Kasım ayının buruk bir imajı olmuştur bende hayatım boyunca. Başlı başına farklı bir mevsim gibidir. Kasım ayında havalar iyice değişken olur. Gökyüzü bulanıklaşır. Kentlerin üzerine daha yoğun sis çöker. Tabiat ana, veremli kız misali sapsarı kesilir ve “artık gücüm kalmadı” dercesine kendini rüzgarın ellerine bırakır. Rüzgarda savrulan yapraklar ise bir ağlayış gibidir. Velhasıl pek iç açıcı havalar olmaz kasım ayında. Hele hele, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ü de kasım ayında kaybetmiş olmamız hüzün üstüne hüzün katar bu aya. Ve çocukluğumdan beri 10 Kasımlarda yaşadığımız veya yaşatılmak istenen hüzünleri hatırlarım hep. Hatta saat dokuzu beş geçe, bizim o zaman adına canavar düdüğü dediğimiz siren susuncaya kadar nefes almadan durmamız söylenirdi. Tabii ki nefesimi uzun süre tutamazdım ben. Herkes nefesini tutuyor zannettiğim için de kimseye bir şey söylemez, başımı öne eğerek nefes aldığımı belli etmemeye çalışırdım çocuk aklımla.
Atatürk’ü nefesimi tutmadan andığım için de bir suçluluk duyar, utanırdım. Zaten çocukluğumdaki 10 Kasımlardan aklımda kalan hep bu anlar olmuştur. Ki o çok önemli bir andı. Küçücük boylarımızla ve kocaman yüreklerimizle, ölümün dahi ne olduğunu bilmeden, O’nun öldüğüne inanmamamız gerektiği aşılanmıştı. O’nu bizler, yüreklerimizde yaşatacaktık.
..........
Peki, bizler, büyük önder Atatürk’ü yüreklerimizde yaşatmayı becerebildik mi?
Acaba kaçımız O ’na hak ettiği sadakati gösterdi?
Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye ant içerken, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğim derken, yalan mı söyledik hep?
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla