Yine umutları diriltme mücadelesiyle geçecek bir zaman dilimi başlıyordu. Yine 'belki bugün' diye hayallere sarılma, gitmek isteyen umutları kalmaları için zorlama vaktiydi. Bazen kalple, bazen ruhla veya akılla yapılan savaşlardan bir kaçını daha yapma ihtimaline bir yolculuktu bu başlayan.
Şöyle bir baktım pencereden sonra. O da neydi? Kar yağıyordu. Hem de bir yere geç kalmışçasına hızla... Esen rüzgâr kar kristallerini cama doğru uçuruyordu. Kar tanelerinin hiç biri bir diğerine benzemezmiş diye duymuştum bir yerlerden. Gökyüzünden gelişigüzel yeryüzüne inerken, yolda birbirine çarpıp birleşme veya bir şekilde dağılma olasılığı olan bu taneciklerin farklı desenler meydana getirmesi doğal görünüyordu bana. Asil hayrete düştüğüm nokta, buna rağmen hepsinin altı köseli ve danteli anımsatan biçimlerinin olmasıydı. İşte isin mucizevî yani da buydu. 'Bir mikroskop olsaydı keşke' dedim. 'Aman Tanrım bu da farklı' diye heyecanla inceleyebilseydim keşke onları o an.
En sevdiğim mor çiçekli porselen fincanımı alıp biraz sıcak su ve bir miktar hazır kahveyi içine boşalttıktan sonra o mis kokuya kendimi bırakıp kar keyfimi biraz daha canlandırdım. Rahat bir koltuk, sıcak bir kahve ve yemek müziği diye nitelendirilen tür bir müzikle birlikte o beyazlık nasılda masala dönüşüyor alıveriyordu insani kendi dünyasına...
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir siyah saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum