Yarım kalmış bir öykünün kahramanı olmak zor be...
Öykünüzün figüranları gözünüzün içine bakıp da bir aksiyon beklerken yaşadığınız dünyayı terk-i diyar eyleyip hayal ettiğiniz dünyaya geçmeyi denemek zor.
Öykümün gözbebeğinde kelimeler isyan ediyor. Şehirde, sokakta, caddelerde kavgalar tutuşuyor. Kahramanlar kaçışıyor geceden. Yazasım artıyor...
Bilinmezden bir ses “aşkın zulada bekletilemeyeceğini” söylüyor kulağıma. İçimde bir şeyler alabora oluyor. Delirmenin eşiğinde ve anılar koltuğumun altında nagant...
Çok önceden yazılmış bir hayatın üstünü ödünç alınmış bir dolmakalemle durmadan soluk soluğa çıldırmış gibi çiziyor.. çiziyorum...
- delirmenin eşiğinde -
Sevgili geliyor aklıma sonra. Soğuk geliyor. Üşüdüğüz zamanlarda yüreğimizde sevgilinin ısısı olduğuna inanır ısınırdık çünkü.
Hasta olacağımız aklımızın ucundan bile geçmezdi. Çünkü şiirsel bir yüzü, ilahi bir tılsımı vardı onun. Onu seviyordum. Çünkü bütün evren ona ulaşmam için bana yardım etmişti. Herkes kendi yolunca ve sevdiğinin büyüklüğünce büyük deniliyordu. Bunun dışında aşkımın hiçbir gerekçesi yoktu.
Oysa şimdi bütün şarkılar beni ağlatıyordu – kahretsindi – çünkü bütün şarkılar onu anlatıyordu.
Bu sensizlik, bu sessizlik yaşamakla örtüşmüyor sevgili. Sahipsiz kalmış bir kavganın tek savaşçısıyım şimdi ben.
Ben bunları karalarken yaşamın ağırlığında düşüncelerindeki sızıyı, karaltıyı notalara dökerek, saçarak rahatlamaya çalışan içli bir ses “isn’t me you looking for...” diyordu.
(toplumsal olmak çoğu zaman sıkıcı geliyordu bu yüzden. bir ins olarak ihtiyacen zaman zaman mistik takılıyor, bohemlere öykünüyordu.
... aşk-ı bekalardan hep eylüle kalmış, aşk-ı sefalarsa aşk-ı eza ve aşk-ı ceza olmuştu karyasında...)
Oysa bilseydin bir selamın neler anlatırdı bana. Bir selam ne anlatır ki benden sana.
Şimdi rüzgarın önündeki bir mahsun, bir mağlup, bir mazlum yaprak gibiyim. Alabora olma korkusu içini kemiren denizciler gibi. Oysa hiç... oyuncak gemim bile olmadı benim. Kendim kağıttan gemiler yapardım da yapaylığı, bir işe yaramazlığı, beş para etmezliği dişlerimi gıcırdatır, içimi ürpertirdi. Çünkü annem bana hiç paltomu giydirip yanaklarımdan öpüp de okula uğurlamamıştı. Ama yine de hiçbir şekilde hakkı ödenemezdi. Filmlerde hep dayak atan adamlara, kahramanlara öykünmüştüm. Ve fakat sokağa çıkınca hep dayak yiyen çocuk rolünü oynayıp oynamamak ya da “ben oynamıyorum ya” demek elimde değildi. Kendi karyamda hep edilgendim. Hep figürandım. oysa herkes duyduğu trampet sesine doğru yürümeliydi. her birimizin ayrı bir trampeti vardı. başkasının trampet sesine doğru yürüyenler hayata uyum sağlayamazlardı. (Thoreau öyle diyordu.)
Hayatım: kahramanlara öykünmekti...
Kendi kişisel menkıbemi yazmaya ve kendi kurallarımla oynamaya başladığımı ayrımsadığımdaysa hep müdahiller oldu hülyalarıma. Çok mu geçti ne...
“Anne hayatımın öykünüşü musikişinas değil, melodik değil şarkısında eylül notası var... Anne...”
(yalnızlığı bir fotoğraf gibi arka cebinde taşıyordu. Yalnızlığı yudumlayınca onsuzluk sağarından flulaşıyordu düşünceleri, ortalığı bir karaca karanlık kuşatıyordu. Sonra siniyor, içine dönüyor, içselleştiremediği, içselleştirmek de istemediği yalnızlığa karşın bir büyük göz olup içine yöneliyordu.
kimi zaman, korkunç, ürkünç, asi ve iğreti bir sözcük uzun bir karakışa mahkum edebiliyordu onu. mevsimlerin sayısı değişiyor, çocukluğunun olmayan atlı karıncasına sığınıyor, baharı beklemekten yoruluyordu. her zaman terennüm ettiği “bekleyiş güzeldir gelmese bile yar” mısra-ı bercestesi bile teselliye yetmiyordu. biliyordu ki yaşanan bu uzun sürüncemeli-siz biteviye girdabın anlamı, karakışın anlamdaşı yal-nız-lık-tı... “söyleyecek bir şeyler”, “sevecek biriler” bulmalıydı. gayr-ı ihtiyari dudaklarından bir söz döküldü: yalnızlığımı sevmek zorunda kalışım... hey...)
günüm yaşama lanet....
hayatım sana sitem...
işte sana öykümün önermesi.... işte sana öykümün denklemi...
Allah’ın belası yaşam ha...
Ustalardan bir ustanın söylediği gibi, davalarda topu doksana takmak uğruna aşklarda hep direkten dönmüştük. Gözyaşı akıtmak fayda etmezdi, aslolan ter akıtmaktı ter... ve aslında aşktı en çetin meydan muharebesi. “Ve sen de biliyordun ki bizim hikayemiz bir zorun hikayesi idi sevgili.”
Şiirimin bestesine acımtırak soneler siniyordu. Ve yalnız birinin kafiyesiz biri olduğuna iman ediyordum. Kaçamak yaşamlar arasında aşkı erteliyordum. “cebimde bir fotoğrafın bile yoktu” – kahretsindi – soluksuzdum. Masamdaki yapıtın siliniyordu ve ben işaretlerin diline inanıyordum. (şimdiyse iman ediyorum) Adresini bilmediğim yaşamlar soluyordum. Dallarda büyüyen ağaçlar, boşlukta yürüyen çocuklar gibiydim. Adını bilmediğim kızlar elimden tutuyordu. “Gözlerinin yeşil enginliğine daldıkça o çoğalıyor, ben azalıyordum...”
Telvesi çıkmış bir hayatın ucuna doğru yolculuk ederken artık sadece çocukları seviyordum. Siz kurgusal yeryüzü vatandaşlarını terk edip ütopyalarıma dönmek istiyordum. Zaten yaşam demek ölüme doğru olmak demek değil miydi?
Şimdi öykümün son noktasında içime ta içime, gözlerime ta gözlerime bakın orada yenilmiş bir şarkıyı göreceksiniz, eminim.
“in your green eyes”ta aşk can çekişiyor sevgili. Son nefesleri.
Ve şimdi izin verirseniz öykümün burasında kusacağım. İzin verirseniz şiirimin burasında ağlayacağım....
(hiç kimseyi sevmiyordu. odasının yeşil izbelerinde – ikircikli, ürkek – leylaya sesleniyor, onunla konuşuyordu. o yalnızca leylayı seviyordu. çünkü henüz leyla kim bilmiyordu. tanışmamıştı. görmemişti onu. onun gözlerinin yeşil olup olmadığını, içinin temiz, yüzünün ay gibi ışıl ışıl olduğunu da bilmiyordu. baktıkça bakılası şiirsel bir yüzü; konuştukça kelimelerin özgürleştiği, tutsak yüreklerden ak güvercinlerin uçtuğu bir dili; huzur verici, iç geçirici bir esintisi, cennetten bir firdevs gibi kokusu olduğunu da bilmiyordu, olmadığını da. leyla ta-nı-ma-sa o da severdi, onu. onu tanıyanlar sevmezdi, onu.)
Bu bir kavgaydı sevgili. Ve bu kavgada yaşamak ne kadar önemsizse ölmekte o kadar önemliydi. ‘yaşama’nın içi ne kadar boşsa, ölmenin içi o kadar doluydu.
Biri ranzanı altına “yaşam”ı karalamıştı, sonra da kader senin... hıh... deyip tıkanmıştı. Bense avuçlarımın içine karaladım kavgayı, beynimin duvarlarına yazdığım sloganlarıyla yetindiğim “sevda” gibi “aşk” gibi.
(gözlerini, saçlarının rengini bilmediği leylayı düşününce daha çok hissediyor, içi kalabalıklaşıyor, sokaktaki filozof, astrada bir lama oluyordu. zamansızlığı, mekansızlığı özlüyor, bir yapısal değişiklik arzuluyor, düşüncelerinin mahşeri bulanıyordu...)
Bu sefer kulağıma bir bildik ses “ask bir matematik islemi gibidir, çogu zaman içinden çıkılamayabilir” diye fısıldadı.
- “Ya kavga...”
- “ Onu hiç sorma. “Kadere sans tanı.” Öykünün bir yerinde, şarkının bir notasında, şiirin bir dizesinde, yani bir yerlerde mutlaka onu da çözeceksin.”
Ve sonra ses de kesildi. Kendi başıma kalınca cebimde bir sigara olduğunu hatırladım.
Cebime doğru eğildim. Sigarayı tutuşturdum. Dumanın oluşturduğu figürler pek çok şey
anlatmaya başlamıştı bile.
Ve ask her yerde uyanıktır.....
(bu yoğunluğun ilhamı K. Sayar ve P. Coelho’ya teşekkürle...)
Mehmet ÖdemişKayıt Tarihi : 25.12.2002 18:50:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!