Kısa süren bir güz mevsimi

İlyas Kaplan
1261

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

Kısa süren bir güz mevsimi

kül rengi
gri gökte serili bulutların altında
kör kahverengi dağlar
gamlı ev yığınları uzanıyor bu köyde
ve ardı arkası kesilmeyen kasvetli yağmurlar yağıyor günlerce

uzak ülkelerin göçmen kuşları
isketesi , floryası ,sakası
belki onlar söylemekte benim duymadığım şarkıları
güneş tepelerden çekildikten sonra
soğur mevsim
yüreğim hep öyle üşür

dışarısı rüzgar dolu
cama çarpan yapraklara bakarken
dönülmez ağıtlardan bile çok uzak
soğuk
yalnız
ve ıslak
kısa süren bir güz mevsimi

şehir duman rengine
is rengine boyalı
çamur birikintileri
yağmurlar kesilmedikçe
kuşlar yuvalarından uçmadıkça
çekildikçe insanlar evlerine
hasılı bende
soğuk ve rutubetten daha sinsi bir isteksizlik

geliyorum
deyip de ilk yapraklar sararmaya başladığında
geniş sürüler halinde göçen kuşlardan geriye kalan köyde
ilk yağmurları
ilk soğukları bir başına karşılarım
sonbaharın kasveti gibi tozkoparan fırtınaları
rüzgarları üstümden geçerken

*
başımı bıraktım koca çınarın omuzuna
sararmış dalları ve yapraklarının arasına
tenim titredi
sanki her şey susmuş da beni dinliyordu
kulak kesilmişti kuşlar ırmak ve bulut
derin suyun dibinden gelen musiki
tanrısal bir tının eşliğinde
beni soluyordu
sözcüksüz
kelimesiz

düşmüştüm oysa
yaram henüz sıcaktı
bir büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi
çığlığı atan görünürde yokmuş da
ses hala çınlayarak devam ediyormuş gibi
rüzgarda savrulmuş gibi
binbir parçaya bölünmüş de yerlere saçılmış gibi
bir daha asla eskisi gibi
olmayacakmış gibiydim

bir uçurumdan düşerken
kolundan yakalayan el uçurumun kendisine dönüşmüş gibi
bir uçurumdan düşüp öylece hareketsiz kalmış gibi
bundan sonrası ölüm gibi
bir daha toplanması mümkün olmayan bir kırılışla
bundan sonrasını yaşamış gibi
bundan sonralarını da

dalgaların birbiri ardınca kumsalı dövüşünü
ve uğultuyu
yağmurun denizin üzerine yağışını
hiç bu kadar yakından görmemiştim
yıldızlar
uzansa tutabileceği kadar yakındı
ne yıldızları tutmaya takatim vardı
ne de yolun sonunu getirmeye
yürüyüp geçtim üzerlerinden
ve gittim
gidebileceğim bir yerde yoktu ya
durmak da olmazdı

gittim saatlerce
şiddetli bir rüzgara mahsus bir ürpertiyle
kaçtım velhasılı…
kimselere görünmek istemeden
kimseleri görmeden
ateş istila etti bedenimi
koyu kurşuni bir sis dalgası gibi
bütün ruhumu istila etti
yüzlerce ağrı ve sızı

keşke bitenin niye bittiğini anlasaydım
anlasam dayanırdım belki
çözdükçe düğümlendim
anlamaya çalıştıkça boğuldum
içinden sağ salim çıkamayınca
kendimin kusurlu olduğuna karar verdim

yaradılıştan mücrimdim
aşkın acılığı suçluydu
acı kendi içimdeydi
gördüm
görmek an meselesi değil
zaman meselesiydi
rıhtımın kıyısında
gelgitler arasında
gördüğüm gölgemdi

gölgemin noktası eksik
virgülsüz ,sessiz ,kelimesizdi
görüntüsü bozuk
sadece bir düş kırıklığından ibaretti
sırrı içinde saklı
kusurluydu
öyle ağırdı
üzerime yıkılan mana

bir acı ki
kelamda bu halin karşılığı yok
acıdan başka …
sonrası derin denizlerin yalnızlığı
bir eylemsizlik durumu
toprak yolun sonuna kadar gittim
yan yana kurulmuş dükkanlarının önünden geçtim
mandalina ağaçlarının altına oturdum

bir tarafı sararmış otların acı kokusu
bir tarafı köpük köpük dalgalanmış
koyu mavi büyük deniz
ve de üzerinden dalgalar geçen kayalar
dalgalar öfkeli
bir oyana bir buyana koşturuyor
o kadar çok sitemkar ki
benim gibi

sadece seyrediyorum
hiddetlenmiş o azgın su kütlesini
bir buhran yığını sanki
denizin ortasında oturmuş kumsal gibiyim
ıslandıkça ıslanıyorum

gün uzaklaşırken uzak mesafelere
mandalina yapraklarının kokusu vurdu yüzüme
son birkaç deniz kabuğunun üzerine
dokundum eğik bükük dallarla
sonra ekose desenli mavi beyaz ceketimi sıyırdım
bırakıverdim ayaklarımın dibine

ayakkabı bağcıklarını çözdüm
en son da sol ayakkabının bağcığını
ceketimi usulca geçirdim sırtıma
sonra şapkamı ta gözlerimin üzerine indirdim
kimse yadırgamadı varlığımı
kimse ses çıkarmadı
uyudum öylece…

*
kente doğru ilk adımını atarken
hiç olmazsa karanlık samimi, diye mırıldandım
hiç olmazsa tek rengi vardı onun
üzerinden dalgalar geçen kaya kadar
sessiz sedasızdı
gözümün önünden koyu maviye dönmüş büyük denizin dalgası
başımın üzerinden bir martı sürüsü geçti

bir sürü mana yayıldı içime
bir sarmal olup da kendi üzerime yığıldı
kül rengi mermerli şehir
koyu renkli gölgelerin derinliğinde
yaşanmış bütün hikayesiyle
ve yalnızca benden ibaretti kaldırımlar
attığım her adımdan hoşnut…

kahkahaları karanlıkları yırtan sokak lambalarından kalma
dizginsiz akıyordum
mürekkebine sim katılmış kalem gibi
bir kez de beni atın
bir kez de benim için ateşe atın
benden geriye kalanı
beni yedikulenin zindanına atın

ateşe attım tanıdık tüm cümleleri
dumanlandı etraf
saldı kokusunu akşamüstüne
çöktü istanbulun üzerine
sultanahmedin,topkapı sarayının, cağaoğlunun
kapalıçarşıdaki baharat dükkanlarının üzerine

geriye kül yığınları
bir de gece kaldı
simsiyah örtünün ağırlığı altında
ufku olmayan bu kentin sokaklarında
süzülüp dururken ben

vakti istanbul da yaşıyorum
şimdi…
avuçlarımın arasında sabah
ellerimde boğazın koyu mavi lekesi
hepsine erguvan rengi karışmış
sonrası gözyaşım
sonrası mutluluk
sonrası huzur

redfer

İlyas Kaplan
Kayıt Tarihi : 1.5.2024 16:09:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!