Ağaçlar soyunur,
şehirler susar,
caddeler, sokaklar sonbaharı uğurlar.
Bir ben kalırım ay ışığı altında,
bir de seni düşününce dilime dolanan şarkılar,
yağmuru kıskanan gözyaşlarım...
Hâlâ dün gibi geldiğin o gün;
ıslak saçlarını tarayıp örüşüm...
Sanki hâlâ solumda bir yerdesin,
bir nefes kadar yakın,
ama bir mevsim kadar uzaksın.
Beni altüst ediyorsun.
“Kasımda aşk başkadır,” diyor beynim,
gözlerim hâlâ camda;
sanki yağmurlar getirecek seni bana.
Cam buğusuna çizdiğimiz o kalp,
sanki hâlâ duruyor orada —
sanki hâlâ elin elimde.
Duvarlara kazıdığımız isimlerimiz...
“İzmir hiç bu kadar güzel olmamıştı,” deyişin...
Hâlâ aklımda sen kokan her bir anı,
teninin kokusunu burnuma ezberlettiğim o gün gibi.
Söyle, hangi çiçek tenin kadar güzel kokar ki?
Gelişin de gidişin gibi bir kasımdı.
Yorgun bedenime fer oldu varlığın,
ama elimi bırakıp gittiğin o gün
nefessiz kaldı tüm sözcüklerim.
Şimdi sokaklar sarıya, şehir griye bürünüyor.
“Kasımın rüzgârı sert olur,” derdin, “sıkı giyin.”
Keşke kasım rüzgârları saçlarıma esseydi;
yüreğime esti.
Ve yüreğimin duvarlarını sarıya boyadı.
Sarı... ayrılığın rengiydi.
Belki de bu yüzdendi ayrılığımız.
Bizi buluşturan kaderdi;
ayıransa kasımın rüzgârları.
Rüzgâr perdeleri titretti, yüreğimdi üşüyen.
Doktorlar “kansızlık” dedi,
ben “sensizlik” diyemedim.
Aralanmıştı kapı, bakıyordu ayrılık.
Veda ederken kasım,
dilimde tek bir söz kaldı:
Kasımda aşk başkadır.
Kasımlar benim,
aşklar senin olsun...
08.11.2025 19:29
Kayıt Tarihi : 8.11.2025 19:30:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.



günlerden ve gecelerden sonra,
akasyalar açar mı hızırtepede,
nergis/gerbela/kazabilanka; karanfil,
demetlenir mi dîvân başında yeniden,
bir şehit ailesi evinin bahçe duvarına
bereket olsun için bırakılan,
birkaç hasat başaklaması taze fındıkla,
acaba dem bu dem dediğimiz demler,
mümkünlü olabilir mi…,
ki muhabbet demlerinde,
nice mücerred hatıralarda gördük ki,
bizi biz bile ayıramayız; bizi biz bile…,
yakınlarından izinsiz nakli yasal
morgdaki ölü gözlerinde,
kornea ile retina gibi…,
yeri göğe katan bir doğal afet misal,
geçtin başımıza ey aşk…,
ve mest olmuş /kanıyoruz/
dünyanın gözyaşlarıyla,
hayat sürme narkozu altında…,
ne panik ne de şaşkınlık içindeydik,
sanki saatlerimizi kurmuş,
bekliyor gibiydik olacakları,
kalplerimiz ve sadrımız genişti
ve dayanma güçlüğü çekmiyorduk
olanlara ki,
gariptir; içinde bulunduğu yerde bile,
yitiği de olabiliyor insan kendi yüreğinin,
ve ah termal,
kayaaltı dilek çeşmesinden akmamıştır
senden aktığı kadar,
şifa suları,
dut pekmeziyle tahinin
birbirine karışmasıdır aşk ki,
yeniden ayrı ayrı
dile damağa konmayan…,
ki gerekmiyor bir çuval
keçiboynuzunu çiğnemek de seninle,
bir damla bal/şeker tadı için,
ve senin gül bahçesine sinen kokun,
hazan sesli nefesin de yetiyor
doymak ve doydukça acıkmak için…,
ışıltıların yıldız yıldız sarıyor dört bir yanı,
ve göz gözü görmüyor,
gönül gönüle baktıkça…,
al çift kutupluluğumu ver migrenini;
canına sahip çıkmak asıl,
muhibana canını vermektir…,
ki aşk can vermek değil,
aşk; can içinde can olabilmek,
tek can kalabilmek ve
kaybedip kaybedip sayısızca
bulabilmektir yitirdiğini…,
âdem ve havvanın yasak meyvaya uzanırken,
aşkın ellerinden tuttuğu o an,
bir kadir gecesine denk gelmiş olabilir mi…,
ki hatırlıyorum, bu soruyla secdedeydim,
ve kıble ne yönde deseler bilmiyordum,
ki yönüm bir siy/ah güle bakıyordu,
üstünden gözümü hiç ayıramadığım,
ve o secdeye kapanışta toprağını öptüğüm,
o siy/ah güledir meftunluğum…,
ah;
TÜM YORUMLAR (1)