Köyde Sıradan Bir Gün, Uydurmak Ve Çehov...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Köyde Sıradan Bir Gün, Uydurmak Ve Çehov...

Bir süreliğine ‘çılgın Türklerden’, ‘çağdaş’ gazetecilerden, ‘hassas’ sanatçılardan uzaklaşıp köyümsü bir yere geldim. İnsan haliyle hırpalanıyor. ‘Batılı’ bir yaşam tarzını taviz vermeden sürdürebilmek öyle kolay değil bugünlerde. Gün boyu halkımıza laikliğin ne olduğunu anlatmak, onları her konuda eğitmek, lisan kurslarına, tenis müsabakalarına katılmak... Sabahları ‘Konuşan Türkiye’ yürüyüşleri... Geceleri vals, tango, çaça eşliğinde içilen likörlerle, şaraplarla eğlenmek... Balolar, resitaller, piyesler... Zor, çok zor. Protesto alkışlarından, bayrak sallamaktan, topuklu ayakkabılarla dans etmekten ellerimde, ayaklarımda derman kalmadı. Buraya bir süre mümkünse köy halkıyla ‘abla yarım kilo bulgur kaç para’ gibi rahat cümlelerle konuşabilmek, onları daha yakından tanıyabilmek arzusuyla geldim. Gerçi vatanperver dostlarımdan bu münasebetsiz girişimim için icazet almadım ama artık dönüşte bir kutu bitter çikolata götürüp gönüllerini alırım. Yine de laf aramızda mandalina bahçelerinde çıplak ayaklarla yürürken biraz tedirgin oluyorum. İrtica –sanırım canavar gibi bir şey o- her an bir ağacın arkasından çıkıp beni paramparça edebilir. Aksi gibi hiçbir tedbirim de yok. Neyse ki Jandarma kuvvetleri, her gece köyde gayrı nizami bir durum var mı, bizlere benzemeyen tuhaf görünüşlü insanlar çoğalıyor mu diye sıkça ortalığı kolaçan ediyor. Şimdilik güvendeyim.

***

Memleket toplu, büyük bir tımarhaneye benzemeye başladığında doğrusu böyle ‘gevşek’ yazılar yazmak geliyor içimden. Geçenlerde bir okur “Ne güzel uyduruyorsunuz” diye başlayan bir mektup yollamış. Kötü bir niyeti yok, iltifat ediyor. Bunu bazen başkaları da söylüyor. Onlara “zaten her meslek grubundan fazlasıyla uyduran mevcut buralarda, bana ihtiyaç yok” demiyorum tabii. Benim bildiğim kadarıyla sadece romancının, hikâyecinin uyduranı makbuldür ama burada işler tam böyle yürümüyor galiba. Gerçeklikle ilişkiler tamamen kopmuş. Dolayısıyla yanlış anlayanları kırmamak için bu defa gerçekten uydurmaya karar verdim.

BÜTÜN SESLER BİRBİRİNE KARIŞTI

Gümüşi sicimlerin eprimiş soluk bir tül gibi salındığı ıslak gecede bütün sesler birbirine karıştı. Küçük adaların etrafında dolaşan balıkçı motorlarının boğuk hırıltısı, çakıl taşlarını okşayan dalgaların derin iç çekişleri, göğe yükselirken boşlukta toz toz dağılan ezanın yankısı, Tanrının kızgınlığını anımsatan şimşeklerin kükreyişleri ve ahşap damın üzerinde tıpırdayan yağmurun denize dokunduğu an işitilen o huzurlu çıtırtılar...

Lacivert gölgeli dağları yağmur perdesinin ardından seyrettiğim gece, hayatını başkalarının hikâyeleriyle görebilen bir kadını yazmak istedim. Tanımadığı bir köyde yalnız yaşamayı seçen bu kadının içinde, mavi, aydınlık bir güne uyandığında bile anlaşılmaz bir sıkıntı olurdu herhalde ve o bu can sıkıntısını hiç olmayacak çocuğu gibi severdi. Yatağından çıkmadan evvel odasına dolan taze havayı solur, dalgaların uysal sesini dinlerken hareketli bir hayatın hayalini kurardı. Yaşamaktan korktuğu tutkulu bir hayatın hayalini...

O yağmurlu gecede içtenliğini sert görüntüsünün ardına saklayan, kendi hayatının üzerine kapanmış, mahcup bir kadını düşündüm. Sanırım hayata derin anlamlar yüklemezdi. Kalbi parlak ışıklarla aydınlanan, kara bulutlarla aniden kararan sıradan bir kadın olurdu belki. Çehov hikâyelerindeki gibi. İçinde fazla kıpırtı olmayan bir hayatın incelikli ayrıntılarıyla avunan düz bir kadın...

İŞTE BÖYLE BİR KADINI YAZMAK İSTEDİM...

O gece onun koyu tenini, bal rengi gözlerini, ince dudaklarını, narin ensesini, küçücük ayaklarını gördüm. Karşımdaydı. Lavanta kokuyordu. Saçlarını ensesinde toplamıştı. ‘Köpeğiyle Dolaşan Kadın’ hikâyesini okurken durup balkonunun önünden geçen insanlara kayıtsızca bakıyor sonra tekrar kitabına dönüyordu. Belki biraz kıskandığı için Anna’yı da pek ilginç bulmuyordu ama onun ‘yasak aşk’ macerasını okumayı sevmişti. Anna Sergeyevna’ya tutulan bencil Gurov’un ikili hayatını kendisininkine yakın bulmuştu. Herkesinkine benzeyen sıradan hayatını değil, yalanlarla kendisini gizlediği ikincisini merak ediyordu.

İşte böyle bir kadını yazmak istedim. Sadece hayallerinde yaşattıkları erkekleri sevebilen kadınları, onların sevgisine inanamadıkları için gerçek aşkı hiç tatmayan çaresiz erkekleri düşündüm o gece.

O ‘hayalet kadın’, Anna ile Gurov’un içten, iki dost gibi sevişmelerine de anlam veremezdi muhtemelen. Hayatın kıyısında durmayı seçmiş bütün ‘yabani’ kadınlar gibi yasak aşkın mutlaka tutkulu olması gerektiğine inandırmıştı kendisini. Gecenin ıssız karanlığında olmayan bir kadın hakkında sayıklarken, ‘yasak olmayanını yaşamaktan korkan, yasak olanını nereden bilsin’ deyip, güldüm kendi kendime. Uydurmanın böyle eğlenceli bir yanı da var işte...

İyimser sonları severdi belki ama insanı tedirgin eden, yoruma açık belirsizliklerden hoşlanmazdı. Yine de Çehov’un hayatı derinden kurcalamayan ‘sonsuz’ hikâyelerinin neden ona iyi geldiğini hissedebiliyordu. Kendisi gibi biraz durgun ve basit olan hikâyelerini... ‘Hepimizi bekleyen sonsuz uykuyu’ ruhumuzu hırpalamadan anlatan Çehov’a onun dingin iç saatine ahenkle eşlik edebildiği için düşkündü sanırım.

‘AŞKTA BÜYÜK BİR ESRAR VARDIR’

Tabiatla kurduğu çocuksu ilişkiyi ciddiye alırdı. Akşamüstleri ışığın yumuşayarak ufuk çizgisinde usulca eridiği eflatun saatlerde yürürken, gövdeleri pul pul dökülen zeytin ağaçlarının kaç yaşında olduklarını tahmin etmekten hoşlanırdı. Yalnızlığını çoğaltan bu oyunları oynarken, hikâyelerden aklında kalan tuhaf cümleleri düşünürdü. Çehov, “Bugüne dek aşk üzerine yazılanlar, söylenenler arasında sadece bir gerçek vardır, o da: ‘Aşkta büyük bir esrar vardır’ cümlesidir. Gerisi, çözüm getireceğine çözülemeyen sorular getirmekten başka bir işe yaramaz” demişti. Yazarın, hayatın mucizelerini böyle geniş, muğlak cümlelerle anlatan sakin sesi ona iyi geliyordu. O ‘esrara’ dokunup büyüyü bozmak istemeyen bir rahibe gibi yürürken aynı sözcükleri tekrarlıyordu; “Aşkta büyük bir esrar vardır”. Bir erkekten, insandan, hikâyeden, zamandan öbürüne kolaylıkla geçebilen kadınları anlamazdı. Onun için kitaplarda anlatılmayan ‘gerçek aşk’, pek esrarlı değildi. Bir kadınla erkeğin arasındaki derin, sebepsiz bağlılık hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İçi büsbütün boşalmıştı.

İşte ben o yağmurlu gecede, böyle bir kadını yazmayı hayal ettim. Hak ettiği gibi sevilmediğini düşündüğü için kitaplarda okuduğu ilişkilerde yaşayan, kaderini küçümseyen bir kadını...

Onu zihnimde yazdığım gecenin sabahında, altın tozuna batırılmış bir elbise gibi parlayan denizin içinden yürüyüp vaktiyle tavşanların yaşadığı rivayet edilen küçük bir adaya tırmandım. Havada dağ kekiği, ada çayı, papatya kokusu vardı. Uzaklara bakıp “yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadıdır” dedim. Kim yazmış, hiç hatırlamıyorum.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:20:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan