Cam yangınlarını bilir misiniz? Günün kendinden emin ışıkları akşamın şehvetli alacakaranlığıyla öpüşmeye başladığında o tılsımlı şölen başlar. Bakıra kesen deniz, menevişli boğazı okşayan kuşlar, turuncu bulutların altında uysallaşan insanlar, tabiatın yorgun kaderini paylaşmak için bu ‘tutuşma’ halinin önünde secde eder. Henüz yazılmamış müstesna bir şiiri okur gibi çarpmaya başlar kalpler... Ancak karşıdan bakıldığında görülebilen bu yangın, sadece şairlerin kullandığı bir imge değildir. Günün usulca soyunmasını seven herkes o kısacık ânın tadını çıkarır. Evlerin pencerelerini tutuşturan ışık oyunlarını izlerken, içten eriyen mumlar gibi kendini yakan insanları düşündüm. Uzun süredir birlikte yaşama alışkanlıklarıyla acılarını terk edemeyen, kendi yalnızlıklarının üstüne kapanan çilekeşleri... Bilmiyorum, belki de sabahları benimle birlikte evden çıkıp tanımadığı insanların arasında dolaşan kitap yüzündendir. Bu aralar Javier Marias’ı ve onun ‘herşeyi çok bilen’ edasıyla konuşan kahramanı, ‘hayat yorumcusu’ Deza’yla susmayı, anlatmayı, bakmayı, taammüden sevmemeyi, vazgeçmenin konforunu, yüzeysel insanları ve daha bir dolu saçmalığı konuşuyoruz tenha sokaklarda.
Deza’ya, “Bu zehirli dili bizi değil kendini cezalandırmak için kullanıyorsun sanki, ne yorucu bir roman kahramanısın sen” diyorum. Bıkkın bir ifadeyle yüzüme bakıp konuşuyor; “Tıpkı yazarım gibi eğilip içimdeki karanlık uçuruma bakmam. Beni yaratan Marias bir zamanlar ‘ben hayatını düşlediği ve yazdığı için zenginleşen ya da kınanan ne ilk yazarım ne de son yazar olacağım’ demişti. Bizim aynı olduğumuzu söyleyenlere de aldırma. Onlar gördükleri ilk ipuçlarıyla katilin kim olduğunu bulduğunu sanan amatör dedektiflere benziyor. O bu tesbitlere genellikle güler geçer, bak Marias, beni nasıl tarif etmiş: ‘Sanki kendisini pek iyi tanımıyor. Kendine kafa yormuyor ama yorduğunu sanıyor. Kendini görmüyor, bilmiyor, daha doğrusu dinlemiyor. Kendini tanımıyor değil de, bu bilgi onu ilgilendirmiyor. O kendindeki değişimleri kaydetmiyor, çözümlemiyor, haberdar bile değil bu değişikliklerden. En çok içe döndüğünü sandığı anda dışarıya bakıyor. Onu sadece dışarısı ilgilendiriyor, bu yüzden bu kadar iyi görüyor.”
Kimse hiçbir şeyi görmek istemez...
Galiba bugün milyonlarca satan, kırktan fazla dile çevrilen Marias da, insanın karanlık yanını anlatmayı seven, biraz küstah, bazen geveze, epey alaycı ve fazlasıyla ‘gerçekçi’ bir yazar olmasına rağmen dünyayı bu kadar iyi gözetliyor ve tekrara düşmeden, ayrıntılarda boğulmadan yazabiliyor. Doğrusu ben onun ‘mutlak’ olana yapışan, çok esnemeyen inatçı, takıntılı halini seviyorum. Ben tanıyanların “nereden biliyorsun” diye biraz küçümseyerek sorduğu o ‘geniş’ soruları yazar bu romanda küstah sesiyle cevaplıyor: “Ama kimse hiçbir şeyi görmek istemez ve bu yüzden hiçbirimiz gözümüzün önündeki şeyi, bizi bekleyen er veya geç başımıza gelecek şeyi neredeyse hiçbir zaman göremeyiz; bize pişmanlık, uyumsuzluk, zehir ve yakınmadan başka şey vermeyecek biriyle bile bile sohbete, dostluğa girişiriz, daha ilk anda anlasak da, açıkça belli edilse de... Başından beri pek hoşumuza gitsin diye, belirgin bir güvensizlik duyduğumuz kişiye güvenebilmek için mantıksızca didiniriz; sanki sık sık bildiklerimize aykırı hareket ederiz, çünkü çoğu kez bunun içgüdüden, izlenimden, önseziden ziyade bilgi olduğunu hissederiz; bütün bunların malum olmayla ilgisi yoktur, esrarengiz olan, bilgimize kulak vermeyişimizdir.”
Öyle midir hakikaten, aslında hisseder ve ekseriyetle görmezden mi geliriz? Ve eğer gerçekten böyle yapıyorsak bunu neden ve nasıl yapabiliyoruz? Yalnız kalma ihtimalinin, yeterince sevilmemenin tedirginliği bizi kendimize bu kadar körleştiriyor mu? Neden bilgiye ve görmeye tahammülümüz yok? Marias’a göre kesinlikten nefret ediyoruz ve kimse kendi ıstırabına dönüşmek istemiyor. Ben onu anlıyorum, büyürken zihin, pişmanlık, hayalkırıklığı, suçluluk haritamdaki düşünceler neredeyse Deza’nınki gibi şekillendi. Biraz sert ama sırtını gerçekliğin temkinli huzursuzluğuna dayıyordu. Oradaki ‘mutsuzlukla’ mutlu olmanın formülünü hayat bana da pek çoklarına yaptığı gibi erken öğretti. Ve tuhaf olan şu ki güya beni çok sevenler, nedense beni güvenli, loş mağaramda hiç rahat bırakmadı. Sonunu görebildiğim her tehlikeyi en başından sorguladılar. Sevgiye, vicdana, hakkaniyete olan sonsuz ‘inançlarıyla’ ruhumu didiklediler. Nereden biliyormuşum. Hayat her seferinde değişen koşullarla insan denen varlığı anlama ve sevme macerasıymış. Haklı çıkmaktan nefret ettiğimi bilmem söylemeye gerek var mı? Ben Marias’ın sözünü ettiği, görmezden geldiğimiz o bilginin işe yaradığını her seferinde en çıplak haliyle gördüm. Ama onlar hâlâ görmüyor. Tam da bu yüzden onun romanlarındaki tavizsiz duruşunu, zıtlıkları kendi içinde barındıran yazma kudretini önemsiyorum. Onun formüllerle insanı paketlemediğini, olayları genelleyerek basitleştirmediğini tam tersine insana dair ne varsa itinalı bir arkeolog gibi kazının derinliklerinden bulup çıkarttıklarıyla edebiyatı yücelttiğine inanıyorum.
Anlatmanın imkânsızlığı...
Marias üçlemesinin ilk romanı Yarınki Yüzün’de insanların içini görebilen gizli servis ajanı Deza’nın vaktiyle çok sevdiği karısından uzaktaki ‘sürgün’ halini onun dünyaya yabancılaştıran kalın, sert kabuğuyla anlatıyor. Yazar babasının hapis yatmasına neden olan Franco rejimini, darbeleri, savaşları sorguluyor, siyaseti casuslarla çok sevdiği yakıcı mizah anlayışıyla tartışıyor. Çok uzun, hiç bitmeyecekmiş gibi tirelediği, noktalı virgüllerle ayırdığı cümleleriyle hayallerini, düşüncelerini çoğaltıyor. Yoruyor, sarsıyor, itiyor, çekiyor, dünyayı esnetiyor, dalgasını geçiyor, üzüyor, kızdırıyor, bazen çaresizliğe mahkûm ediyor ama okurunu hiç yalnız bırakmıyor. Yazarlığının yanı sıra çevirileri, biyografileri, önemli üniversitelerde verdiği edebiyat dersleri ve haftalık gazete yazılarıyla da tanınan yazar, röportajlarında gerçek kişilerin başından geçen gerçek olayları anlatmanın imkânsızlığından söz ediyor. Roman bildiğimiz ‘gerçekler’ karşısında çocukça kalıyormuş. Belki de bu yüzden yazılması ve çevrilmesi uzun süren bu üçlemeye anlatmanın imkânsızlığını ve erdemini tasvir ederek başlamış: “İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı; hiç varolmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör, kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı.”
Karanlığıyla çeken bir başlangıç cümlesi değil mi? Aynı yazar devam ediyor; “Anlatmak her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile, aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir...” Marias, anlaşıldığı gibi okuruna pansuman yapan türden bir yazar değil. Onu kimi zaman kendi anılarınızı dinlermiş gibi okurken, her yalanda bir doğru olduğunu, tek bir ânın gelecekteki bütün hayat hikâyemizin tohumunu içinde barındırabileceğini, her zaman yerimi alacak olan birinin olacağını, ansızın dışlanmanın derin acısını hissediyorsunuz. Karşımızdakine hissettirdiğimiz sıkıntıyı veya tersini, sahiplenme kaygısını, değişmeyenleri bekleyen kaderi, göz boyayan zamanın insana yaptığını açıkça görüyorsunuz. Yapmak istediği tam da bu çünkü.
Kendi yalanlarına tercüme ediyor...
Marias tıpkı ‘insan tercümanı’ casus Deza gibi farklı hikâyelerle insan davranışlarının tepkilerini, eğilimlerini, kişiliklerini, dayanma güçlerini, esnekliklerini, sadakatlerini, gevşek ya da sağlam iradelerini, tutarsızlıklarını, samimiyetlerini, masumiyetlerini, ilkesizliklerini, alçaklıklarının muhtemel derecelerini yorumluyor: “Aynı insanlar aynı yerde hem birbirini sever hem, birbirine tahammül edemez, sağlam alışkanlıklar yavaş yavaş ya da birden –nasıl olduğu önemli değildir- yasağa ve uygunsuzluğa dönüşür; bilincine varılmayacak kadar kanıksanmış olan dokunma cüretkârlığa, tacize dönüşür... Hoşa giden, beğenilen şey nefret uyandırır, mide bulandırır, lanetleri üzerine çeker, can sıkar; daha dün söylenilen sözler şimdi telaffuz edilse havayı temizler, hiçbir bağlamda işitilmek istenmez, binlerce kez söylenmiş sözler hükümsüz kılınmaya çalışılır (silmek, yok etmek, iptal etmek, önceden susmuş olmak, dünyanın hedefi budur) : tam tersi de geçerlidir.”
O gerçekleri böyle keskin cümlelerle anlatarak yaşadıklarımızın değerini azaltmıyor, kimseyi yargılamıyor, anılarımızı ve geleceğimizi hapsetmiyor. Anlayabilenler için sadece ‘kendi ıstırabına dönüşenlerin’ gerçeklerini romanın yalanlarına tercüme ediyor.
* Yarınki Yüzün, Javier Marias, Çev. Roza Hakmen / Metis Yayınları
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:09:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/kendi-istirabina-donusenler-ve-javier-marias.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!