Önce büyük bir otoyol geçti ıssız araziden. İn cin top oynayan dağlar dereler araba sesleriyle canlandı. Sonra bir hızlı tren yolu yapıldı; en ıssız yere de bir istasyon kuruldu. İstasyon yakınlarındaki daha önce değersiz olan arazi birden değer kazanıverdi. Oraya en yakın ilçenin zenginleri köylünün elinden ucuza arazi kapatıp, hemen inşaat yapmaya başladılar. İnşaatlar başlayınca, işçi çadırları, barakaları kuruldu. Birileri köfteci barakası, çaycı barakası yaptı. İşçilerin kazançlarının bir bölümü onların geçimini sağlayacaktı. İşler geliştikçe, birisi bakkal açtı, ekmek sebze; hatta içki de sattı. Birileri de gidip bir mescit işine girişti; çevre köylerden para topladı devlet kurumlarından yardım aldı. Çaycıdan köfteciye kadar herkes, kendi çapında kazanıyordu. Tümünü besleyen oradaki işti. İşçinin çalışmasıydı orada yaşamı var eden, patron da kahveci de bir sistemin unsurlarıydı. Çevredeki yiyecek artıklarını yemek için başı boş köpekler kediler bile gelip kendi düzenlerini kurdu. Nazım’ın dediği gibi, ”yapıcılar türkü söylüyor / yapı türkü söyler gibi yükselmiyor ama. ” Patronlar yapılan işten büyük paralar kazanacak, oraya yerleşen küçük tezgah sahipleri de küçük paralar kazanacak. Bütün bunların kazanılma noktası yapı işçilerinin emeğinden başkası değil. Ne emeklerinin karşılığını alacaklar, ne de hayatın sürebilmesi için gereken yeme -içme karşılığında harcayacakları para mutlak olarak sistemde bu gereksinimlerin tam karşılığıdır. Hikaye uzatılabilir, hatta bir film bile çevrilebilir bu hikayeden. Oraya gelip köfte satanların çaycıların rekabetini de katmak gerekir.
Bozkırın en ıssız yerine bir hayvan leşi düştüğü zaman, yaşam onun ölümü üzerinde kendi macerasını sürdürüyor. Çürüyen leşin kokusu bazı canlıları uzaklaştırırken, pislik kendi sistemini kuruyor. Binlerce organizma, kurtçuk kendi dükkanını açıyor leşin üzerine. Leş kargasından çakala uzanan zincirde kıvıldayan kurtlar da artık doğanın bir parçası olmuş, bir zamanlar canlı olan bir hayvanı dönüştürüyor.. Kendi payını kapma savaşımı veriyor herkes. Kuşkusuz bozkırın bir yerlerini sulayıp bahçe yaparsan, yaşam bu kez de oradaki sisteme göre devinimini sürdürecek. Ağaçların yanında karınca ocaklarında karıncalardan, sebze böceklerine kadar uzanan, köstebekli, kirpili kaplumbağalı bir dünya kuruluveriyor. Ağaçların dallarında, daha önceleri oralarda olmayan kuşlar ötmeye başlıyor.
(insan ilişkileri buna benzemiyor mu biraz da. Böylesine bozuk, çürümüş ve adaletten uzak sistemde insanlar yaşamak için adeta birbirini yemiyor mu. Çıkar duygusu çoğu zaman sırtına dostluk, arkadaşlık, aşk kisveleri giymiyor mu. İnsanlar dostluklarının, arkadaşlıklarının, aşklarının aslında öyle olmadığını anladıklarında çok geç olduğunu da fark etmiyor mu. İnsan insanı yağmalaya yağmalaya yaşıyor; duygularına, umutlarına, hatta özveri gibi gayet insani özelliklerine kadar.
Hele bir de biten bir ilişki, ölmüş bir cesede benzemiyor mu. Bittiği yerde bitirmezsen kokuşmaya başlıyor artık. Giderek bir zamanlar var olan güzel şeylerin yerini çürümenin dehşetli tiksinci alıyor. Konuyla direkt ilişkili olmamasına rağmen yukarıda verdiğim örnek bana ikili ilişkilerdeki çürümeyi de çağrıştırdı.)
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.