Bazen bir yediveren açar yakılan hatıraların külünden
Bazen de yanar güller unutulmuş bülbülün elinden
Yazın en sıcak olduğu günler… Kırpıntı döşek alev topuna dönmüştü sanki.
Cemal sabah erkenden kalkabilmek için uyumaya çalışıyordu ama her hamlesi
boşa çıkan bir savaşçı gibi eli boş dönüyordu. Kılıcını her sallayışta hayal
kırıklığına uğrayan ve gücü azalan bir savaşçı gibiydi. Annesi Güllü'nün ev
işlerini yaparken çıkan sesler kulağında yankılanıyordu. Yatağında kâh o
yana kâh bu yana dönmekten usanmıştı. Uyuyamadığı zaman yatmaktan nefret ederdi. O yüzden balkona çıkıp bir sigara yaktı.
Boşlukta dönüp duran düşüncelere takıldı gözleri bir an. Dans ediyorlardı sanki uzaklardan gelen cırıltılar eşliğinde. Yine tüm yapraklar havada diye geçirdi içinden, yıldızlar misali darmadağın... Aralarından dokunmadan geçmeliyim diyordu. Yerlerinden kalkmadan havlayan miskin köpekler, eğreti sokak lambalarından güneş uman çöpçüler, etrafı sessizce yoklayan rüzgar, nefesini tutmuş gibi duran ağaçlar, tüm sokak nöbette gibiydi... Dünya boşlukta duran bir çemberdi ve içindeki her şeyle nöbetteydi evet.. Tüm bu nöbetçileri atlatamam diye düşündü... Düşündü...
Gidişlerimin sonu olmayacak mı diyorum kendime... Özlemeden dinlenmek ve vermeden soluk almak birde...
O çocuk heyecanı her kıpır kıpır edişinde... peşinden koşmadan nefes nefese kalma anında... sonsuzluk mu sınırsız gelir bilemezsin... Yasaklı çocukların şımarıklığıyla yine mi gider olacaksın kendine... dikkat mi çekmek çocukça... yada sorular mı sormak kendine anlamlandıramadığın her şey için... yapraklar bile mi düşündürür seni... götürür kendine...
Durduğun yerdeyken gidersin ya kendine, sonra kendinle geleceğine geçmişine... umut mudur yolculuğun yakıtı, hayal midir peşinden sürükleyen bilemeden...
Gelen geçen yazlar kışlar mıdır, sen mi geçersin aralarından baharlardan... hep baharlarda mıdır bu gidiş kendine...
Yaşanmış acıların mı götürür seni kendine... sonra toprağa... oradan yeni filizlere, yeni gelişlere ve yeniden dirilişlere... hangi dünyadasın ve bu rüyadan ne zaman uyanacaksın...
Aslında olmayan ama ufak hesaplamaları kolayca yapmak için varsayılan her şeyi hissetmeseydiniz ve hatta içinde hep berber bocaladığımız bu çamurdan dünyanın gerçekleri üzerine köprüler kurmasaydınız, ben şu anda savaşıyor olmazdım kendimle...
Meridyenleri çıkardım hayatımdan; ne dünyanın dönüşü değişti ne de zaman durdu... Ekvator olmadan da hissedebiliyorum güneşin azap veren sıcaklığını... Aşkı yok sayınca da ağlıyor yüreciğim acı ile... Geleceğimi ipoteklemiş geçmişimi de atsam bir kenara, yüz yılların kararttığı bir mezartaşının üzerindeki kurumuş salyangoz kabuğu kadar tutunabiliyorum hayata yine...
İki dünya arasında kurduğunuz köprüden bu kez geçiremeyeceksiniz beni... Laftan ülkenizin güneşi batmış çamura... Gurur verip günah aldığınız şeytanın, sevinç gözyaşları ile büyüttüğü çamura... Benim cennetten kovulan beyaz çamuruma... İhaneti bile arkadan hançerleyen, kaprisli bencillik çamuruna...
Beyaz bulutların içine girip, yakınlaştığı her zerreciğin aslında insanın hayatını zorlaştırıp üzerinde bulunduğu yolu nasıl çekilmez hale getirdiğini ve bunun adının da puslu bir sis olduğunu öğrendikten sonra “yağmur” dan vazgeçemeyeceğini anladı...
İçinde kaybolduğu sis dağılınca yolun üzerinde gözyaşlarıyla yazılmış şu kelimeler belirdi: Aşka inanmıyorum...
Bitti...
Bülent ÖzdemirKayıt Tarihi : 22.12.2006 15:24:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Tarih Kültür Derneği 'Yazarlık Okulu' seminerleri kapsamında hazırlanan bir hikaye çalışmasıdır... Görüş ve önerilerinizi esirgemezseniz mutluluk duyarım... Bülent Özdemir
sevgiler..
.............
Kutlarım, yazma serüveninizde başarılar dilerim...İyi bir kalemin müjdesini veriyor şimdiden...Nurdan Ünsal
TÜM YORUMLAR (4)