzleşmek; Cennet gözlerinde bir tek benim gördüğüm Cennetin hasretinin bir ömür boyu süreceğini bilmek, derinden darp ediyor beni. Bildiğin gibi değil, öyle böyle değil, anlaşılır-anlatılır gibi değil, çekilir-katlanılabilir gibi değil ve hatta yaşanılabilir gibi bile değil bu (lanet olası, yerin dibine batası, cehennemin dibine gidesi) yokluğun!
Sanki bir zindandayım; dört duvar arası, karanlık, soğuk ve rutubetten küf kokan bir zindanda... Elime geçen bir tahta parçası, bir çivi, bir taşla, o küflü duvarlarda sana, seni anlatan şiirler yazıyorum. Yemyeşil bir bahar sabahı gibi gözlerime bakan o Cennet gözlerinin yokluğunu; satır satır, hece hece yazıp sanki.
Sanki bir darağacındayım; cellâdım hemen ensemin kökünde her daim! Çıt çıkarsam boynum gidecek. İdamımı izlemeye gelen kalabalığın arasında bile seni arıyorum, bulamıyorum, göremiyorum… Çıt çıkarmadan yüzleşiyorum yokluğunla...
ne ayıldım
ne ayılabilirim
ne ayılmak isterim
başım ağır
dizlerim parçalanmış
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta