İ L K K U L A Ç
Şiirleri ve öyküleri de yoldan çıkaran; “baştan savma”ya eviren, “ciddiyet”ini yokeden, çığırını sapıtan adı “belirsiz” konmuş gerçeklik! Hayali gerçekler! Bugünün en “ulu sığınağı” bu!
Bu “sığınak” sanatı da uyuşturdu. Doğadan ve toplumdan kopan “sanatçı” hayali “gerçeklikler” üzerine oturttu cüce çadırını... Temelsiz ve dipsiz bir kör laubaliliğin üzerine otağ kurdu.
Yeşili yok!
Damarı yok!
Estetiği yok!
Sırnaşık ve yalaka bir dilin ötesinde üslubu da yok!
Hatta onca laf kalabalığı ve dil lagalugaları arasında sözü de yok!
Elbette geçici yılışmaların hayatı da yok!
Uzun ömürlü olamaz zaten.
Yani istisnai birkaç onurlunun dışındakiler “Ciğercinin Kedisi”: Miyavlamaktan ibaret “eserler” ortalığa büyük büyük salınmış durumda.
Orda burda, darmadağınık isyanlar ise sokağı henüz zaptedemedi... Yalnızca kendi çevrelerinde ve yerellerinde yutkunup yekinip duruyorlar. Onlar da asıla asıla kopmayan bir kasırgayı kendi içlerinde korku korku dokuyup emzirip büyüterek “ihtiyatlı” davranıyorlar! Meltem göğüslemekten öteye geçmeyen bir sınırlanmışlığı ve daralmayı aşamıyor gariplerim.
Oysa hayat, görüngülerden kopalı nic’oldu!
Rakamların ve yargı matematiğinin nimetleri, çoktan indi sıfırın altına; buzlandı! Hatta dünkü tüm kişilikler ve akıllar donma noktasını aşıp nasırlanmaya başladı. Geçmişi de, kendini de tüketti. Öte yandan artık ne hiç kimse hiçbir şeyin erbabı; ne de hiç kimse başka kimsenin ustası! Saygı da elini eteğini çekti sanat hayatımızdan. Geçmişi üretenlere ve üretkenliğe şapka çıkarmaya ilişkin mayanın ve ahlakın yerinde yeller esiyor...
Patlamamış bir havai fişeğin, göbeğinde taşıdığı rengarenk ışık dökümlerini görmek için geceye gereksinim varmış meğer! İnsanın göbeğinde ise hangi pırıltının kuluçkada olduğunu anlamak için karanlık ve zor günlere... Yakamoz böylesi günlerde kusar karnında biriktirdiği kıvılcımları.
Sanat da, insandan insana ve dünyaya saçılan bir demet ışık işte. Seyrine doyum olmayan doğa ve insan manzaraları dize dize, satır satır buradan akar yüreklere.
Miyavlamanın ve ihtiyatın da tükeniş noktası, hayatın damarını emen bugünün onurlu insanını salmaktır verimli yeşilliklere... Haydi hepimize kolay gele!
Dünya ve doğa, senin düşündüklerinden küçük,
benim tasavvurlarımdan büyük.
Dünya ve doğa, öyle gözde kadındır ki,
Herkese ayrı sunar yar dudaklarını...
Dünya ve doğa, öyle delişmen kahpe ki,
Tanıyıp bildikçe huysuz ve kıyısız.
Dünya ve doğa, göğsünde yağmur;
Bulutça gezinip durur içindeki
Kapkaragöğün mahzenlerinde...
İnsansa, ömrü birkaç yılla daraltılmış
Onlarla oynaşan birer yaramaz hırsız.
“Nenni De Nenni Nenni
Dost Nenni Nenni...”
Kendini ninnilemek saatlerce...
...günlerce...yıllarca... asırlarca...
bulutlarca, damlalarca,
yağmurlarca, gökkuşağıca
Ninnilerin getiremediği kuytu uyku...
Irmaklar gebe gebe,
yüklükarın hiç uyur mu!
Yıllardır kapalı bir midye gibi kendi mahzenlerine yığdığın incilerini incelemeye ve ellemeye, uzun süre önce karar vermiştin. O belleğindeki zifiri labirentlerde elini kolunu sallayarak dolaşamayacağını biliyordun. Zordu. Ama zoru başarmak için vardın. Zoru başaramayacaksan dünyada boşuna kalabalık etmenin alemi yoktu. Ciddi, yürekli ve kararlı bir “önhazırlık” yapmazsan yüzüne gözüne bulaştırırdın. İnceden inceye düşünmeye başladın. Daha ilk dalışa geçerken bile dışarın sana kapanmıştı. Dalıp gidiyordun adsız mahzenlerine. Neşesiz, sinirli ve sindirimsiz oluvermiştin birden. Sözcükleri birbiri peşine dizip, ağzından sigara dumanı gibi tellendire tellendire üflemekten acizdin. Rahatsız ediyordun çevreni. Kimse dokunamıyordu gözeneklerinden sinir püskürten derine. Kimse yanına yaklaşamıyordu... “Burnundan kıl” aldırmıyordun. Suskun bir bakış fırlatman yetiyordu herkese. Kim nereden bilebilirdi ki senin meşgaleni! Kendi belleğinin derin ve karanlık kıvrımlarında elele tutuşup yürüdüğün hiçbir ortağın yoktu ki!
Nicedir kimseye yazmıyordun. Yazsan da postaya vermiyordun. Zaten kime, niye yazacaktın ki!
Pimi çekilmiş bombayla yangına yürünür mü!
Belki gerçek dostların anlarlardı: “Ölümün erken daveti”ni karşılayalı çok olmuştu. Onu etinde birkaç kez konuk etmiştin, bilirlerdi. En azından birazını bilirler, birazını da anlarlardı.
Bugünlerde sonbahar yaprak tükürürken arsız yüzlere; martı kanatları, gökgözlü güleç ölümü götürüyordu gökkuşağına. Pendik’in donuk parkında yine acılara ekmek banıyordun. Tesellin dayanılmaz ağrılarını azıcık dindirmek için aldığın ilaç ve şarap... Kulaklarında “gel gel” çağrısı ölümün.
Ne oldu, nasıl oldu anlayamadın. Ağız dolusu tiksinmiş olacaksın ki, kusarak uyandın. Aslında uyandın demek doğru değil; park yoktu, gökyüzü yoktu, deniz yoktu. Denizde akşamdan bıraktığın dibe doğru mızraklaşan ve beynine batan ışık zıpkınları da yoktu. Issızlık vardı. Ve loş buhurun içinde kıpırdayan tek canlı seni geriye itekleyen ananın silüeti... “Kanter içinde” bir silüet. Yeniyetmeliğinden bu yana sana hiç “kaşında kara var” demeyen anan, kızgındı. Aklarını kınaladığı saçlarından denizce köpürüyordu. Seni olanca gücüyle dünyaya yeniden itekliyordu, canhıraş. Yüreğin adeta ağzından burnundan dışarıya pompalıyordu kanını. Damarların giderek boşalıyordu. Oysa artık ne dünya, ne de sen vardın: Etin de yoktu, belleğin de...
Yalnızca başlama noktanı anımsıyordun: İlaç ve şarap. Ve sarsıntılarını; narkozdan uyanmışçasına titreyişlerini kıtsat... Başka hiçbirşey...
Acıyla uyandın. Etteki acı yaşamın muştusudur. Evdeki kocaman masanın yanında rüzgar çarpmış bir kavak gibi yüzükoyun yatmış buldun kendini. Kan içindeydin. Yüzün, saçların, ağzın, burnun, kolların dizlerin ve elbiselerin... Kan senden başlayarak sağa sola yayılmış ve bir metre ötendeki halıyı kanlamıştı. Dizlerin, dirseklerin ve ellerin yara bere içindeydi. Ne yaşadığını, nasıl eve geldiğini bilmiyordun. Aklını aradın, yok! Belleğini aradın, yok! Başın omuzlarının üzerinde miydi, anlayamıyordun. Çevrendeki kanı gördün, elbiselerinin soğuk ıslaklığını hissettin. Miden sökülüyordu, yaraların acıyordu. Bu hayra alametti. Yaşıyordun galiba!
Demek martı kanatları gökkuşağının kanına banıp ruhunu, gerisin geri savurmuştu dünyaya. Ağız dolusu tiksintin sürüyordu. Tiksintin insanla başlamıştı; ama insanla mı sürüyordu, anlaman olanaksızlaşmıştı. Anan azraille bedeli ağır bir “sözleşme” imzalayarak canını onun elinden çekip almış olmalıydı. Kendine çekip kucaklamadığı ve öpmediği; ona olan yirmi yıllık özlemlerini dindirmediği için çok kızdın. Buna hakkın vardı; çünkü yalnız anana geçiyordu nazın!
Karadeniz’in yeniyetme coşkusu, Akdeniz’in sıcak tuzu, Ege’nin kıpkırmızı gündoğuşu yavaş yavaş yeniden yerleşti beynine.
Ninnilerin getiremediği uykuyu okudun peltek duvarlarda.
Kanlı ırmaklar hiç uyur mu!
Duvarları, Kızılırmak’ın kanlı;
ama vazgeçilmez akışını yazarak doldurdun gözlerinle.
Yaklaşık onüç gün!
Bir mavi
çiçek açmıştı içerinde,
yağmur kokusunu içmişti kökün…
Yaraların kabuk bağladı. Acıları doldurdun yürek ceplerine. Dışarıya çıktın. Herşey yabancıydı. Sonbahar, yaprak tükürmeyi sürdürüyordu arsız yüzlere...
Tüm kırıkdökük parçalarını toplayarak “erken davet”i kabul ettiğin gün sahil parkına bıraktığın, içi “acılardan bal eylenmiş” dört tekerlekli alatına doğru sendeleyerek ilerledin.
Ölümü küçümsedin. “Çok sıradanmış meğer” gülümsemesiyle karşıladın onu. Bu, dördüncü ve en çetin kavgalarınızdan biriydi. Kimin kazandığı, kimin arkasına dolanıp puan aldığı belirsiz bir kavga. Maç gibi… Maç boyunca Kızılırmak köpük yığmıştı ağzına; tükürdün. Kan yoktu, ama arsız insanlara yaraşır piskokulu bir balgam...
Kuzu anasını emerek büyür, sense hayatın baştan çıkarıcı meyvesini yiyerek dolu dolu yaşıyordun. Ve kısa yoldan yeniden hayata döndün. Gerinerek özgürlüğe uzattın elini... Bir sigara yaktın, derin bir nefes çektin; duman beynine doldu. Gözlerin karardı: Etrafını çevreleyen her şey gözlerinin önünde uçuşmaya başladı. Başın döndü, dizlerinin bağı çözüldü, düşecekmiş gibi oluverdin birden. Sigarayı sinirle fırlattın yere. Silktin tüm bedenini iradenle; yeniden kendine geldin.
“Özgürlük, insanın kendi aklıyla oynadığı kirsiz bir oyun” diye düşündün. Kire tutsak insanlara gülmek geldi içinden. Kıvamını bulmuştun. Aklın, tüm bünyenin kaptanlığını yeniden aldı eline!
İşte böyle!
Nicedir kimseye yazmadın. Yazacak bademgözlü yarin mi vardı ki! Kire tutsak, onursuz bir hayata tutunan insanlara ilişkin yazmaksa zaten gereksizdi.
Bir de, hayat, pimi çekilmiş bombayla yangına yürünürken yazılır mı? Kimin nefesi yeter böylesine ıssız bir mahşeri üflemeye kavalından; kimin eli böyle çabuk ve hünerli! Ve ne için?
Hergün insan beyninin en üretken ve en doğurgan mevzisi bombalanıyor: Kalabalık sokaklar insansızlaşıyor ve insanlıksızlaşıyor. El-bel vereceğin insan gün güne tükeniyor. Kendi sırtını kendi sırtına dayıyorsun. Sözün ve paylaşımın yalnızca kendinle anlam kazanıyor. Kuyruğundan tutup çamurdan çıkardığın insanların zulasında sakladıkları karasaplı bıçak, arkanı döner dönmez sırtından saplanıveriyor vs. vs.
Gülmez de ne yaparsın!
Sevmekten korkmaz da ne yaparsın!
“Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır...”
isyanını
derinliklerinde duymaz da ne yaparsın!
“İnsan insana yaşayamadığın bir dünyayı, insansız bırakmak en doğal hak” mı diye düşünmez de ne yaparsın!
İnsanlar, “bükemedikleri bilekleri öperek” yaşamayı kendi içlerine sindirmiş ve süreklileştirmiş olarak yaşayacaklarsa; onların içinde yada yanında ne işin olabilir! Onlarla yüzyüze gelmek yerine çevik ve centilmen sincaplarla gözleşmek daha insani değil mi?
* * *
Ama umutsuz olmamak için nedenlerin de çok!
Şuranda dolu dolu üç renk biriktirirsin: Siyah diplerin, kırmızı kanın, mavi ise göklerindir. Onca arsız yüzkıvrımlarında hilesiz bir gülücük istersin. Çit çekersin hayatın ortasından kıyılarına; yürü yürü “yol çakırkeyf”, ıkın ıkın “kazık çatal”dır... Çizersin üzerini: Diplerinde karanlık değil; kan ve gök toplaşır. Yüreğindeki topraktavı, rahmine gömülecek tohum bekler.
Ömür işte, hep kendinle dilleşerek tüketirsin.
Meleştirirsin mayıs kuzularını.
Çayırları kan yeşillersin.
Elverirsin çöllere:
Çölleri yüreğinden püskürten ve gündoğuşundan sökün eden deliyele!
Çünkü çiğdemler her bahar yeniden muştular topraktaki göze görünmez devinimi... O çirkin yumrusu, sapsarı ve incecik çiçeğini kış boyunca bahara biriktirir. Uzuuun soluklu bir sabırdır onu bahara eriştiren. Askerliği içselleştirememiş bir “asker” gibi günleri sayarsın. Yüzüne ve alnına hergün derin bir çentik yerleşmesinin de, giderek derinleşmesinin de ciddi bir önemi kalmaz artık.
Bilerek dayanmak, müthiş ve vahşi bir direnç yaratır insanda. Hayatın tadı, saz tellerindeki tını gibi dolaşır damarlarda. Ne yakınma, yüksünme; ne küs müs! Büyük bir hınçla, mızrak bir bakışla yarıverirsin insanın durmadan içinde genişlettiği karanlığın karnını. Kir deşilir dışarıya.
Kapatırsın o pis kokulara burnunu, dönersin kendine: Sabır yuvana kuluçkaya yatarsın. Çiğdem sarısını beslemeyi sürdürürsün. Zulanda yarına burç kuzulayacak acılar emzirirsin. Ve kuzunun bahara doğacağından o kadar eminsindir ki, aynı yuvaya biteviye besin taşırsın karınca dinamizmi, ivediliği, heyecanı ve coşkusuyla.
İnsanın kendini aynı anda insanlığına ve ölümüne götüren enerjinin kaynağı, işte bu cevherinde. “Her ırmak kendi kaynağından doğar; kendi yatağından kendi tadında akar.” En kötüsü Haliç’te balçığa bulanmak! Billur gibi akarken, umarsız ellerin suyuna daldırdığı çomak, içini bulandırabilir. Ama o içsel akışın doğal saldırısı çarçabuk durultur seni. Ve kendi tadında kendi sesinle akarken, dağdoruklarında yankılanır çağıltın. O senin bile çok önemsemediğin küçük ve ince çağıltını, bazen insanlar değil dağlar emer. Dağlara salarsın enginliğini: Bozkırlar yeşerir.
“Cepkenine cep, silahına ses, ölenine ağıt” ve zor günlerinde gırtlağında soluk olmayan insanlardan uzaklaşıverir yüreğin. Göğün haznesine sürersin birikmiş kişiliğini. Kendi ateşinle eritirsin kendi buzul yanlarını. Ve... kurulup sabrın sıcak yuvasına, kıvam ararsın: Yağmurlama kıvamı...
“Yağacak...”
“Yağmayacak...”
“Yağacak... Yağmayacak...”
“Yağacak, yağacak, yağacak...”
“Ne zaman? ”
“Hemen Şimdi” ve sürekli!
Yağarsın elbette. Yağmak varlık nedenin, sürekliliğin çünkü.
Bu, bir kaçınılmazlık!
Bilirsin ki,
Sen yağmazsan,
“yeşil ördek su içmez gölden”,
nazlı balık ırgalamaz yüzgeçlerini,
merdinli yavruları bulutlara çepik vuracak kanat
büyütmez yuvalarında,
ekin hamaklarında kıpkırmızı gülmez gelincikler...
Kömürgözlü çocuk gözleri, yarın aramaz
göğün uçsuz tarlalarında.
Bilirsin ki,
Sen yağmazsan,
ne gök göktür...
ne toprak toprak...
Bilirsin ki,
Kışı bahara ayartan
kışın burcundan fışkıran incecik bir yaprak.
Mevsimlerin...dördüz... beşiz... altız...
perdelerini
ışık hızıyla çevirerek! ..
Bu kadife yapraksa
biriktirdiğin can
verdiğin görkemli döldür.
Ve bir ninnidir;
ölümlerden
kuytu uykulardan gelen...
Dipsiz uykulara giden...
kuytu çocukluğundan gelen...
Dipsiz çocukluğuna giden...
...gelen... giden...
giden... gelen...
Ninnilerle uyuyan, ağıtlarla uyanan…
Bu kadife yaprak
biriktirdiğin can
verdiğin görkemli döldür.
Nokta... Nokta... Nokta...
Elbette sonbaharını; dökülüşünü, sararıp soluşunu ve düşüşünü de toplarsın mevsimlerden.
Dökülüş,
sararıp soluş
ve sessizce düşüş...
Hepsi senin vazgeçilmez parçandır.
Mevsimler, her dönencede başkalaştırarak öper seni.
Uymazsa mevsimine;
ağının siperi çeperinde
görkemin tavus tüyü etinde
söyleşir de söyleşir
hayat bezgini dilsizler gibi...
Görkemin de, ağının da hurcu vardır içerinde.
Gerçi ağı ne ki;
akrebin kuyruğunda, yılanın dişlerinde...
Yalnız dostlar ağılamasın seni:
Gecelerin gam olur
gözlerin nem.
Yüreğin gazal her şeye rağmen.
-Ağılara gelmeyesin hani! -
Gazal gözlerinle bir nokta koyarsın ıssız ve sonsuz karların adsız bir yerine...
Bu senin ayak izindir;
hayatın karlı sayfalarında.
Yanına bir nokta daha;
...bir nokta daha...
...bir daha...
...bir daha...
...bir... bir...
Upuzuuun bir çizgi oluşturur noktaların içiçeliği ve yanyanalığı.
İşte senin hayatı nokta nokta işleme becerin;
ve ona biçim verme özgüvenin...
bu karışık sanılan “denklem”de dirilir ve sadeleşir.
Amaaa...
Hani göç yolları uzun gelir de korkutur ya geyiği yaşlanınca:
Dal dal dallanan görkemli boynuzları bile yük olur başına;
yol tepmeye, göçe kesmez fersiz gözleri,
iliklerinde yola dönüşen enerji biriktirememiştir
mevsim boyunca.
Çıkınını dolduramamıştır
onca bolluk akışırken etrafında:
Karakışa mahkum eder yaşı ve dökülen dişleri;
o onulmaz karakışa.
Hayat akar onun ötesinde bir yerlerden, bir yerlere...
Kimbilir, daha kaç yılı vardır yolun sonuna;
o bir varmış bir yokmuş görkeminin
yuvarlanışına
dağ doruklarından “intihar” uçurumuna...
...kimbilir, kaç yılı...
Ve ne dayanılmaz manzara; ne acıtıcı!
Nasıl anlatmalı, anlatmalı mı, ne önermeli geyik “dostlar”a?
“Ölüm bir şey değil,
aman güzellikler parçalasın sizi;
çakallara, çaylaklara yem olmasın görkeminiz...
hani” mi?
Bir nokta daha...
...bi...bi...bib!
Bu derin yaraya “neylesin tabib! ”
Dalgalarda okunur, ışıkların yürek kırıkları.
Usançsız uyaksız sallanırken yapraklar,
gündoğuşu sızarken ağaçların kevgirinden;
gün başlar; nabız oynar!
Şahlanır damar!
Acıyla sızlanır, uykusuz gecenin kan kızıltısı.
Usulca ayak dibinden akıp geçen
bir kıraç yılanının
kıvrımlanarak akışı
dağların arkasından yukarıya çeker sabahı!
Çınar ormanlarının yeşilinde
yitip gider fısıltısı hışıltısı mışıltısı.
Kimse anlamaz, kim vurmuş bu yorumsuz kapıya
şu açılmaz bukağı kilidini!
Üzülmek birşey değil!
Deli işi depreşmek.
Delirmek, depreşmek ve ölüm en kolay “teselli”:
Bulut çökmüşse bahar doruklarına
burçlarında gülüşler yeşertmek
ıssız bir kaynak gibi can salmak kıraçlara
akarlarda köm köm ninni büyütmek...
Serpilmek kova otları gibi...
Zor der, anlaşılması olanaksız yapıtlar!
Kimse anlamaz, gürül gürül akan bu pınar
neden iniverdi toprağın gerigelinmez
derinliklerine,
birden o çoğul, o yaygın çağıltısını
neden kesiverdi!
Ağır oturur insan bilincine,
hiç yazılmayan ve yazılamayacak olan
şiir kavurgalarını okuyup,
kaburgalarını ovuşturmak…
Dizeler yaşanır, kısa kısa; kestirmece
pirinç fidelerine can verir sulak.
Sözcükler uyutulur, beynin surla çevrili koğuşlarında.
Küfürbaz şiirler kurulur, kudurgan deniz köpürtüsünde.
Boğaza kılçık takılır böyle yalın günlerde;
zordur, içinde ırmaklar çağlayarak
yut-kun-mak!
Kimse anlamaz, nedir
kuluçkada cenince gün sayan
bu arsız dölün dili.
Nokta!
Bir nokta daha…
...bi...bi...bib!
Bu derin yaraya “neylesin tabib! ”
Yanına koyacak başka nokta mı var?
Bir fırtınayla dağıtıverirsin bulut yoğunlaşmasının güneş neşesini, olur biter!
Avucunda kalan son noktayı içgüdüsel, bilinçli ve tarihsel olarak peşinden hayat dokuyan yeni dinamiklerin avucuna ekersin. Artık onlar çoğaltırlar kendi enerjik damarlarında yağmur damlacıklarını... Ve gökkuşağını...
* * *
Son nokta henüz avucundayken, onu genç hayatın tavlanmış tarlalarına ekmeden önce neyi hayaller insan; belleğinde dışarı üfüreceği neler vardır?
“Hangi yılları
hangi ayları
hangi günleri
hangi saatleri, dakikaları, saniyeleri ve saniseleri
hiç yaşamadım,
nasıl hesaplarım?
Gerçek yaşım şimdi kaç,
Nasıl çetele tutarım?
Kaç çizgim, kaç noktam, kaç damla terim
ulaşılmaz dağ zirvelerinde
lapa lapa kar?
Hangi tutkularım, sevdalarım, sevgilerim
ummanların derin gelgitlerinde
yunuslar gibi coşar?
Hangi acılarım, gözyaşlarım, hüzünlerim
hayatın ballı gözeneklerinde
arılarca vızıldar?
Yaşamadıklarımı yaşamdan niye sayayım?
Yaşamadıklarımı düşsek yaşım denen yıllardan,
şimdi acep kaç yaşındayım? ..” diye düşünmek;
yeni bir yaşam tasavvuru mudur?
Yoksa son nokta... maddeciliği mi?
* * *
Son nokta belki de en uzun ve en bilinçli yaşanılan anıdır yaşamın. Ve belki de en özenle ve titizlikle korunan cevheri insanlığın! İnsanlığın insanca yaşamına adanmış yaşamların ve kişilerin bitişi yoktur. İnsanın ve insanlığın sürekliliğidir bu. Güldalları sürgit çoğaltır burçlarını... Çiğdem sürgit yumru büyütür... Ve yüzünde hep ağrılı bir gülümseme vardır. Kıraçları kaplayan bir gülümseme. Kire tutsak insanlara sunduğu güneştir kıraçlardan! Doğanın kıyısında yaşanmaz! Yerçekiminin yüzügözü hürmetine ona tutunursun...
Bazen bademgözlü yarinle, bazen bedemgözlü yarinsiz, ama onun özlemine tutunarak doğalaşırsın, doğallaşırsın.
Yağmur yağmasa da, bademgözlü yarini içinden doğurursun. Adını anmasan bile, o hep mahzenlerinde koşturur yalan atını. Truva kalesinde çekmiştir kılıcını; bulut biçer, damla kurutur, gökkuşağı kırpar... Diri diri gömmeye alışıktır çünkü insana ve insancaya ait ne varsa... tüm güzellikleri!
Kanatlarda Kelep Kelep Dolunay
İşte böyle! Kimseye, ama kimseciklere hiçbir şey yazmazsın!
Bademgözlü yarin olsa, uzun uzadıya çağıldardı sayfalarda!
Ne yazık ki yok! Yada iyi ki de yok!
Hem bademgözlü yari neden isteyesin: Kimin altını açsan sayısız civcivsiz yumurta. Kire tutunanlarla neyi; nereye kadar birlikte yaşar insan! Yazılacak yalnızca gülden kalkıp şeftali çiçeklerine, sonra erik çiçeklerine, zambak ve begonyalara... aceleyle ve iş zevkiyle dolaşan arılar kalıyor geriye. Bir de dolunay...
Çiçeklerle arının devinimli ve dinamik aşkı balı doğurur.
Senin aşkınsa, bugün dolunayla: “Ayın ondördü! ”
Nazım usta ayın ondördünü resimlemiş:
“Paris’te aç gezen, İrlandalı bir polis, Londralı bir lord, Fatihli hırsız, şair Salih Zeki, kızaran bir parya, bir çay tarlası...”
Acaba sevgiye, sevdaya, tutkuya, aşka ve devrime adanan Benerci’nin yaşamı da gördü mü “ayın ondördü”nü! Yıldızlaşan yumruğunu salladı mı utançlı karanlıklara dolunay! Ateş böcekleri gibi uçuşarak gecenin göbeğinde, keleplendi mi kanatlarında!
“Dolunaynan uğraşma,
kuduz it gibi delirtir seni” der
Anadolu köylüsü:
Sen küçük bir bulutsun
ateş avuçlarında yeşil uçuşan,
vede duygularının anaforuna kapılmış
sefil bir hayalci...
Kanatlarında ay,
ayçiçeği açmış yaldız yaldız
kanatlarında keleplenmiş dolunay!
Sevgin, aşkın ve tutkun
yağışın, yağmurun ve suskun
hergün biraz
hergün biraz
dolu dolu...
Dolunay...
Sen küçük bir bulutsun.
Eski kasırgaların hışmıyla darmadağın.
Hangar kışlığında yalnızlığına aşık.
Vede sefil bir hayalci.
Yalnız hayalinde ovuyor ipek elleriyle yağmur,
yaralarını ve kırıkdöküklerini.
O derin köklerine yağmıyor can.
Anadolu dağlarında papatya açmıyor yaran.
Bebekrenkleri paramparça gökkuşağının.
Acıların şahlanmıyor sevgi tembeli avuçlarda...
Kanaviçe yüreğin
göz göz-oda oda
işlenmiyor
işlenmiyor neyse nedeni!
Yok mudur yağmurun elinde hünerli iğnesi...
Batsa çıksa,
çıksa batsa...
hergün biraz
hergün biraz...
dolu dolu...
Dolunay...
Sen küçük bir bulutsun.
Toprak sensin
gök senin.
Kanatlarında ay
ayçiçeği açmış yaldız yaldız...
hergün biraz
hergün biraz...
dolu dolu...
Dolunay...
Sen küçük bir bulutsun, “dolunaynan uğraşma! ”
Dolunay, yırtıp karanlıkları, göbeğine saplanır denizin. Heyecanlandırır ve coşturur, medcezir. Ortaklık, orada açar pandora bohçasını. Sevgi, adacığını yalnızlıkların iniltisine ve denizin köküne orada kurar. Aşk, sevda, devrim... dipten dalga dalga oradan eser ve yayılır yüreklere... Parkasını omuzuna atıp silahını zafer işareti gibi V yaparak dağlardan orada gelir dostlar. Eşarbını bayrak gibi sallayarak allı yeşilli mor elbiseleriyle, yıllardır sıkmaktan ağrıttığı dişlerinin ağrısını unutan gülüşleriyle oradan fabrika önlerinde toplaşır ihtilal ruhlu kadınlar...
Öyleyse Benerci kendini niye öldürsün be usta; olsa olsa belleğinden ve direncinden çetin bir nokta devretmiştir dolunaylı yumruklara.
Dolunay büyüteç gibidir:
Küçük ayrıntıları çırılçıplak resmeder.
Dolunayın dili vardır, konuşur.
Dolunayın eli vardır, dokunur.
Dolunayın dudağı vardır, öper.
Dolunayın eti vardır, oynaşır.
Dolunayın yüreği vardır, sever.
Dolunay omuriliktir.
“Omuriliğe değende sürgün
‘Mavi Gözlü Dev’i anlarsın.
Kelep atar gözlerin uzaklara;
çoook uzaklara...”
Ufukötesi
satır satır tepinir hasret damarlarında.
İşlersin maviyi
işlersin atlas atlas
nasırlanır aklın!
“Kelep atar gözlerin uzaklara,
çoook uzaklara...”
Yatağında taraklar sivriltir uçlarını:
Hayatın sütliman kolyonlarında dillenmek
felekten çalınmış ayyaş bir dolunay gecesi
tam da ölüm pazarlığa girişmişken;
özlem olur arasıra;
tek bir harf anmadan
somuta ve bugüne ilişkin;
tek bir paragraf yaşamadan
hayat okyanusunun
bildiklerinden sarhoş dalyanlarında.
Tek bir satır yazmadan,
yarına sabırsız koşulardan...
Yalnızca anıların kutsal öpücükleri dudaklarda...
Islak bir yağmur nemi, kasıklarda...
Felekten çalınmış ayyaş bir dolunay gecesi;
zevkten dörtköşe
ensende onurlu yaşamın kesirsiz kumkumasız nefesi! ..
Hayatın sütliman kalyonlarında kendince dillenmek
bir an bayılıp uyumak sırtüstü; gerine yellene,
bir an kurtulmak yatağındaki taraklardan.
Amaaa...
Hiç rahat bırakır mı dolunay; ayrıntılarına tutar şavkını:
Yün yatak bile “baldırına” batar böyle anlarda.
Sığamazsın ne ahirete, ne de dünyaya.
Etine köz dokunur, kaçarsın balkona.
Balkonda dikkatle gezinirsin,
aklındaki mayınlara basmamak için.
Gözün kapalı daha iyi görürsün aklındaki mayınları;
içeriyi ve dışarıyı:
Bakarsın,
rüzgar iğde tozuyla doyuruyor karnını,
deniz ışıklarla,
sen aç!
Geceyi yutuyor deniz,
çiftetelli havasında emişiyor rüzgarla;
umursamaz bir ıslık
makyajsız dudaklarında;
sen kendine muhtaç!
Balkon yataktan şenlikli,
burun direklerini sızlatan doğa,
sen cascavlak kıraç!
İğde kokusu, ışık kokusu, deniz kokusu, rüzgar kokusu...
Hüzün dolu hengame arasında
ıssız gece kokusu... kayan yıldız kokusu...
Yok, yok!
Issızlık kokusu.
Sahillerin çakıl çakıl sancı döşeli;
köpük köpük ağaran yalnızlık kokusu.
Kokla kokla yalnızlık
kokla kokla insan...
Kuşku yok!
Dağarcığında hayallerin; elbebek gülbebek çocuk kokusu.
Özlem kokusu, ana kokusu.
Gülüş kokusu, ana kokusu.
Kucak kokusu, ana kokusu.
Bulutlar azıttı iyice:
Gök sinirini kusuyor
kozalak kozalak.
Ahşap oda camları
ha kırıldı
ha kırılacak.
Güzene sobada meşe odunu
Fırınında endüstrisiz patatesler
ve fosunlanan lokum pelidenler.
Bir diz başının altında
bir diz...
Saçlarında bir el,
süvari
kıymıksız
ve dikensiz.
Ananın yapmacıksız eli!
Okşuyor... okşuyor...
Gürül gürül sevgi!
Okşuyor ha okşuyor bugünlerini.
Bu ırmak
çoktaaaan ulaştı okyanuslara
arama diyorsun, artık arama...
Gök sinirini kusuyor
kozalak kozalak.
Göğsünün ahşap duvarları
ha çatladı
ha çatlayacak!
Gök sinirini kusuyor
kozalak kozalak.
Ananı anıyorsun;
hiç eskimemiş bir yaşamın tazeliğinde.
Ve şaşıyorsun,
kıymıksız yıllara sondaj atarak.
Anan çıkageliyor fırtınalardan,
elleri elektrikleniyor
çıtır çıtır
ak saçtellerinde.
Anan çıkageliyor fırtınalardan;
gülüşü, kucağı ve kokusu...
İraden-dışı, bellek liflerinde karıncalanan bu içoynama,
ne W.Reich’ın
“aile-içi zina bağlılığı” gibi bir bilinçaltı kasnağı;
nede “ölümseverlik” gibi Ganj kurbanlığı.
Yalınızca dünden, bugünden ve yarından
taa iliklerine sinmiş dayanılmaz koku:
Artık gelsene
artık sarsana
kokusu!
“Dolunaynan uğraşma delirirsin” der Anadolu köylüsü...
Delirmek hangi dik dağa tırmanır.
Depreşmek, delirmek ve ölüm
en kolay teselli!
Sessiz çığlıklarla delirmekten daha yoğun ve daha ağır bir acı yaşayabilir mi insan!
Yürür mü geçmişin puslu serinliğine;
sek sek oynayan çocuklar gibi hilesiz.
Körebe mi, yoksa tek gözü görür mü! ..
Geçmişin, bugünün ve geleceğin birbirine karışır:
Bugün geleceğe ayak bastığında geçmişine doğru; geçmişin o göz gözü görmez bulutlarına daldığında geleceğe doğru sarsa sarsa götürür gemin seni. Rotası kendi fırdöndüsüne, kendi şaşkınlığına kırılmış gemin.
Yakıp fenerini, dalarsın uzun zamandır ziyaret etmeye zaman bulamadığın ve örümceklerini temizleyip içine dalmaya çekindiğin kendi mağaranın kıvrımlarına:
Ne zaman çakışmıştı durgun bulut gözlerinde
gök, oğlum
o yeşilgözlü “dev”in
içhapishanesinden dışarıya açılan
iki yeşil mazgal deliğinde!
En son ne zaman dökülmüştü,
bir içtenlikli
“güle güle geri dön” dileği,
ve bir kova
hasret suyu ardından.
Sular gibi aktı mı ömrün...
Hangi derelerden çoğaldın okyanuslara,
hangi sel yataklarından devşirdin verimli çağıltını.
Ne zaman keleplenmişti dolunay göç kanatlarında!
Anadolu-Afrika göklerinde mi?
Yoksa daracık kuş adasında mı buruldu
minik yüreğin!
Nerde aldın yüreğinden o tenha yaranı;
sürgün iniltilerinden mi?
Dibine göleklenmesinden mi
zamansız yağmurun...
İçyumağından mı dolaşıklaştın
fırtınalı bulutun...
Yoksa ağustos seherinin
kaçamak çiftleşmesinden mi
yedin zıpkını? ..
Nerde aldın de hele;
şu ince yüreğinden
o onulmaz
o tenha
yaranı...
Yüreğinde kırpışırken
delişmen yıldızları gençliğin,
yanaklarında tadı kalan o meltem
ana dudaklar
o beklentisiz saran sıcacık kollar
o diri kucaklama:
O doğal yürekatışı anneliğin...
Yıllarca, ama yıllarca
bu güzelliği çeyizine biriktirdin.
Yüreğinde yıldızlar akışırken,
burcunu koparan doğurumsuz bıçaklar;
peşpeşe darbeleri eligülsüz “dostlar”ın...
Hatta özkardeşinin... özevladının... özsevgilinin...
... öz... öz... öz...
Yaşamın, saçtelinden körtırnağına
...köz... köz... köz...
Acın, hüznün, gamın ve kederin,
aşkın, tutkun, sevdan ve sevgin...
düğüm düğüm...
...kördüğüm...
Dolaştıkça düğümlenmişsin;
...çöz... çöz... çöz...
İçdüğümlerini öfkesiz kinsiz aç
ve kurtlar gibi “bildiğin dereye kaç”
öğütleri...
Bulutlanmış dağ ıssızlığında
...toz... toz... toz...
* * *
Mahşer günüdür ya bugün;
bildirbil oynarken çocukluğun,
bir yağmur küllersin
içindeki sevgi mezarlığında...
Neşterlersin, derininde seğriyen yaranı
neşterlersin... neşterlersin... neşterlersin...
neşterlers... neşter...
…neşter...
neşte... neş...ssss!
Mahşer günüdür ya bugün;
bildirbil oynarken çocukluğun,
bir yıldız daha silersin
içindeki gökyüzünden.
Kimse anlamaz nerelerde nasıl oyuldun...
Silersin olur biter:
Silersin...
Silersin... silers...
Silers... siler...
Siler...
Sile... sil... si... sss!
Mahşer günüdür ya bugün;
kalabalık bir sofra
ve kaşığında karavana...
Aşk sana, sen aşka küsss!
Aşk sana, sen aşka üsss!
...Yüreğin Kırlangıç Dökümü
Dilin varmaz söylemeye:
Alı al
moru mor
çiçek değildir –geç anlarsın-
Göçlerden
bulutlardan
yağmurlardan
mevsimsiz indi neden
yere kanatların, yere
kara toprağa!
Çok geciktin!
O sevgi göğertilerinin yıldızlı burgacında
çok, çoook uzun tünedin!
Dilin varmaz söylemeye:
Alı al
moru mor
çiçek değildir –geç anlarsın-
ne bugününde
ne yarınında.
Davul çalmaz bir türlü denginde, ayarında.
Dün ise çoktaaan dikmiştir nalları.
Billur su çıkmaz yüzeye,
kaynayı kaynayı!
Cenaze kaldırılır mı hiç
oynayı oynayı!
İçindeki faya yüklenir kopuşun ağır balyozu;
göllenen enerjiyi püskürtemezsin
daracık deri gözeneklerinin
daracık hortumlarından.
Diyemezsin,
“Sahi de bana kapı mandalım
de bana hayat kilidim
ne ararsın gönül bozkırlarımda.
İnan sana göre değil
özenbezen bahar emzirdiğim
nadas topraklarım.
Başka yerde kısmet ara sen,
ama lütfen!
bugünsüz yarınsız sevgisiz
geçmişsiz geleceksiz gerçeksiz
bencil oltana...
Şansın güleç
aklın şaşbeş
toprağın bol ola!
Alı al
moru mor
çiçeksen
gönül bozkırlarımda
bulutlardan yıldız tozlarımı toplasana...
Bir aşk fısılda
o uzak adalardan
o yıllarca tepilerek dokunmuş
karakeçenin arkasından.
Alı al
moru mor
bir yağmur damıt,
bir bülbül hüznü yolla
bulutların üzgün sarkaçlarına
ve derin yaralardan yüreği sarkık oluklarına.
Bir yağmur fısılda, bir şakı hele
içerde gündüzleri bile karanlık göğün
mahşer gününe...
Bir yağmur...
...yağmur...
Bir şakıma...
...şakıma...
Gök yorgun
geceler uzun ağır
bulutlar mahzun!
Irmak soluğu mahmur!
Özün yitirmişse yağmurluğu
dokunmasın yaban ellerin
ölümün yeşilgözlü yürüyüşüne damarlarda.
Yağmur olmamışsa adın
çiçekli çarşafların yaldızlı çıplaklığında
çürük kabak gibi oydurmuşsan içini
taşkaşıklara… hah hah ha….
Şansın güleç
aklın şaşbeş
toprağın bol ola!
Yoksa don dokunur
zulalarda yeşermeye alışkın tohumuma:
Birden kahırlanırım! ”
Dilin varmaz söylemeye:
Yazarsın bir yeni yıl kartının arkasını.
Yanlama bir çentik kazarsın ortasına alnının.
Hangi duyguların tomuruna sürsen kuşyüreğini;
avuçların sancılı bir toprak,
hummalı bir sonbahar dalların.
İçin boydanboya suskun ve çıplak,
aklın masmavi...
Masmavi uyanmışsın.
Ve farketmeden,
kuytu bir gayya akşamına bulanmışsın...
Sözün yok, sus!
Midyeler şurandaki karakışta
sürekli, çoğul, sıra sıra!
Yıldızlarca kalabalık incileri,
dokuyan dokuyana...
Eksensiz dokunuşlar,
gözlerde yorgun yanar.
“Son Bahar”da sevgi,
yangınyerine çevirir kuşyüreği...
Çorak bir öpücüğe susamıştır çünkü:
Yılların dilsiz hasreti
ortadan ikiye yarmıştır çığlıksız beyni...
Dokunduğun yer
ince ince kanar.
Sözün yok, sus!
Yum gözlerini meyveli ufka,
aklın kıvrımlarına koş...(ma!)
Ne önemi var!
Nasılsa döne döne sonbahar!
Sonbahar ki,
göç ve fırtına
sis, duman ve kurtgünü:
Yaşamın, anıların, yüreğin...
göç yolları gibi kırlangıç dökümü.
Yani hayat,
yazılmamış kitaplar gibi lal:
Islak ıssızlığında sapı ustura yemiş
isyankar bir karanfil, mas’üstünde
ruhu ihtilal;
kıpkırmızı, kat kat, dipdiri...
Gökyüzünün sırlı kapısı
“yolüstünde sandık” gibi kilitli!
Yani, aksayfaları
öksüren bulutlararasından gözkırpan
yıldızlar gibi sabırsız
tarıyorsun.
Son sayfada son nokta koyacak,
“haldenanlar” bir çamgölgesi
arıyorsun.
Ne garip “aşk” ve “tutku” ki,
hayatı değil sayfalarda
dönüp dönüp kendini... Kendini...
karıyorsun!
Yani, herşeye rağmen, “yeni yıllar,
burçlarında sevgiler kuzular
ve sevinçler çoğaltır”
diliyorsun.
Dağlara Tutku Mayalama Sevdası
Tutku mu,
kendi içinde tutsak...
Dağlara mayalamadın ki!
Yara ve acı yüzeysel,
sevgi sakız mı?
Defterlerin yazılmamış sayfalarını
hiç okumadın ki...
Suskunluk mu,
bir isyan...
Kendi içine kapalı bohça...
Anıların belleğinde karakına.
Bulut devinimleri belirsizlik mi?
Bulutların ergen ve ergin dilini
hiç anlamadın ki...
Onur mu,
ormanın alfabesi...
Ağaç ormanın gelişigüzel yaması mı?
Hayır, onun öznesi, iradesi;
bu aşkla toprağa daldırır kepçesini.
Sürekli özgürlük solur;
...bir dışarı... bir içeri...
Yeşilgözlüdevin gözlerindeki çılgın özgürlüğü
coşkun dürüstlüğü
hiç görmedin ki...
Çatlak topraktır yüreği,
sahra sahra yanar çölleri:
Dokunup bulutun saçılgan devinimine
sicim sicim yağmadın ki...
Onmayası; yağmursuz koydun yarpuz elleri!
“Sus söyleme
herşey gereksiz artık...”
Hüznün toprağını
işleme artık
sürme artık
ekme artık!
Verimli göğüslerde yeşerecek tohumun
var mı ki, var mı ki...
Okyanus mu?
Okyanus dediğin insan yüreği;
suçu yakamoz
cezası akıntı.
Kıyıları kir, pas ve pasak.
Ortası pırıl pırıl; ışık içmiş bal süzmesi...
Yaşamsa dalgalanır tsunami tepelerinde;
bir ileri
bir geri...
Yüreğini okyanus gibi açmak
geniş ve delice.
Okyanusa sürmek gençliğini
söğüt gölgesinde ağustosu içmek gibi...
Zevkten mayışarak,
öpüştüğü noktada gölgenin güneşle;
vicdanı kabe kılmak...
Ekmek kendini yalın evleklere,
adsız çıkarsız bahçelere;
müthiş eğlenceli.
İnsanca yaşamanın başka yolu
var mı ki, var mı ki!
* * *
Yaşamsa yaşadıkların,
insana aitse çığlıklarla dışarı düştüğün yırtık;
nedir başlama noktan.
Bunu, ne böyle anlamsız büyük sorular soran bilir.
ne de böyle gereksiz soruya yanıt arayan.
Dillerde çürümeye mahkum kozalaklar;
özsüzdür;
ve çürük ve döküntü.
Sözler pörsüktür;
ve süslü ve püsküllü;
...ve ödlek ve papağan.
Bir dirsek atar devirirsin tümünü:
Ne gam kuluçkanda kımıldar,
ne yüreğine toz konar.
Dağlara salarsın bulutları;
yağmur olur maya tutar.
Bir bulut sıradanlığın ötesinde, bir bulut
bir sevdalı
bir tutkun...
Severse ölesiye;
gerçeğe susuz
yalana suskun...
Sabrını içer kanından:
Avunusu kendisidir; kendini emer Anadolu damarından.
Yaralanmış ciğerinden; silkinip atmış dünü palanından,
derisinde; hala seğriyen kalleş hançer gözenekleri.
Kendi kanından sular
ayartutmaz gülçeneklerini.
Yarasına lokman kendi tükrüğü!
Teker teker belirir ufukta isyancılar!
Kelinin ilacı, alnındaki ter:
Uykusuzluklardan biriken kendi merhemi.
Güvenle sürer;
acır
acıtır.
Küpü kendi doluluğu çatlatır;
gam buharlaşır... buhar... buhar!
Damarında pıhtılaşır kan gelgitleri.
Bir bulut sıradanlığın ötesinde,
bir bulut
sıradanlığın ötesinde köklenmiş düşleri.
Kanatlarında umursamaz avunu çepikleri.
Sabrını sınar yürek gelgitlerinde;
paramparça oluverir,
içindeki ana-dolu yadigarı put!
Ama, hödük ardına tutar gülü:
Yeşil taşlaşmış şu kuşkonmaz adalarda.
O güzelim martı inadının salkımaralarına
sahte yalan
saçma sapan
yaltakçı övgüler yuvalanmış.
Yüreklerse çöplük; moloz, kir ve pis koku...
Yüzüne bakmak bile kusturucu.
En iyisinin alnı billur tükrükle aklanmış.
Uçkuru düşük kaşarlıkta kahrolası sıradanlık:
Gövdesi çirkin damarı kuru, kupkuru;
ne dalı yeşil, ne koçanı uyanık...
Varsa yoksa alaveresiye
“yağmasa da gürleyen” şaklabanlık...
Belden aşağı küfürleri hakeder haketmesine;
ah şu dilin kabuğu kışlık!
Söz biter, dil kurur!
Kendi iflahsız çamuruna terkeder hödüğü.
Yarasına lokman kendi tükrüğü!
Teker teker belirir ufukta isyancılar!
Ne gam kuluçkanda kımıldar,
ne yüreğine toz konar.
Dağlara salarsın bulutları;
yağmur olur maya tutar.
Şuursuz şelaleler gibi köpük köpük bulutlar;
kelepçe vurur dağlara, yüreklerinde devrim kaynar.
Dağboyunlarında gezen insan ayağı sağlam basar toprağa;
topraktır; “sadık yar”dir,
bildik tanıdık silahlara bağrından çiçek sunar.
Gürültüsüz bir şenliktir, karşılıklı yakışma:
Ne duyguların çelişkiyle irkilir, ne yaşamına bulaşır puştluğun pası.
Mahzeninde, yalnızca o mor yamaçlarda kıvıl kıvıl kaynaşan devinim...
Arasıra da kendinle şiirsel göğüsleşmeler; tınlayan tellerinde gerilim!
* * *
Bulut döller dağı.
Dağlar yeşilgözlü
aksaçlı aşıktır:
Tutunur salıncağına bulutun,
uyanır
dağın ateşli üçgenlerinde kımıldar bulut,
bulut dağın gülüşündedir,
dağ bulutun koynunda…
Çiftleştiklerinde güneşin andacında:
Beraberce kuluçkaya koydukları
bir deste ağıttır
bir tutam da umut.
Sevgiye adanmış insan yaşamı
“bedel kalesi” mahkumu;
konuşmaya hiç yanaşmadığın tercihin bu;
özveriyle ödeme günlerini unut,
...unut... artık unut!
İşin tutku mayalamak dağlara!
Gelgeç Duygular...
Gelişigüzel Günlükler... vesaire
Sevgi, sevda ve aşka ilişkin seleler dolusu sözler yazarsın “Günlük” defterine!
Yani adını “sevgi” koyduğun defterine.
“Aşk yaşanmalı: Söylenmemeli, yazılmamalı; sadece yaşanmalı” yazarsın.
Ama sen elikanlım, o kırık-hurdahaş kaleminden dökülenleri hiç yaşadın mı? Basit bir “duygulanma”nın(!) akıntısına kendini cömertçe sunarken; her fırsatta sevdiğini söylediğin insan damarlarına ezberindeki sözcük çıkınından sunduğun sevgi sözleriyle cilalanmış zehir akıtırken hangi aşktı yüreğinde eşinen? Aşk senin için gelişigüzel bir zavallılıktan başka ne? Gelgeç, elibıçaklı ve elibalçıklı!
Yaşanmışlardan hangi küpeleri takmalı kulaklara: Aşk özgürlüktür, özgürlük. Bir başkasını mutsuz etmeyecek denli özgür olabilmelidir seven insan. Özgürlük, yoz yüreklere ağır gelir. İnsan, kirlendikçe çürür; sevdaya ve aşka bağlılığı küdleşir. Oysa insan kendini, iradesiyle özgürleştirdiği ölçüde aşk, sevgi ve sevda kazanına katacak tuzu vardır. İnsanın özü ve anlamı budur. Bu bir “üretim”dir. Atölyesi ise insandır, insan yüreğidir.
İnsanın yeşilidir bu: Putlardan ve köhneliklerden arınım damarları, burada tutunulan ilişki ve sarmaşıktır. İşte sana yaşanacak duygu ağı! İşte sana yaşamda karşılıkları tamamen somut sözcüklerin emziği. Üretim sözde kalmayacaksa; zevkle ve şehvetle tadılacaksa hile-hurda katılarak gerçekleşemez. Tek başına, yoz ve içi kof yaşamın üstüne hiçbir sözcük makyaj olamaz. Böylesine ham çabayı neyle örtebilir insan.
Güneş,
sabah doğudan doğar;
akşam batıdan batar!
Bu gerçeği inkara kalkışan veya tersine döndürmeye yeltenen kim olursa olsun, yaşamın en insanca dilimlerinden yalnızca birkaçını oluşturan aşk, sevgi ve sevda gibi en insani duyguları bile ısıramaz. O, yalnızca bozuk motor gibi öksürüp durur hayatın utançlı kıyılarında.
“Yaşam, tüm güzelliklerin duyumsanabilmesi” olacaksa, sofra hazırdır. Bu sofra ise herkese açıktır. Buyur da istemez ayrıca! “Duygusal insanlara ulaşmak zor” mu? “Ulaşamadığını ve bazen sana ulaşılamadığını hisseder” misin?
Duyguların dili tamamen özgürdür oysa. Hatta düşünülenden çok daha özgür. Duyguların dilini özüyle-sözüyle konuşabilenler için hiç, ama hiç zor değildir. Yalnızca özü-sözü ayrı olanlar, bu duygu dilini konuşmaya yeltenince...
Şapka düşer kel görünür!
Çünkü duygu dili, onurlu ve şerefli insan dilidir. İnsanın kendine yabancılaşmasından, dayatılmış verili yozlaşmadan ve bireyin özgürleşmesi ötesinde kurulmuş bencil bir yaşam tarzından kendi iradesiyle kopuşun dilidir. İnsanın insanlaşmasının dili... Duygu dili, sözcüğün tam anlamıyla üreğen, süreğen ve devrimcidir. “Sevgi, öylesine geniş ve engin bir duygudur ki, tüm kapılar kapatılsa bile yüreğine; o, kendi içinde umut üretir... üretir...” İmza!
Ne demeli, hangi küpeleri takmalı kulaklara!
Dilin varmaz söylemeye: Yıllardır biriktirdiğin billur tutkuların küçük heyecanıdır sevgi. Ellerini koyacak yer bulamamandır abdestine güvenle görüşünce. Gözlerini kaçırmak beyhude çabasıdır; yada masaya, örneğin ayran dökme sakarlığı...
Yani bir aşk ve sevda sürekliliğinin, yıllanmış ve değerlenmiş kaçınılmaz dökülüşüdür gözlerden. Kurşun deliklerinden sızan kan gibi bütün deri gözeneklerinden sessizce püsküren; yıllar içinde kartopundan başlayarak büyümüş çığ dağı gibi engel tanımaz bir heyecan ve terdir sevgi. Yüzünün kızıl kora dönmesidir yıllar sonra. Gözuçlarında topul topul çiçek açmasıdır saklı duygu ocaklarının... Balkonu unutup, farketmeksizin gökte yitmektir sevgi.
Gece “Balkon Sefası”na çıkarak;
Kim
Yırtmış
Göğün
Sayfalarını…
Kırpık
Kırpık
Uçuşuyorlar...
Gecenin
Umarsız
Suskunluğunda
Ateş
Böcekleri
Gibi!
Hey yıldızlar
yıldızlar
Biraz
da,
Yüreğimin
Yuvasına
Yumurtlasanız
ya! ”
demektir sevgi.
Geçmişi, bugünü ve geleceği birbirine karıştırarak dalıp gitmektir.
İşte bu, emeğin damıtılmış resmi!
Deli Hayal-Dilek Ağacı...
Kuruntuların Pervazlarında Kanadı Çabuk Serçe
Sevgiyi, içindeki deli hayallerde aradığın günler “şimdi” yaşıyorsun gibidir.
Hayalinde çok eskiden kurguladığın, niteliklerini ezbere bildiğin hayali insanı ararken;
ne ayağın yerdedir
ne başın gökte.
Ne gelenekte bulursun aradığını;
ne bugünde
ne gelecekte!
İçindeki küskü vuruşlarına dayanamadığın hayallerle yaşamaya zamanla alışırsın!
* * *
Sen hayatıma hiç girmemiş,
sen uzak insan,
sen hayallerdeki canlı raslantı...
Sen sıkıntılı anlar pervazlarında
kanadı çabuk gezinen serçe!
Birgün rastlamak sana;
gök dölleyen şafak,
kankırmızı etekliğiyle ormana sarılırken
gözleşmek...
Dolayıp kirpikleri birbirine
“Ağustos bir” sabahını içmek...
Tek bir sözcük
araya karga burnunu sokmadan
sözleşmek...
Ufuklarda
farfarasız yitmiş birçift kanlıgözle,
tüm isyanların ayakta...
-...dimdik...-
Kendi ıssızlığında yemyeşil çayırlar gibi:
Doğurucu, güleç ve derin.
Seherde, çiçek üstünde çise gibi:
Duygulu, çekici ve serin.
Kumlarca çoğul
çöllerce sonsuz
ateş gibi yakıcı ve kuralsız.
Öylecene işte; öylecene peçesiz örtüsüz!
Avucundaki kıpkırmızı sihirli şafak,
yarın dağeteklerine rengini saçarken
aşkla sarılmak;
omurunda çelik direnç...
-Tavında sıcacık ilik...-
Budanmış bir kent yozluğunun
balçık anaforlarında yitmemiş,
kendi işliğinde, işçiliğinde
kendinden söz etmemiş...
Yüreği rüzgarda çiçektozları gibi uçuşan,
kendi mevsimleriyle sarhoş
yerinde duramaz...
-Sürmeli bir keklik...-
Yani hayal bu ya!
Karnında yarın bebeğini emziren -bir nitelik...-
Öylecene işte; öylecene peçesiz örtüsüz!
Bilirsin:
Sevginin geçmişi de geleceği de bugündür.
Sevginin de memesi bugün emilir çünkü!
Hayatın da!
* * *
Yıldızlar dökülür gecelerine,
yıldızlar üşüşür deniz seyrangahının çardaklarına.
Genç coşkuların avucunun içinde
dişlerin tango çalar.
Damağında deniz tuzu,
kupkuru...
Karanlık tarar gözlerin.
Çığ çığ büyüyen ufka kilitlenirsin.
Saklambaç oynamaz artık;
kızgın hayat sacında çiçeklenen
çılgın geleceğin.
Deli hayale tuttuğun dileklerin kör kuyularında dönenirsin:
Döne döne... başlangıç...
Başlangıç... ve geldiğin kavşakta
aslında aradığın geleceğindir;
o somut çılgın geleceğin.
Mahşer günüdür ya yüreğinin;
tırmanırken “Dilek Ağacı”nın pütürlü gövdesine
durmaz kahrolası kemiksiz keşmekeş dilin:
Dersin ki,
Yağmursa adın;
çiçekli gümüşlü çarşafların çıplaklığında
kışkabağı gibi oydurmamışsan içini
altın kaşıklara...
kavağımda yelim olasın
bozkırımda yeşilim
gecelerimde uçuşan ateşböceğim
yüreğimde kımıltım.
Atlaslarda pusulam olasın
zifiri labirentlerimde ışığım
damarlarımda kanım
savrulma kavşaklarımda şaşımsızlığım.
Duygularıma ahenk olasın
çalasın tellerimde acılar çalasın
vede aklımı başımdan alasın.
Sırtımdan vuranım olmayasın:
Ne yatağımda diken tarak
ne yüreğimde yemlenen çıban
ne gözlerimde çapaklı yalan...
Şiirime ilham olasın...
Ruhumun kumlarına dokuna ayakların.
Anlayasın acılarımı; okşayasın öpesin.
Tüketesin coşkularımı; paylaşasın…
Üretesin çoğaltasın kuzulayasın... kuzulayasın.
Kısır çöllerimi tohumlayasın;
olanaksız sahralarıma yeşil fideleyesin.
Tavlayasın alnımın akını; işve bağlarımda sürgün süresin.
Vede göçebe hayatıma giresin.
Elin elimde yürüyesin son nefese,
hüznümün susuz sonsuzluklarına yürüyesin...
Bulutlara;
o pırıltısı sinmiş yeşilgözlerine bulansın yağmurun.
Yüreğimin ağlarına tutunsun
o gökkuşağı uçuşan minik kuşun!
Yoksa hala Anadolu etimde
asırlardır sağır vicdanla oynayan
ağır mı ağır
kalleş mi kalleş
bir kurşun musun?
Ey deli sularımın bilgesi
“sevmişim bi yol”
yaramdan çıkmıyorsun!
Ucu Islak Mendil Hasreti
Dilek tutmak, hayatın akışı gibidir.
Ucu bucağı yoktur.
En hazırlıksız olduğun anda bile birden boşluğa iteklendiğini farkedersin “Dilek Ağacı”nın doruklarından.
Ucu Islak Mendil Hasreti kalır o coşkulu tırmanmalarından geriye.
Zamanı zamansızlığı şaşırır dilin:
Yüreğime azık olaydın dersin.
Cepkenime cep,
silahıma ses,
ölenime ağıt olaydın.
Ucu ıslak mendil yollayaydın peşimden.
Bir hasret öpücüğü geçireydin içinden.
Aç fırtınalarda yolum olaydın,
“uzun ince” yollarımda yolcu yüreğim
tiz baharımda yaprak kuşanan ağacım.
Açaydım sana lale tavında;
dayanaydım sahteciksiz sırtına
aşkından sarhoş, dayanaydım.
Yılkı yılkı şiirler salaydım
kuytu duygu ocaklarına.
Şu yılışık “salon özgürlüğü”ne sevdalanıp
dal dal budamayaydın dölek hayatı
canımı kurban koyardım “dilek taşı”na...
Başımda tacım olurdun, başımda tacım.
Dileğin tutmaz,
terlersin ılık ılık.
Ve dizersin yıldızları ipe:
Bunca yıldız varken,
gökyüzü
neden hala karanlık!
Pırıltılar yalan olmuş,
gece yas kuşanmış;
sahteci zırhını giymiş yozluk yavanlık
Kimseye kapısını açmadığın mahzenlerine kişnetmiş azgın atını...
Mevsimsiz açan menekşeleri
kadife uçlarından çalmış kırağı.
Engin yalnızlığa
mahkum edilmiş bulut
neden hala uyanık!
“Bekledi bekledi cücük çıkmadı.
Boşyuva beklemiş yoz kuşa döndü...”
Ne anladınız düşler?
Yıldızlar yaylıma çıkmış...
Gezgin bulutun
yana döne aradığı
bir namuslu ıslık...
Anadolu kavalı gibi;
masalsı ve yanık
bir ıslık...
Yalnızca bir namuslu ıslık!
“Anlamadın bir türlü,
örttükçe kopuş nedenlerini
kaçınılmazdır ayrılık...”
dersin dilin dolaşa dolaşa.
Düşlerimde pembeydin;
hummalı gecelerimde taşkın samanyolu
deli gökyüzümde inci inci yağmur…
Karanlığımda yağlı çıra
toprağımda cemreydin.
Düşlerimde pembeydin;
yaprağımda yeşil can
yeşil damar...
Yıllarımda hamam, yollarımda yar
harmanımda taneydin.
Nehirlerce seslenen umuttun avuçlarımda;
serin dokunuşuna yıllar biriktirdiğim...
Şarkılarımda seni, ezgi ezgi can düşledim!
Kanımda
karakabzalı silah gibi dolaşmak,
nerden esti sıska aklına...
Ama... ama
neden hiç geçmedi düşlerimden
birinde günün
azgın bir dipsarsıntısıyla
çökeceği tozpembe düşlerimin...
Ölüvereceği
kendi saf havuzunda
yeni döl tutmuş ceninin.
Neden hiç geçmedi düşlerimden,
bir deprem faykırığına dayalı sırtım
pişkince vurulacak
ve akşamdan buzkesecek
yağı yüreğimin.
Ama... ama
neden doğrusuz gözlerinde
kekik sarmış dağdoruklarımdan
yuvarlandı aşağıya
hiç beklenmedik bir “an”
güneşi düşlerimin.
Yüreğim buzkesti akşamdan.
Ah sevgimin aynakırıkları!
Ah deli sularımın bilgesi!
“Sevmişim bi’yol:”
Hummalı gecelerimde
taşkın samanyolu ötesine
geçemiyor düşlerim.
Neden ama neden
ey deli sularımın bilgesi,
dinmiyor gözlerimde
berrak gökyüzü düşlemimin yağmur incisi.
“Bana bir iyilik yap
Bu kadar çok sevme beni...”(B.Brecht)
Ayrılıkta bile azığım olmadın.
Soğanım değildin sevgi dağarcığımda.
Yokluğunda sunup da bir çanak bakır suyu,
içirtmedin kana kana.
Tattırmadın, o sevgi bağlarında bereketlenmiş
sarhoş bağbozumunu.
Salyam ipeğim olmadın sağmal kozalarımda.
Azığıma katmer yağlamadın
ayrılık öncesi.
Verip sırtsırta paylaşamadık
ıssızlıkta çoğulluğu; sevgiyi.
“Susuz veda ile kuzu susuşu” dillenir
kendiliğinden.
Kimse duymaz mırıltını kendinden başka.
Balına ekmek banmadım.
“Saydam” suyuna vahşi balık salmadım.
Kısır sahraydı derinliğin,
sevgi yağmuruna hasret bir sahra:
Sevgi fideledim kıtlığına; ve yağdım
kurak toprağına cansuyu olur diye.
Yılları bezenmiş umut kovasıydı acılarım:
Felç yüreğine sarkıttım uluorta,
o karanlık, o kısır derinliğine...
Itırlı nebatlardan toplama tutkuydu;
avucuna yaralı düşen serçe.
Yeşil otlamayı bellememiş kuzuydu henüz;
toprak yalıyordu köselesiz dili,
belki acemilikti; toprağı yeni keşfeden...
Henüz dizboyu semiren
yaylangaç ekinlerime yelesiz eserken atlar
yeşil vuruldum ayrılıklarda.
Boncuk boncuk
sessiz sedasız kaynarken alnımda
acıların sızıntısı;
nallı kuzuları oynuyordu elindeki hacivatlar.
Boğazımdan aşmaz lokma oldu yalnızlığım...
Boğup gözyaşlarımı gözarklarının arkasında
mendilimi salladım.
İçimde bir yangınsonrası gibi
kızarıyordu gelincik basmış tarlalar.
Zamansız selbaskınına gerip göğsümü
göğe yazdım hüzün dizelerini.
Hüzünler uğurladı yara gözelerini.
Aniden bir böğürtü kapladı beynimi:
Sanki uçak kalkmışçasına ayakların kesiliverdi yerden
ben noktalaştım.
Zaten küçük bir noktaydım hayatın kenarında.
Küçüldüm ufaldım, ufaldım ve yittim.
Bulutlar yuttu o kocaman özlemleri
ve dağ doruklarında güneş kuşanan
mor umutları.
Minik volkandı geride kalan.
Birden ateş doldu yelkenler;
zaptedemedim sabrımı
ağzımdan ateş kustum.
Birbirini kovalamayı bıraktı saniyeler
sevgi susuzu yürek canevinden yarıldı.
Gözlerim dipsiz göğü gezerken
dizlerim taşımaz oldu ağırlığımı;
tutunacak ne dal vardı,
ne karataş çevremde
ağırçekim betona “oturdum”!
Gözarklarının barajı çatladı birden
“sessiz sitemsiz” sustum!
İçinde Yıllanmış Tuz
Fayda etmez haklı kükreme:
Kuzu meler ana yok.
Ana meler kuzu yok.
Babalarsa meleyemez:
Susar!
Kuzu gibi susar
acıyı emince...
Kısrak tekmesidir;
alında nalizi bırakır
işler beynine beynine...
Dibinden oynamış
deniz dalgası
çın kayalarda gökgürültüsü
yaratmaz her zaman.
Balina sırtı gibi bata çıka
yaylana yaylana
telaşsız paniksiz,
yürür sahillere doğru.
Ve serer mavi tülbendini
sahillere; altın sahillere;
atsız eğersiz!
Kimsecikler farketmez
içinde yıllanmış tuzu!
Yakamoz gülüşüne
vurulurlar da aklıevvel “dostlar”
umursamazlar,
binpare dağlardan toplaşıp
ayaklara serilen
tuzlu ruhu...
İçeride oniki şiddetinde depreşen
o yaralı soluğu!
“Zulüm Mübah” Zevki
Mağdurunun Suskunluğu...
Ve Hiiiç!
Sense dolmuşa binmiş, erkil yüzlere intikam kusuyordun. Sevgi ve saygıda kusur etmeyen doğal insan mıydı karşındaki? Yoksa “sevgini asla haketmemiş” adi bir kişilik mi oyuyordu diplerini?
O ahir zamanlardan kalma oraya buraya rasgele serpilmiş satırları döner döner okursun.
Ağzın kıyılarından
sulana sulana akan
duygu ırmaklarında arıyorsun şiddeti.
Ve karanlığı yumruklayan ayışığı pırıltılarında...
İnsana ait ne varsa oralarda arıyorsun; o çelik kıvamlı mısralarda.
Boşuna x, bulamazsın.
“Sen benimsin ciğerparem, sevdiğim...”
“Sen benimsin bahar gözlüm.
yarınlar da ikimizin
yü-rü-yo-ruz! ..”
tutku sözlerinden “şiddet” anlayan insan, sevebilir mi?
Ne için “seni seviyorum” der insan insana, öpücüğün ortasında?
İnsanın kendi sevgisi, kendi üzerine sürdüğü şiddet olmasın sakın!
Bunca tutku dağlarının mor güzelliğinde şiddet:
Şiddet bunun neresinde?
“İçinde mi dışında mı
Burgusunun başında mı
Göğsünün nakışında mı
Şeytan bunun neresinde...”
Anadolu’nun ve Anadoluluğun bozkır samimiyetinde mi?
* * *
Sevginin toplardamarı tutku.
Tutku,
insan derininde sancıyan
o acılı duyguların
içpırıltısı.
Sevginin atardamarı öz.
Öz,
insan derininden kaynayan
o billur pınarların
içmırıltısı.
Sevginin (y) ar-damarı
şuranda çağıldayan dere.
Dere, artık
bir daha soframıza düşmeyecek
“yeşili bizim tarlaya” denmeyecek
gökkuşağının
içyıkıntısı.
* * *
Ağzını Anadolu kültürünün o billur pınarlarına dayamadan; o serinlik ağız kıyılarından göğsüne akmadan; o tutkuların uçsuz ışıklarına gövdeni beklentisiz-korkusuz salmadan ağızdan alaveresiye dökülen o kinci sözlerin yaşam içindeki karşılığı ne olabilir ki! “Zulüm mübah” zevki mi?
Toplardamarsız atardamarsız bir yürek düşünülebilir; ama onurlu yaşamla ilişiği kesik bir yürek!
Bulutsuz yağmursuz
göksüz renksiz...
Büzüşük;
kansız cansız
kupkuru ve işlevsiz.
Tutkuları kör
duyguları sağır
dokunuşları dilsiz...
En acımasız insan kuraklıklarında hayatın derinliklerinden cansuyu emecek kılcalları; kendi içlerinde beyin damarları gibi yumaklanmış kan örgüleri eksik! ..
Dallarındaki yeşil, geçici bir görüngüden ibaret.
Hey canım hey!
Bu bostan bu toprağa koymaz başını!
En küçük bir esintide, gerçek yüzüne;
Şekilde görüldüğü gibi
kara bir kabza gibi soğuk ve kuru yüzüne döner.
Hayatın sütliman seyrettiği günlerde burcundan sahte yeşil donanır.
Fırtına ve kasırga günlerinde ise burcunda çirkinlik uçlanır.
Süreklilikleri yoktur!
İçtenlikleri de!
Tutku ve öz olmadan aşk neye yarar!
Geçici gönül eğlemeye, hayvani bir içgüdüyü teselli etmeye...
Ve ona teslim olmaya mı?
Bugünü yaşama(!) ve paylaşma(!) adına bu “can”a mezar kazmak büyük bencillik! İnsan kendini oyarak ve kemirerek ancak bir arpaboyu yol gider. O da gidebilirse! ..
Ya ilerisi?
Hiiiiiç!
O halde aslında bugünden hiç!
Bu dikenli soruların oltası kulakçıklara takılınca insan bunalıyor.
Bu sorularsız da insan, insanlaşamıyor!
Tutkular toplamak gerçek insanın harcı!
Karaltında damla damla çoğalan bağırtısız çağırtısız tutkular...
Hey canım hey!
Nasıl anlatmalı; depo depo ithal ve lapa lapa devşirme kavramlardan hayat tanımlamaya kalkışmanın acizliğini!
Kendi yaşadıklarından kaçarak böyle elyordamı; nereye
İnsan, biraz da kendi toprağını sürmeli... havalandırmalı... avuçlamalı... koklamalı... tohumlamalı...
Yoksa başaklar sıram sıram sararır mı...
“Şiddet, sen benimsin ile başlar” aklı değil! Bu “şiddet” tanımı, başağı boğar. Şiddet tutku bağlarında, pırlanta sözlerde değil; anlasana! İnsanın kendi yaşamında karşılığı olmayan samimiyetsizlikte... Kendi yalanlarını sansar kuyruğu gibi tüylendiren ve kabartan içsizlikte; içsizliğini yıllar içinde büyüterek bugüne taşıyan ikiyüzlülükte...
Yılları kuyruk gibi ardından sürükleyen tilki damarlarıdır şiddetin iflah olmaz kuyusu. Ve aç bir boğa yılanı gibi insani değer ve güzellikler yutarak tavlanan, içerde keleplenmiş alışkanlıklardır şiddetin iflah olmaz bataklığı. Kişiliği kanser gibi saran yönetme veya kendini kanıtlama tutkusunda, “benleşme”yi kendi kişiliğinde çoğaltıp çoğullaştıramayan ve ortaklaşamayan üretim hadımlığında; başkasının mutsuzluğu üzerinden “sinekten yağ çıkarma” içgüdüsüyle doyum arayan bencil bireyin –erkek kadın farketmez- iliklerinde tepinen kuraklıkta semirir şiddet.
Duygu sellenişlerinde
tutku çığlıklarında
asla!
Duygular ve tutkular,
damarda akış
yürekte nakış-
tır.
Derinliklerden sancıyla kaynayan
kirpiklerarasında
bir tutam yaş-
tır.
Yedidelikli
işlek bir baş-
tır.
Minik birçift pırıltı
ve ikiçepik kanat vuruşudur,
şu ağır ve netameli havaya
kuşların!
İşte o kadar...
Nokta!
Hey canım hey!
Nasıl anlatmalı; bazen gözlerdeki tutarsız “yaş”ın(!) bile, sırttan yüreğe saplanan ve döndükçe duygu oyan en kaba şiddet olduğunu... Nasıl anlatmalı, karasaplı ihanet bıçaklarının cinsiyet ayırmadığını.
Yok yok!
Su-sar-sın!
Karanlığı yumruklayan ayışığı demetine sararsın kanayan sözcükleri!
Nokta!
“Dilek Ağacı”nın Maya Tutmaz Dökümü...
“Dilek Ağacı”nın maya tutmamış dökümünü yapmak her zaman ağrılı ve anlatılamazdır.
Geçmişin, bugünün ve geleceğin birbirine karışır.
Bugün gözün gözü döllediği başlangıçtır:
Sevginin sıcak yuvasında
acı yumurtalarının kuluçkada yattığı...
İşte her dakika başka mevsimlerin
yeşilgözlü “devin” işte
hayalci okyanuslara dümen kırdığı...
Vede karaya vurduğu
ağtanımaz balina yüzgeçlerinin...
yıldönümü...
güngörümü.
Ve güllerin
tomurcuklar sürdüğü namlular...
Yüreklerin
yüreklere çevrildiği
gülsürümü.
* * *
Binersin yalnızlığın tahta atına
açılmaz Truva kalesinin kapısı.
Gök ağustos şarkıları biriktirir
cırcır böcekleri gibi
engin göbeğine:
Yankısı iç yırtan “suskun” yürek narası,
yığılır gecenin kuytu selelerine...
Yıldızlar sabahsız kaçışır
böyle hınzır günlerde
en diplerine gecenin
en ıssız diplerine...
Zor gelir, hem de ne zor
zamansız ölümü
böyle soğuk dudakların
çöl öpmelerin...
Birkaç yılını ömrün
böyle zamansız yolc’etme...
* * *
Düşlerim sağrırken a canım,
neredeydi gülaçımı öpücüklerin dersin.
Acılarım doğururken kıvranarak, sessiz sedasız
niye bereketlemedin insan açlığımı,
niye bereketlemedin!
Göğün o karanlık dönencesinde
dişediş kavgalaşırken ölümle
uykututmaz gözlerim
neredeydi duyarlı ve çoğul gülüşlerin...
“Ahh! A canım,
çok acı, vazgeçtim dilek tutmaktan:
Seni işlemeyi
seni düşlemeyi...
sürüyorum içimden.
Yetti artık mevsimsiz dehşetin! ”
dersin dilin dolaşa dolaşa.
“İçin Grönland
için buz kalıpları a canım
dibin batık, kalpazan.
Toprağında bitik yaşam,
dilinde binbir yalan.
Hayatın don
don
don!
Oysa şuracıkta sıcacık cemre;
yeşil püskürüyor tılsımlı ağzından.
Toprak kımıl kımıl
gök aşk ve ışık kırpışıyor...
gökkuşağı oluyor!
Gökten gözlerine akan
yağmur yağış değil, ışık değil yalnız
yıldız köpüğü!
İnsanın insandan istediği
doğal bir hayat öpücüğü!
Manzara,
anadanüryan:
Yüreğinse hep göçük altında;
boşuna ağırlığına sarılman...
Göçükten ne dağ olur, ne umman;
uğraksız harabe:
çipilsiz
sevisiz!
Hayatın don
don
don!
Neyi mayaladın berrak gölüme
dalıma burç mu sürdün,
çiçeğin meyve mi durdu
güneşe yamaç...
Mayalanmamış sütten
ne yoğurt olur
ne bulamaç.
Sahte bir kırık anahtara bağladığın umut,
hangi kapısını açar
yürek döllenmesinin...
Ne anlamı var
boşbeşik sallanırken, kundağa
bebek yerine taş belemenin.
Sevgi mi uçurdun içimdeki maviliklere?
Bu göksüzlükte;
o gözüm takılı balonlarım nerede uçar?
Hayır hayır!
Elindeki izansız balta
sığamaz aramıza! ..
Yetti artık mevsimsiz dehşetin! ”
dersin dilin dolaşa dolaşa.
Pır Pır İnsan
Kaben kendindir.
“Pır Pır İnsan”a dönersin.
“Huzurlu” yalnızlığın.
Yalnızca yalnızlığın “huzurlu! ”
Özen bezen,
yeniden dizersin kendi temel taşlarını:
Baştan... sona...
Kendini kuşanmadan yola çıkmaz yolcular çünkü.
Herkesi teselli edebilen insana teselli bulunamaz.
En büyük, en dayanılmaz ve en acımasız teselliyi insan kendi kendine verir!
Bu sözden çok kimse doğallıkla birşey anlamaz;
kim bilecek ki bu sözde yıllar yüklü.
Kim bilecek teselli aramaz yıldız ipleri!
* * *
O boğucu sigara dumanları arasından ancak kendine seslenirsin:
Haydi neşelen artık
şiirler sürdüm yürek yarana
canhıraş duygu kırlarından
deste deste devşirdiğim şiirler...
Kavga tarlalarında başaklanmış...
insan insana harmanlanmış
yumuşacık bazlama doldurdum
dağarcığına.
İnsanı kuşandın artık,
pırpırın tamam.
Kolay tırmanırsın
yeni acıların dehşetli sarplarına.
Karakış bastırmışsa çamları
cenaze yeşiliyse yaprakları
gamlanma artık
gamlanma!
Bahar coşar çimeni...
Hep isyan açılmış avuçlarına sarkar
kan... ve...karsalkımları.
Avutur kafatasının okyanusunda çıldıran
ayşavkı içmiş azgın oynaşmaları.
Uykusuzluk,
adımlarken yıldızlararasını;
akşam ne zaman başlar
sabah ne zaman!
Kopkoyu bir cilve her zaman
arkadan vurulmuş bir aşkın hüznü.
Yaşamın bakir göbeğine sürülmüş şarkı
öpücüğe boyar dudaklarını:
Gecelerboyu duyduğun bülbül suskusu...
Şarkılar da şarkılar şafağı:
Do-re-mi... Do-re-mi...
Dalaralarından çağrışır anı anı
kan... ve... karsalkımları.
Hep salkımsaçak gözyaşı
o salkımların, dalında erime cesaretleri
o salkımların, rüzgara yetişme yarışları...
Yaş Kırkınkınagecesi
Ve Süren Suskunluk
Cesur olmasına cesurdun da,
şansın tutmadı insandan yana.
Etinden et yoldu çiftgülücüklü
dişil pençeleri...
Onca yumuşak okşayışları altında
vahşi birer canavar besledi hepsi.
Ne yazık okuyamadılar
kendi “insan” isimlerinin abece’sini.
Yani oğlum,
onca onur büyüttüğün avuçlarında biriken kültozu:
haksız insafsız yakar gözlerini.
Sıkılı yumruğunun arasında bir demet anı:
Bir bağ yaşam destesi.
Uzun söze ne hacet;
pabucuna sokardın sınıf düşmanlarının burunlarını,
ne ki,
şansın tutmadı insandan yana:
Hep derinlerinde eşindi
hep duygularında gezindi
gizli ve ağılı hançerleri.
Hani o çocukluklarından bugüne
sürüyüp getirdikleri yoz kimlikleri...
Arıların vızıl vızıl oğul vermedi
o kekik susamış tavlı kovanlarında.
Onca onur büyüttüğün avuçların yalnızca kültozu:
İnsafsızca yakar gözlerini.
Sıkılı yumruğunun arasında
peşpeşe söktüğün dişler...
...ve iksirleri...
“Yaş kırkın önmerdiveni.
Belleğin derin anılar demeti.
Geçmiş deli
bugün öfkeli
gelecek diri
hayat,
üç yana birden uzanan sonsuz bir çizgi...
Anasının son beşiği bal kaşığı
“yolun yarısı”nı geçti...”
dersin!
Hayıflanmazsın kinlenmezsin.
Garezi gamı çoktan defetmişsindir yaşamından.
* * *
Ama “Dilek Ağacı”nın maya tutmamış dökümünü yapmak her zaman ağrılı ve anlatılmazdır.
Duygu yükü ağır olur çünkü.
Beynindeki nasırdan ve aklındaki semerden daha ağır.
Gümüş semer takınmak, en kolayıdır tekdüze hayatın.
Tekdüzelik, derinine yüzme gerektirmez içbileğli okyanuslarda.
Oysa, dünyacı ve devingen bir sorumluluktur duygu, severek yüklenirsin...
Tadına doyamazsın göğe merdiven dayamaların.
Dilinde hergün yeniden ballanır “zevk-ü sefa” ve “samanlık seyran” içinde yaşadıkların.
Kendi toprağını yeşile boyarken, en dayanılmaz acılarla en dehşetli serüvenler hep sıradanmış gibi dolar güncelerine.
Umutlar yazarsın kabus içinde sancılanan göklere, o şiir uçan turnalar gibi.
Yıldız salkımlarına ağıt ören halk yaşamında bir harf olursun.
Sisli gözlerde ergen bahar, esir hücrelerinde direnç olursun.
Bir söz olursun; sade bir söz: Yalın mı yalın…
gerçek hayata çivilersin hayatını.
DY (Düşündüğünü Yapan) olursun.
Bir söz olursun; yarını bugünden bağıtlayan bir söz.
Bilinçli halk mevzilerinde mütevazi,
düşmana karşı acımasız bir söz...
Cirit “hodrimeydanları”nda gemtanımaz devrimci olursun.
Ve barışamazsın “kayan yıldızlar” ile
hep anı salkımlarına dizili yıldızlara yontar keserin.
Yıldıza düşer hayatın.
Ve söz ile hayatın itişip kakıştığı kavşakta dillenirsin;
hayatı da, sözleri de çekincesiz çekersin sorguya:
Hey... hayat?
Kaç damla kandan biriktirdin
kaç adsız yiğitten devşirdin
dilindeki yakamozları.
Hey... saçlardaki ak?
Herbiri yüreğinde cıvıldaşan
damarında acı kuyuşan
anaların gözyaşları.
Hey... gözlerdeki derinlik?
Denizdibinde oynaşan
diplerde yumurta yekinen
pirina solungaçları.
Hayat işte!
Sinirle gel-git alışkını solungaçların.
Başın sabırküpüne döner.
O vahşi pirina dişlerini kullanmazsın.
En “bağışlanmaz anlar”da bile kullanmazsın.
Kırkın önmerdiveninde kesersin dilini:
Mendilsiz yolc’ederken yeşil baharı
ömrünün kırlarından:
Yalnızca susarsın!
Susamak değil, susmak işte!
Susuzsundur;
başını samimi göğüse dayayıp ağlamaya;
ortak söyleşip ortak dilleşmeye susuz...
Yalnızca su-sar-sın!
Kırkın önmerdiveninde kesersin dilini:
Kırkyerinde
kırkkatır tekmesi
kırksatır kesiği...
...ne artçı depremdir, ne öncül!
Beyninde belleğinde kırkyara:
Kırkmayıs açan gül!
Kimseye kinlenmezsin, küsmezsin...
-Sırtından kırkhançer vuranlar da dahil! -
Kimse katırın değildir,
katırı da olmazsın kimsenin.
Sahibiysen iradenin,
önemi yok yorganın, şiltenin.
Kendi sallantındır; bilinçli tercihindir;
ister öl, ister diril!
Burnunun dikine, inatçı bir hayat:
Acını, hüznünü, gamını, kederini...
Utancını, onurunu, güzelini, sevgini...
...içinde dosdoğru yaşarsın.
Bugüne dek böylesine dik duruşu başardın.
Yirmi yılın pervanesiydi bir yıldızın;
hayasıza dayadığın yumruğundu O.
Beyninde devinim, dizlerinde enerji, yolunda rehber aydınlıktı.
Kimseyi satmadın,
satın da almadın kimseyi.
Hiçbir karanlık sürgit konuk olamadı içine.
-Ölümle pençeleştiğin anlar da dahil! -
Yenilgileri de sürgit büyütmedin bilincinde.
Bunalımların oldu:
Kırgınlıkların, umutsuzlukların, çaresizliklerin,
mutsuzlukların, korkuların, güvensizliklerin...
Hatta utançların!
Kasırgan dişil esti:
Memnun olmadın hiçbirinden,
-çok sevdiklerin de dahil! -
Güvercin gözüküp yılanca yüreğine keleplendi kimisi.
Bit semirtiyordu o ateşli etleri.
Utançsız kanın ağılandı:
Nefret bile edemedin doyasıya; dökülünce sahte telekleri...
Öylesine zavallıydılar ki!
Ama hiç umudu kesmedin insandan!
Vefasız “dostlar”ı unuttunsa da çoktan;
memnunsun kendinden, geçmişinden...
Onurlu yaşamın patikalarında yürümekten memnunsun.
Memnunsun sabah serinliğinde üşümekten...
Başa dönsen,
boşayıp acemiliklerini
severek yaşarsın aynı yılları yeniden!
“Ölümse başım gözüm üstüne! ”
diye bağırmazsın.
Coşkunu susarsın...
Yalnızca su-sar-sın!
Kırkın önmerdiveninde kesersin dilini.
Yarın birgün Yaş Kırkın Kına Gecesi:
Yalnızlığını saran karlı duvarlar
beynin kalabalık
aklın çoğul!
Etrafında çevrinen ağıtlar...
Yarın birgün yaşgünün;
yıllar
vicdansız ve sağır...
O genç dağların saçları artık kar.
Gözlerinde buluta bulanmış kanatlar:
Şuranda çocuk sevinci,
pürüzsüz göğe
papatya açmış
uçurtmaların.
Yarı yanın buruk, ağrılı; ama düğün bayram zilzurna
yarı yanın tamtakır.
Yarı yanın pürsevda
yarı yanın kanbakır...
Şuranda özgürlük aşkı
yaramaz martıların.
Ko bulutu emmesin yağmur.
Ko işlemesin toprağın Anadolu hüznü içmiş çatlağına.
Ko mavi kasıklara dökmesin delişmen deresini.
Ko yüzedursun denizkızı,
kendi aldanısında aldatısında;
sen deniztuzuna sevdalısın;
varsın anlamasınlar.
Kitaplara tıkılamaz ki yıllar!
Hayalsiz varolmaz toprak,
hayaller hep mayısta kuzular.
En gerçek doğuranı mevsimlerin,
cömert bahar.
Erikler çağla sevinir
mor güler zambaklar.
Yamaçlara ağıt sallayarak akar
aşktan deliren çağlayanlar.
Deniz akar, gezmiş akar, aslan akar, inan akar...
Yüreğinse köpük köpük devrim!
Yüreğin ölümsüz yiğit tarlası!
Bahar,
en gerçek doğuranıdır
mevsimlerin.
Bundandır dost bundandır
hunharca zamansız budanması
devrimcilerin.
Mayısa aşkın devrimci yol, devrimci tutku.
Tutkulardan korkarlar
ölümsüz yiğitlerden korkarlar!
Yüreğin acılı; ağıtlarla atılırsın yangınlara...
Yaşamın, acıların kına gecesi...
...de olsa...
Hiç ba-ğır-maz-sın! ..
Kemkümsüz tırmanırken çetin bulutlarına kavganın;
alaya alınırsın: “Enayi...”
Coşkunu susarsın!
Yalnızca su-sar-sın!
Kırkın önmerdiveninde kesersin dilini,
ayrılır yılların ve yolların:
Herkes kendi yoluna istifler azığını;
yıllardır dağarcığına topladığı azığını.
Biri, akşamın kuytu gayyasına...
Sense mavi uçsuz ufuklarına...
“Gemileri yakarsın! ”
Yakarsın şiirleri ve düşleri;
ucu göğe sarkık adacığın tepkili balkonunda.
Sonradan arasan da yanık fotoğraf gözlerini
ve incelekten üstte kalmış
sıradışı şiirlerini ve duygularını
verdiysen de içinin korlu ocağında ateşe...
Yolunda uykusuz yıldızların, neşeyle selam durur.
Yumruğun yüreğinin başında,
yemin gibi güp güp vurur.
Yıldız yıldız açarsın karanlığın ortayerine,
ıska bilmez akıldolu silahın
öfkeli düşmanın karşısında kudurur.
“Artık görüşemeyiz, herkesin yolu açık olsun! ”
kesip atma sözüdür;
insana
kend’ölüsünü
dah’ölmeden
yudurur.
Yılkıların dayanılmaz özgürlüğüdür içinde kımıldanan;
erişilmez efsanelere koşturur...
Ve yağmursuz da coşturur
yetim derelerini
çimli ırmaklarını
tezcanlı çağlayanlarını...
Ve umusuz aşkın hergettiği
bağrıyanık toprağını...
coooş-tuuu-rur!
Yağmursuz da coşturur!
Acı Yükünün Emaneti Kendi Boynuna
Kendi ölümüne gömdüğün sırlı anılar,
direngendir...
Ve sırnaşık...
Ve mavi...
“Dayanılmaz acı yükünü sana emanet etmiyorum
x, ve, ye, ze:
Çünkü sende ateş almıyor evze.
Toprağı kazacaksın; altında... balıklarca pandora.
Bir tek çapanoğlu eksik tozlu raflarımda...”
der uzaklaşırsın
ardına bakmaksızın.
Kime emanet edebilirsin ki, o dayanılmaz acı yükünü!
Kendinden başka kime?
Yılkıların özgürlüğüne adanmış bir ömrün
yıkanmış çakıltaşlarını
kim biriktirir ki çoğul kumsallarında.
Anadolulu bir kadının ocağında pişmiş o miskokulu bazlamayı
kim taşır ki zamane azığında…
Kendi ölümüne dek, yalnızca kendin...
Gökle yer arasına dalgalı beyni sığmayan sevdalı bulut!
Sözcüklere, şiirlere, öykülere ve hatta uydurulmuş efsanelere sığmayan bir yaşamı başka birinin yüreğine dökecek ark, tarih boyunca hiç açılmış mı? Bu aşkla dağlar hiç delinmiş mi?
Yok! Ne yazık ki yok!
Döne döne kendine...(...mi?)
Anıların Pırıltısı
Ağaçlarda tık yok,
şuranda çapraşık bir orman çoğulluğu ve soluksuzluğu...
Toprağın susküs yastığı bazen.
tektalaz aşk tortusu çam yapraklarında, diken diken.
Yalnız onlar adamış sanki dikenlerini mevsimlere!
Seninse mevsimin yok!
Hiç olmamış ki zaten.
Yıllarsız yaşamışsın.
Yüzün dal dal; kat kat
esmer bir orman suskunluğu, korkunç soluksuzluğu sanki,
curcunasız ve mat:
Belli yaralısın!
Uykunda ayyukasız hayat kokusu, habersizsin.
Sessizliğin yırtıcı çığlıkları bürümüş gözlerini:
Hayat uskumru gibi,
upuzuuun uzanmış yüzhatlarına; farketmezsin.
Hangi çizgiye dokunmalı incitmeden,
hangi “karayazı”yı okumalı o derin hüzün derelerinde.
Mevsimsizsin, dost yastığın kayıp!
Yaşsız ve yıllarsızsın: Şakrak aynan nerede?
Derin bir okyanus, çırılçıplak serilmiş kaşaltı oyuklarına.
Oynak bir balık gibi çırpınıyor hayat, o orman belleğinde.
Hangi dip depremine dokundurmalı, zıpkınsız dudakları.
“Özüne yürü a dost” öğütleri...
“Azıcık sıcak tut, ısıt anılarını” yeniden dinçleşir, gençleşirsin;
kımıldar mutlak geçmişle sıvanmış cevherin...
...vesaire... vesaire...
Oysa, bunu söylerken bile bilirsin:
Anıların hep pırıltılıdır.
Hiçbir cevherini gömmemişsindir
o canfigan yalnızlıklarına.
Vede çırılçıplak bir okyanus gibi
serilmiştir geleceğin, ufuklarına.
Ölüm yollarını tercih bugün başlamadı ki!
Ufuklara Yekinen Kımıltı hiç çıkmadı ki şurandan.
Ufuklara Yekinen Kımıltı
Ufuklara Yekinen Kımıltı, özündü senin.
Yani aklın, yani inancın, yani coşkun, yani devrimciliğin, yani devrimin...
Devrim mevrim dediğin de ne;
insan güzellemesi üzerine bir çalışma.
Başlangıcın arifesinde dağlara boyadın geleceğini; biraz sarı, biraz yeşil, biraz kırmızı, biraz mavi... Hani güneş ve doğa, toprak, gök ve özgürlük gibi avuçlarında özene bezene büyüttüğün dağlara. En sersem uçurumlara sarkmışken ayakların, kuşak kuşak insana boyandın.
Şu uzay fırdöndüsünün tutunamadığın bir köşesinde,
sana aitti
karanlık ve karamsarlık.
Sana aitti,
göğün volkan kusmaları ve geceye kesen rüzgar.
Kuş kanamaları, göz kanamaları...
Lalelerin alı, leylakların nazı...
Menevşenin mavisi, nevrozların ağıtları...
Ve zulmün tuzağında insan ve isyan dölleyen doğu kadınları
ve yıllanmış taze acıları
sana aitti.
Zor Eylül’ün fırtına dökümünde, nice adsız yapraklar sendeledi boşlukta.
Sana aitti
sendelemeler, çürümeler,
sarsıntılar, iççırpınışlar.
Hatta en onulmaz ters dönmeler.
Ve hayata arkasını dönmüş bir kaplumbağa gibi, dikip dört ayağı havaya; teslim oluşlar yarasa düşlerine.
Veya sallayıp uçurumdan ayakları, deniz dibine kenetleyip gözleri, köpüklü “genç bitiş” düşünmeler:
Menevşenin mavisine, lalelerin alına kestirmeden “elveda”ya bir karış yol kalmışken, dönüp kendi ıssızlığına yürümeler...
Hepsi, hepsi sana aitti!
Oysa sürgit doğuyordu bebekler; ilk soluk akciğerlerine dolduğunda çığlık çığlığa tırnak geçiriyorlardı dünyanın etine. Giderek bütün renkler yeniden doluyordu çıkınına.
Ufukların ötesine bir kez bulanmıştı kanatların:
Ne yorgunluk süreklileşmişti içinde, ne “baş eğme” yuva kurabilmişti yetkin dallarının arasına... Çünkü ufukların ötesine insan gülüşlerinden ve insan özlemlerinden bir tak kurup altından geçmek; sırsız duasız bir değişimi gerçekleştirmek vazgeçilmez bir yaşam oyunuydu!
Sense bu oyunun en doğal ve en bedel ödemeye aşılı dinamiği. “Yarin yanağından gayrı hep beraber...” kendi tarihinin sesinden... süzülmüş deneylerin cebinde:
Kırlangıçların yoluna yeniden yollandın sonunda.
Onca içdepreşmelerden sonra;
kuşak kuşak çocuklara boyandın yeniden.
Gördün ki, hayli yolalmışsın farketmeden;
yüreğinde anıların alüvyonlu tortusu
aklında ufukların mor dokusu.
Gördün ki, yaşamın boydan boya gökkuşağı coşkusu.
Artık biliyordun:
En küçük anılar bile kuşaktan kuşağa yol olur.
Şu yakamozların adsız arifesinde,
ufukötesine kırpışan
yalnızca rengarenk insan güzellemesi.
Yani insana ait devrim!
Tek yol ihtilalci ruhun!
Kaygusuz,
saldın özgürlüğe kuşları
sevdandı pürüzsüz uçuşları.
Niye sulamayasın, damarından bahar emziren
mart sonuna çiçek kusan içdevinimli yumruları.
Niye fısıldamayasın toprağın kulağına, niye
“uyan uyan
ufuklar gökkuşağı kımıldadı” diye.
Ölüm Yollarını Tercih Bugün Başlamadı Ki!
Taş oynamıştı bir kez yerinden:
Ufukların ötesine bir kez bulanmıştı kanatların.
Ve sevdaydı tuzu bile buharlaştıran büyük silkiniş.
Kokusuz leşsiz
lekesiz kirsiz;
ağaca yeşilini
toprağa derinliğini
insana dilini
veren
“insanda başlayıp insanda kemale eren...”
o kutsiyetsiz
büyük tarihi geliş!
Karıncalar yüklenmişti erzaklarını:
Sırt çantalarında o büyük gün...
...o büyük muştu...
Yolcular
ağacın yeşili
toprağın derinliği
göğün kızılı
sizinle ola...
Püfür püfür dağ soluğu:
“Dünyanın ortası... ayağının bastığı” ideal nokta.
İlik emen o karlı yürüyüşlerden sonra
“incebelli bardaklar”ın çay kokusu...
Ateşbaşı fikirler, çıtırtılar içinde...
Bir çift dize şiir duygusu;
bütün yüreklerin aynı anda hayata dokunuşu.
(Kimse birşey anlamasa da!)
Bir gönüllü ölümlük yaşam işte!
(Kimse birşey anlamasa da!)
Tuzu bile buharlaştıran güç:
Sevda!
Dağ patikalarında
Sıram sıram karınca...
Yolcular aklınızda ola:
Köklerle toprağın aşkı
Bahar ve dal kuzular.
Bilinçle silahın aşkıysa
devrim!
Mor dağların kucağında küçük bir ayrıntı:
İnanç, coşku ve yürek
şiir, gülümseme ve bilinç.
Boşuna tetiğe uzanmadı parmaklar:
O mor dağların ihtilal yıldızlarıdır
onca yıl sonra sokağa dökülen...
“İnsanda
başlayıp
insanda
kemale
eren...”
* * *
Dediler ki senin için:
“Çorbama tuz katmadın
Alnıma buz basmadın
Hayatıma girdiğinden beri
Tek soluttuğun sinir nöbetleri...”
Anlamazlar:
Atlas ektin,
bulutlarda yıkadın saçlarını.
Tuz kattın,
dağı taşı yalayıp çoğullaşan ırmakların aşına.
Tuz oldun,
gürül gürül akışların sofrasına.
Yıldız fideledin,
denizlerin coşkusuna:
Maviye kesti hayatın.
Siyasetin en budalası
bir celsede yargısız infaz etmek insanı.
Anlamazlar:
Emzirmese karatoprak memesini
tüylü ayva
sarım sarım sararır mı!
Düşleri batal olmaz mı
emziksiz.
Karaüzüm
nazlı yalımını güneşin
içmese höpürdeterek
boncuk boncuk kararır mı!
Düşleri batal olmaz mı
güneşsiz.
Anlamazlar:
Sen, Leyla vü Mecnun’dan daha beter sevmiştin,
ırmakların akın akın toplaşmasını
dağların sarplarını kırların katlarını
ormanların huyunu suyunu,
hayasını mayasını
mağaraların kuytusunu yasasını
sokakların cümbüşünü ıssızlığını, posasını...
Ve silahını:
Sırtında, canlı bir bebek gibi taşıdığın
siiii-laaaaa-hııı-nıııı.
Sen, Leyla vü Mecnun’dan daha beter sevmiştin
aşklarını,
eli eline uzattırılmayan
o çoğul ve çokyasaklı!
Şu an gibi maviydin tepeden tırnağa;
örtüp geceyi üstüne, sarılıp yıldızına
sevdalanırdın.
Kimse engelleyemezdi evrensel yürek koklaşmanı.
Kuş uçtu
kervan düştü
devrimci yola yeniden.
Burçlarında bahar uçlandı kan,
içinde sürgit tepinen.
Çok şükür!
Çok şükür!
Ne alnında yazın
ne başında tacın
olmadı.
Hiç olmadı!
Çırılçıplak bir okyanus gibi serilmişti hayat ufuklarına
işte bu yüzden.
Ölüm yollarını tercih bugün başlamadı ki!
Anlamazlar:
Ağaçların köklerini
dağların yelalan deliklerini
menekşenin renklerini
bilir bir Anadolu yiğidi.
Bilir de yaşar.
Yaşanmışların başına toplaşırlar da bazen
eski “dostlar! ”
Birer kadeh “geyik” parlatırlar.
Anıları kovarlar yüreklerinden.
Aldırmazsın.
Ciddiye bile almazsın sırnaşmaları sıradanlaşmaları...
Atarsın kendini ihtilalci ruhun ocaklarına;
yeni anıların yollarına düşersin.
Oturup anıların çoğul ve kollektif postuna
yadedersin
namlu kahkahalarını...
Ay, rüzgar ve yıldızlarla birlikte
bir kurşun uçurursun geceye.
Sonra...
Girip anıların çadırına,
uzanırsın vicdanın rahat.
İçinde yenilenmeci hasat,
koklamaya ağacın ve toprağın
esmeye yelin,
tozmaya karın var.
Açarsın yelkenleri
yeni hayatın
ufukta gökle çiftleşen denizlerine...
vicdanın rahat;
seni yeni anılara taşır rüzgar.
“Dediler ki”lerin artık ne önemi var.
Sevgi damarlarında sıcacık inat.
Eştikçe dibini, altında birçift sevdalı kanat:
Çırptıkça
bulutlara
vurur
uçları.
Fırlarsın kendi karanlığından, yüreğin dimdik.
Gök-yıldız, deniz-dalga, kış-kar
dalgalara göğüs geren taş bile
oyulur damar damar.
Aymaz dalgalarsa bilmezler hiçbir zaman
hangi bıçakla oyduklarını.
Oyuklarda birike birike tuz
birike birike tuz...
birike birike...
birik... birik...
Zırhın çepeçevre midye!
İçerin dolu incidir.
Anlamazlar:
Gayyipten sesler değildir istediğin.
Sabahın çise serinliği
şafağın al derinliği-
dir
tek ve vazgeçilmez tutkun.
Neyleyesin başka dili,
sen dağlarınla sarhoşsun.
Anlamazlar:
Şafağın önucunda bugünü örerken
silahla aşkın dölleşmesi ve maya tutmasıdır insan.
Silkinişi katıksız yazılardır,
ötesi matrak ayrıntılar...
Ayrıntıların teveklerinde pır pır eden sessiz çığlıklar.
Zamansız dalgalar gibi yaşam tutkunu göğüslerde patlayan sessiz çığlıklar.
Çığlıklar Ve Arınım Üzerine
Dipten Dillenen Sessiz Sızıntılar
Sessiz çığlıklarla delirmekten daha yoğun ve daha ağır bir acı yaşayabilir mi insan!
Sessiz çığlıklar...
İnsanın içindeki günbatımı gibi bir zamansızlıkta, patladıkça suskun ve dibe dibe derinleşen.
İçerden bağırdıkça yanardağ lavı gibi akıcı ve diplerde eşinen...
Kızgın ve vahşi bunca ateş akıntısı hangi hangar kanallarında yolalır insanın.
İnsan, hangi sütliman gölcüğünde zapteder bu içerden kükremiş seli.
Hangi kumsallara yayılır incileri.
Şu “gönüllü kul” kalabalığının en ıssız ortasında, insan dibinde eşinen sevda, humuslu toprağını yalnızca çığlıkların sessiz birikintisinde mi bulur!
Her bağırtı içeriye içeriye yankılandıkça, doyumsuz mutluluğun bedeli yaşam boyu yanmak mı; insan ne zaman yarılır ne zaman?
İçindeki eşintiyi, hangi krater çatlaklarından ve tayfun hortumlarından püskürtür utançların üzerine!
Yoksa zamanlı zamansız bir düş mü çığlıkların köpürtüsü!
Kıyıya ve insanın çakıldaksız kumsallarına hışımla ve hırsla çarpıp dağılan; geriye apak ve tutam tutam köpük bırakan dağ dalgalar gibi koskocaman bir teslim oluş mu, bunca sessiz içyangının sonu...
Ama bu olanaksız!
Bir günbatımının kırmızı dantelleri, insanın tutkun dorukları üzerine dökülürken ve dağlar kendi isyanlarını kendi dillerinde özgürce haykırırken; çığlıkların dilsizliğini düşünmek, umutsuzluğun gizli bölmelerine açılan sırlı mahzen kapılarından içeriye sokabilir insanı, değil mi?
Oysa çığlıkların katılmadığı hiçbir bireysel ve toplumsal isyan, ne kadar organize olmuş/edilmiş olursa olsun başarıya ulaşamaz. Eninde sonunda zamanını zamansızlığın, zamansızlığını zamanın belirlediği beklenmedik bir “an”da en sıska çıkıntılarından pörtler. Bunun tarihsel dökümünü yapmak çok zor değil! .. Bu yazılımı sürgit ertelenmiş tarih sayfalarını, “incir çekirdeğini incir çekirdeği kılan” bilgilerle tıkabasa doldurmak için zamana da pek gereksinim yok. “Hemen şimdi! ” yazıverirsin, olur biter. Asıl sorun, dantelli o can kızıllığı, sürgit dökünülebilecek masmavi köpüren şelaleler gibi sonsuza akıtmakta... yaymakta... yaşamakta... İnsanın kendini arıtmakta anlayacağın. Çelişki de burada zaten. Dananın kuyruğunun kopmadığı geçiş köprüsünde sele gidiyor emekler. Kaynağı kendisi olan bir kir ve pas yığıntısının, yine kendisi tarafından, kendi içinden arıtılması durumu... Yani zorunluluğu! Bu kuşkusuz doğru. Gerçi dağları baharda dantel dantel dokuyan da, sonbaharda kıraç bir yoksunluğa mahkum eden de aynı toprak, aynı su ve aynı hava... Gerçekler önümüze, mevsimleri değişen bir süreklilik içinde akıp giden bir yaşamı sunuyor. Ama mevsimlerin dilini anlamak ve konuşmak; bunu bireyin ve toplumun anlağı ve dili haline getirmek de insanın harcı. Benimsenmesi ve içinden açıkalınla çıkılması güç bir anafor. Bu arıtım tesisinin temelleri hangi sarsılmaz gerçekler üzerine atılır. Taban kolonlarını, faylardan-zamansız kırılmalardan uzak hangi verimli ve çürüksüz veriler-değerler manzumesi üzerine gömmeli... Sarsıldıkça yerleşen ve pekişen bir toplumu; yani insan unsurunu nerede, nasıl kurmalı ve yaratmalı. İnsan, kendine karşı bu derece tarafsız ve kavgacı olabilir mi!
Bu, “olmayacak duaya amin” kaderciliği anlamına gelmez mi!
Uzun ömürlü çınarlar bile yaşlandıkça kendini çürütmekte ve yeşilini kurutmakta. Ama aynı anda, aynı zaman diliminde kendini göğe salmakta ve ulu çınar ünvanı donanmakta. Yani her gelişim ve değişim ölüme yolaçmakta, her ölüme kaçınılmaz gidiş yeni değişim ve gelişimlerin yolunu açmakta. Bu neyi anlatır ki! Hem çok şeyi, hem de hiçbir şeyi; belki de...
Ama yaşam ve değişim denen şirreti, bir “Zenon Paradoksu” çizgisi üzerinde; mekanik rakamlarla kavramak ve tanımlamak olanaklı olabilir mi!
Eğer hayatın konusu doğa ve toplumsa, değişimin ana unsuru doğanın da ciğerine el atan insandır. Doğanın en çarpık ve en çarpıcı yaratığı; doğaya soluk aldırıp verdireni de, kendisi, kendisi için soluk alıp vereni de insan. Kuranı kurduranı, yaratanı yaratılanı, ileteni iletileni de insan.
Belki bu yüzden her çaba insanı işlemeye yönelik. Her en sıradan işlem bile insan unsuru üzerinde bir çalışma. Bugünün iletişim araçları da, iletişimsizlik sağlamak, iletişimsiz ve insanlıksız bir yaşamı umutlaştırmak; insanları yalnızlaştırıp ıssızlaştırmak için var... Bu, kocaman bir amaçmış gibi sunuluyor insanın içine kasılı algılarına.
En geniş ve en zengin iletişim aracı ise dil!
Yani içsiz sözcükler değil, dil.
İletişim dili konuşmayan hiç kimse ve hiç bir güç geleceğin sahibi, kurucusu ve varedeni olamaz.
Bugünün iletişimsizlik araçlarını etkisiz kılabilmek başka türlü olanaklı değil... İnsansın sen: Bu bilgi dağarcığına damlayalı çok oldu. Yıllardır, hatta yüzyıllardır avucuğunda bu ateş topu. Ona elatmaktan korkutan ne!
Azığında daha neler yok ki, dokunmaktan korktuğun: İnsanın kendi dağarcığından yemlenerek tam zamanında iplik bükmesi mi sanat olan!
Öyledir; o ne yalnızca gerçeklerin hayalleriyle
ne de yalnızca hayallerin gerçekleriyle
yetinebilir.
Bu koza da çatlayalı çok oldu.
Tarihsel bulgular da bunu doğruluyor.
Ama hep hayalleri gerçek kılmak,
ve hep hayallerin gerçeklerini, gerçekliklerini ve gerçekleşebilirliklerini görmek ustalığını gösterenler de oldu.
Hep olacak kuşkusuz.
Bu da başka bir bulgu.
Hayalsizlik gerçek değil.
Gerçeksizlik de hayal değil.
Bazen gerçeksiz de ortodoksça hayallersin çünkü.
Aynı anda her ikisini birden içinde semirtmeden, yada semirmesine izin vermeden dini din, yazıyı yazı, kalemi kalem, kelamı kelam, dili dil, değişimi değişim, devrimi devrim... diye adlandırmak mümkün olabilir mi!
Basit “namus” normu bile ne süzgeçlerden geçerek aramıza katıldı kimbilir!
İnsanı Kendi Utancından
Ayrı Düşünmek
Elbette Büyük Haksızlık!
Utanç da, utançlardan sıyrılıp kendini aklamak da insana özgü bir parça.
O her kendini akladığında, aynı zamanda yeni utançlar da fideliyor kendi devrimci tarihinin saksılarına. Utançların en yaygın tavlandığı tarihi dönemlerde ve anlarda bile utançsızlığı; daha güzelin, daha insancanın kozalarını besleyip büyütüyor dut yapraklarıyla.
Peki de, şu an sen, hangi tarihsel evresindesin bu tüneğin! Bu çalının hangi dalları arasına ördün yuvanı!
Ayaklarının bir zamanlar izsiz bıraktığı yol kıyıları, sen elyordamıyla ve yavan tepkilerinle ortalayıp yolalırken, senin bilincinde hiç yansısı bile yokken ne anlam ifade ediyordu. Yalpalama ve sendelemelerin sırasında ayağın bu ham ve işlenmemiş mücevhere dokunduğunda içine düştüğün şaşkı, bu kaba ortadan yürüme alışkanlığının bir sonucu olamaz mı!
Bir doğrultuyu düpedüz yürürken –ki böyle inançla yürümek en doğal hakkın- “aynı anda iki noktada birden” olabileceğin sana öğretildiği halde, sen, tek noktanın gerçeğin tümünü içerdiğini sanmışsan, senin tüm varlığının da tartışmaya açılması “abeste iştigal” olarak niye görülsün! Kendin de sorgulanacaklar arasına katıldığında, yeni bir varoluşun kapısı, kendini yeni bir varedişin kapısı aralanamaz mı! Bugünkü “doğru”nun aynı zamanda yanılgıyı da karın torbasında taşıdığını çekincesiz ifade edebilecek cesaretle kurulan ve yaratılan bir yenileniş olamaz mı bu! Her unsurun, yola koyulduğu andan başlayarak sürgit kendi yanılgısını da arayan bir sorgucu olduğu bilincini özümleyip kişiliğine emzirirsen, gerçeğin kavranmasına daha fazla yaklaşmış olmaz mısın! Diyalektik bunu söylemiyor mu...
“Umut, umuuut” diye aşkından dağlara düştüğün, peşinden koşa ardından baka umacı olduğun umut, umarsızlıktan ve bazen eline konan, bazen pırrr hemen uç’uçuveren olmaktan bu yöntemle daha kolay kurtarılmaz mı! Bu çizgiye ve çalışmaya kendini uyarlayarak bağışlanmaz hatalardan, kendini üstüne kolayca kurduğun kökü-içerde tepkilerden de uzaklaşabilirsin belki. Bunu yaparken...
Belki örneğin, kıyım karşısında karşı-kıyım tavrı, senin gözünde yapılamayacak ve yaşanamayacak bir tarihsel yaşam biçimi olabilir. Yüreğinde yer edebilir. Ve kıyım, sözlüğünden silinebilir.
Kıyım!
Sırça şatoların aramızda at süren
çaresiz nalizleri...
Gülünç!
Kıyıma göğüs koyanlar;
şuracığında topul topul dizilen
çarşıda pazarda alınıp verilmez nartaneleri...
Yaşanabilir!
Kıyım!
Kader değildir...
Kıyımı anlamak, senin için zor değil.
Sen, bir buğday tanesinin doğurgan bir başağa dizilmesi ve çoğalması için nice emekler yuttuğundan habersiz değilsin. Onun çoğalacağı tarlanın tavlanması ve tanelerin harmanda buluşup; yığıntı yığıntı çec olması arasında geçen evrenin ve buğdayın yaşadığı umut aşamalarının insana neye malolduğunu çok iyi bilenlerdensin. Anadolu bozkırlarının dişle tırnakla sökülüp umut umut ekilmesini yaşadın. Tarlayı saran çakırdikenlerini çapayla kazmayla kökünden kırpmak –Anadoluca deyimle “diken almak”- sonra dirgenle toplayıp yakmak... Dikenlerden sıçrayan bıtırakları da anımsarsın: El örgüsü yün çoraplarının çarıktan arta kalan bölümlerini sarışlarını, dolak uçlarına dolanışlarını... Ve gök kararırken eve döndüğünde kapının önündeki düztaşa oturup bıçakla kazımalarını... Etine dokunuşlarını, huzursuzluğunu ve sinirlenişini. Ama çalışma esnasında hiçbir huzursuzluğu ve acıyı umursamayışını...
Sonra ekimi... Yağmur umutlarını... Ve çaresiz güçsüz duaları... Göğe açılan, sonra ne söylendiği hiç anlaşılmayan ve hiç anlaşılmayacak olan na-fayda dudak fısıltılarıyla yüze sürülen nasırlı elleri... Ekinin tarlada sararmaya başladığı günlerde çalıktan –bir buğday hastalığı- kurtulabilip tane dolduran başaklara dizilmiş sonsuz sevinci... Hele hele “çok şükürler”i!
Kıtlığa da, berekete bolluğa da şükreyleyen o ermiş sabrını! O “şükürler”in örttüğü içisyanları... Biçim ve yığım esnasında çarıktan arta kalan yerlerin yeniden ince bıtıraklarla kaplanışını... Mavi göğü saran kara bulutlar gibi çorapları sarışlarını, duaların insan aklını sardığı gibi saran bıtırak sırnaşıklığını... Hergün akşam temizlemekten bıkmadığın illeti... Ve saygıyla şapka çıkarılacak o büyük sabrı... O inadı; yılgınlıktan feri sönmeyen gözleri!
Bıtırağı alteden bir inatçılık ve sırsıllık, ancak Anadolu mozayiğinde maya tutmuş insana veridir. Yani sana. Sen bu iradenin bir parçası ve sürdürenisin. Bugünkü sabrın ve suskun görüngün bu inatçılığından, bu zamanlama ve kararlılığından; bıtırak kazımanın bir üretim sürekliliği olduğunun bilincine erişmendendir. Tüm mevsimleri insanca yaşama tutkundandır. İsyanın, basit bir tepki değil, yaşanacak ve yaşanılası bir günü üretecek anlamlı çaban olacağını doğru okuyabilmendendir. Hayatın gerçeklerini ve değişim süreçlerini bütünlüklü anlayabilme becerindendir.
Kıyıma karşı bugünkü tavrının adı bu: Cizre’nin, Dersim’in, Gazi’nin, Sivas’ın, Mahmutlar’ın, Mavi Çarşı’nın belleğine bastığı mühür bu! Bilirsin ki, insan yıktığıyla değil; yaptığıyla tartılır. Ne söylediği değil, ne yaptığı vurulur tarihin kantarına. Ne yaptığını ve ne yapacağını tasarlayamayan, hatta düşleyemeyen insan davranışları tarihin en “adı duyulmuş” meşhur kahramanı da olsa genellikle kaba ve hoyrattır. Meşhur ve kahraman olmasından başlayan bir kabalık ve hoyratlık. Senin her adımınsa, tarihin bir yolunu adsız sansız yürümekten öte birşey değil! Bu yolu bazen sürünerek, bazen körtopal, bazen yuvarlanarak, bazen sekerek, bazen de sıçrayarak katedersin.
Ama yakınmaksızın, yüksünmeksizin ve bilerek... Tarih denilen şey de zaten duygusal bir sancak teslimi ve eldeğişimi değil midir! Toplumdan topluma, sınıftan sınıfa, kitaptan kitaba, insandan insana, kuşaktan kuşağa, beyinden beyine, duygudan duyguya, gönülden gönüle... İnsan, kendini “esir” ettiği kendi düşünün ve düşüncesinin ardından koşan ve yetişemeyen; eskaza yetiştiğinde de torbasında hep yeni arayışlar ve düşler olan tek varlıktır! Değiştirmenin dibinde yatan espri budur. Tasarlama ve tasarladıklarını gerçeklerle uyum içerisinde kurma, yapma ve yaratma becerisi. İnsan üstünlüğü de, insan tükenimi de buradan seker kitap yapraklarına... İnsan, en gelişmiş ve en üstün olduğu bir tarihi aşamada bile hem kendini tüketir; hem kendini bir ertesi güne ve bir ileri döneme üretir... Her kendini tükettiğinde de, hem kendini bir ertesi güne hazırlar, hem kendine mezar kazar. Belki de en büyük “kutsallık” budur! Tanrının haberdar olmadığı tek bilimsel alan ve bilimsel düşünce bu gerçektir! Yaşamın belli süreçlerinde, bazen tükenimin ve tüketimin; bazen de üretimin ağır basması bu gerçeği tersyüz etmez.
Sayın Hammurabi, eşeğin piyasada değişim aracı olarak ilk yasalarını yaparken, bu basit(!) “aidiyet”in, bu “malsınma”nın mülklenmeye varacağını; köle ticaretine dönüşeceğini, rekabet ve anarşik üretime ulaşıp Hiroşima’yı doğuracağını, uluslararasılaşarak Çernobil’e dek uzayacağını bilemezdi. Kendi gününün “gereksinme yolu”nda taban tepiyordu çünkü o garibim!
Yarınlarda Hiroşima ve Çernobil’in ne doğuracağını tasavvur etmek, eğer insan aklını bıtırak sarmamışsa hiç de zor değil, bu iş kahin istemese gerek! En azından geleceğin ne olmayacağı kalın çizgileriyle açık ve net. Hiroşimasız ve Çernobilsiz bir dünya, katliamsız bir yaşam... Bunlara sabır göstermeyen ve bıtırakları çorabından kazıma kavgasını yaşamlaştıran bir insan niteliği! .. İnsanın bugünkü yalpalama ve sendelemelerini abartmayan; bugünün semeleşmesinden/semeleştirilmesinden doğan geçici durumları bilincinde süreklileştirmeyen; ama sürgit umut yavrulayan bir nitelik!
İnsanın sürekli beynini öldürerek yaşayacağını öngören benmerkezci-toplumsal projelerin yaşama şansı olmayacağının ilk muştusu bu! Bunu bilmek bile azmetmeye ve umutlanmaya değer!
Ama kendiliğinden değişen hiçbir toplumsal yaşam olamaz. İnsan katılır, değiştirir. Eskiyi yıkar, yeniyi kurar. Dünün en güzeli, bugünün sıradanı bile olmayabilir. Bugünün en güzeli –ki adı kavga-, ille de yarının güzeli değildir. Yarının en güzeli ise, ertesi günün çirkini olabilir. Bunu anlamak ve kavramak, yeniyi/bugünü kurma edimine zarar vermez. Her güzel, bir önceki evrede benimsenemez çirkinlikler ve baştacı edilecek güzeller toslaşmasında örülerek kurulur ve varedilir. Her önceki evrenin güzelleri, sonraki evrenin güzelleri içinde tüm genleri ve hücreleriyle vardır. Spartaküsler’in Anadolu’da, örneğin ’80 darbesine kadarki tarihsel evrede kazıdığı bıtıraklar küçümsenebilir mi! Üretilen gelenek, o görkemli kahramanlıklara sığınmadan bugüne hücre hücre taşınarak; yarının ellerine bütünlüklü bir deste doğal çiçek olarak armağan edilir. Bundan kuşku duyulamaz zaten. Belki de bu yüzden yaşamımızda Spartaküsler hep oldu, hep olacak!
Çünkü, her yeni gelişim, kendi çorabını saran bıtırağı kazıyarak geleceğe yürür. Yani hep kendini arıtarak ve kendini bitirerek kurar kendi sonrasını... Hatta zamanla kendi sonunu... Ama aynı zamanda geleceği de tasarlaya tasarlaya; onun parke taşlarını döşeye döşeye ve ne ördüğünü bilerek...
Sen atak bir insan, bir tarih yapıcısı ve yaratıcısı olarak yaşamda kendi mezar taşını işlemekle oyalanmaktan başka bir şey yapmazsın. En anlamlı, en dinamik yanın bu! Başka türlü, öleceğini bilmeden nasıl arınabilirsin ki!
Sen zaten sabırla ve inatla maddi bir kopuşu beklemektesin. Dünyanın seni yaşamdan uzaklaştırışını bekleme sabrı seni hem katı, hem de yumuşak kılmakta. Bu, 'bir an önce'ye karşı direnç sağlamakta. Seni düne, bugüne ve geleceğe sımsıkı bağlamakta.
Her an yeni umutlarla donatarak seni anlamlandırmakta, taçlandırmakta. Kopuşu korkunçluktan çıkarıp, umursamazı oynatmakta. Umudunu ışıtmakta. İlk yarışına hazırlanan toy bir tay gibi, ölümünü anlamlı kılacak yepyeni arayışlar arkasına koşturmakta. Dünyayı, doğayı, insanı; yani herşeyi anlamanın sırtındaki kamçısı olabilmekte. Bütün bunları öldükten sonra peşinden övgüler dizilmesi; cansız bedeninin doyurulması için yaptığını söyleyemezsin. Canlı ve anlamlı yaşamak için üretmemiş olamazsın. Bunca bıtıraklı yolu böylesine basit bir gerekçe uğruna göze almış olma iddiası zaten çok gülünç…
En bağnaz dinci bile tanrısından 'bereket' ister. Yani maddi yaşamını, yani bugününü ilgilendiren; bir kullanım değeri olan herhangi bir gereksinim maddesi için dua eder. -Onu gereksindiren şeyleri, fiziki kullanma gücü bulamayacağını anlayıncaya kadar duaların ağır basan yanı budur belki de...- Yağmur dualarının yaşamla bağlantısı aslında çok nesneldir.
Bir çiftçinin yağış umutları, temelsiz bir teslim oluş değil, köklü bir isyandır. Onun doğayla girdiği mücadele kararlılığının ortaya sürümüdür. O 'teslim sabrı'nın altında yatan kükreme, biçimde dua ve yakarıştır. Özünde ise, kartal pençelerinin zorunlu acımasızlığı vardır. Bu yırtıcı pençelerin, az biraz törpülenmesi için, uysallaşma gereksinimine karşılık verir dualar...
Yağış, kendi doğa köleliğini yenebileceği tek kavga aracı olarak yansımaktadır onun bilincine. Yoksa insanlık, topyekün dua eden softa sürüsüne dönüşürdü. Çalışma denen eylem ortadan kalkar; umutlanacağı ve umutlayacağı hiçbir yeşillik olmazdı toprağın rahminde. Yağış peşinden koşma nedeni olmayan bir insanlık düşünmek bile can sıkıcı ve yıpratıcı. İşlevsiz bir insanlığı dünya ne yapsın!
Sen atanla dedenle toprağın kölesiyken, işlevin belki de daha fazlaydı. İş, tekdüze değildi; ürettiğin avuçlarındaydı ve bu emeğinin çığlığına dokunuyordun. Zevkleniyordun, içsel doyuma ulaşıyordun. İşin hergün farklıydı ve her mevsim değişiyordu. Komşu iletişimin henüz hırsızlanmamıştı. Ve hergün, her saat kendini yinelemiyordun: Henüz yalnızlaşmamıştın; cansız nesnelerle hırlaşma yerine, kendi dilinden birileriyle ötüşüyordun.
Bugün ise, kendini yineleyerek güdüyorsun bu deveyi: Hergün kendini yinelemenin dayanılmazlığı... Bu ölüme kürek çekiş, kendi doğana, hatta içgüdülerine aykırı. Güdülecek başka bir yer yok diye, senin sürgit aynı deveyi aynı otlakta güdeceğini düşünenler çok, ama çok büyük yanılıyorlar. Hiç kimse, sıradan içgüdüleriyle devinen biri bile olsa, kendini yinelemenin dayanılmazlığını içinde sürekli büyütemez. Bu semer yanlış katıra yüklenmiş... İçinde hiçbir kıvılcım taşımayan basit bir yük hayvanı öngörülmüş!
Oysa her zaman bir kıvılcımın peşinden koşar insan. Bu, bazan gözüyle göremediği, kulağıyla duyamadığı, eliyle dokunamadığı; ama içinde karaçarşaflara bürünmüş, en küçük fırsatta çıra ormanı yangınına dönüşme potansiyelini içinde hep canlı tutan ve hep yenilenen bir kıvılcım... Senin dalındaki, güneşe hasret yaprak da bu zaten. Sen farketmesen bile içinden seni hep çimdikleyen tatlı yaramaz çocuk kımıltısı yani... Yani sinirli karanlığın bağrını yaracak en süssüz, en güvenilir umut... Seni tanrı korkusundan sinme alışkanlığına karşı koruyacak en kararlı iç kahkaha: Senin kuzuluğuna kurt tanıtmayacak minik kıpırdanış. İçindeki zorbaya başkaldırmanı kaçınılmaz kılacak iç devinim.
Çaresiz dövünmelerden ve sessiz yakarmalardan koparıp; kendin için eyleme açacağın bahar tohumu, boylu boyunca içinde silkiniyor. Seni dürtükleyen bu. Çevresindeki sahte plazmanın sıkı koruyuculuğu ise geçici... Zayıf ve çürük!
Kaldı ki, bu muhteşem tacı ona giydiren de sensin. Uruttuğun tacını başından aldığında -ki bu tamamen senin iraden altında- bırak gücü, o aslan kükremesini hiç aramızdan eksik etmeyen zorba kral, -ki hep içinde şato kuran- sıradan bile değildir. Basit bir vızıltıdır kulaklarının dibinde.
Görüyorsun ki, yüreğindeki azılı mızrak, sana kendi ellerince saplanmış. Bunu anladığın an, zorbanın sıfırı kalmaz, kalamaz yeşil tarlalarında. Bundan emin olmak için dönüp dönüp Napolyon okumaya, Sezar yazmaya ya da Neron'un kusturucu tekadam 'özgürlüğü'nü bedevi katarları gibi bir uçtan ötekine arşınlamaya gerek yok!
Çevrende donsuz dolaşan insanların, ellerinde olmayan şeyleri koruma saplantıları, pek de korkunç ve anlaşılmaz değil. Yoz insan ilişkilerinde avucuna bir damla bal bulaşanın kendini bal teknesi sahibi sanmaları süreklileştirilemez. Onlar, 'hayır! ' deme özgürlüğünü henüz tadamadılar ve tadamayacak kadar zavallılar. Bu darağacı, kendi içinde ürettiği kurtçukların sofrasına meze oluyor günden güne.
Senin sorunun bunun peşpeşe, satır satır yeniden sıralanması olamaz. Sen başka bir dünyanın yapanı ve yaşayanısın. 'Hayır! ' diye haykırma özgürlüğü esiyor bahar namlusuna burç burç sürdüğün yaprakların arasında. Kulluğun en ayyuka günlerinde yalnızca sen özgürsün.
Buysa senin en doğal çığlığın. Hışırtısız olmasının ne önemi var. Çoban yıldızı da çarığına ak dişleriyle gülüş kondurduğunda, çıngıraklarını duymazdın. Ama gerçekti ve sıcacık sarılır okşardı. Ve hep karanlığa saplardı oklarını. Dudağından düşmeyen tek şey özgür akarsuların ışıltsıydı. Sense hep öyküledin, şiirledin, türküledin, ağıtladın; koştun ve yazdın yaşamın sarnıçlarındaki o minik ışık damlalarını. Belki de bu yüzden sen hep özgür kalacaksın ve 'en son tükendiği' sanılan umut, hiç bir zaman vazgeçmeyecek arayışlarından.
Bilerek yaşamanın güçlüğü, dayatılan koşullar ne denli yıldırıcı, ürkütücü ve hoyrat olursa olsun; 'en son tükenen' şarkıları mırıldanmayacak sevgi bülbülleri burunlarından.
Ve sen, sürdüreceksin bilerek yaşamayı: Kör tırpanları umursamadan. Onurla ve özgürce.
Ama içini ve dışını bilirken ve değiştirirken, kendi anlamlarının denizinde intihar eden anlamsız sözcüklerin daldasına sığınmadan.
Anlamsız sözcüklerin daldasına sığınmak!
İnsan zaten hep bir sığıntı mı?
Hem dünyada, hem de hemtürleriyle girdiği ilişkilerde...
En masumane sığınakları bu mu?
Yani kendilerini yadsımak ve aldatmak; gerçek sandıkları düş dünyalarında dümen çevirmek. Ya rota!
Rotayı gösterecek pusulaya hiç erişen var mı, bugüne dek hiç olmuş mu acaba?
Şu çılgın okyanusların rastgele savurduğu ıssız adalar... Güneşli. Aydınlık. Gerçeklerin ve özgürlüklerin; herkesin herkes uğruna ölecek kadar sevgi yumağı adalar, batık bir gemi gibi görünmez değilse; pusulalar neden hep döne dolana aynı girdaba götürüyor. O adalara hiç gelip giden oldu mu, şu yaza yaza, öve öve bitiremediğimiz tarihimiz sınıflanalı beri.
Yalanın, ikiyüzlülüğün, bencilliğin ve gözüdoymazlığın mağaralarında ne eker, ne biçer insan.
Rosa, en iyi yoldaşının yeniyetmesiyle sevişirken hangi adadaki özgürlüğe çevirmişti rotasını. Kendi duygularının boşluklarını doldurmaya bulabildiği kısacık zaman, sonraları O'nu ciğerinden yaralamamış mıydı... İçerde, kalleş bir paylaşma savaşında o gencin karahaberi kulağına dokunduğunda, o özgürlük sandığı ada, karasular altına gömülmüş olmasın sakın... Oysa 'özgürlük sevmektir'i doğrulamıştı pusula. Adaların battığı yerde, senin acemi gemin hangi dağın üstünde, hayatı yeniden yeşertecekti. Nuh'un Gemisi kadar bile düşçü olamazken, gerçeklere yaklaşabilir miydin...
Altında kalmaz mıydın deli dalgaların. Sonu çok önceden belirlenmiş bir kararsızlığın acı ve acımasız öyküsünü, zavallı bir kurşunun etini ziyaret etmesi öncesinde son sözcüklere sığdırmaya gücün yeter miydi. Ve ağzından dökülen sözcükler de daha ağzının içindeyken intihara sürüklenmiyor muydu senin duygularınla içleşerek…
Ah ah!
Harus tarlada bıtırak her zaman sarar çoraplarını ve paçalarını. Bıtırak kazımakla geçen ömür dilimi kısalıp, sevgiye açılan kapılar kuyruğu kıstırmayacak kadar genişlediğinde; sen de insan olarak yavaş yavaş kendini duyumsamaya başlıyorsun. Belirlenmişlikten belirleyiciliğe büyüyorsun.
Bugünse, piyasada sattığın(!) şey, 'batan geminin malları' oldukça, piyasa ortadan kalkmaz. -Ki piyasa senin içinde hergün biraz daha semiren ateşağızlı ejder.- Senin birşeyleri piyasalama gereksinmen, gerçekler, düşler ve özgürlükler adasına çevirmez pusulaları.
Bir piyasa değil, bir kopuş!
Bir köklü kopuş gereksinmen var senin!
Anlamları hayatın her dönemecinde farklılaşan sözcüklerin bağımlılığından kurtulmaksızın, gerçekler ve düşler bu kopuşa olanak verir mi... Ayağına dolanan illetin kendi yaptıkların olduğunu anlaman o kadar geç ve güç mü!
Sözcüklersiz de çözemezsin kördüğüşün kördüğümünü.
Belki de yulafların dizilim saçmalığı doğru okutur seni; en gerçekçi ve en düşsel çözüme yaklaştırır: Rastgele değil, saçma. Hem çok kurallı, hem çok kuralsız. Hem çok organize, hem darmadağınık. Hem tek tek, hem salkım salkım. Hem tekdüze, hem çokçeşitli, karmakarışık...
Peki de, daraltılmış beyninin hangi serinliklerinde depolayıp, hangi hayatın hangi toprağına fideleyeceksin hepsini birden. Her seferinde 'yağmurdan kaçıp, doluya tutularak' nereye gideceksin. Yaptığın işin, ürküttüğün kurbağaya değmeyeceğinin mihengi ne... Sınıflandıktan beri, herşeyin bazen o güzel düşlerde başlama durumu, pusulasını şaşırmasına yolaçmıyor mu insanın...
Uçmayı öğrendiğinde, ayağın yerden kesilir kesilmez hiç beklemediğin anda 'beyaz karanlığa' gömülü/gömülüveriyor tavusbezeli kanatların. Hemen, güdüsel reflekslerinle iniş yapacak -haydi düşecek diyelim- düzlükler arıyorsun. Hayatın gerçek çehresini görüp panikliyorsun. Ölümle oynaşırken, korkunu yemliyorsun farketmeksizin. Ve tepelerin kış sarmış doruklarına çakılıp kalıyorsun. Kanatların kararlı bedenini terkederek gazel gazel uçuşurken, sen donakalıyorsun kendi evriminin gayyasında. Bir beyaz kımıldamazlığın içinde buzdan II. Ramses olup çıkıyorsun.
Dışardan geniş görünen yüreğin birden sıkışıyor ve korkuyu solumaya başlıyorsun burnundan. Giderek buna alışıyorsun! Kendini evire çevire uslandırdığın o ıssız adacığında güneşin soluyor, o düşünde ve gerçek hayatta binbir emekle ördüğün nazlı günlerin ıtır kokusu artık sızlatmaz oluyor burun direklerini. Hiçbir şey gözünde tütmüyor artık. İçki masalarında, mesire yerlerinde 'geyik sohbetleri'nde katıla katıla gülüp geçilecek nöstaljik alay konuları oluveriyor geleceğe gebe anıların. Ve sen, komşusunun yumurtasını aşırmaya kafa patlatmaktan başka uğraşısı olmayan saksağan gibi, ciyak ciyak bağırıyorsun kurak ve kuşatılmış kovuğundan: Sözde gülüşü bellemiş oluyorsun! Pehhhh!
İnsanı, sözcüklerin hergün başkalaşan anlamlarına perçinleyen ince ve kopmaz bağcıkları olmalı...
Çünkü sen, hem kendinsin, hem de bir başkası. Bir başkası da hem kendisidir, hem de sen.
Bir başkası olmayı duyumsayamadığında, uzak iklimlerde kendini sınamaya çıkmış teknen, peşpeşe ve çılgınca göğsüne vuran hırçın dalgaların yaylangacında sendelerken kurtçuklu deliklerinden su almaya başlar.
Ya da tersi! Hep kendin olmaya kalkıştığında, içindeki bir başkasını konuk etmek için yünyataklı odacığın kalmıyor. Her ikisini aynı anda içinde ve dışında büyütmeye doğru yola koyulduğunda, bazen beynin tepkili kıvrımlarında yolunu yitiriyorsun…
Belleğinin Enginlerinde
Sallanan Gemi
Yıllarca kendi içinde şekil verdiği “kutsallıksız” heykeller birbiri peşinden devrildiğinde, insan, kendi içinin bir tarafının mezarlık olduğunu farkeder birden. O andan başlayarak peşpeşe cenaze gömer kendi içdenizine! .. Dost-düşman, erkil-dişil... Her biri ayrı anı ve her biri ayrı acı... Kendi üzgüsü ve hüznü en ağır yükü olur okyanusta sallanan –hayır çığlık çığlığa çırpınan- “uzunyol”a rota almış gemisinin.
Dipsiz bir görüntüye dönüşünce mavi karanlık, insan, boşluğun ve ıssızlığın getirdiği “özgürlük” ve “yalnızlık” manzaralarının sonsuz mutluluğa uçuşan kelebekler olmadığını anlayıverir! O renkli ufukları yeniden kendine doğru, hem de en doğal ve alışkın olduğu bir refleksle asılmaya başlayıverir. Bu refleks ve “içgüdü” yitmişse, artık ne kendi içinde/kişiliğinde kristalleşmiş değerler yumağı olarak hayat bulan ve bir zamanlar kendini adadığı; idealleri uğruna tüm hayatını feda masasına cömertçe koyduğu kızıl dağdoruklarının; ne de sabaha yayılan kuşşarkılarının anlamı kalır... Saygısız bir etyığınıdır aynasındaki! Artık içinde süreklileşen ve genişleyen özgürlük tutkularının; yalnızlığına kapanarak huzura erişme ayrıcalığının yerine geçen penceresiz bir gecedir yüreğinin pırıltıları... Koyumavi karanlık ve içindeki mezarlıkta hortlaklar gibi gelişigüzel uğuldaşan baykuş bağırtıları dolanır aklının etrafında.
Ama küçücük bir refleks bile atarsa damarlarında, yılmaz ve vazgeçmez iyiniyetini kötüye kullandırmaktan.
Ve herşeye rağmen cenaze gömmeyi sürdürür kendi içdenizine!
Çünkü kendi direnç damarı tıkanmamıştır; kendine vereceği morali de, öğüdü de bilir.
Kimbilir kaçıncı kez dalmıştır
o yıkılmaz kalelerin karanlık dehlizlerine...
ve o dehlizlerin yarına açılan kapılarından
alnıaçık yüzüak çıkarak,
alşafaklara kaçıncı kez yürümüştür:
Sapına ustura vurulmuş
bir karanfil gibi düşmüşse
arkadaşların önüne
doğurgan göbeğinde direnişin
vede sessiz çağlayanında hüznün:
Kendine ördüğün duvarlar büyüyüp yükselmesin içinde.
Bir kumru
bir kumru
daha
kondur
duygularının çelik pervazlarına.
Bir dal
bir dal
daha
yeşert
mevsim umursamazı usançsız burçlarında.
Bir kelebek
bir kelebek
daha
uçurt
o verimli kurtçuğundan.
Çünkü onurun
çünkü direncin
tarihidir
toprağında büyü.../büyüyen.
Gece inmesin
perde perde
kendini hapsettiğin
demir kafesin önüne.
Coşkuyla devrim koşsun yiğit damarın.
İnat aksın ırmakların.
Kılıcı göğü kesen bir yıldız
kımıldasın yüreciğinde.
Öyle yakınsındır ki her zaman çığlık ezgilerine
uzatsan kendi sınırından dışarı ellerini
kelebekler uçuşur avucuğunda.
Yeter ki,
cayma “kendini kovalamak”tan.
Çünkü onurun
çünkü direncin
tarihidir
toprağında büyü.../büyüyen.
Soluk kesen karaduman dolanmışsa dörtçevrene
Belleğinin enginlerine açılmanın günüdür.
Böyle ağır havalarda kolun sığmaz yenine:
Çünkü dışarın esir, içerin özgürdür.
Mayan bu dokudan örülmüştür.
* * *
Sıkılırsın; tamgün kapandığın yatağından.
Havaya fırlatırsın kendini;
evzesine iğne batmış kurşun gibi.
Tutunursun, o nazlı bulutların kutnusundan:
Bir gürültü, bir fırtına, bir boran...
Gök dellenir.
Patlatırsın göğsündeki yılları:
Bir şimşek, bir yıldırım, bir yağmur...
Dünya sellenir, kuru dereler dillenir.
Pençelerin utançların gölgesinde sıcacık uyur.
Sıkılırsın; tamgün kapandığın yatağından.
İninden dışarı çıkar aklın.
Kapılar ardından alelacele kilitlenir.
Bıktığını anlarsın;
içi buzlanmış iyigün “dostları”ndan.
Gözlerin yaştır
içerin taş...
Etrafın kıştır
sütbeyaz kış...
Süt beyaz, süt beyaz... süt beeeyaaaaz!
-Kim anlar! -
Tükrüğün düğümlenir boğazına;
yutarsın,
ananın ak sütü gibi yutarsın
yutars... yutar...
Sütbeyazdır,...sütbeyaz
yıllardır hasretini çektiğin kar:
Yürürsün o ellenmemiş dillenmemiş aksayfalara...
Bakarsın:
At izi, it izi, tilki izi, kurt izi...
Yal izi yalak izi, yıl izi yaş izi...
Yaşam izi ölüm izi, düşman izi dost izi...
Vede o aksayfalar,
senin miladından önce kan
ateş gibi yalım yalım ciğerinde yanar.
Akar kanrevan, için kan... kan...
akar kanrevan, akar kanrevan...
...canfigan ane hey, canfigan...
O başında ağlaşan ağızların çığrıştıkları
çocukluğunda eline tutuşturulan
yaşam
pürpak karlar gibi kirlenir.
Kirlenir, aklanır paklanır, kirlenir...
...kir... ak pak... kir...
Hoplar zıplar, ama toplarsın;
onca göllenmiş kanı burçlarına,
yazılmamış şiirlerin
sürersin kabuklanan yaralarına,
divane gönüllerin.
Hazır bulsun diye gençleri güzellikler
aşk kazsınlar diye gövdesine
o heybetli çınar ane hey, canla başla döllenir.
Aşk mayalanır kökleri.
Bir şiire yetmese de
derin iniltilerin...
Gülümsemek yormaz artık yüreğini.
* * *
Sıkılırsın, tamgün kapandığın yatağından.
Sığmaz inine aklın,
sığmaz inine.
Bakarsın kar,
başına çökmüş ağaçların.
Zayıf dallar bel vermiş
başeğmiş yerçekimi hazretlerine...
Yalnızca inat damar
görünce ağırlığı ensesinde
kırmamış dik başını, indirmemiş yelkenini.
Nasılsa, gönlünün tahtı delik
kar etmez hiçbir incelik!
Birden dalıp gidersin anıların kapısız kovuklarına.
O tatlı esintilerle hala içerini yalayan
güzel çocukluğuna bıraktığın salıncak gibi
sallanırsın dalgaların oynak sandalında.
Baharını tazelersin içten içe;
baharını ve direncini...
Çıbanlar hangi iple boğulabilir ki!
* * *
Sıkılırsın, tamgün kapandığın yatağından:
Bakarsın, başucunda bir “destan”:
Yedi başlı yedi ağzından ateş üfüren bir ejder,
kan ve ateş uçurur aklının ortasına...
ilmeği boğazına geçirir.
Yedi kollu bir ahtapot,
dilden dile sokakları dolaşan destanlarını yasaklar
zehirli kollarıyla...
Her seher aynı manzara!
Her seher aynı polpot!
Öyle aşılısındır ki artık eskimiş masallara;
tuzla ovup gözlerini
ellerini yıkarsın gözyaşlarınla...
Ne ahtapot panikletir dallarında kuşlarını, ne ejder.
Gerinde yalnızca
hala ılık ılık içinde dolaşan seher.
Vede o sayısız yollardan
sehere doğru eğrile büğrüle akan
sayısız insanların isyana durmuş akıllı seli...
Hiçbir çıbanını unutmazsın ki!
Yeni “destanlar”da atların kişner.
Kamga kamga ardına düşse de
pörsümemiş gençliğin.
Bir şiire yetmese de
derin iniltilerin...
Gülümsemek yormaz artık yüreğini.
* * *
Sıkılırsın, tamgün kapandığın yatağından:
Bilirsin, içindeki yangını
utançla küllendirmek
tepkilerin sarp uçurumu.
Kanatsız savurmak uçurumun tepesinden
yıllanmış ergin tomurcuğunu
gam değil, bu kervan geçmez sahralarda.
Konmuşsa kartaneleri
mevsimsiz gülün kadife uçlarına
o tozlu kelebek kanatlarıyla...
Görüntü, düşsel tablolarda güzeldir.
Fotoğraflarda veya bir ressamın fırçasında
duygusal ve şehvetli bir haz verir.
Oysa her zevkli manzara,
hayatla kesişen kavşak değildir.
Konmuşsa kartaneleri
mevsimsiz gülün kadife uçlarına
o tozlu kelebek kanatlarıyla...
Başlar ince burçlarında
hummalı bir titreme...
Kitaplarda yazılmaz
destanlara dökülmez
üzerine şiirler de kurulmaz…
Ama;
yakar ucundan ucundan
yangın yürür dibine dibine...
Ve gün gelir
o tomurcuk süren
dölek damarları göğertir!
“Dayan ha yıkılma” isyanları
o ıssız adacıklarında
artık teselli değildir!
* * *
Sıkılırsın, tamgün kapandığın yatağından.
Ay kaybolur, içindeki bulutların gayyasında.
Bilirsin,
içindeki yangını
utançla küllendirmek
tepkilerin sarp uçurumu...
Ağzını balgamla doldurup
tükürürsün aynaya!
Boğazında utancının
en kalın yudumu...
Bilirsin,
fazla verimlenirse
ağırsalkım
yük olur kendi dalına.
İnine sığmaz aklın;
ha bugün, ha yarın çıldıracaksın.
Bu salkımı
nice yıllardan
yollardan
emeklerden
çoğalttın.
Nice yalımlardan damıttın…
Şimdi utançlar mı buyurlayacaksın
şenşakrak bağlarına.
Oysa utançların sarayında
yunup arınmak
yatıp barınmak
mümkün değildir!
Ufuklar Sehere Canlanırken
Belleğinin enginlerinde sallanır gemin:
Terkedersin tepkilerin verimsiz sığınağını...
Şimşeklerin o alıştığın omuruna
sımsıkı bağlarsın yüreğini!
Gökte patlar fişeğin:
Ufuklar sehere canlanırken
dağdoruklarına sepelersin kızıl rengini!
Mayan bu dokudan örülmüştür!
Kayıt Tarihi : 16.12.2008 20:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Çalışma 11-13 yıl öncesine aittir. Uzun bir metindir... Okuyanı sıkmak için yazıldığı söylenir... Söylemesi benden! Bilirsin, fazla verimlenirse ağırsalkım yük olur kendi dalına.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!