49. KASAS SURESİ
Kur’an’ı hayata taşıma hususunda bana arkadaşlık eden kerim dostlarım bugün muhteşem Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesiyle daha yüz yüzeyiz. Kur’an’ın her yeni sitesine girerken yeni bir heyecanı yaşıyor olmamız çok doğal. Çünkü rabbimiz konuşuyor, çünkü Allah insana tenezzül buyuruyor, çünkü Allah insanı dikkate alıyor, kale alıyor, çünkü insan rabbine, her şeyini borçlu olduğu rabbine vahiy ile yöneliyor. İşte bu nedenle duyduğumuz bu yeni heyecan ile kasas suresine giriyoruz.
Dikkat buyurunuz sevgili dostlarım Kur’an bize bu kıssalarda güç ahlakını, iktidar ahlakını, servet ahlakını, cinsel ahlakı, siyasal ahlakı, sosyal ahlakı, yani bunu hayatın her alanına uzatabilirsiniz, Kur’an anlattığı her kıssa ile muhatabına bir alanın ahlakını öğretir. Yani Kur’an hikaye anlatmaz. Anlattığı bu kıssaların altında bir dip akıntısı olarak sürekli ders verir. Muhatabının hayatını, şahsiyetini, aklını ve tasavvurunu inşa eder. Onu eline alıp bir hamur gibi yoğurur ve şekil verir. Tabii eğer muhatabı Kur’an a kendisini teslim etmişse.
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 28, nüzul sıralamasına göre 49, suresi olan Kasas suresi Mekke’de nazil olmuştur. Ayetlerinin sayısı 88 dir.
Neml ve İsra sureleri arasına yerleştirilmiştir.
Adını içindeki 25. ayetinde geçen “kıssa” kelimesinin çoğulu olan “kasas”dan almıştır.
Surede Hz. Musa (AS) hayatı ve Firavunla arasında geçen hadiselerin yanı sıra Karun kıssasına da yer verilir. Şuarâ ve Neml surelerinde kısa olarak geçen konulara dair tamamlayıcı bilgiler verilmektedir. Surenin muhtevasından anlaşıldığına göre bu ayetler Mekke’de Mekke müşriklerinin baskı ve zulümleri altında bunalmış Müslümanlara bir destek, karşılarındaki kâfirlere de bir tehdit oluşturmak üzere inmiştir.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Kelime-i mukattaa, kesik okunan harfler. ”Ta" ile Yüce Allah'ın kuvvet ve kudretine, ”Sin" ile sırrına, ”Mim" ile de yaratıkların hepsine lütfuna işaret etmektedir. Bunlardan başka birtakım gizli işaretler ve derin anlamlar ise daha önce geçmiştir.
2. “Apaçık” diye tercüme ettiğimiz mübin kelimesi “açıklayıcı” anlamına da gelmektedir.
Mübin vasfının Kur’an’a, vahye atıfla geldiği bu tip tüm ayetlerin temelde bir mesajı vardır, o da şudur; Dosta ve düşmana bu vahyin anlaşılmazlık iddialarının tümünü reddetmektir.
Vahyi biz anlayamayız söylemini Kur’an defaatle bu ayetlerle söyleyenin yüzüne çarpar. Tabii herkes vahyi kendi aklı seviyesi, bilgisi, bilgi düzeyi, kapasitesi, hatta imanı derecesinde anlar. Herkes elbette aynı düzeyde anlayamayacaktır. Bırakınız vahyi vahiy dışı birçok olayı bile insanlar baktığı yere göre, bakışına göre, duruşuna göre farklı farklı anlamaktadırlar. Vahye bakarken de öyledir. Nerden bakıyorsanız öyle anlayacaksınız. Doğru bir anlama doğru bir bakışla mümkündür. Doğru bir bakış doğru bir imanla mümkündür. Doğru bir iman doğru bir duruşla mümkündür. Doğru bir duruş, doğru bir tasavvurla mümkündür.
3. Kur’an-ı Kerim’de 136 yerde adı geçen Musa Aleyhisselam, kendisine en geniş yer verilmiş olan peygamberdir. Babası İmran, annesi Yokebed’dir. Kur’an’da Hz. Musa’nın hayat hikâyesine bazen kısa bazen da geniş bir şekilde yer verilmiştir. Kasas suresinde de konu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
“Bil Hakk” bu kıssaların görünüşte bir kıssa olduğunu, fakat hakikatte bir hikaye değil, onun arkasındaki bir amacı gerçekleştirmek için anlatıldığını, bu amacın da bu kıssaların altında, satır aralarında o kıssaların kahramanlarının üzerinden muhataba örnek, ya da ibret sergilemek olduğunu imadır.
“Li kavmin yu’minun” iman eden bir toplum için. Harfiyen çevirisi bu. Fakat imanlı bir toplum oluşturmak için şeklinde anlamamız daha doğru olur. Yani bu kıssaları Mü’min bir toplumun oluşmasında yol gösterici olarak aktarıyoruz.
Rasulullah efendimize okunmasının hikmeti hem Rasulullah efendimizin şereflendirilmesi, hem de kıyamete kadar bu haberlerle ilgilenen kullarına şeref kazandırmasıdır. İşte şu anda bu Mübin olan kitabı elimize aldık ve Rabbimizin şeref sebebi olan bu haberini bizler de okuyoruz, dinliyoruz. O haberlere bizler de şahitlik ediyoruz.
4. Hz. Musa dünyaya geldiği sırada Mısır’ın yönetimini elinde bulunduran Firavun, ülkesinin sınırlarını genişletmiş, bu durum onu şımartmıştı. O, Kur’an’da değişik yönlerden eleştirilmekle birlikte asıl eleştirilen yönü tanrılık taslaması, kendini herkesten üstün görmesidir. Firavun, halkını tabakalara bölmüş, özellikle İsrail asıllı olanlara insanlık onuruna yakışmayacak şekilde muamele etmiştir. Bu sebeple aynı ayetin son cümlesinde onun fesat çıkaranlardan olduğu ve normal düzeni bozduğu ifade edilmektedir. Mısır’da çoğalıp kendisine isyan edeceklerinden kaygılandığı için İsrail asıllı olanların erkek çocuklarına kıyım uyguladı.
Firavun’un bir rüya gördüğünü, korkup kederlendiğini naklediyor. Rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateş, Mısır’a kadar uzanıp, Firavun’un evlerini yaktı. Fakat sadece Kıpti’lere zarar verdi, İsrail oğulları ise kurtuldular. Uyanınca hemen kahin ve müneccimlerden rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; “İsrail oğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helakine ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı.”
Bu haber üzerine telaşlanan Firavun, İsrail oğullarından doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti…
Buradan anlıyoruz ki firavunun zulmü anaların rahmine uzanmıştı. Bir zulmün uzanabileceği daha öte neresi vardır? Anaların rahmine kadar uzanmışsa orada ne kalmıştır? Böyle bir yerde insanlar tükenmişlik duygusu değil de başka ne duyarlar. Ama bakınız Kur’an; böylesine ayyuka çıkmış bir zulmün örneğini vererek Müminlere böyle bir durumdan dahi nasıl muhteşem bir sonuç elde edilebileceğini insanlara misal olarak veriyor. Tabii bu ayetler tüm mazlumlar adına okunmalıdır.
Hatta ilginçtir o gün Firavunun zulmü altında ilahi yardıma mazhar olan İsrail oğulları, bugün Firavunun tahtına oturmuş durumdalar. Belki bu da apayrı bir ibret verici sahnedir.
5. Tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi veren tüm toplumlar için bir müjdedir bu ayet. Bu vahyin ilk muhatapları belki de bu ayetler onlara en acı zamanlarında ulaşmıştır. Hatırlayınız, yani bu surenin iniş zamanının yaklaşık Mekke’de ki Şib-i Ebi Talip boykotuna denk bir zamandır. Öyle bir boykottu ki o insanlar çocuklarının ağzına verecek değil bir lokma ekmek, su bulamıyorlardı. Mü’minlerin etrafı kuşatılmış, içeri tabir caizse bir sinek bile bırakılmıyordu. Ancak geceleri düşmanların gözünü kaydırarak oradakilerin akrabaları meçhul bir yerden bir yüklü deveyi mahalleye doğru sürecekler de o gelenle ölmeyecek kadar idare edecekler. Böylesine korkunç bir ambargo.
Gerçekten bu müjde karşısında sadece iman işlerdi başka bir şey değil. Eğer iman olmasaydı her halde muhataplar bunu gülünç bir iddia olarak alacaklardı. Ama öyle olmadı. Çok geçmeden ortaya çıkacaktı. İman ettiler ve iman ettiklerine memnun oldular. Sonunda şahit oldular.
Cenab-ı Hakk’ın muradı, Firavun’un arzusunun tam tersi istikamette tecelli edecekti. Firavun, her ne kadar İsrailoğulları’nı ezme ve bitirme siyaseti gütse de, netice Firavun’un aleyhine ve İsrâiloğullarının lehine vuku bulacaktı. Çünkü Yüce Allah şunları murat ediyordu:
Zayıf ve güçsüz düşürülen İsrâiloğulları’na lutuf ve ihsanda bulunmak.
Onları dünyanın önderleri, liderleri, hükümdarları yapmak.
Onları hem Firavun’un devlet ve saltanatına, hem de mukaddes topraklara vâris kılmak.
Topraklarda İsrâiloğulları’na güç ve iktidar vererek onları hâkim kılmak.
Firavun’u, veziri Haman’ı ve ordularını, İsrâiloğullarından korkup çekindikleri belâya uğratmak; korktuklarını başlarına geçirmek.
6. Haman, Firavun’un veziri veya saraydaki önemli şahsiyetlerden biri olup adı Kur’an’da altı yerde Firavun’la birlikte anılmaktadır.
İlâhî irade Firavun’un istediği istikamette tecelli etmedi. Tam tersine Allah Teâlâ, onun zulmü altında ezilen, horlanan, fakir ve muhtaç duruma düşürülmüş olan, yok edilmek istenen İsrailoğulları’nı zulümden kurtarıp hayırlı işlerde insanlara önderler yapmak, ülkelerinin vârisleri kılıp vaad ettiği topraklara güvenlik içinde yerleştirmek, kendilerine iktidar vermek istiyordu. Nitekim İsrâiloğulları soyundan insanlara din ve dünya hayatında önderlik etmiş olan birçok peygamber gelmiş, onlar Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman zamanında bölgenin en güçlü devletine sahip olmuşlardı.
7. Hz. Musa’nın annesine yapılan vahiy muhtemelen peygamberlere yapılan vahiy değil, seçkin kulların kalbine doğan ilham anlamındadır. Sıkı bir şekilde uygulanan bu katliamdan Musa’yı kurtarması için Allah tarafından annesine, onu bir süre emzirmesi, çocuğun hayatının tehlikeye düştüğünü hissettiği anda onu bir sandukaya koyup Nil nehrine bırakması ilham edilmiş, annesi de emredileni yapmıştı. Çünkü Allah ona, “Korkup kaygılanma, biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” diye ilham etmişti.
Anne aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Hemen Onu bir sandığın içine koydu ve Nil’e bıraktı. Musa suların üzerinde gidiyordu ve Rabbimizin iradesi, Rabbimizin koruması Onun üzerindeydi. Her şeye gücü yeten, her şeye hâkim olan Rabbimiz Onu Firavunun sarayına doğru yönlendirdi. O anda yine her şeyi yönlendiren Rabbimiz Firavunun hanımını ve nedimelerini de o tarafa doğru yönlendirdi. Onlar sarayın Nil’e bakan kısmında bir gezintiye çıkmışlardı. Ve Rabbimizin takdiriyle çocuk onlara doğru geliyordu. Ve suda gelen sandığı gördüler.
Her firavunun bir Musa’sı var mıdır? Evet, eğer firavun varsa her Firavunun bir Musa’sı vardır. Bazen Musa’lar Firavunun sarayında ve kucağında büyür. Bu ilahi bir iranidir. Tarih buna şahittir, tanıktır.
8. Evet, ilahi kader ağlarını örüyor. Gerçekten de önüne kimse geçemiyor. Hz. Peygamber bir keresinde öyle diyordu ya; “Allah dilerse dinine bir kafir eliyle yardım eder.” Nasıl eder sorusunu merak ediyor musunuz? İşte burada olduğu gibi.
Nitekim sonunda ilâhî takdir tecelli etmiş, Firavun ailesi, İsrâiloğulları’na yapmış olduğu zulmün karşılığı olarak ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak bebeği Nil kıyısında bularak Firavun’a getirmişlerdir.
Firavun, Hâmân ve askerleri büyük bir zulüm ve yanılgı içindelerdi. Alçaklar ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Allah konusunda, Müslümanlar konusunda yanlış bir hesabın içine girmişlerdi. Allah’la baş edebileceklerini zannediyorlardı. Müslümanların kökünü kazıyabileceklerini hesap ediyorlardı. Adına binlerce çocuğun kanına girdikleri, gelmesin diye, doğmasın diye tedbirler aldıkları çocuk şu anda kucaklarındaydı. İşte şu anda öldürmek istedikleri Musa saraylarındaydı. Her konuda hâkim güç Allah’tı. Yeryüzünü idare eden onlar değil Allah’tı. Egemenlik onlarda değil Allah’taydı.
9. Çok sevimli bir bebekti Hz. Musa’nın bebekliği. Bu sevimliliği Kur’an da dile getirilirken görüyoruz. Taha suresinin 39. ayetinde. “Ve elkaytü aleyke mehabbeten mini” (Tâhâ/39) buyruluyor. Senin üzerine katımızdan bir muhabbet koyduk. Senin üzerine katımdan, yani sırf lütuf olarak bir muhabbet, seni sevdirdim diyor. Sevimli kıldım. Onun için O sevimliliğin bile altında ilahi senaryonun bir boyutunun yattığını görüyoruz.
Bu kadın Asiye annemizdi. Ahirette bu kadının gözü aydın olacaktı. Büyük irade böyle istiyordu. Bakın iki peygamber karısı, o eve vahiy indiği halde, insanlık o evden yayılan vahiyle dirildiği halde o iki evin hanımı Müslüman olmuyorlar da, yeryüzünün en despot, en zalim insanının karısı Müslüman oluyor. Gerçekten çok garip bir dünya.
Yani “ilahi senaryo” işliyor ama onlar hiçbir şeyin farkında değiller. Tabir caizse bu senaryo içinde birer figüran olarak oyunlarını ifa ediyorlar.
10. Musa’nın annesinin üzüntüden aklı başından gitmiş, ne olup bittiğinden haber alamadığı için dehşete kapılmıştı. Haber almak için gösterdiği telâş sebebiyle neredeyse durumu ifşa edecekti, fakat Allah gönlünü pekiştirdi, ona sabretme gücü verdi ve sonunda çocuğuna kavuşacağı inancında karar kıldı.
Gönlü bağlamak; raptetmek. Efendimiz duasında; “Ya mukallibel kulûp sebbit kâlbi alâ dinike.” Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım kalbimi dinin, kalbimi sevgin üzerinde sabit kıl, raptet. İşte sürekli dönen, bir kararda durmayan, bir oraya bir buraya akan kalbin hakikat üzerinde sabit kılınması.
11. Anne, kızına gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti. O da hemen nehrin kenarında kardeşinin peşine düşmüş, Firavun’un adamlarına hissettirmeden, Musa’nın Firavun’un sarayına götürülüşünü izlemişti.
Dikkate değer bir konu: yani kendi kızına diyebilirdi, yani libnetiha, kendi kızına. Fakat onun kardeşine Musa’nın kardeşine. Yani kızı olduğu için emretmedi bebeğin ablası olduğu için emretti. Bir şefkat var, bir şefkat ve sevgi kokuyor bu ifade tarzı.
Ablası onu takibe aldı. Sarayın hizmetçilerine çaktırmadan kardeşinin durumunu izliyordu. Hizmetçiler onu beslemek için uğraşıyor, onu emzirecek birini bulmaya çalışıyorlardı. Çocuk ise iradesine karşı konulamayacak bir merkezden aldığı talimat doğrultusunda dişlerini birbirine kenetlemiş, getirilen hiçbir annenin sütünü emmiyordu. Çünkü Allah ona, öz annesi dışındaki annelerin sütünü emmesini yasaklamıştı. Dolayısıyla o, konuşacak durumu olmasa da, hal diliyle ısrarla öz annesini bekliyordu.
Kaderin cilvesine bakalım ki, sabahleyin onu öldürmek niyetiyle kalkanlar, şimdi onu hayatta tutabilmenin canhıraş gayreti içinde bulunuyorlardı. Çocuğun ölmesinden ya da zayıf düşmesinden endişeleniyorlardı. Böylece ilâhî kudret, çocuğa sütanne arayanların şaşkınlığını Musa’nın ablası için bir fırsat haline getirmişti. Tam bu sırada o, hizmetçilerin yanlarına sokularak, çocuğu hiç tanımayan yabancı birisiymiş gibi olaya müdahale etti. Onu emzirecek, bakımını üstlenecek, onu ninnileriyle teskin edip onu güzelce terbiye edecek bir aileyi onlara bulabileceğini söyledi.
12. Kaybolan çocuk bağrı yanık anneye dönmüştür. Sağlığı da yerindedir. Güvenilir bir yerde, Firavun'un himayesinde, karısının gözetiminde yaşamaktadır. Üzerinde dolaşan korku bulutları dağılmış, artık güvenilir ve sağlam bir yerdedir. Hiç kuşkusuz kudret eli insanı dehşete düşüren olağanüstü planının ilk aşamasını bu şekilde gerçekleştirmiştir.
Göklerde ve yerde mutlak egemen olan, mutlak irade sahibi olan Allah, yetki sahibi olan Allah çocuğunu annesine, annesini de çocuğuna ulaştırıverdi. Annesine vahy edip korkma, onun başına hiçbir şey gelmeyecek ve onu sana döndüreceğiz buyurmuştu, işte sözünü yerine getirdi Rabbimiz. Çünkü hayata hakim olan, dilediğini dilediği gibi gerçekleştiren Allah’tır. Kimse O’nun iradesine engel olamaz. Mülkünde mutlak tasarruf sahibidir.
13. Herkes büyük iradeye teslim olmak zorundadır. Allah’ın yetki vermediği alanlarda Firavunların hiçbir güç ve yetkileri yoktur. İşte gelmesin diye tedbirler aldığı Musa Firavunun sarayında bir prens olarak büyümektedir. Öldürmek istediği çocuk kendi kucağında büyüyor. Allah yasasını böyle belirlemişti. Firavunun gözleri kör oldu da göremedi Musa’yı.
Hiç şüphesiz Yüce Rabbimiz, insanı dehşete düşüren harikulâde planının ilk safhasını bu şekilde gerçekleştirdi. Şimdi Hz. Musa, güvenilir bir yerde, can düşmanı Firavun’un himayesinde, hanımının gözetiminde ve öz annesinin kucağında büyümeğe devam etmektedir.
Böylece yıllar geçti, Musa gençlik çağına ulaştı:
14. Ergenlik çağına girmek, bedensel güçlerin son noktaya varmasıdır. Olgunlaşmak ise, organik ve akli gelişmenin tamamlanmasıdır. Bu da genellikle otuz yaş civarında gerçekleşir. Acaba Hz. Musa, bu yaşa kadar, Firavun'un sarayında onun ve karısının üvey evladı oğlu olarak mı yaşamıştır? Yoksa Musa'nınki gibi saf ve seçkin ruhların sıkıldığı, rahat edemediği, böylesine kokuşmuş bir ortamda ruhu sıkılmış, huzursuz olmuş, bu yüzden onlardan ayrılıp sarayı terk mi etmiştir?
Özellikle annesinin ona kim olduğunu, hangi kavme mensup olduğunu, dininin ne olduğunu kesinlikle öğretmiş olması gerekir. O da kavminin nasıl iğrenç bir zillete, aşağılık bir zulme, alçakça bir haksızlığa mahkum edildiğini, yine yaygın ve çirkin bir bozgunculuğun her tarafı kapladığını görüyordu.
İlim sadece malumat sahibi olmak değil, eşyanın illet, hikmet ve gayesini kavramaktır. Bu işlemi yapan yetenek muhakemedir. İşte hüküm ve ilm; ikisi birden onun için zikrediliyor.
15. Hz. Musa, öğle vakti halkın istirahata çekilmiş olduğu bir sırada bu şehre girmiş, şehirde biri İsrâiloğulları’ndan, diğeri Kıptiler’den olan iki kişinin kavga ettiğini görmüş, İsrâilli’nin kendisinden yardım istemesi üzerine Kıptî’ye bir yumruk vurarak ölümüne sebep olmuştur.
Hz. Musa’nın kavgaya müdahalesi hor görülen ve ezilen topluluktan birinin imdat istemesi üzerine olmuştur ve bunda kusur yoktur. Yaptığı şey, sadece tedbirsizlikle bir tokat veya yumruk vurmaktı. Böyle bir darbenin ölüm sonucunu doğurması nadirdir. Şu halde Musa’nın yaptığı, “istemeden ölüme sebep olmak” şeklinde ifade edilebilir ve bu tutumu, zayıfın yanında yer almak şeklinde bir erdem olarak da değerlendirilebilir. Kavga esnasında haklıyı haksızdan ayırmak güçtür. Musa’nın kendisini günahkâr görmesi, fiilinin ölüme sebep olmasındandır. Bu ayete göre Musa’nın şeytana gönderme yapması da kötü kastının olmadığını gösterir. İleride gelecek ayetlere bakılırsa bu sırada Musa’ya peygamberlik de gelmiş değildir.
16. Gönülden bir tevbe, gönülden bir af isteği, gönülden bir istiğfar ve arkasından gelen af.
17. Musa (a.s) hemen suçu kabullenip Rabbinden af diledi. Çünkü böyle bir ortamda Rabbinin ondan böyle bir şey istediği yoktu. Yani o ortamda Musa (a.s)’ın böyle bir olaya karışıp adama yumruk vurmasına gerek yoktu. Onun içindir ki Musa (a.s) suçunu itiraf ediyor. Evet şeytan suçlu, şeytan vesvese vermiştir ama esas suçlu benim, ben bunu yapmamalıydım diyor.
Demek ki bir Müslüman bir suç işlediği zaman hemen bunu kabullenecek ve Rabbinden af dileyecek. Suçu başkalarına atmaya çalışmayacak.
18. Her ne kadar adamı hata ile öldürmüş olsa da, bunun kastî olarak yorumlanması da mümkündü. Bu sebeple sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Korku içinde ve yüksek derecede bir alarm halinde etrafı gözetledi; tüm şehirde olan biteni hassasiyetin son noktasında olan bir göz ve kulakla takip etti. Sabah oldu. Yine dünkü soydaşı başka bir kıptiyle kavga ediyor ve yine Musa’dan imdat bekliyor. Musa ona: “Belli ki sen azgının tekisin” dese de yine yardımına koşuyor, kıptiyi yakalayıp gerekeni yapmak için o tarafa yöneliyor. Bu olaylar, Musa’da ve tüm İsrâiloğullarında Firavun ve halkına karşı artık patlama noktasına gelmiş bir nefretin habercisi konumundadır. Bu arada kendini azarlamasından ve şiddetle üzerlerine doğru yürümesinden korkarak Musa’nın bu kez kendini öldüreceğinden korkan İsrailli;
19. Bu uyarıcı sözler onu kendine getirmiti. Yoksa Musa (a.s) yeryüzündeki zorbalardan biri mi olmak istiyordu? Öyle bir niyeti mi vardı? Hayır. O sadece hayırdan yanaydı. O sadece Allah’la barışık bir mü’min olarak toplumunu Allah’la barışık bir hayata ulaştırmayı hedefliyordu. İnsanları öldürmek için değil, diriltmek için gelmişti. Allah’tan habersiz insanların kalplerine bir diriliş nefesi verecekti. Böylece köleler toplumunu diriltecek ve özgürlüğe götürecekti. Köleleri köleleştirenlerin de zulüm ve işkencelerine son verecekti. Öldürülen çocukları zalimlerin elinden kurtaracaktı. Zorbaların, zalimlerin zulümlerine engel olacaktı. Mazlumlara hayat verecek, insanları cennete ulaştıracak bir dinin, bir hayatın davetçisi olacaktı. Artık toplumda işkenceler, zulümler bitecek, insanlar özgürce, insanca bir hayata kavuşacaklardı. Bütün peygamberler gibi Musa (a.s) da bu görevleri üstlenecekti. Ama şimdi ne oluyordu? Bu olup bitenler de neyin nesiydi? Sıkıntılıydı Musa (a.s). İşte tam o anda:
20. Hiç kuşkusuz kudret eli, iradesini yerine getirmek üzere gerektiği anda hemen devreye girer, açıkça olaya müdahale eder.
Çünkü Musa’nın işlediği suçun cezası ölümdü. Mısırda böyle bir yasa vardı. Alçak Firavun kendisi binlerce çocuğu öldürürken kendisine bu yasa sökmüyordu ama Musa (a.s) kazayla bir adam öldürünce onun suçu hemen ölümdü.
Kimileri Musa (a.s)’a bu haberi getiren kişinin İsrail oğullarından birisi olduğunu söylemişler, kimileri de bu kişinin Mü’min suresinde anlatılan Mü’min kişi olduğunu söylemişlerdir. O zaman bu kişi Allah’u âlem Kıptilerden, Firavun hanedanından, Firavunun akrabalarından birisiydi ki Musa (a.s)’a iman etmişti.
Peygamberler peygamber olmadan önce, yani tertemiz kılınırlar da onun üzerine inşa edilirler, eğitilirler, saflaşırlar, temizlenirler. O halde ciddi bir eğitim ve terbiyeden geçmek üzere Medeyn’li öğretmenin eline seni göndereyim. Zımnen rabbimizin dediği bu aslında ve arkasından gelen ayetlerde de bunu görüyoruz zaten.
21. Musa, içi korku dolu bir halde, her an yakalanma endişesi içinde etrafı gözetleyerek, ama bir taraftan da gönlü Rabbine bağlı bir halde dua ederek ve O’ndan yardım talep ederek şehri terk etti.
Fakat nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu:
22. Meyden halkı Arapların amoid kolundan olan bir halk. Hem ırk, hem dil olarak İbranilerle aynı kökenden. Bugünkü Amman vadisinde yaşıyorlar, bağımsız bir bölge aynı zamanda. Yani Hz. Musa Resmi Mısır sınırları dışına çıkarak onların elinden kurtulmak istiyor ve Allah onu Medyene yönlendiriyor.
Dikkat ederseniz baştan beri bize haberi okuyan Rabbimiz kendi iradesini hep ön planda tutuyor. Tüm kâinatta hâkim iradenin kendisi olduğunu, her şeyi kendisinin yönettiğini bize anlatıyor, hissettiriyor.
23. Medyen bölgesindeki bir su kaynağına ulaşması ile birlikte meşakkatli ve uzun yolculuğu sona ermişti. Suyun başına geldiğinde yorgun ve bitkindi. O sırada, Hz. Musa'nınki gibi bozulmamış bir fıtratın, insani özelliklerini yitirmemiş bir nefsin rahatsız olacağı, kaldıramayacağı bir sahne ile karşılaşıyor. Çobanların sulamak üzere hayvanlarını suyun başına sürdüklerini, öte yandan iki kadının da hayvanlarını suyun başına süremediklerini görüyor. Oysa insani özelliklerini yitirmemiş ve fıtratları bozulmamış insanlara yakışan, öncelikle iki kadının hayvanlarına su içirmelerine, sürülerini aradan çıkarmalarına müsaade etmektir. Normal olan erkeklerin onlara yol verip yardımcı olmalarıdır.
Yurdundan kaçan, kovalanan ve uzun yolculuktan yorgun düşmüş olan Musa-selâm üzerine olsun- böylesine anormal ve çirkin bir tablo karşısında yorgunluğunu, yabancılığını bahane ederek oturup dinlenmiyor. Tam tersine kalkıp o iki kadının yanına gidiyor ve bu tuhaf durumlarının nedenini soruyor:
24. Kadının kenara çekilmelerinin, koyunlarını arkada bırakıp suyun başına gitmekten alıkoymalarının nedenini anlattılar. Neden anlaşılmıştır, zayıflık... Onlar kadındırlar, bu çobanlarsa erkek. Babaları da çobanlık yapamayacak bu adamlarla mücadele edemeyecek kadar yaşlıdır. Bunun üzerine Hz. Musa gayrete geliyor, bozulmamış fıtratı harekete geçiyor. Gerekeni yapmak üzere öne atılıyor. Onurlu ve saygın erkeklerin yapması gerektiği gibi önce iki kadının sürüsüne su içirmek için öne geçiyor. Oysa Hz. Musa bilmediği bir yerde yabancı biridir. Burada bir dayanağı, bir yardımcısı yoktur. Üstelik azıksız, hazırlıksız çıktığı bir uzun yolculuktan geldiği için son derece yorgun ve bitkindir de. Öte yandan yurdundan kovulmuş birisidir, peşinde acımasız düşmanlar var. Ne var ki, bütün bu olumsuzluklar onu insanlığın, mertliğin ve iyiliğin gereklerini yerine getirmekten, tertemiz ruhların yakından tanıdığı tabi hakkı gerçek yerine koymaktan alıkoymuyor.
Bir rivayete göre bunlar, Şuayb (a.s.)’ın kızları Safûra ile Süfeyrâ idi.
“Rabbim bana bahşedeceğin her hayra öylesine muhtacım ki.”
Evet, bu dua Resulallah’ın Taif dönüşü Mekke’ye girmeden önceki duasına benziyor. “Allah’ım gücümün tükendiğini sana arz ediyorum. Kuvvetimin azaldığını, bitmek üzere olduğunu sana arz ediyorum. İnsanlardan bıkıp usandığımı sana arz ediyorum. Beni kimlerin eline bıraktın Allah’ım.” Diyordu. Ve ondan sonra da; “Eğer bana gazaplı değilsen, bana kırgın değilsen vallahi çektiğim hiçbir şeye aldırmam.”
25. Şuayb (a.s.), kızının birini göndererek Musa’yı yanına çağırttı. Yalnız Kur’an-ı Kerim burada kızın yabancı bir erkeğe doğru yürüyüşünü tavsif ederek, kıyamete kadar gelecek tüm kadınlara ve kızlara edep ve hayâ dersi vermektedir. Hem yürüyüşü son derece hayâlı ve edepli bir yürüyüş, hem de ona söylediği söz çok edepli, vakur, açık ve net bir sözdür:
Öğretmenin görevi başlıyor. Öğrenci geldi, öğrenci gönderildi. Öğretmen şimdi kendi görevini yapmak üzere rolünün bilincinde, belki de bilincinde değil, belki de ilahi senaryo da kendisine düşen bu rolü farkında olmadan oynayacak ama şu bir gerçek ki bu öğretmen bu işi tam yapabilecek biri.
Hz. Şuayb ona kim olduğunu sorunca Musa
–Ben Hz. Yakup neslinden İmran oğlu Musa’yım” dedi ve başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Şuayb (a.s.): “Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” diyerek Musa’yı rahatlattı; üzüntüsünü sevince, korkusunu güvene çevirdi.
Rivayete göre Şuayb (a.s.) sofra hazırlatıp yemek ikram etti. Hz. Musa, o kadar aç olmasına rağmen yemekte tereddüt gösterdi. Sebebi sorulunca da:
–Biz öyle bir aileyiz ki, bütün dünyayı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek için değil, Allah rızası için yardım etmiştim” dedi. Hz. Şuayb, bu cevaba çok memnun oldu ve:
–Bu ikramımız, yaptığın yardım için değil, misafirimiz olduğun içindir. Buyur, ye!” dedi. Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Musa yemeği yedi ve istirahata çekildi. Kızlardan Safûra, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti. Çünkü olan bitenden çıkardığı neticeye göre Musa çok güçlü ve güvenilir bir insandı. Güçlü olduğunu kuyudan su dolu büyük kovaları çekip çıkarışından anlamıştı. Son derece güvenilir biri olduğunu da, kendilerine olan muamelesinden fark etmişti. Çünkü Musa, davarları sularken olsun, daha sonra çağrıldığında eve gelirken olsun kızların yüzüne bir kez dahi bakmamıştı. Yolda giderken de çok geriden yürümüştü. Anlaşılan o ki çok edepli ve iffetli bir kimseydi. Hz. Şuayb’ın işlerini de ancak böyle bir insan yapabilirdi.
26. Burada, kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, öz olarak ne kadar güzel tespit edilmiştir:
Liyakat: İşi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce sahip olmak.
Emanet: Doğru ve güvenilir olmak.
Nakledilir ki: “Feraset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hz. Musa hakkındaki teşhislerinde ferasetle isabet etmiştir. Biri, Firavun’un hanımı Asiyedir. O, Musa bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü ona meylederek, alıp Firavun’a götürmüş: «Bu çocuk, benim ve senin için göz nuru, göz aydınlığı olsun! Sakın onu öldürme!» demişti. Diğeri ise Şuayb (a.s.)’ın kızıdır. O da: «Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için onu ücretle tut! O, ücretle tutacağın insanların en hayırlısıdır, kuvvetli ve emindir!» demişti.
Anlaşılan o kızlardan biri ile duygusal bir yakınlığın ilk işaretleri de veriliyor. Safura’nın feraseti ve ileri görüşlülüğüne dikkat çekiyor bu ayet.
Feraset; salih mü’minlerde meydana gelen ince ve derin bir sezgi, isabetli bir karar, kalpte vuku bulan manevi bir idrak kabiliyetidir.
27. Hz. Şuayb, kızının bu teklifini dikkate alıp, onunla Mûsâ arasında oluşan ruhi kaynaşma ve kalbî irtibatı da göz ardı etmeden Musa’ya kızlarından biriyle evlenmesi teklifinde bulundu. Yanında kalıp hizmet edebilmesinin en uygun yolu buydu. Hz. Şuayb hizmete, Musa da himayeye muhtaçtı.
Hz. Yusuf zindandan saraya yürümüştü, Musa saraydan çobanlığa yürüdü. Yani yükseliş ve alçalış. Bir vererek sınanma, bir alarak sınanma. Bir varlıkla sınav, bir yoklukla sınav.
Aslında bu Kur’an kıssalarında bize anlatılan hadise tarihin belli döneminde yaşanıp bitmiş bir hadise değil. Bir tür hepimizin hayatında farklı boyutlarıyla az ya da çok karşılığını bulacak olan her zaman ve zeminde geçerli olan ilahi bir yasa anlatılıyor.
28. Biri peygamber, diğeri peygamber namzedi iki mübarek kişi bu şekilde anlaştılar. Allah’ı da anlaşmalarına şahit tuttular. Görüldüğü üzere, bu ayet-i kerimede içtimai hayatta sıkça karşılaşılan bir hususa dikkat çekilmiştir. İnsanların en güveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi açık açık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da Allah’a tevekkül etmişler ve O’nu bu anlaşmalarına şahit tutmuşlardır.
29. Kur’an’da açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte müfessirler, bazı rivayetlere ve peygamberlerin “ahde vefa” ilkesine bağlılıklarına dayanarak on yılı tamamladığını söylemektedirler.
Tefsirlerde bu olayın soğuk bir kış gecesinde ve Musa’nın yolunu kaybettiği bir sırada meydana geldiği, kendisine yol gösterecek birini bulmak ümidiyle ateşin bulunduğu yere gittiği kaydedilmektedir.
30. Burada insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini başlatan bir olay gerçekleşiyor. Kur’an da Kelimullah; Allah’la konuşan anlamına gelen bir vasıfla anılan Hz. Musa’nın bu vasfı aldığı nokta burası. Öyle bir hadise ki insanlık tarihi boyunca bu olaya çok nadir, çok az rastlanılmış. Yani insanın yücelebileceği en yüce ufuklardan biri bu, Allah’a muhatap olmak, hem de doğrudan muhatap olmak. İşte burada insanlık tarihinin böylesine emsalsiz bir anı görüntüleniyor.
Mübarek bölgeden maksat Hz. Musa’ya vahyin ilk indiği yerdir. Hz. Musa’ya peygamberlik görevinin burada verilmesi ve Allah Teâlâ’nın onunla konuşmuş olması sebebiyle burası mübarek kılınmıştır
31. Bu surede işlenen Hz. Musa portresi diğer surelerde anlatılandan farklı bir biçimde bir boyutuyla öne çıkarılıyor. O da insan boyutu. Korkularıyla, kaygılarıyla endişeleriyle hüznüyle, hatasıyla, iç çatışma ve tartışmalarıyla, iç çelişkileriyle yani tam bir insan peygamber portresi. İşte burada bu ayetlerde onu görüyoruz. Tabii neden böyle bir portre vurgulanıyor? Bu ayetin ilk muhataplarına peygamberleri insanüstü olarak görmemeleri gerektiğine dair bir terbiye ve ima içeriyor. Bir bakış açısı bir inşa gerçekleştiriyor.
Burada ki sopanın sembolik bir açıklaması da var. Firavun heykellerinde firavunlar iki elini de göğsüne çaprazlama kavuşturmuş olarak yapılır, resmedilirler. Ellerinin birinde bir kamçı bulunur daima. Diğerinde de halkalı bir haç. Firavunun kamçısına karşılık Musa’nın asası. Yani korkma ey Musa Allah seni bir görevle görevlendirmişse senin muhataplarına üstün gelmen için gerekli araçları da verir. Firavunun kamçısı varsa, senin de asan var ey Musa. Onun iktidarı varsa, dünyevi iktidarı ve gücü, senin de Allah’ın senin elinde yarattığı mucizevi bir gücün var. Eşyaya doğru bak, doğru bakarsan elindeki değneğin firavunun o herkesin gözünü yıldıran güçlü iktidarından daha güçlü olduğunu görürüsün. Senin elindeki imanın sana verdiği imkan firavunun süper gücünden daha güçlüdür ey Musa. İmanın verdiği imkanı kullanırsan eğer, hiçbir firavun seninle başa çıkamaz. İmanın sana verdiği gücü kullanırsan yeryüzünün en süper gücünü dahi alt edebilirsin ey insanoğlu.
32. Firavun’a tebliğ etmekle görevlendirilmiş olan Hz. Musa, dokuz mucize ile desteklenmiştir Ancak bunlardan sadece ikisi burada zikredilmiştir.
“Korkudan açılıp savrulan kollarını normal konuma getir” cümlesi beklenmedik bir anda korkutucu bir şeyle karşılaşan ve gayri ihtiyarî olarak elini kolunu açıp kendini koruma durumuna geçen insanın, korku sebebi ortadan kalktıktan sonra kolunu indirerek kendini toparlamasını ve sakinleşmesini dile getiren deyimdir. Görevini korkusuzca yerine getirebilmesi için Hz. Musa’ya ilâhî güvencenin verilmiş olduğunu ifade eder.
Tertemiz el, A’raf, Tâhâ, Şuârâ serelerinde geçen öldürme olayına atıf aslında Tevbe insanı tertemiz eder. Rabbimiz onu vicdanen böyle teskin edip tevbesinin kendisini pırıl pırıl yıkadığını, beyaz tertemiz bir elle sembolize etmiş oluyordu.
Aslında asa ve yed’i beyzanın sembolik ifadesi iki insani kutba işaret eder. Asa korkuya, yed’i Beyza müjdeye. Asa celale, yed’i Beyza, beyaz el pırıl pırıl el cemale. Asa kahır sıfatına, yed’i Beyza lütuf sıfatına tevafuk eder. Asa adeta havf, yed’i Beyza recadır, umuttur. Bu ikisinin arasında beynel havfi vel reca, korku ile umut arasında bir yol tutmayı öğütlemektedir adeta. Bir elinde korku, bir elinde umut. Asa adeta cehennemin insan ruhu üzerindeki korkutucu etkisini, yed’i Beyza da cennetin insan ruhu üzerinde ki aydınlığını temsil eder gibidir.
33. Can endişesi değil yalnız sorumluluk. Yani beni öldürürler de aldığım vazifeyi yerine getiremem. Burada ki endişe soylu bir endişe, ulvi bir endişe.
34. Musa (a.s) bununla şunu demeye çalışıyordu. Ya Rabbi, ben onlardan bir adam öldürdüm. Onun için bir suçluluk psikozu, bir suçluluk kompleksi içinde olduğum için adamların beni reddedecekleri endişesini taşıdığımdan dolayı bocalayıp dilim sürçebilir, dilim dolaşabilir. Ama kardeşim Harun’un böyle bir problemi olmadığı için o rahat konuşabilir. Onun için yanıma kardeşim Harun’u da ver ya Rabbi demek istiyordu Allah’u âlem.
35. Bu müjdeyi almasına rağmen eğer Hz. Musa’nın bu andan itibaren yaşadığı o olayları düşünürseniz Allah, ta başında verdiği bu müjdeyi ona hiç sıkıntı çekmeden gerçekleştiremez miydi diye sorabilirsiniz. Ama sormamalısınız. Çünkü ilahi yasa bu İlahi yasa daha başında kazanacağı kendisine müjdelenmiş olsa da bu kazanmayı hak etmesini gerektiriyor. Peygamber dahi olsa. Yani müjdelenen bu kazancı, bu başarıyı bizzat hak edecek eylem ortaya koyması gerekiyor.
36. Sihir o dönemde bir bilimdi. Onun için sihre saygıları var. Sihir kimya ve fizik biliminin bir boyutunu içeriyordu. Sihirbazlar o dönemin aynı zamanda rahipleri ve bilginleriydiler. Onun için muhataplar Hz. Musa’ya da öyle baktılar. Hz. Musa sarayda yetişmiş bir prens olarak tabii ki döneminin tüm ilimlerini okumuştu. Fakat onun elinde gerçekleşen bu ilahi mucizeye onlar da şaşırmıştılar ki, bu sihir değil ama ne? Adını koyamıyorlardı. Fakat doğru yerden bakmadıkları açık. Camdan bakmaları istenmişti, onlar cama baktılar. Onun içinde göremediler.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, bu kıssanın anlatıldığı Mekke döneminde de müşrikler, Resulullah (s.a.s.)’e inanmamakta direniyor, getirdiği Kur’an ve gösterdiği mucizeler için “Bunlar, uydurulmuş sihirden başka bir şey değil. Biz daha önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” diyorlardı. Demek ki her peygamber döneminde küfrün mantık ve psikolojisi aynı şekilde işliyordu. Haklı bir delile dayanmaksızın, sırf demagoji yaparak hakkı inkâra ve iptale çalışmak bütün kâfirlerin ortak özelliği idi.
37. Beni bu görevle görevlendiren Rabbimdir. Ben Onun görevini yüklenip size geldim. Kendi fikirlerim, kendi projelerim, kendi anlayışımla değil, Allah ayetleri, Allah programı, Allah yasalarıyla geldim. Beni kabullenirken Allah’ı kabullendiğinizi, reddederken de Rabbinizi reddettiğinizi unutmayın. Bu dünyanın da, bu dünyanın sonundaki âhiret mutluluk ve saadetinin de kime nasip olacağını en iyi bilen Rabbimdir.
Edepli ve ağırbaşlı bir cevaptır bu. Sadece meseleyi işaret ediyor ve açıklama gereği duymuyor. Ama aynı zamanda kesin ve anlaşılır bir cevaptır. Bu cevap hak ile batılın karşılaşmasının akıbetine olan güvenin, inancın ifadesidir. Çünkü Rabbi onun doğru söylediğini ve doğru yolda olduğunu biliyor. Kesin sonuç doğru yolda olanlar açısından garantilidir. Zalimler sonunda asla kurtulmazlar. Bu, Allah'ın değişmez kanunudur, olaylar kimi zaman değişik yönde gelişme gösterseler de. Musa kavminin karşısında Allah'ın bu kanunu ile çıkıyor. Bütün peygamberler de kavminin karşısına bu kanunla çıkmışlardır.
38. Aslında burada firavunun reddettiği şey “ma alimtü leküm min ilâhin ğayriy” sizin için hiçbir ilah bilmiyorum, tanımadım. Yani hayata müdahil olan anlamıyla tanımadım. Yoksa gökleri yaratmadığını, yeryüzünü kendisinin yaratmadığını kendisinin de bir anne babadan doğduğunu bilmez mi. elbet o da bilir. Fakat bu hayata şu otoriteme müdahil, benim iktidarıma müdahil hiç kimse yoktur. Yani bir yerde siyasal tarafı baskın bir ilahlık iddiası bu. Onun için mutlak otoriteyim. Asarım, keserim.
İşte hukuksuzluğun insanı getirdiği yer Firavunluktur. Eğer bir insanın eline gücü verirde ahlakı vermezseniz, eğer bir insanın eline iktidarı verir de imanı vermezseniz, eğer bir insanı servet, güç ve iktidarla baş başa bırakır, ama onu Allah’ın kapısına bırakmazsanız olacağı budur. O güç ve iktidarla firavunlaşacaktır.
Yani bir gözetleme kulesi yaptırarak, teknik bir teşebbüste bulunarak böylece güya Musa’yı yalancı çıkarmaya çalışıyordu. Tıpkı günümüzde bilime sarılarak, bilimi putlaştırarak Allah’ı inkâr etmeye çalışanlar gibi.
Tam bir haddini bilmezlik hali resmediliyor. Yani bir insan eğer haddini bilmezse, rabbini bilmezse ne hale gelir ve nasıl uçuk iddialarda bulunur. Kendini nasıl, nereye koyar, ne olarak görür; işte burada o resmediliyor.
Aslında belki bu resim sadece Mısır’a firavun olmakla sınırlı bir resim değil. Bu resim her insanın kendi içinde kendisini sorgulaması, Allah’a karşı durduğu yeri sorgulaması. Allah’a karşı duruşunu sorgulaması. Eşya içinde ki sorumluluğunu sorgulaması. Yaratılış amacını, gayesini sorgulaması açısından da çok önem arz ediyor. O nedenle bu ayetlerde bahsedilen tarihin belli bir döneminde geçip gitmiş bir olay değil. Her bir insana bulaşması mümkün bir zihin biçimi, bir düşünce, bir mantık şekli. Onun içinde Firavunlaşma daha çok bir zihni duruştur ve her çağda, her zaman her insanın bir boyutuyla böyle bir tehlike önünde vardır.
Kıssanın bu noktasında sihirbazlarla karşılaşma bölümü var. Ama burada sonucu çabucak bildirmek için bu bölüm atlanıyor.
39. Mütekebbirdir O. Büyüklenmeye hakkı olan tek varlıktır Allah. O’nun dışında kim büyüklenirse sahte bir ilahlık iddiasına kalkışmış olur.
Firavunlaşmanın her türünün temelinde hesap vereceğine inanmama yatar. Belki tüm firavunlaşmaların başlangıç noktası hesap vereceği bir hayatı yaşamamak, ya da yaşadığı hayatın hesabını vereceğine inanmamaktır.
40. Bir çakıl ya da taş fırlatılır gibi suya atıldı. Musa da kundakta bir çocukken benzeri bir suya bırakılmıştı. Kaderin cilvesine bakın ki, su Musa için bir güvence, bir sığınak olmuştu. İşte Zorba Firavun ve orduları da aynı suya atılıyorlar, ama bu sefer su korkunçtur, yok edicidir. Şu halde güvenlikte olma ancak yüce Allah'a yakın olmakla mümkündür. Korku ise ondan uzak olmaktır.
Allah’a, büyük iradeye kafa tutan tüm zalimlerin akıbetleri işte budur. Onlar geberip gittiler.
41. Önderlik ikidir zaten, iyiye önderlik, kötüye önderlik. İnsanlık tarihi Musa’lar ve Firavunlar arasında ki mücadelenin tarihi değil mi? Herkes, ama herkes kimin arkasından gittiğine, kimin yolunu izlediğine iyi bakmalı.
42. "el-Makbuhiyn" kelimesi bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu, pis ve tiksindirici bir atmosferi canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük taslamanın, büyüklenmenin, dış görünüş ve mevki-makamla insanları yoldan çıkarmanın, Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı küstahça davranmanın karşılığıdır.
Lanet halkasının takılması, kendi akıllarını kullanmak yerine başkalarının yerine körü körüne takıldıkları içindir. Sonuçta kendilerine yabancılaşan ve “ben” idrakinden yoksun kalıp öz kaynaklarını dışlayan biri haline gelir böyle bir insan.
Kişi dünyada kendine ne kadar değer veriyorsa ahirette o değeri bulacaktır. Yani dünyada aklını kullanmayanı, Allah pisliğe mahkum edecek. Dünyada kendisini orijinal olarak yaratan Allah’a rağmen, kendisini akan sularda çör çöp gibi gören ve o sulara bırakan insana orada çöp muamelesi yapılacaktır.
43. “kurûn-i ûlâ: ilk nesiller” Firavun’un helakiyle sona ermektedir.
Burada Tevrat’ın üç hususiyetine dikkat çekilir:
Besair: Gözün insana yürüyeceği yolu gösterdiği gibi, kalplerin ilâhî gerçekleri görmesini sağlayan nurlu deliller.
Bir hidayet: Doğru yolu gösteren bir rehber, kılavuz. Hüden, yani kılavuz, rehber; her vahyin vasfıdır. Her vahiy hidayettir. Yine rahmeten ayette ki vahyin sıfatı olarak geliyor. Her vahiy Allah’ın insana merhametinin eseridir.
Bir rahmet: Kendine uyanları Allah’ın rahmetine ve cennetine eriştiren bir kitap.
44. Resulullah (s.a.s.), peygamber olup benzersiz bir edebiyat mucizesi olan Kur’an-ı Kerim’i getirdiği zaman insanlar şüpheye düşmesinler diye ilâhî takdirin sevkiyle ne bir kitap okumuş, ne de bir satır yazı yazmıştı. O, ne yazdığı yazılar ve okuduğu şiirlerle meşhur bir edebiyatçı, ne de yaptığı araştırmalarla ün salmış meşhur bir tarihçi idi. Mekke’de fakir bir ailede yetim olarak dünyaya gelmiş, ilâhî koruma sayesinde içinde bulunduğu cahiliye toplumunun günahlarına bulaşmadan temiz ve mütevazı bir hayat yaşamış, sadakat ve emniyet timsali bir insandı.
Bir defa olsun kendisine peygamberlik verilip kitap indirileceğini aklından bile geçirmemişti. Fakat Allah Teâlâ onu seçti ve en faziletli peygamberi kıldı. Ona Kur’an-ı Kerim gibi en yüce kelâmını ikram etti. Vahyettiği Kur’an’la birlikte ona, binlerce yıl önce yaşamış peygamberlerin ibret dolu kıssalarını en doğru bir şekilde anlattı. Bu surede önemli noktalarıyla nakledilen Hz. Musa kıssası da bunlardan biridir. Burada haber verildiği şekilde bu hâdiseler vuku bulurken Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) ne orada hazır bulunmuş, ne de bu hâdiselerin vukuuna şahit olmuştu. Bunlar kendisine ancak Allah tarafından vahyen bildirilmişti. O halde geçmişe ait gaybî haberler ihtiva eden bu kıssalar, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğini ispat eden mühim delillerden birini teşkil etmektedir. Nitekim diğer peygamberlerin kıssalarının anlatıldığı yerlerde de aynı hususa vurgu yapıldığı görülür.
45. Biz nice nesiller var ettik, birinci nesillerin helakinden sonra Tevrat'ın hidayet coşkunluğu ile orta nesiller meydana geldi. Onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Zamanın geçmesiyle kocadılar, şaşkınlaştılar, o neşe köreldi. O iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı, kalpler katılaştı, din duygusu söndü, çeşit çeşit bid'atlar, ihtilaflar, bozmalar ile şeriat ve hükümler bozuldu, özellikle sonlarına doğru günah ve uyuşukluk çoğaldı. Bundan dolayı ilâhî hikmet gereği yeni bir ruh ile, yeni bir hukuk gerekti. Musa'nın hissettiği o ateşi yeniden duyurmak, Allah sevgisi ile yeni bir hayat istek ve arzusu vermek için yeni bir kitap, yeni bir peygamberle haberleri ve hükümleri yenilemek gerekti; bu sebeple, sana vahiy gönderip bunları bildirdik. Tevrat, orta nesilleri aydınlatmak için verildiği gibi, bu şekilde Kur'an da orta nesillerin uyuşukluğuna son verip yeni nesilleri aydınlatmak için gönderildi.
Sen Medyen halkı içerisinde bulunup ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değildin. Maksat hiç kimseden okuyup öğrenmedin, demektir. Bunun bu şekilde söylenmesi Musa ile mukayeseye bir işaret olması içindir. Yani Musa'nın Medyen'e gittiği ve orada, eğleştiği bilinmekte. O, orada bir talim görmüş olabilir, fakat sen öyle de değilsin. Bulunduğun yerde kimseden okuyup öğrenmediğin herkesçe bilinmekle beraber, onun Medyen'e gidip eğleştiği gibi, dışarıda kalıp ders almadığın da bilinmektedir. Fakat peygamberlik verip gönderen biz olduk.
46. Tarih boyunca altın bir zincirin halkaları gibi peygamberler ve ilâhî kitaplar birbirini takip etmiştir. Vahyin nurunun aydınlatmadığı bir zaman ve bir ümmet olmamıştır. Fakat bazen aynı dönemde birden çok peygamber geldiği halde, bazen de iki peygamber arasındaki zaman dilimi “fetret dönemi” diyebileceğimiz bir keyfiyette uzun olabilmiştir. İşte Hz. İsa’dan sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)’ın gelişi arasında geçen altı yüz yıllık zaman, böyle bir zamandır.
Bu zaman içinde tâbileri Tevrat ve İncil’i tahrif ettiler, hükümleri bozdular, vahyin nurunun tesiri azaldı, dinî neşe köreldi ve sönmeye yüz tuttu. Başlangıçta olan iman dinçliği ve amel kudreti kalmadı. Kalpler katılaşmaya yüz tuttu. Dünya tarifi imkânsız bir hasret, derin bir iştiyak ve zaruri bir ihtiyaç içinde sema kapılarının açılıp yepyeni, terütaze bir vahiy nurunun gelip kendisini aydınlatması için beklemeye koyuldu. İşte bu bekleyişe cevap olarak ilâhî bir rahmet tecellisi halinde Hz. Muhammed (a.s.) gönderildi. Ona indirilen Kur’an’la İslâm dini bütün ihtişamıyla yeniden hayat buldu. Nitekim şu ayet-i kerimede bu gerçeğe işaret edilerek, Müslümanlara, vahyin inişinden itibaren aradan uzun zaman geçse de dini heyecanlarını hep canlı ve yüksek tutmaları yönünde telkin yapılmaktadır:
47. Ancak peygamber ve kitap geldiğinde de çokları iman etmemiş, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri için helâk olup gitmişlerdir.
Ama bunu diyecekler idi eğer göndermeseydik, eğer peygamber yollamasaydık, eğer vahiyle onlarla konuşmasaydık böyle diyecekler ve mazeret ileri süreceklerdi. İyi de şimdi ne diyecekler? Mazeretleri de kalmadı. Onun için bu ayet aynı zamanda ilahi şefkatin bir ifadesi. Ve tabii Vahyin; Allah’ın şefkatinin bir sonucu olduğunun da ifadesi.
Aslında peygamberlerin gönderilişi, insanlığa en büyük rahmet tecellisidir. İnsanlar onlara itaat etmek sûretiyle doğru yolu bulacak; dünyada huzur, ahirette de cennete erişeceklerdir. Peygamberlerin gönderilişinin bir hikmeti de o büyük buluşma günü, insanların mazeret beyan etmelerine mâni olmaktır. Çünkü kıyamet kopacak, mizan kurulup hesaplar görülecek ve sebepsiz yere hakkın davetine icabet etmeyenler cehenneme atılacaklardır. İşte o anda insan, kendini haklı gösterip kurtaracak bahaneler arayacaktır. Yüce Rabbimiz, peygamberler vasıtasıyla talimatlarını göndererek kendi adına insanların mazeretlerine set çekmiştir.
48. Nitekim Resulullah (s.a.s.) ve Kur’an geldiğinde Mekke müşriklerinin durumu da aynı olmuştur. Sırf imansızlıklarına bir dayanak bulmak için, yahudilerden edindikleri bilgilere dayanarak Tevrat’ın Hz. Musa’ya toptan indirildiği gibi Kur’an’ın da Efendimiz’e toptan indirilmesi gerektiğini söylemişler; Hz. Musa’ya verilen asa ve yed-i beyza gibi mucizelerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e de verilmesini istemişlerdir. Halbuki niyetleri iman etmek değil, alay edip oynamaktı. Çünkü, ne Tevrat ne de Kur’an, hiçbir ilâhî vahye inanmak gibi bir düşünceleri yoktu.
Bu iki kitabı birbirini destekleyen iki sihir; (sahirâni) kıraatine göre de Hz. Musa ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’i aynı fikri savunup birbirine yardımcı olan iki sihirbaz olarak telakki ediyorlardı.
49. Eğer iddia ettikleri gibi Tevrat ve Kur’an sihir ise, sihir de insanlar tarafından yapılabilen bir şey olduğuna göre, onların, doğru yolu bu ikisinden daha iyi gösteren bir kitap getirmeleri gerekir. Böyle bir kitap getirdikleri takdirde, Peygamber bile davasından vazgeçip o kitaba tâbi olacaktır.
Görüldüğü üzere, bir rakibe karşı ancak bu kadar müsamahalı davranılabilir. Sadece bir kitap getirecekler, böylece mücadele bitecek ve muhalifler zafer ilan edebilecekler. Fakat siyerden öğrendiğimize göre bunu yapmaları mümkün olmamıştır; bundan sonra da mümkün olmayacaktır.
Aslında sorun hakkın ve hakikatin peşinden gitmektir ayetin ifade ettiği hakikat bu. Yani şunun, bunun değil, hakkın ve hakikatin. Sizin derdiniz hakikati aramak değil. Benim derdim ise hakikati aramak. Bundan daha iyi hidayeti gösteren bir kitap getirinde ben ona uyayım. Onun için sizin derdiniz bu olmadığı için polemik yapıyorsunuz.
50. Hem peygamberin bu meydan okumasına kayıtsız kalıp, hem de imana yanaşmayanlar, Allah tarafından gelip doğru yolu gösteren bir rehbere değil, sadece kendi heva ve heveslerine uymaktadırlar. Oysa Allah’tan gelen doğru yol rehberini bırakıp, kendi hevasına uyan kimseden daha şaşkın ve daha sapık kimse yoktur. Anlaşılan o ki, peygamber vasıtasıyla vuku bulan ilâhî davet karşısında sadece “iki yol” bulunmaktadır:
O davete icabet etmek, samimiyetle onu kabullenmek, nefsani arzu ve isteklerden soyunarak kayıtsız şartsız o davetin gereklerine teslim olmak.
Hakikate karşı direnmek, buna mukabil nefsanî ihtiras ve arzulara uymak. Bunun ise gerçeği yalanlayıp bedbaht bir hayatı tercih etmek olduğu meydandadır.
51. Burada problem ilâhî vahyin çerçevesini belirlediği nizamda ve gösterdiği yolda değil, o sisteme uymak istemeyen fertlerin kafa ve kalplerindedir. Bu bedbahtlar, böyle yapmakla en büyük zulmü işlemiş olmaktadırlar. Allah ise zalimleri doğru yola eriştirmez. Şüphesiz ki “hak söz”ün ard arda ulaştırılması, ilâhî talimat ve ikazların peş peşe sunulması ile birlikte onların mazeret kapıları kapatılmıştır. Artık buna karşı ileri sürebilecekleri geçerli bir gerekçeleri ve inandırıcı bir delilleri kalmamıştır. Tek çare o hak söze kulak verip düşünerek gereken dersleri alabilmek ve bunların gereğini yerine getirebilmektir.
52. İlginç bir olay var o dönemde yaşanmış olan. Habeşistan’dan Cafer bin Ebi Talib’in vesile olduğu 20 ye yakın din adamı Mekke’ye gelirler. Orada Kur’an ı dinler ve Kur’an a vurulurlar ve bunun kaynağından dinlemek ve öğrenmek için Mekke’ye gelirler. Yani inançlarını ciddiye alırlar, imanlarını ciddiye alırlar, vahyi ciddiye alırlar. Dahası kendilerini ve akıbetlerini ciddiye alırlar.
Bu grup Mekke’de Resulallah’la buluşur, Resulallah’ı dinler, gözyaşları içerisinde Kur’an’ın vahiy olduğuna tanıklık ederler. Bu manzaraya şahit olan Mekke’de ki küfrün ileri gelenleri onları paylamaya, azarlamaya hatta sürmeye kovmaya kalkarlar. İşte ayette bahsedilen bire bir yaşanmış olay buna bir atıf.
Fakat tabii ki ayet sadece sebebi nüzulüyle sınırlandırılamayacak kadar evrensel bir manayı bize iletiyor ve gelecekte eğer ehli kitap samimi iseler, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, kendi inançlarında samimi iseler Kur’an vahyini görür görmez Kur’an vahyine teslim olmaları lazım. Çünkü kendi inandıkları değerleri en güzel biçimde, en eksiksiz biçimde ve korunmuş olarak Kur’an temsil etmektedir. Yani Kur’an İncil ve Tevrat’ı, Resulallah’ta İsa ve Musa’yı temsil etmektedir.
53. İslam tüm tarih boyunca geçmiş Hakk ehlinin tek dinidir. Onun için Müslüman da bu tanımdan yola çıkılarak tanımlanır. İslam bir isim olmaktan daha çok bir hal bir duruş bir tavır, yani teslimiyet halidir.
Evet, onlar kendi kitaplarına inanırken de Müslüman’dılar. Çünkü zaten Kur’an inmemişti. Kur’an’dan evvel ulaştıkları hakikat o vahiy idi. Ulaştıkları hakikatin, ulaştıkları kadarına iman ettiler. Ama ne zaman ki Kur’an’a muttali oldular ona da iman ettiler. Çünkü dertleri hakikate teslim olmaktı, Dertleri bir zümreye ait olmak değil şucu bucu olmak değil, dertleri Allah’a teslim olmaktı. O nedenle de burada özellikle üzerinde durulması gereken bir husus bu. Onlar daha önce de Müslüman idiler.
Müslümanlık tüm peygamberlerin getirdiği hakikatleri tasdik etmektir. Hz. Nuh’a iman edenler de bizim kadar Müslüman idiler. Hz. İbrahim’e iman edenler de bizim kadar Müslüman idiler. Hz. Lut’un müminleri de bizim kadar Müslüman idiler. O nedenle İslam insanlığın değişmez değerlerine verilen öbür isimdir. İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Müslüman ise Allah’a teslim olan kişidir.
54. Bunlar; Hem Tevrat ve İncil’e inanıp onlara göre amel ettikleri, hem de Kur’an’a inanıp ona göre amel ettiklerinden,
İnançları uğrunda her türlü maddî ve manevi zorluklara, eziyetlere katlandıklarından,
Kötülüğü iyilikle savmak, kötülüğe iyilikle mukabele etmek, sahip kılındıkları rızıklardan Allah yolunda harcamak, her türlü boş ve faydasız sözlerden uzak durmak ve cahillerle sıkı fıkı olmamak gibi pek güzel ahlâkî meziyetlere sahip olduklarından iki kat veya kat kat mükâfatla müjdelenmişlerdir.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ehl-i kitaptan olup da hem kendi peygamberine hem de Hz. Muhammed (a.s.)’a iman eden kimse. İşte bunların iki kat ecri vardır.”
Aslında burada “Yünfikun” diye bitiyor. Fiil muzari olarak geliyor. Gelecek zamanı da içeren geniş zamandır muzari. Yani bundan sonra da yapacaklar. Ehli kitaptan bundan sonra da Kur’an vahyine teslim olan herkesi içeriyor, herkesi muhatap alıyor bu ayet.
55. Evet, tarihi olayda, yukarıda naklettiğim Habeşistan’dan gelen o din adamları grubuyla ilgili tarihi olayda Mekkeliler bu insanlara sataşmışlardı. Hatta Ebu Cehil azarlamıştı ve bu kibar insanlar vahyin verdiği terbiyeyi orada da farkı göstermişler ve biz sizinle muhatap olmayız, siz bizim muhatabımız değilsiniz deyip, selâm deyip geçmişlerdi.
56. “Men yeşau”nun faili hem Allah’tır, hem de dileyendir. Yani hidayeti dileyen kimsedir.
Yani insan dilemezse, istemezse, yönelmezse, niyet etmezse, gayret etmezse Allah onu yöneltmeyecektir ve bu ayet Hz. Peygamberin çok sevdiği amcası Ebu Talip’e; “Allah’a teslim olma” telkinlerinin tüm çabasına rağmen sonuç vermemesi ile ilgili inan bir ayet. Ki bize kadar gelen birçok sahih rivayet bunu doğruluyor.
Ebu Talip biraz da Ebu Cehil’le dostlarının telkinleriyle babalarının dini üzere olduğunu söyleyerek son nefesini vermişti. Resulallah buna çok üzülmüştü. İşte onu aynı zamanda teskin eden, onu aynı zamanda teselli eden bir ayet. Ama ondan da öte bir insana dışarıdan birinin hidayet veremeyeceği, onun iç yönelişinin esas olduğunu, bu olmadan peygamber dahi olsa onu hidayete ulaştıramayacağını ifade eden gerçekten çok ilginç, çok çarpıcı daha doğrusu bir hakikat bu.
Hidayet kişinin kendi tercihi ve yönelişini Allah’ın ödüllendirmesidir dostlar.
Belirleyici olan insanın arzu ve iradesidir. Değilse Hz. Nuh’un oğluna ne demeli. Baba peygamber ama oğul hidayete ulaşamadı. Değilse Hz. İbrahim’in babasına ne demeli; Oğul peygamber ama baba inkarda direndi. Eğer oğul İbrahim bir kişiye hidayet vermek gibi bir kontenjanı olsaydı bunu babası için kullanırdı elbette. Değilse Hz. Lût ve Hz. Nuh’un eşlerine ve Hz. Lût’un kızına ne demeli bütün bu örnekler boşuna verilmedi bunlardan maksat hidayetin kişinin kendi tercihine uygun olarak Allah’ın onu ödüllendirmesi olduğu gerçeğine bir atıftır.
Hadi kelimesi, hüden kelimesi Kur’an’da 15 ayrı anlamda kullanılır. Meselâ Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, Allah hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’-an’da. Buna göre hüden olarak Peygamberimizin veya Kâbe’nin bizzat kendisi birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yani Peygamberimiz bizzat Allah’ın kalbe sokacağı imanı insanların kalbine sokmakla değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftir.
6
57. Ey benim dinime, benim hidayetime, benim peygamberime tabi olup Müslümanca bir hayat yaşayınca ülkelerini, vatanlarını, makamlarını, koltuklarını, sosyal statülerini kaybetmekten korkan kullarım! Ne oluyor size? Ne oluyor bu adamlara? Niye düşünmüyor bu adamlar? Biz onların yaşadıkları bölgeyi harem bir bölge, emin bir bölge kılmadık mı? Sanki bunu kendileri mi yaptı? Bu beldeyi kendileri mi emin kıldı? Emniyetlerini kendileri mi sağladı? Onları bu beldede biz yerleştirmedik mi? Size bir ilaf sağlayan biz değil miyiz? Yani sizler dağınık, perişan biz vaziyetteyken toparlayıp bu beldeye yerleştiren Biz değil miyiz? Sizi çevrenizdeki kabilelere ülfet ettiren, onlara sizin sevginizi veren Biz değil miyiz? Sizi o beldede saygın hale getiren Biz değil miyiziz? Sizi yok etmek için üzerinize gelen Ebrehe’nin ordusunu yerle bir eden Biz değil miyiz? Sizi bu beldede açlıktan doyuran, korkulardan emin kılan Biz değil miyiz? Sizin tüm dünyaya karşı dokunulmazlığınızı sağlayan Biz değil miyiz?
58. Güçlerine ve servetlerine güvenip şımaran, azan ve inkârcılıkta direnen bazı eski toplulukların tarih sahnesinden silinmiş oldukları hatırlatılarak insanlık uyarılmaktadır.
Acaba şu anda hangi makam sahibi, hangi koltuk sahibi, hangi imkân sahibi, hangi ülke insanı, hangi şehir insanı böyle bir azapla, böyle bir gazapla karşı karşıya gelmeme konusunda emindir? Kim böyle bir emniyet duyabilir? Kim güvence hissedebilir? Evini, barkını, ticaretini, gücünü, kuvvetini, makamını, koltuğunu, statüsünü, şehrini, vatanını, her şeyini kaybetmeme konusunda kim emin olabilir? Hiç kimse bu konuda bir emniyet içinde olamaz. Allah’a karşı nankörlük içine giren her insan, her toplum Allah dilediği zaman bir yıkımla karşı karşıya gelecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır.
59. İktidarlar uygarlıklar, medeniyetler küfürle değil zulümle yıkılmışlardır. Onun için zulüm bir toplumun mutlak çöküşünün en belirgin sebebidir. Zaten ancak zalimler helâk olurlar, değilse herkes ölecektir.
60. Yani siz şu yeryüzünde sahip olduğunuz hazların kalcı olduğunu sanmayınız. Bunlar gerçeğinin birer kopyası, onun içinde geçicidir. Geçicidir çünkü dünya hayatı geçicidir. Geçicidir; çünkü dünya misafirhanedir. Sıla değildir, gurbettir. Ruh dünyaya gelmekle gurbetine gelmiştir ve bir gün, ama mutlaka bir gün sılasına dönecektir. Onun için gurbeti sıla sanma gibi büyük bir yanlışa düşmeyin.
İnsan Allah ilişkisinde dünya sadece bir sınav aracıdır, kalıcı olan lezzet, kalıcı olan tat, kalıcı olan haz Allah’ın ötede vereceği lezzet ve haz olacaktır.
Ayet iki dünyayı gören bir bakış açısı kazandırmak istedi muhatabına. Tasavvur inşa etti, iki dünyayı gören bir tasavvur. Burada başlayıp ama burada bitmeyen bir bakış açısı. Burada başlayan, ama buraya çakılmayan bir gözlem. Bura ile başlamış, fakat bura ile sınırlı olmayan, burayı aşan, öteye geçen, maveraya geçen bir bakış açısı.
61. Aslında şu yeryüzünde yaşayanların hepsini ikiye ayırabilirsiniz. Tek dünyalı olan zavallılar, çift dünyalı olan talihliler. Tek dünyalı olan zavallı ne yapsın. Tek dünyalı olduğunu zannedenler elinde kalan bu dünyaya sıkı sıkıya sarılmak zorundadırlar. Bu dünya için ödemeyecekleri, onurda dahil, şerefte dahil, keramette dahil her şeyi satabilirler.
Fakat ya çift dünyalı insan, Bu iki insan arasındaki farkı görmek istiyorsanız fiyatına bakınız. Tek dünyalı olanı, o tek dünyadaki hazzı vererek satın alabilirsiniz. Çünkü arkasında bir başka dünyanın olmadığını düşünüyor. Fakat çift dünyalı insanın fiyatı nedir? Ona dünyaları verseniz ahiretini satın alabilir misiniz? İşte iki dünyalı insanla tek dünyalı insanın farkı bu. Tek dünyalı insan kendisini haşaratla özdeşleştiren bir insan. Sonunu, akıbetini solucanla, solucanın akıbeti ile özdeşleştiren bir insan. Çift dünyalı insansa Allah’ın kendisine yüklediği değeri bilen ve bu değeri korumaya çalışan insan. Yani fiyatı olmayan insan. Daha doğrusu Allah’tan bir başkasının fiyat biçemeyeceği, Allah dışında kimsenin fiyatını ve bedelini ödeyemeyeceği bir insan.
62. İster taştan, ağaçtan veya çeşitli madenlerden yapılmış muşahhas cisimler olsun, ister insanın gönül âleminde sevgi, korku ve ümitlerini bağladığı hayalî varlıklar olsun, insanı Allah’a samimi bir kulluktan alıkoyan her şey, Kur’an lisanında “şerik, nidd, ortak, put” diye beyan buyrulur. İşte İslâm, insanların duygu ve düşüncelerini bu mevhum varlıklara bağlanmaktan kurtarıp, âlemlerin Rabbi Allah’a bağlamak için gelmiştir. Dinin temel esası olan “tevhid” de budur.
Her şirk, insanı ya kula kul eder, ya da eşyaya. Burada, bu ayette de şirkin haddi zatında Allah’a zararı yok. Şirkin tüm zararı şirk koşan insana. Çünkü Allah’a ait bir niteliği bir sıfatı Allah dışındaki bir varlığa yakıştırdığında o, onun tanrısı olmaya başlıyor. Asıl felaket oradan sonradır. Nedir o? Eğer bu insansa o insana kul olmaya başlar. Eşya ise daha kötüsü o eşyaya kul olmaya başlar.
63. Akletmeyen kimselerin düşeceği tuzak, lokomotiflerin arkasına takılmaktır. Yani gideceği yer ateş olan lokomotiflerin arkasına vagon olmaktır onun için onları gösterecek ve diyecekler ki; işte şunlar bizim saptırdıklarımız.
Onlar gerçekte bize tapmadılar hiç. Zımnen onlar kendi heva ve heveslerine, arzu ve tutkularına, iç güdülerine taptılar. Hani Kur’an’ın Furkan/43. ayetinde buyrulduğu gibi. “Eraeyte menittehaze ilâhehu heva.” (Furkan/43) arzusunu, tutkusunu, bireysel keyfini, hevasını tanrı edinen kimseyi görmüyor musun? Baksana bir şu adama. Tutkusunu tanrı edinen kimseyi.
64. Hakimi Allah olan mahkemede hiç kimsenin yardımına hiç kimse koşamayacak. Çünkü ora herkesin nefsi dediği, herkesin kendi canı derdine düştüğü, herkesin kendi başının kaygısına düştüğü bir makam.
“Ve raevül azâb” ama azabı görüverecekler. Yani şirk koştukları, ya da beni bunlar kurtarır ahirette dedikleri o kişiler yardıma gelmeyecekler fakat çağrılarına bir şey koşup gelecek. Kinaye var burada; Ateş. Azap koşup gelecek beni mi çağırdın diye. Galiba beni çağırdın. Çünkü çağrı burada yapılır. Aslında insanın amelleri ahirette ki çağrısıdır. Kişinin amelleri ahirette çağıracak. İyi eylemleriniz cenneti çağıracak ve ayağınıza gelecek. Kötü eylemleriniz cehennemi çağıracak. Birinin başka birini çağırmasına gerek yok. Beni mi çağırmıştın veyahut ta kesinlikle beni çağırmışsın sen diye ayağına gelecek. Burada böyle bir kinaye görülüyor.
“Lev ennehüm kânu yehtedun” ne olurdu sanki daha önceden doğru yolu bulmuş olsalardı. Allah’ın kulları için dileği bu dostlar. Allah bunu istiyor. Aslında Allah azap etmiyor. Azap cezadır. İnsan kendi kendisine ceza veriyor. Yoksa Allah ceza vermiyor. Allah sadece adaletini uyguluyor. Suyu getirenle testiyi kıranı bir tutmuyor. Tutmaması da adaletini bir gereğidir. Ama zorlamıyor tabii. Allah sapmayı istemiyor. Hiç kimsenin sapmasını arzu etmiyor. Fakat irade verdiği için onu mahkum da etmiyor doğruya. Doğruya mahkum etseydi insana verdiği en büyük değerlerden biri olan iradeyi yok saymış olacaktı. O zaman imtihanın, sınavın ne değeri kalırdı ki. O zaman insanla meleğin ne farkı kalırdı. O zaman cennet ve cehennemin ne gereği olurdu. O zaman bu dünya hayatının ne gereği olurdu.
7
65. Kıyâmetin bir ismi (yevmü’d-din), bir ismi de (yevmü’l-hisab)dır. Her ikisi de kulların yaptıklarının hesaba çekilip karşılığının verildiği gün demektir. Hâsılı orada kullar hesaba çekilecek, ameller tartılacak ve sonuçlar açıklanacaktır. Kendilerine peygamber gönderilenler hesaba çekileceği gibi, gönderilen peygamberler de hesaba çekilecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A‘râf 6)
Peygamberlere, tebliğ ve davetlerine ümmetlerinin icabet edip etmedikleri veya ne kadar icabet ettikleri sorulacak (Maide 109), ümmetlere de peygamberlerin davetine icabet edip etmedikleri veya ne ölçüde icabet ettikleri sorulacaktır.
66. Kendilerine hak bir peygamber daveti ulaştığı halde ona icabet etmeyenler, o gün, ileri sürebilecek bir mazeret, haklı bir delil, kendilerini azaptan kurtaracak bir haber, bir söz bulamayacaklar. Ne diyecekleri, ne cevap verecekleri hususunda birbirlerine sorma, danışma imkânları da olmayacak. Zaten gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri konuşamaz halde yüzüstü haşrolunacaklar. Netice azap ve hüsran olacaktır.
67. 3 şey; Tevbe, iman, Salih amel. Tevbe Allah’a yöneliş, yani önce arınma, “Lâ ilâhe” önce temizleme, önce süpürme, önce enkaz kaldırma. Ondan sonra iman; “İllallah” İman temizlenen yere iman binasını inşa etme. Ondan sonra amel. Bu binayı güzelleştirme, çevresini süsleme, yeşillendirme, musluklarından su akıtma, lambasından aydınlatma, içini pırıl pırıl etme ve onu diri ve ayakta tutma, onu sürekli bakımlı kılma. Yani işte kök işte gövde, işte meyve. Çünkü iman bir ağaçtır ki amel o ağacın meyvesidir.
İşte böylelerinin kurtuluşa erenlerden olmaları beklenecek. Bu iman ağacını doğru ekip, doğru sulayıp, doğru gübreleyip, doğru bakıp ondan meyve alanların işte müjdesi bu. Kurtuluşa ereceği umulacak. Demek ki Kur’an bir kurtuluş tarifi yapıyor.
68. Bu ayetlerde şirk düşüncesi reddedilip tevhid akidesi ispat edilmektedir. Buna göre gökleri ve yeriyle tüm kâinatı, canlı cansız tüm varlıkları yaratan, onlara hususiyetlerini veren ve her birini yaratılış gayesi istikametinde yönlendiren Allah Teâlâ’dır. Fâil-i muhtâr O’dur; dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Bazı şeyleri cansız varlık, bazılarını bitki, bazılarını hayvan, bazılarını insan olarak yaratmak; bunların bir kısmını veli, bazısını peygamber olarak seçmek; yine bazı varlıkları şeytan, bazısını cin olarak, bazı mahlûkatı melek, bazı melekleri mukarrabin bazılarını da ruhani olarak yaratmak sadece O’nun hakkıdır. O, bunları yaratırken hiç kimseye sormuş, akıl danışmış değildir. Müşriklerin koştukları ortakların ve diğer insanların bunda hiçbir payları yoktur.
Bu ayet-i kerimenin bir sebeb-i nüzulü vardır. Velid Bin Muğire şöyle bir söz söyler. Eğer bu vahiy gelecek idiyse şu iki şehrin iki büyüğünden birine gelmeliydi. O iki büyükten biri kendisidir Velid Bin Muğire. Öbürü de Urve Bin Mes’ud Essekafi yani sakif kabilesinin Taif’te yaşayan büyüğü Urve Bin Mes’ud’dur onun için onun söylediği bu söz Zuhruf/31 ayetinde nakledilir.
69. Allah’ın tercihi ve yaratması gibi, kullarının bütün durumlarını gizlisiyle açığıyla istisnasız ve kusursuz bilecek şekilde ilminin de geniş ve sınırsız olduğu ifade edilmektedir.
70. Varlığın gerçek sahibi dururken onun dışında varlığı ona borçlu olanlara minnet etmek bir mü’mine yakışmaz. İşte burada hatırlatılan odur.
“velehül hükm” nihai yargıda sadece O’na aittir. Yani son sözü Allah söyler. Sen söylersin, o söyler, tamam. Senin amaç saydığın aslında araçtır. Görebildiğin yere kadardır. Fakat unutma ki insanların iradelerinin tamamını birleştirseniz Allah’ın mutlak iradesi içerisinde sadece bir nokta kadar. Onun içinde son söz O’na aittir.
Burada bir tek şeye dikkat etmemiz gerekiyor; hesabını verebileceğiniz bir hayat yaşamak. Eğer O’na döndürülecekseniz ki O’ndan geldiniz; sonuçta hesaba çekileceksiniz. Hesabını verebileceğiniz bir hayat yaşayın.
71. İnsanlar, bu iki olayın sürekli yenilenmesine uzun süre alıştıklarından dolayı, olayın pörsümez tazeliğini unutuyorlar. Güneşin doğuşu ve batışı karşısında çok az zaman ürperiyorlar. Gündüzün doğuşunun, ardından gecenin gelmesinin onları sarstığı çok nadirdir. Gece ve gündüzün bir düzen içinde dönüşümlü olarak birbirini izlemesinin kendilerine yönelik rahmet olduğunu, monotonluktan, bıkkınlıktan, durgunluktan yıpranmışlıktan, ölgünlük ve yok olmaktan kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar.
Kur'an onları alışkanlıkların ve geleneklerin neden olduğu durgunluktan, ölgünlükten uyandırıyor. Çevrelerindeki evrene ve evrenin olağanüstü sahnelerine dikkatleri çekiyor. Bunu da, ebediyen gece veya ebediyen gündüz olması durumunda ne olacağını düşünmelerini sağlayarak, her iki durumda da karşı karşıya kalacakları zorluklardan korkutarak gerçekleştiriyor. Çünkü insan, kaybetmediği ya da kaybetmekten korkmadığı sürece bir şeyin değerini bilmez.
Şu gerçeği de ilân edin ki böylece insanların akıllarını, kulaklarını, gözlerini böylece çalıştırmalarını söyleyin onlara. Çünkü insanların Allah’ın ayetlerini algılamada iki mekanizmaları vardır ki bunlar göz ve kulaktır. Bu iki pencereden kalbe aktarılan şeyler kalpte değerlendirilir.
72. Bu iki ayet birbiri ile bir bütün. Hakkı gören bir göz ve vahyin, ve konuşan kainatın sesini duyabilecek bir kulak var mı diyor, soruyor muhatabına. Yani bu ayetler aslında insanoğluna doğru yolu gösteren tek işaretler değil, eğer insanoğlu aklını doğru kullanırsa şu kainatta gördüğü, içinde yaşadığı gece ve gündüz dahi okunmayı bekleyen birer ayettirler. Bu ayetleri doğru okursa eğer o zaman inen vahyin gösterdiği hakikati kainattaki ayetlerde gösterir. Eşyanın çift kutupluluğuna bir atıf var bu ayetlerde. Gece ve gündüz yani kozmik denge.
73. Geceleyin dinlenmemiz, gündüzün maişet temini için çalışmamız, bu ihtiyaçların başta gelenlerinden biridir. O halde kalp kulağıyla işitip basiret gözüyle bakanlar, Allah’ın sonsuz kudret ve azameti karşısında şaşkına dönerek, tüm mesailerini O’na kulluk ve şükre hasretmez de başka ne yaparlar.
74. ( TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ )1. Şirk-i istiklâl (vasıtasız şirk). Mecusiler’le düalist inanç gruplarında görüldüğü gibi iki ilâhın varlığını kabul etmek.
2. Şirk-i teb‘îz (kısmî şirk). Allah’ın birliğini kabul etmekle birlikte Hıristiyanlık’taki teslîs inancı gibi ilâhlardan oluşan bir tanrı inancını benimsemek.
3. Şirk-i takrîb. Allah’a yakınlık sağlamaları ve O’nun katında şefaatçi olmaları için putlara ve heykellere tapınmak.
4. Şirk-i taklîd. Câhiliye Arapları’nda olduğu gibi atalarını taklit ederek putlara ve heykellere ilâh niteliği nisbet etmek.
5. Şirk-i esbâb. Tabiat kanunlarının Allah’ın yaratmasıyla değil nesne ve olayların doğalarının gereği olduğuna inanmak.
Şirkin zıddı olan tevhidin özü kâinatı yaratan ve idare eden varlığa ulûhiyyet ve rubûbiyyette ortak koşmamaktan ibarettir.
İslâm tarihinde Müslümanlar arasında apaçık şirke düşen gruplar bulunmamakla birlikte dolaylı şirk sayılan, tevhid inancını zedeleyerek şirke kapı açan telakkilere rastlamak mümkündür. Bir Müslümanın Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçmemelidir. Naslardan çıkarılan ve Müslümanlar tarafından benimsenen inanç prensiplerine göre hiçbir insan peygamber derecesine çıkamaz; peygamberlere bile insan üstü bir özellik nisbet edilemez; sadece Allah’a gösterilebilecek tazim ve hürmet başka hiçbir şey veya kimseye gösterilmez. Başta peygamberler olmak üzere Allah katında makbul olan sıddîklar, şehidler, sâlihler, insanların hüsnüzanda bulundukları velîler, hatta meleklerden hiçbiri aşkın olma özelliği taşımaz. Kutsiyetin mecazi mânada da olsa insana izafe edilmesi onda yaratılmışlık üstü güçlerin veya niteliklerin varlığını akla getireceğinden sakıncalı bulunmuştur.
75. Yefterun burada üretilen şey, ürettikleri şey demektir. Yani yok aslında, aslı yok. Fakat üretmişler. Sanal tanrılar. Yok aslında. Yani tanrı zannettikleri, tanrı işlevi yükledikleri ama değil.
Buna iftira diyor Kur’an. Hem de iftiranın en büyüğü Allah’a iftira. Bu manada biz yamuk tasavvurun ürünü diyoruz buna. Tasavvurlarında imal ettikleri. Yok ama varmış gibi imal ettikleri şey.
Çarpık tasavvur sahte tanrıların imalathanesidir. Eğer bir tasavvur çarpılmışsa, yamulmuşsa, şaşırmışsa sürekli sahte tanrı üretir. Kendi ürettiği tanrıya kendisi kul olmaya başlar. Korku üretir, endişe üretir, tutku üretir. Kara, ak değil kara sevda üretir. Her ne ise, ama ürettiğine döner kendisi tapınmaya başlar.
76. Karun, Hz. Musa’nın amcasının oğlu ve Firavun’un yüksek seviyede bir görevlisi olarak tanıtılmakta, İsrailoğulları’na karşı zalimlik ve taşkınlık ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Musa’ya önce iman etmiş, fakat daha sonra hırsı ve kıskançlığı yüzünden ona karşı çıkmıştır. Rivayete göre İsrâiloğulları içinde dinî malumatı en geniş olan kimseydi. İlmi ve servetiyle övünür, soydaşlarına karşı büyüklük taslardı. Ne var ki inançsızlığı, kibir ve gururu yüzünden helâk olup gitmiştir.
Beğa; haddi aştı, sınırı geçti, taşkınlık yaptı anlamına gelir. Ama aleyhim ibaresi ile birlikte onların omzuna basarak yükseldi, fakat bunu onların aleyhine kullandı sonucunu çıkarabiliriz.
Etrafınızda görebilirsiniz bu örnekleri. Siz yüceltirsiniz, daha doğrusu sizi sömürerek bir yere gelir, veya sizin sayenizde, veya sizin yardımınızla, desteğinizle bir yere gelir, geldiği yerde sizin kafanıza ayaklarıyla vurmaya başlar. Böyle bir tipi canlandırıyor aynı zamanda.
“Ekip” diye çevrilen “usbe” kelimesi, on yahut daha çok (kırka kadar) kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anlamına gelmektedir. Burada kinaye yoluyla Karun’un servetinin çokluğu ifade edilmektedir.
Bu ayetler serveti yermiyor, dikkat buyurun. Biz vermiştik diyor rabbimiz biz vermiştik. Kötü bir şey olduğunu söylemiyor servetin. Fakat servetle şımarmayı ve paylaşmamayı yeriyor.
Evet, bazı insanlar vardır ki hiçbir şeye sahip değildir, fakat en ufak bir şeye sahip olsalar kendisine onun sahip olmasının önüne geçemezler. Hatta bazıları sahip olmadıkları şeyin kölesidirler. Lafıyla dahi kölesi olduklarını gösterirler. Sahip değildir ama mesela zenginin malı züğürdün çenesini yorar hesabı, sahip olmadıkları şeyler onların gece rüyalarını gündüz hayallerini süsler.
İşte budur bela. Fakr nedir? Her şeye sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Yani aracı araç olarak tutmandır. Serveti binek olarak tutmandır, servetin bineği olman, daha doğrusu serveti sırtına bindirmen değil.
Karun, Kur’anda sadece burada geçmez. Mü’min ve Ankebut suresinde de geçer hatta üçlü olarak geçer. Firavun, Haman, Karun. Bu üçlü; üç erke delalet eder tarih boyunca. Siyasal erk; firavun. Bürokratik erk Haman. Ekonomik erk Karun. Bu üçü tarih boyunca küfür ve zulüm merkezleri bu üç alanı hedeflemişlerdir. Siyaset, bürokrasi ve ekonomi. Bu üç alan eğer küfrün ve zulmün eline geçerse artık orada, o toplumda zulüm payidar olur. O toplumu zulüm yönetmeye başlar. Bunların üçüncü ayağı olan ekonomik ayağı Karun temsil ediyor. Karunlaşma mantığı, süreci burada ele alınıyor.
8
77. Bakınız aslında birilerinin dilinden rabbimiz tüm servet sahiplerine böyle nasihat ediyor. Yani gel şu serveti doğru kullan. Gel şu serveti Allah’ın rızasını elde etmede araç olarak kullan, amaçlaştırma.
Dengeye bakınız, harika dengeye. Üstelik dünyadan da nasibini unutma.
“İnsanlardan kimileri de vardır ki Rabbimiz bize dünyada ver! Derler. Onların âhirette nasipleri yoktur.” (Bakara 200)
“İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin azabından koru! Derler.” (Bakara 201)
Bu öğütler bize şunu söylüyor. Paylaşmayı öğren. Allah sana vermişse sınav için vermiştir. Paylaşırsan sınavı geçersin. Unutma sana verirken birilerini de sana yüklemiştir, senin defterine yazmıştır. Onlara senin elinle vermek istemiştir. Dur bakalım, benim onlar için kendisine verdiğimi o da onlara verecek mi diye seni sınamaktadır. Eğer paylaşırsan sınavı geçersin. Yoksa serveti tahakküm aracı olarak kullanırsın.
78. Karun aklı. Burada kişiler değil. Bir mantık, bir akıl ele alınıyor. Çünkü kişiler tarihseldir, ölürler giderler. Fakat mantık tüm zamanlarda yaşar. O mantığın bu günkü sahipleri de vardır. İşte onlara hitap ediyor.
Evet, Kutsalla bağını koparan her servet, sahibini saptıran bir şeytan işlevi görür. Kutsalla bağını koparan her servet sahibi için bir şeytandır. Neden onu saptırır? Karun; Mülkün, servetin emanet olduğunu unuttu, hatta reddetti. Problem burada. Emaneti kendi mutlak mülkü zannetti. Mutlak sahiplik iddiasında bulundu. Fakat sahibi olsaydı gerçekten verirdi değil mi? Veremeyenler, aslında sahibi olamayanlardır. Kişi sahibi olduğu şeyi verir. Kişi sahibini veremez. Malınız sizin sahibinizse o sizi verir. Siz malınızın sahibi iseniz siz onu verirsiniz. Onun için sahibi olursanız paylaşabilirsiniz.
Burada Karun misalinden hareketle, Mekke’de Resulullah (s.a.s.)’in davetini engellemeye çalışan mal ve servet sahibi müşrikler uyarılmaktadır. Çünkü onlar, uluslararası yaptıkları ticaret ve faizcilik yüzünden zamanlarının Karunları haline gelmişlerdi. Dünyada en büyük hedefin, olabildiği kadar servet kazanıp biriktirmek olduğuna inanıyorlardı. Bu hedefi geçersiz kılan veya buna mâni olan girişimlerin, asla kabullenilemeyecek birer yalan olduğunu düşünüyorlardı. Bu sebeple onlar, Allah Resulü’nün tebliğinin kabul edilip yayılması durumunda kazanç yollarının kapanacağından ve çıkarlarının zarar göreceğinden korkuyor ve ona karşı duruyorlardı.
Suçu tabiat haline getirenlerin günahlarından sual olunmaz. Neden olunmaz? Yu’reful mücrimune Bi siymahüm..(Rahman/41) suçlular yüzlerinden tanınırlar. Sual olunmaz gerek yok.
79. Kitlelerin, yığınların servete bakışı, şaşı bakışı bu. Her şey şimdi ve burada için kitlelere göre. Yani yaldızına bakıyorlar. Arkasına değil. Onun içinde yaldızın arkasında ki affedersiniz tenekeyi görmüyorlar. Altın yaldıza batırılmış bir teneke. Fakat altın zannediyorlar. Onun içinde keşke diyorlar, ah keşke bize de bu kadar verilseydi. Akıbeti düşünecek kadar ufukları yok.
80. Evet, gerçek servet nedir sorusunun cevabını veriyor bu ayet. Elbette yere batmayan bir servet gerçek servettir değil mi, Yere batan servet gerçek servet midir. Servet dediğiniz yer sarsılınca yıkılmayacak olandır. Servet dediğiniz siz ölünce ölmeyecek olandır. Servet dediğiniz toprakta çürümeyecek olandır. Servet dediğiniz onun bunun elinde çar çur olmayacak olandır. Yani ki servet sizinle beraber ebediyete intikal edendir.
Onun için sevgili Nebi Akıllı zengin kimdir biliyor musunuz diye sormuştu bir gün. Kimdir Ya Resulallah dediklerinde; Kazandığını götürendir ve tersini de ahmak zengin olarak tarif etmişti. Götüremeyeceğine yatırım yapandır. Ömrünün tamamını götüremeyeceği şeylere harcayandır. İşte servet tanımı bu.
81. Bu şu demektir; Siz servetin kölesi olursunuz. Allah sizi onun kölesi eder. Zincirinizi onun eline verir, ipinizi. Artık sizi servetiniz yönlendirir, siz servetinizi değil. Artık sizi servetiniz idare eder, siz servetinizi değil. Artık sizin sırtınıza servetiniz biner, siz onu taşıyan bir binek olursunuz. O altınızda sizi miraca taşıyan bir Burak olmaz. Yani servet sizin için bir araçken, siz onun için bir araç olmaya başlarsınız.
82. Allah’a karşı nankörlük yapan herkesi bekleyen zorunlu akıbet bu. Zaten kafirin ahlaki tanımı nankör, akidevi tanımı inkarcı, inkar eden anlamına gelir. Fakat aslında her inkar Allah’a yapılmış bir nankörlüktür.
Karun kıssası, servet ve gücüne güvenerek, kendini imtiyazlı ve büyük görüp Allah’a isyan, insanlara karşı haksızlık eden ve bu suretle sınırı aşanlar için asırları aşıp gelen bir ibret tablosu, bir öğüt levhasıdır.
Öyleyse kalıcı zenginlik âhiret zenginliğidir. Gerçek zenginlik kişiyi cennete ulaştıracak iman zenginliğidir, amel zenginliğidir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah. İşte Allah bundan sonra bunu ortaya koyuyor:
9
83. İşte burada aslında insana verilen koordinatlar, insanın tasavvurunu doğru istikamete döndürürler. Tasavvurdaki milimetrik bir sapma, eylemde kilometrelere tekabül eder. Onun içinde tasavvurda ki sapmayı yok etmek ister ki vahiy, amelde kilometrelerce bir sapmaya dönüşmesin. Burada da onu söylüyor ve koordinat veriyor.
“Âhiret yurdu”ndan maksat, cennettir. Cennete girecek bahtiyar kulların üç mühim vasfı şöyledir:
Birincisi; bunlar mütevazıdırlar. Sahip oldukları tüm nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilirler. Bu sebeple maddi ve manevî imkânlarıyla kimseye karşı üstünlük taslamaz, böbürlenmezler. Böyle bir şeyi arzu da etmezler.
İkincisi; ayetin övdüğü bu seçkin insanlar, bozgunculuk peşinde olan kimseler de değildir. Ellerinden ve dilerinden kimseye zarar gelmeyen, bilakis fayda gelen; imkânları nispetinde ıslaha çalışan kimselerdir.
Üçüncüsü; bunlar takva sahibidirler. Kalpleri Allah’a karşı saygı ve korkuyla doludur. Bu korkuyla O’na karşı gelmekten sakınır, günahlardan uzak durur, güzel ve yararlı işler yapmanın peşinde olurlar.
84. Biraz önce azabı Allah etmez insan eder demişti. Yani insan kendi cezasını hak eder. Sadece Allah yasasını koyar. O nedenle yaptığından fazlasını görmeyecek, yaptığının karşılığını bulacak. Bulacak ki iyilerle kötüler aynı gözede buluşmamış olsunlar. Bu ayetle yukarıda ki Karun örneği tarihsel olmaktan çıkarılıp tüm zamanlar için bir ibret vesikasına dönüşüyor şu son ayetle.
Evet iyiliğin katsayısı böyle iken kötülüklerin katsayısı da sadece bire birdir. Hatta bir kötülük yapmaya niyetlenip de Allah korkusundan ötürü onu işlemekten vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz kötülüklerimizi giderdiği halde kötülüklerimiz iyiliklerimizi gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehimizde takdirde bulunuyor.
85. Bu ayetlerin başına takdir edilecek muhatap bu ayetlerin tüm muhataplarıdır. Ey bu vahyin muhatabı olan insan, senin hayatına Kur’an’ın kuşatıcı mesajıyla istikamet tayin eden Allah elbet seni yepyeni bir hayata döndürecektir.
Servet sahibi olmak, hidayet üzere olmanın garantisi değildir. Yani Karun mantığına bir gönderme. Çünkü Karun’la Karun gibiler şöyle düşünüyorlar, Mekke’liler de öyle düşünüyorlardı, putperestler. Allah bize bu serveti, bu iktidarı, bu gücü verdiğine göre demek ki biz doğru yoldayız. Yani içinde bulunduğu nimetleri doğru yolda olduğunun garantisi olarak görmek. Karun’ca bir akıl Karun’ca bir yaklaşım. Oysaki servet imtihandır. İktidar imtihandır, güç imtihandır, nimet bir imtihandır. Bunu bilselerdi eğer; Allah bizi bununla sınıyor, hakkını vermezsek ihanet etmiş oluruz derlerdi. İşte o mantığa bir cevap bu.
Bu ayetin, hicret esnasında Mekke ile Medine arasında Cuhfe denilen yerde indiği rivayet edilmiştir. “Allah, elbette seni yine dönülecek yere tekrar gönderecektir” ifadesi, müşrikler tarafından zulme maruz kaldığı için Mekke’den hicret eden Hz. Peygamber’in bir gün zaferle tekrar oraya döneceğinin bir işaretidir.
“Döndürülecek yer” ifadesi “ölüm, cennet, ahirette en yüksek makam” olarak da yorumlanmıştır. Ayetin, âhiret mükâfatı yanında dünyaya dönük bir işareti de vardır. Kur’an sayesinde Hz. Peygamber ve ona inananlar, onu izleyenler, Allah’ın murat ettiği sona, fıtratın imkân verdiği kemale ulaşacaklardır. Metinden de anlaşılacağı üzere ayetin son bölümü, Hz. Peygamber ile tartışan ve “Sen apaçık bir sapkınlık içindesin” şeklinde sözler sarfeden müşriklere cevap olarak inmiştir.
Aslında bu sûrede kıssası uzunca anlatılan Musa (a.s.)’ın kaçarak, kovularak çıktığı yere ilâhî kudret tarafından peygamber yapılıp geri döndürülmesinde, Firavun’un zulmü altında ezilen İsrailoğullarını onun aracılığı ile kurtarmasında ve yine onun vasıtasıyla Firavun ve ordusunun kökünü kurutmasında, müşriklerle amansız bir mücadele içinde olan Resûlullah (s.a.s.)’e böyle hayırlı bir neticenin müjdelendiği görülmektedir.
86. Bu Allah’ın sana olan bir rahmetidir, şu anda bu vahyin muhatabıysan, bu ayetin de muhatabısın. Bu ayeti okuyorsan, bu Allah’ın sana olan bir rahmetidir unutma.
Çağları aşıp son muhatabını, uyardığı ilk muhatabına bağlayan bir ayet bu. Son muhatabı ile ilk muhatabını uyardığı kadar sıcak ve canlı ilişki kuran bir ayet. Böyle bir vahiyle karşı karşıyayız. Özetle söylediği şu; Ey insan Karunlaşma.
87. 88. Ne insanı Karunlaştıran servet, ne insanı firavunlaştıran iktidar, ne insanı Hamanlaştıran yetki ve güç. Hiç biri kalmayacak. “leHUl hükmü” nihai yargı, son yargı yalnız ona aittir. “ve ileyHi türce’un” ve hepiniz sonunda O’na döndürüleceksiniz.
Bir insana peygamberlik verilmesi ve kitabın indirilmesi ancak Allah’tan bir rahmettir. Hem peygamber olan şahsa, hem de o şahsın gönderildiği topluma büyük bir rahmet tecellisidir. Çok büyük bir nimettir. Bu nimete şükrün şartları:
Kâfirlere arka çıkmayacak, topluluklarına katılıp küfürlerine kuvvet ve destek vermekten katiyen uzak duracak.
Kâfirler o rütbe sahibini, Allah’ın ayetlerinden alıkoymaya güç yetiremeyecekler. Hangi şartlar altında olursa olsun, Allah’ın ayetlerine tâbi olacak; hiçbir şekilde o ayetlerin gereğinden taviz vermeyecek. Kendine gelen ayetlerin tebliğinden, tatbikinden asla vazgeçmeyecek.
İnsanları Rabbine kulluğa ve tevhide davet edecek.
Müşriklerden olmayacak; Allah’tan başka hiçbir ilâha yalvarmayacak, kulluk yapmayacak.
Rabbim huzuruna yüzü ak, alnı açık, gönlü pak, hayatı temiz bir biçimde dönmeyi hepimize lûtfet.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn” Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 4.11.2024 17:23:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Allah razı olsun. Ellerine sağlık aziz kardeşim.
TÜM YORUMLAR (1)