İki karanlık güvercin gördüm
defne dalları arasında
Biri güneşti,
öteki ay
'Komşucuklarım' dedim onlara
'Mezarım nerde benim? '
Güneş 'kuyruğumda' dedi
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
bir Lorca güzelliği ..
namık cem
Bu, siyasi içerikli son mesajım olacak, bu türden mesajları cevaplamayacağım. Yapıştırdığın metinden buraya alıyorum: 'Rivayet odur ki; 1938’de resim meraklısı bir Alman subayı Picasso’yu Paris’teki atölyesinde ziyaret eder, aşama aşama yapılmış Guernica’nın bir versiyonu önünde uzun uzun durur ve ressama dönerek “Bunu siz mi yaptınız? ” diye sorar. Picasso’nun yanıtı çok kısadır: “Hayır, siz yaptınız! ” '
Gözünü açıp kendini kendinde gören ve hisseden insan (Farkındalık) varlık meydanına çıkmış ama (bildiğimiz kadarıyla) kendini kendinde göremeyen dağa taşa kurda kuşa her bakışında kendine aslında ne olduğunu sormuyor, bu konuda kesin bir kanaate varmadan diğer insanları etkileyecek toplumsal eylemlere kalkışıyorsa, işte o gerçek faşist odur...
Faşizme Geçit Yok.
Arap Naci,
Çok ama çok üzgün gördüm seni. Ama üzüntünü anlayamadım bir türlü. Buraya yazdıklarından anladığım gibiyse gerçekten inancın, sen de biliyorsun ki Lorca sadece form değiştirdi. Belki bu sabah işe giderken ayakkabına bulaşmıştır bir kısmı. Veya belki öyle değildir, rüzgarın aşındırdığı toprak altından kayarken yuvarlanıp üstüne düştüğü bir karıncayı ezmiştir daha bir saat önce. Fakat ne ilk ihtimal, ne sonuncusu seni üzmezdi... Değil mi?
Nihayet, patlayan bir volkan neden sorumlu tutulamaz binlerce insan ve hayvanı öldürdüğü için? Bu doğanın sıradanlıklarından bir sıradanlık, sonuç aramayan sebepsizliklerinden bir sebepsizlikten başka nedir ki? Yine de eğer bütün bu kargaşa içinde biri eğer bir şeye anlam veremiyorsa, bu sen değilsin, benim:
Aşağıya yapıştırdığın metinde sürekli geçen propagandavari duygu sömürülerine iç çektikten sonra kendimi şunu sormadan yapamıyorum: Kafanızdaki ütopik dünya düzeni ve diyalektikte gerekçelerini kurguladığınız salt maddi evrende sadece o zavallı faşistlere mi bir yer bulamadınız? Yuvarlanıp bir canlıyı ezen kaya, patlayıp binleri öldüren yanardağlardan faşistler neden daha suçlular, bir türlü anlayamıyorum. Veya devrimciler nasıl daha haklı olabiliyorlar?
İkrardan korktuğunuz, maddenin içine sinmiş Budist bir ışık ve karanlıkla kalmayan rahmani veya şeytani bir takım dış güçler kurguladığınız oyunu ötesinden berisinden bozmaya çalıştığı için mi felsefenizin aslında ayırım yapmadan en kötüsüyle bile kucaklamasını gerektirdiği kimi sembollerle bitmez bir savaş içindesiniz?
Arap Naci kardeş, inanarak ardından gittikleriniz, Lorca'nın safça arkadaş olduğu faşistlerden değil... Değil mi?
Şiir Söylemek
Şiir ne idi, (Artık pek ilgilenen yok da, onun için ‘idi’ diyorum) ve neden yazılır?
Kimin, nasıl ve neden yazdığını bilmek veya bu konuda bir takım belirlemelerde bulunmak ne kolay, ne de benim işim. Gönlü kıpır kıpır gencin biri, derin bir ‘âh’ çekip, köşesi kırmızı çiçekli mavi kâğıda iki mısra karalasa, bu şiir değil midir? Elbette şiirdir. Belki, ‘şiirin atası’ bile sayılabilir.
Evet, bugün şiiri düşünmek istiyorum. Ama, hani “trik - trak” vardır ya, öyle değil. Çünkü bu, benim için fazla mekanik.
Neden şiir yazıyorum?
Galiba, “Çok hastayım.” da onun için.
Ateşimi alnımdan anlamanız mümkün değil. Ağrımı târif edemiyorum. Çocukluğumda, “Masanın bacakları ağrıyor” dediğim türden bir şey. O zaman da ateşim vardı, o zaman da anlamak istemiyordu kimse ağrımın yerini. Masanın bacaklarının karşısına karnımın geldiğini, insanın ateşi yükselmedikçe düşünmesinin ne kadar zor olduğunu ben bile, ancak iyileştikten sonra anlayabilmiştim. Ama şimdi, en az o zamanki kadar ciddiyim. “Şuram ağrıyor, şurama bir ağırlık çöküyor” gibi şeylerin ne sebebini, ne de “şuram”ın neresi olduğunu ne biliyor, ne de yerini gösterebiliyorum.
Bir sağır - dilsiz konuşamadığı ve işitemediği için, nasıl hayatını bir köşede oturup, sessiz sâkin ikmale razı olmaz, el kol hareketleriyle de olsa insanlarla anlaşmaya çalışırsa, belki ben de buna benzer bir yol bulmuşumdur. Belki, beni öyle, oturduğunuz koltukta anlayamayacağınızı anlamışımdır, kim bilir. Belki, şiir diye yazdıklarım, elinizden tutup sizi, üzerinde kayıp dururken tutunacak bir yer arayarak çırpındığım kaypak zemine çekmek, belki de, benimle aynı hastalığa tutularak, beni anlamanızı sağlamak içindir. Belki yazılara sığmıyordur, belki de bu duygunun alfabesi yoktur.
Gerçekten benim için üzülüyor, beni anlamak istiyorsanız, benimle bu zeminde tutunacak bir yer aramaktan başka çâreniz yok.
Böyle bir şiir asla basit değildir. Böyle bir şiire ancak iki yol çıkar: Kalp ve/veya sanat. Ya onu Hz. Yunus, yada Hz. Mevlânâ gibi kalbinizde hazır bulacak veya dokuyacaksınız. Gergefe dokur gibi.
Ne kadar kolaydır şiir söylemek,
Sâdece küçük bir incelik gerek.
Biraz daha dikkat,
Biraz da emek.
Gebe kalmak her şiire altı ay,
Sonra, doğum yapar gibi söylemek...
Selçuk Bekar
APTAL BİR ŞARKI
Anne.
Keşke ben gümüş olsaydım
Oğlum,
üşürdün o zaman
Anne.
Keşke ben su olsaydım.
Oğlum,
Üşürdün o zaman
Anne.
Yastık kılıfına işle beni
Bak bu olur!
Hem de hemen
(Çev Kemal Özer-Gülşah Özer)
GÜLE KASİDE
Güle sorsan
Aramaz günün doğuşunu;
Dalında sonsuzluğu taşırcasına
Başka başka sevdalarda.
Güle sorsan,
Ne bilinç derdindedir, ne gölge;
Etin ve düşün sınırında,
Başka başka sevdalarda.
Güle sorsan,
Gülü bile aramaz.
Kıpırtısız gökyüzü seyranında
Başka başka sevdalarda.
(Çev. Adnan Özer)
SEVİLLA NİNNİSİ
Deniz nedir bilmiyor
Bu küçük kaplumbağa;
Onu çingene doğurmuş,
Atıvermiş sokağa.
Ya denizi yok,
Yo! Denizi yok;
Salıvermişler sokağa.
Bu minnacık oğlanın
Beşiği yok;
Babacığı marangoz,
Yapıverir bir tane.
(Çev. Sait Maden)
İSPANYA İÇ SAVAŞININ KISA KORONOLOJİSİ
» 14 Nisan 1931 Cumhuriyetin ilanı ve Kral XIII. Alfonso’nun sürgüne gidişi
» Mayıs-Haziran 1931 Laik eğitim, ordu ve tarım konusunda kararnameler
» 14 Temmuz 1931 Genel oyla oluşmuş Kurucu Meclisin (Cortes) açılması
» 10 Ağustos 1932 General Sanjurjo’nun darbe girişiminin bastırılması
» 9 Eylül 1932 Katalonya’ya özerklik statüsünün kabulü
» 1 Mart 1933 Renovacion Espanola’nın kurulması
» 1 Mart 1933 İsp. Özerk Sağ Federasyonu’nun (CEDA) kurulması
» 29 Ekim 1933 Falange Espanola’nın kurulması
» 5 Kasım 1933 Bask Ülkesi’nin statüsü için plebisit
» 19 Kasım 1933 Genel Seçimler, Lerroux Hükümeti
» 31 Mart 1934 Katolik monarşistlerin Mussolini’yle anlaşması
» 25 Nisan 1934 Semper Hükümeti
» 4 Ekim 1934 CEDA’nın katılmasıyla 2. Lerroux Hükümeti
» 6 Ekim 1934 Katalonya Devletinin ilan edilmesi, Asturia’da ayaklanma ve
Komün,isyanların Sömürge ordusuyla bastırılması, binlerce ölü
» 7 Mayıs 1935 Gil Robles Savaş Bakanı, Franco Gen.Kur.Bşk. oluyor
» Eylül 1935 Marksist İşçi Birliği Partisi’nin (POUM) kuruluşu
» 16 Şubat 1936 Genel Seçimler ve Azena başk.lığında Halk Cephesi Hükümeti
» 19 Şubat 1936 Özerk Katalan Hükümetinin tekrar teşkili
» 12 Mayıs 1936 Azena Cumhurbaşkanı, Casares Quirigo Başbakan oluyor
» 13 Temmuz 1936 Sağcı lider Sotelo’nun öldürülmesi
» 17 Temmuz 1936 Faşist ordu kalkışması
» 20 Temmuz 1936 Giral Hükümeti, Faşist General Senjurjo’nun ölümü
» 26 Temmuz 1936 Komintern’in Cumhuriyet’e destek kararı
» 1 Ağustos 1936 Badajoz’un işgali
» 19 Ağustos 1936 Federico Garcia Lorca’nın öldürülmesi
» 4 Eylül 1936 Largo Caballero Hükümeti
» 27 Eylül 1936 Toledo’nun işgali
» 30 Eylül 1936 Halkın silahlandrılması kararı Halk Ordusu
» 1 Ekim 1936 General Franco Burgos’ta devlet ilan ediyor
» 12 Ekim 1936 İlk Sovyet yardımının ulaşması, tankların Madrid’e sevki
» 24 Ekim 1936 Katalonya’da kollektivizasyon kararnamesi
» 4 Kasım 1936 Brunete muharebesi ve kentin düşmesi
» 6 Kasım 1936 Madrid Kuşatması, Başkentin Valencia’ya taşınması
» 18 Kasım 1936 İtalya ve Almanya Burgos hükümetini tanıyorlar
» 20 Kasım 1936 Anarşist lider Durruti’nin Madrid savunmasında ölmesi
» 6 Ocak 1937 ABD İspanya Cumhuriyetine silah satışını yasaklıyor
» 6-15 Şubat 1937 Jarama Muharebesi
» 8-18 Mart 1937 Guadaljara Muharebesi
» 26 Nisan 1937 Guernica’nın bombalanması
» 3 Mayıs 1937 Barcelona çatışmalarının başlaması
» 17 Mayıs 1937 Negrin Hükümeti
» 3 Haziran 1937 Faşist General Mola’nın ölümü
» 19 Hazıran 1937 Frankistlerin Bask’ta Bilbao’yu işgali
» 24 Ağustos 1937 Santander’in işgali
» 19 Ekim 1939 Gijon’un işgali
» 9 Mart 1938 Faşistlerin Aragona’ya saydırması
» 6 Nisan 1938 2. Negrin Hükümeti
» 24 Temmuz 1938 Ebro Muharebesinin başlaması
» 1 Kasım 1938 Uluslararası Tugaylar’ın dönüşü,
» 7 Kasım 1938 Ebro Muharebesinin sona ermesi
» Aralık 1938 Frankistlerin Katalonya saldırısı
» 15 Ocak 1939 Tarragona’nın işgali
» 26 Ocak 1939 Barcelona’nın düşmesi
» 5 Mart 1939 Negrin Hükümetinin İspanya’dan ayrılması
» 7-14 Mart 1939 Madrid’de komünistlerle faşistler arasında sokak savaşları
» 28 Mart 1939 Faşist ordunun Madrid’i işgali
» 1 Nisan 1939 Savaşın bittiğinin ilanı
İSPANYA İÇ SAVAŞI VE LORCA
“Bana savaş demeyin! Savaş korkunç bir şey, bir suç, 1914’te yaşanan acılardan sonra hala bunun düşünülmesi ve konuşulması anlaşılmaz bir durum...”
Ülkeler arası “nizami” savaşlarda siviller hiçbir zaman savaşın aktörleri olarak görülemezler; askere alınmadıkça savaşmaya zorlanamazlar. İç savaşlarda ise durum pek çok yönden farklıdır. İç savaş, aralarına askerlerin de karıştığı sivillerin birbiriyle savaşı olduğu için kuralsızdır; kişisel, ailesel ya da kabilesel intikam duyguları siyasal renklerle kolayca gizlenebilir. İç savaşlarda, hamasi propaganda söylemlerinin kendisi, bizzat savaşanlar tarafından gerçek olarak algılanır. Ortada belirli bir cephe yoktur. Cephe her yerdedir. Yerine göre, bir mahalle, bir ev, bir mezra, hattâ bir çeşme başı ya da dar bir patika, bir iki saat içinde o bölgede verilen savaşın kaderini belirleyebilecek bir cephe haline gelebilir. Hedefler sürekli değişir. Nizami savaşların aksine iç savaşlarda, her sivilin ve çeşitli insan gruplarının savaşan saflarda yer alması, en azından kendisini askeri anlamda savunması kaçınılmaz hale gelir. Bir yerleşim yerinde oturan insanlar, geniş aileler, etnik gruplar, siyasal partiler, ideolojik akımlar, iç savaşların doğal taraflarıdır.
İç savaşların bütün tarafları, kendi tarihlerini, menkıbelerini, efsanelerini, sembollerini canlandırmak için büyük bir gayret gösterirler. savaşa gitmeden önce kendi kimliklerini pekiştirir, yeniden yaratır, icat eder ve tarihin derinliklerinden çıkarılıp cilalanmış o karnaval giysilerine bürünerek savaşmaya giderler. İç savaş, denetimsiz ve insanlık dışı şiddete yol açar.
İspanya’da da böyle oldu. “İspanya’nın üzerini bir kasırga bulutu kaplamıştı, yüzyıllardan beridir birikmiş ve kuşaktan kuşağa geçmiş kinler, çatışkılar, kavgalar bu felaketin karanlığında doğal bir afet gibi kaynamaktaydı. Bir kentin öbüründen haberi yoktu. Her kent kendi kavgasını, kendi yazgısını yaşıyordu. Şimdi artık iki İspanya yoktu, sanki iki bin İspanya vardı.” ( Hugh Thomas, La Guerre d’Espagne, Editions Livre de Poche, Paris 1967.)
İspanya Cumhuriyetçilerinin Savaşta iki sloganı öne çıkmıştı: Biri, (faşizme) Geçit Yok anlamında, tüm yurdu saran ve direnişin sembolü haline gelen “No Pasaran” dı. Slonganı ilk ortaya atanın, kadın işçi ve KP yöneticisi Dolores İbárruri olduğu söylenir. Kocalarının faşizme karşı savaşa gitmesini istemeyen kadınlara “Bir korkağın karısı olmaktansa, bir kahramanın dulu olurum” sözüyle seslenen ve özgürlük tutkusu nedeniyle halk tarafından “La Passionara” diye anılan Ibárruri, 70 yıl sonra bile o devrimin sembol isimlerinin birincisidir.
Diğer slogan, “Yaşasın İspanya” anlamında kullanılan “Arriba España” (İspanya Geliyor) şeklinde dillerde yer etmişti.
Faşistlerin baş parolasına gelince, “Viva la Muerte” (Yaşasın Ölüm) idi. Viva la Muerte diye çığlık atmakta haklıydılar, faşizmin karakterinde ölüm vardı. Faşizm ölümü seviyordu, ölüm faşizmi. Bütün insanlık bu gerçeği çok değil birkaç yıl sonra anlayacaktı, ama 50 milyonunu kurban verdikten sonra. İspanya bir provaydı. Ölümün aslı arkadan gelecekti. Toplama kamplarıyla, gaz odalarıyla, yıldırım harekâtlarıyla, zırhlı tümenlerle, hava bombardımanlarıyla, gaz bombalarıyla gelecekti.
Benito Mussolini’nin (bir ara dışişleri bakanı yaptığı, sonra vatana ihanetten astığı) damadı Kont Ciano’nun yazdığına göre, Madrid’de günde 250, Barcelona’da 150, Sevilla’da 80 kişi ölüyordu. Yaşasın Ölüm diyenler 1 milyon insanın ölümüne yol açtılar. 200 bin Cumhuriyetçiyi çarpışmalarla değil, infazla katlettiler, kurşuna dizdiler, işkencede öldürdüler, hatta kafalarına çivi çakmak suretiyle infaz ettiler. Savaş fotoğraflarında kafalarına çivi çakılmış çocukların bile görüntüleri bulunmaktadır.
Savaşın ilk aylarında, kendisini Generalissimo ve Caudillo (Generaller Generali ve Ulusun Şefi) ilan eden Francisco Franco savaş uzadığında, “Gerekirse İspanya’nın yarısı ölecek” demişti.
İspanya’da ölümün tanıklarından Saint-Exupéry “ağaç budar gibi kurşuna diziyorlar insanları” diyor ve ekliyordu “bu kadar kolay mı yok etmek binlerce hayatı? Ölmenin de artık anlamı kalmadı.”
İç Savaş sürecine gelinceye kadar, Cumhuriyet’in 5 yıllık kısa hayatında 3 farklı dönem yaşandı. Haziran 1931’den Kasım 1933’e kadar Temsilciler Meclisi döneminde Manuel Azana yönetiminde kuvvetli bir Cumhuriyetçi hükümet vardı. Kasım 1933’ten, Ocak 1936’ya kadar iktidar bir sağ kanat koalisyonuna kaydı; bu devreden genellikle “iki kara yıl” diye bahsedilir. Şubat 1936’dan İç Savaş’ın başladığı 1936’ya kadar ise ülkeyi Halk Cephesi yönetti.
Şubat 1936’da sol parti ve örgütlenmelerin birleşmesiyle oluşturulan Halk Cephesi iktidara geldiğinde İspanya General Primo de Rivera’nın diktatörlüğünden kurtulalı 6 yıl olmuştu. Anayasal rejimin geri gelmesi için XIII. Alfonso zar zor kabuluyle yapılan 1931 yerel seçiminde Cumhuriyetçi partilere büyük bir kayma olduğu açık olsa da Halk Cephesi’nin hükümet kurması ne monarşi yanlılarının, ne Kilise’nin ne Almanya ve İtalya’daki faşist yönetimin, ne de yapılan anlaşmalarla İspanya’nın zengin maden yatakları üzerinde imtiyaz sahibi olan yabancı şirketlerin pek hoşuna gitmeyecekti.
19.yy’a sömürgelerinin neredeyse tamamını kaybetmiş olan İspanya 1.Dünya Savaşı’ndan tarafsız kalmasına rağmen zararla çıkmıştı. Ve karmaşa artarak devam ediyordu. Halk Cephesi hükümeti kurulur kurulmaz önce kargaşa körüklendi. Sonra da kargaşayı önleme propagandasıyla Ordu, halkın hükümetine karşı harekete geçti. 1936’ Mart’ında General Sanjurio ile Falanj Partisi’nin başkanı Primo de Rivera Berlin’e gidip Hitler’le görüşerek Cumhuriyet’e müdahale için güvence aldılar. Eğer uçak kazasında ölmeseydi, faşist darbenin lideri olarak iktidara Sanjurio geçecekti. Ama yerini alan 36 yıl iktidarda kalacak olan Francisco Franco oldu.
1936 seçimlerinden önceki iki yıl içinde Lorca’nın yerel basında yansıyan sözleri ve davranışları onun ateşli demokrasi sevgisini herkese duyurmuştu. 21 Aralık 1934’te El Defensor de Granada’da yayınlanan “Şair Garcia Lorca tiyatro ve sanat üzerine konuşuyor” başlıklı Lorca’nın demeçlerinden alıntılarla oluşturulan yazıda Lorca; yoksulları iktisaden köle olarak tutmaya kararlı zenginlere, baskıcı ve demokrasi düşmanı kuvvetlere karşı açılan savaşta işçi ve köylülerden yana olduğunu söylüyordu aslında. Bu görüşleri Sağın gözünden de kaçmayacak, Yerma sahnelemesinin ardından tüm tutucu basın ağız birliğiyle yeteneğini reddedip, oyunun ahlaka aykırı, Katolik düşmanı, İspanya’nın sorunlarıyla ilgisiz ve gerçek dışı olduğunu söyleyecekti.
General Francisco Franco komutasına giren Fas sömürge lejyonuyla harekete geçti. Birlikler Cebel-i Tarık’ı aşıp güneybatı İberya’ya geçerek darbeyi fiilen başlattılar. Aynı anda ülkenin çeşitli kent ve kasabalarında da falanjistler katliamlara giriştiler, kimi yerlerde kent yönetimlerini ele geçirdiler. İspanya ordusu 50’yi aşkın garnizonuyla faşistlere katıldı. Subaylar neredeyse tamamen demokrasinin karşısında yer aldılar. Er ve erbaşlardan komutanlarına isyan ederek Cumhuriyet’e bağlı kalanlar da oldu, faşist subayların emirlerine itaat edenler de.
İdeolojik bakımdan faşizmin genel yaklaşımı esas olarak devlet tapıncını had safhaya çıkarmak, devlet ile vatan kavramlarını tekleştirmekten ibaret değildir, aile kurumunu da kutsar, aileyi yüceltmek demek erkek tahakkümünü şiddetlendirmek demektir ve faşizm toplumun her alanında erkek kültünün şiddetlenmesidir. Bazı ülkeler hariç tutulursa din bunların hepsini tamamlar.
İspanyol Katolik Kilisesi de buna uygun olarak bütün iç savaş boyunca tamamen faşizmin ve ölümün yanında yer aldı.General Franco’nun ünlü bir parolası vardı: “Biz Katoliğiz, İspanya’da ya Katolik olunur, ya da hiç bir şey” diyordu Caudillo. İspanya Ruhban Meclisi’nin başındaki Kardinal Goma Y. Toma’nın söyledikleri ise savaşın önemli bir yönünü göstermekteydi: “Olaylar ancak silah gücüyle yatışır. Bu kokuşmuş laik hukuk düzenini kökünden söküp atmak farzdır” diye buyuruyordu Kardinal. Bask milliyetçiliğinde etkili bir güç olan Bask Katolik Kilisesi Cumhuriyet Anayasa’sındaki laik ilkelere karşıydı. Temmuz 1936’da faşistler darbeyi başlattıklarında, hedeflerini sıralarken, Katalan ve Bask halklarına verilmiş bütün ulusal hakları derhal geri alacaklarını söyleyince milliyetçi (ulusal burjuva ve küçük burjuva nitelikli) Bask partisi Cumhuriyetçilere katıldı. 1 Kasım 1936’da İspanya Parlamentosu (Cortes) Bask Ülkesi’nin özerkliğini onayladı. 7 Kasım’da Bask Ülkesi Otonom Hükümeti kuruldu, hükümette cumhuriyetçi, sosyalist ve komünist partiler yer aldılar. Katalonya’da Barcelona’nın 45 km.yakınında Montserrat Manastırı vardır. Jeolojide Horst denilen, dimdik basamaklar gibi yükselen dar bir tepenin üzerinde, kartal yuvası gibi bir Katolik mabedidir. Franco sağken bile rahipler ‘Bütün İspanya da General sadece Mantserrat’ya giremedi, ele geçiremediği, askerini yollayamadığı tek yer burasıdır’ diye çekinmeden övünürlerdi. [Manastırın diğer bir özelliği de dünyadaki en ünlü Siyah Meryem’in orada bulunmasıdır..]
Francisco Franco ‘biz Katoliğiz, Katolik kalacağız’ diye bağırıyordu ama, Bask’lı Katolik din adamlarını kurşuna dizdiriyordu, işkenceden geçiriyordu. Bask Ülkesinden 16 rahip kurşuna dizildi, 278’i tutuklandı, eziyet gördü, 1300’den fazlası istenmeyen adam ilan edildi.
Mussolini ve Hitler’in işbirliği ise, iki yıl önce imtiyazı Almanlara verilmiş (ve onların izniyle İtalyan firmalarının ortaklığına açılmış) İspanya ve sömürge Fas madenleri üzerindeki tekel çıkarlarının korunmasını amaçlamaktaydı. Ve elbette yükselen faşizm için yeni bir kale kazanmayı.
Kıta Avrupa’sında faşizmin karşısında biri güçlü, diğeri güçsüz iki büyük ülkenin Fransa ile İspanya’nın ikisi de istikrarsızlık içindeydi ve her ikisinde de sol güçlüydü. Sosyal çalkantılarıyla devrime gebe İspanya’da önemli değişimler başladı: Genel seçimleri Halk Cephesi’nin kazanmasıyla oluşan yeni durum İspanya’yı düşürüp, Fransa’yı güneyden kuşatmak imkânını Almanya’nın önüne serdi.
16 Şubat 1936 seçim sonuçları belli olur olmaz Francisco Franco hemen seçimi yitiren başbakan yardımcısı Valladares’e gitti ve yeni parlamento toplanmadan, solcu hükümet kurulmadan orduya yönetsel yetki verilmesini, solun ezilmesini, aksi halde vahim olayların doğacağını söyledi, ama Valladeres isteği kabul etmedi.
Üç ay sonra (4 Haziran’da) Fransa’da Sosyalist Léon Blum başbakanlığında Halk Cephesi (Front Populaire) hükümeti kuruldu. Faşist tehdit altındaki İspanya Halk Cephesi adaşı Fransız yönetiminden olası bir faşist darbe durumunda silah yardımı istedi, Léon Bulum da söz verdi, ama 17 Temmuz’da savaş başlayınca Britanya, Almanya ve İtalya ile savaşa karışmama (non-intervention) antlaşması imzaladılar. Berlin-Roma ekseninin bu antlaşmaya uymayacağını ise elbette biliniyordu.
Blum hükümetinin İspanya’ya tek faydası, Uluslararası Tugay gönüllülerinin ve yardım malzemelerinin İspanya’ya geçirilmesine yardım etmekten ibaret kaldı. 53 ülkeden erkek, kadın, işçi, aydın, hemşire, doktor 40 bin kişiden oluşan Enternasyonal Tugaylar, Büyük çoğunluğunun meslekleri askerlik olmadığı halde, faşistlerin sömürge deneyimli profesyonel ordularına karşı savaştılar. Çeşitli ülkelerden komünist partililer, Troçki yanlısı Marksistler, anarşistler, sosyalistler, İrlanda Cumhuriyetçileri ve başka radikal anti-faşistler seferber oldular, para, silah, malzeme topladılar, gönüllü yazıldılar ve Fransa’yı katederek, Pireneleri geçip Cumhuriyetçilerin saflarına katıldılar ve Londra’da imzalanan ve her iki taraftan da yabancı askerlerin çekilmesini öngören antlaşma nedeniyle, 1938 Kasımında Barcelona’da 300 bin kişinin uğurladığı törenden sonra deniz yoluyla İspanya’yı terk ettiler. Buna rağmen on bin kadar gönüllü İspanya’dan ayrılmadı. Nitekim, Ocak 1937 başlarında Barcelona savunmasında çarpıştılar, kent düştükten ve düzenli ordunun yenilgisi kesinleştikten sonra sivil halkın Pireneleri geçip Fransa’ya ulaşmasına yardım ettiler. Pek çok edebiyatçının bulunduğu bu tugaylar dolayısıyla savaş “şairlerin, yazarların savaşı” olarak da adlandırıldı.
Savaşın ikinci yılında bile faşistlerin kaybetme ihtimali yüksekti. General Franco Almanya ve İtalya’dan savaş yardımlarını iki katına çıkarmalarını istedi, Alman Büyükelçisi Berlin’e gönderdiği mesajda “Almanya ile İtalya gerek insan, gerekse savaş malzemesi olarak İspanya adına yeni özveriler yüklenmezlerse Franco’nun elindeki askeri güçle savaşı kazanması beklenemez.” diye yazdı.
İtalya’ya gelince, o da sadece silah, mühimmat, yiyecek göndermekle kalmamış, Cumhuriyete karşı savaşmak üzere Almanya’dan da önce asker yollamıştı. İtalyanların hava saldırılarında 86 bin kalkış yapmışlar, Cumhuriyetçi kentlere 12 bin ton bomba yağdırmışlar, özellikle Barcelona’yı vurmuşlardır. Ayrıca, Alman ve İtalyan denizaltıları yük gemilerini batırarak, İspanya’nın uluslararası ticaretini parasal zarara uğratmışlardır.
Savaşın ilk haftalarında İtalyan müdahalesi başlayınca, İspanya Komünist Partisi 1936 Ağustos’unda yayınladığı bildiride “savaşın şimdiye kadar faşistler ve gericiler ile demokrasi ve barış güçleri arasında geçtiğini, ama artık dış müdahaleye karşı verilen bağımsızlık savaşına dönüştüğünü” söyleyecekti.
Frankistlerin bir destekçisi de komşu Portekiz’deki Salazar rejimiydi. Portekiz General Franco’ya silah yardımı yapmadı, ama hem asker yolladı, hem de Almanya’nın asker, mühimmat, yiyecek ve diğer malzeme şeklindeki geniş savaş yardımları ve Franco birliklerinin ABD’den satın aldıkları ya da borçlanma karşılığı ayni olarak sağladıkları taşıt, yakıt ve malzemeler ancak deniz yoluyla İspanya’ya ulaştırılabilirdi. Salazar bütün bunların Lizbon veya Porto limanlarından alınarak Franco bölgesine ulaştırılmasında yaşamsal bir rol oynadı, nakliye trafiği onsuz bu kadar rahat başarılamazdı.
Cumhuriyet hükümetini dünyada sadece iki devlet destekledi: Avrupa’nın öte ucundaki Sovyetler Birliği ile Okyanusun karşı yakasındaki Meksika. Britanya ve Fransa tarafsız göründüler. ABD’de ise Kongre tarafsızlık kararı aldı. Ama bir yandan Ford, Studbaker, General Motors, Standart Oil ve başka ABD firmaları faşistlere yardım ediyor, taşıt ve borç veriyorlardı. Frankistler sonradan “ABD’nin petrolü, kamyonları ve kredileri olmasaydı savaşı asla kazanamazdık” diyeceklerdi.
İspanya Savaşı’nda bir diğer önemli rolü ise yine Alman Ordusu’na ait Kondor (Akbaba) Lejyonu önemli bir rol oynadı. Naziler hazırlanmakta oldukları topyekûn savaş için silah sanayilerinin yeni üretimlerni İspanya’ya yolladılar, Alman filosu bir bombardıman tekniğini (halı dokur gibi bombalamayı) ilk orada denedi. Hava fotoğrafları Berlin’e iletildi. Birlik 4500 ila 5700 adet seçme subay ve askerden oluşuyordu, tüm savaş boyunca 16.000 Alman görev yaptı. Bu rakam sayıca fazla değildi, ama hepsi teknolojiye hakim, yüksek evsaflı askerlerdi. 1936 ekiminde geldiler, gelir gelmez Madrid kuşatmalarında Frankistlerin en etkili vurucu gücü oldular, Malaga’yı bombaladılar, bir Alman zırhlısı Almeria’yı denizden vururken, havadan destek verdiler, Guernica kasabasını yerle bir ettiler, taş üstüne taş bırakmadılar, nereye lazımsa oraya hücum ettiler. Savaş bittikten sonra 31 Mayıs 1939’da döndüler, büyük törenlerle karşılandılar, övgüler, ödüller, madalyalar aldılar.
Guernica’nın yok edilmesinin General Franco kuvvetleri için stratejik bir gereği yoktu, o kasaba açıkça dile getirilerek Nazi’lere verilmiş küçük bir şükran armağanıydı; Almanlar yeni bombardıman uçaklarını denesinler diye.
Wilfried Wiegand, “Picasso” kitabında Guernica bombardımanını yaşayan bir tanığın sözleri şöyleydi: “bir süre sonra Guernica üzerinde yabancı bir uçak göründü... Ve kentin merkezine üç bomba attı. Bunun üzerinden çok geçmeden yedi uçak gördüm, bunları altı tane daha izliyordu ve sonra beş uçak daha geldi. Hepsi de yunkers uçaklarıydılar. Bu arada tüm Guernica panik içindeydi... Uçaklar çok alçaktan uçuyorlardı, olsa olsa iki yüz metre yükseklikteydiler... Bu arada kadınlar, çocuklar ve yaşlı adamlar isabet alıp sinekler gibi, yerlere dökülüyordu.”
Guernica’nın 27 Nisan 1937’de yok olduğunu Pablo Picasso ertesi günkü Paris gazetelerinde okur. Paris Uluslararası Fuarındaki İspanya Pavyonu için Cumhuriyet hükümetinden aldığı siparişle bir çalışmaya başlamak üzeredir. Guernica faciası meydana gelince bu konuyu resimleştirmeye karar verir, 1 Mayıs günü tabloya başlar ve resim tarihinin en büyük klasiklerinden olan ünlü yapıt ortaya çıkar.
Rivayet odur ki; 1938’de resim meraklısı bir Alman subayı Picasso’yu Paris’teki atölyesinde ziyaret eder, aşama aşama yapılmış Guernica’nın bir versiyonu önünde uzun uzun durur ve ressama dönerek “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorar. Picasso’nun yanıtı çok kısadır: “Hayır, siz yaptınız!”
Açıkça anti-faşistlerden, Cumhuriyetçiler’den yana tavır koyan, kimi toplantılara katılan ve manifestoların altına tavır koyan Garcia Lorca Halk Cephesi’nin de destekçilerinin arasındaydı, ama “her gerçek şair gibi devrimci” olmayı “politikacı” olmaktan ayrı tutuyordu. Hiçbir partiye üye olmadığı gibi, siyasi açıdan “safça” olarak nitelendirilmesine neden olacak dostluklar da kurdu, şiirlerine hayran olan Primo de Rivera’yla dost olduğu çok sonra öğrenilecekti, faşizm aleyhtarı genç şair Gabriel Celaya ile Falanjist kolunun kurucularından genç mimar Manuel Aizpurua ile aynı masada konuşuyor, Celaya’nın Aizpurua’yla gece boyu konuşmamasına kızıyordu. Ona göre “José Manuel, Rivera gibi iyi bir çocuk”tu, “her Cuma akşamı birlikte yemek yeriz. Gerçekten. Onunla perdeleri indirilmiş bir taksiyle dolaşıyoruz; çünkü o benimle, ben de onunla görülmek istemiyoruz.” Celaya ise öldürülüşünün ardından bu durumu şöyle yorumlayacaktı;
”Federico gülüyordu. Bunun çocukça bir eğlence olduğuna inanıyordu. Bir kötülük görmüyordu. Büyük bir şakaymış gibi gülüyordu. Ama o gülüş, insanların her zaman iyi olduğuna güvenci, ister faşist olsun ister olmasın, dostun her zaman dost olacağına inanması hayatına mal oldu. Çünkü, en yakın sandığı dostlarının, sonunda her şeyden önce faşist oldukları ortaya çıktı. Hayır Lorca’yı onlar vurmadı. Sorumluluktan sıyrılmak için onu katillerine teslim ettiler.”
Temmuz’da faşist kalkışma başladığında Madrid’deydi ve Bernarda Alba’nın Evi piyesini henüz tamamlamıştı. Oyunun son düzeltmelerini yapıp arkadaşlarına okuduktan sonra (onlar ısrarla karşı çıkmalarına rağmen) her yılki yaz tatili için Granada kırsalındaki aile evine geldi.
O günlerde Granada resmen olmasa bile fiilen milliyetçilerin eline geçmiş, kentte solcu temizliği başlamıştı. 16 Ağustos’ta belediye başkanı sosyalist Manuel Fernandez Montestinos (Garcia Lorca’nın eniştesi) 36 kişiyle birlikte götürülerek kurşuna dizildi. Aynı gün Federico da sivil muhafızlarca saklandığı evden alınıp götürüldü. 19 Ağustos’ta şafakla kentin dışına çıkarılarak kurşunlandı. Cesedi yol kenarına atıldı. Sonra bir toplu mezara gömüldü.İnfazcılar, sivil muhafızlar denilen ve kendilerine 'Kara Manga' adını takmış Falanj çeteleriydiler, fakat emri verenler belliydi: Şehrin valisi, milliyetçi, muhafazakâr, koyu Katolik (ve taşra burjuvazisinin partisi) CEDA’nın il sekreteri ve aynı partinin Granada milletvekilleri... Daha sonra yapılan incelemelerde ve tanıklıklarda bu şahısların asıl failler olduğu kesinlik kazanmıştır, gerek emri verenlerin, gerekse ölüm mangasındakilerin hepsi isim isim biliniyor.
Şairin amca kızı Clotilde Garcia Lorca şunları anlatıyor: “Tam bir gözaltındaydık, ancak geceleri soluk alabiliyorduk. Evin önünde genişçe bir açıklık vardı, geceleri orada oturduğumuz için gelmeye korkuyorlardı, çünkü mısır ve tütün tarlalarından kendilerine ateş edilmesinden çekiniyorlardı. Ama gündüz defalarca gelip evi aradılar. Aradıkları Federico’ydu.”
O sırada gözaltında bulunanlardan Dr. Jose Rodriguez Contreras ise şunları anımsıyordu: “16 Ağustos’ta kardeşim ve avukatımla birlikte salıverilme evrakımın gelmesi üzerine komutanlıktan ayrıldım. Yolda arabamızı çevirip geri dönmemizi söylediler. Neden, diye sorduğumda ‘Bu bölgeye hiç bir taşıtın sokulmaması için kesin emir verildi. Şair Garcia Lorca’yı tutukluyorlar. Bütün bölge kuşatma altında’ dediler.”
Ertesi gün (17 Ağustos) Federico’nun annesi Vicenta Lorca bir gün önce gözaltına alınmış yakını ve belediye başkanı Manuel Fernandez Mentestinos’un aile hizmetçisi ve dadısı Angelina’yla oğluna yemek gönderdi. Angelina “o günü” (16 Ağustos’u) hiç unutamayacağını söyleyerek, Ian Gibson’a şunları anlatır: “Sabah Don Manuel’i, öğleden sonra Don Federico’yu götürdüler.” Manuel’i hemen öldürmüşlerdi ama Federico henüz hayattaydı. “Donna Vicenta’nın isteğiyle 17 ve 18 Ağustos’ta Lorca’yı ziyaret ettim, yemek götürdüm. Üçüncü gün sepetimi hazırlayıp Senor Federico’ya gidecektim ki, bir adam beni durdurup ‘bunları götüreceğiniz kişi artık orada değil’ dedi.”
Bazı yakınları Federico’nun artık orada olmadığını öğrenmişti, ama şairin dostu ünlü besteci Manuel de Falla’nın bundan haberi yoktu, hem ününe, hem de inancı güçlü bir Katolik olarak bilinmesine güvenerek Garcia Lorca’yı ziyaret etmek, salıverilmesine tavassutta bulunmak istedi, polis merkezinde genç ozanın ölüm haberiyle yıkıldı, başsağlığı dilemek için aileyi ziyarete geldi. Federico’nun kuzenlerinden Isabel Roldan olayı yıllarca sonra şöyle naklediyordu:
“Zavallı Don Manuel ölümden kıl payı kurtulmuştu. Federico’yu sormaya gittiğinde onu da kurşuna dizmek için avluya çıkarmışlar. Bir subay gelip serbest bıraktırmış. Kapıyı ona açtığımda ‘Don Manuel, onun ailesi öldüğünü henüz bilmiyor’ dedim. Ailesinin yanına girdi. Federico için çaba gösterdiğini, ama görüşmesine bile izin verilmediğini söyledi. Bir süre oturdu, hiç bir şey konuşmadı, kalktı, gitti.”
Ve hayli trajik bir ayrıntıyı ekliyordu;
(…) “Federico’nun ölümünden 3-4 gün sonraydı. Bir polis gelip Federico’dan mektup getirdiğini söyledi. Mektupta kuzenim babasından orduya 1000 pesetalık bağış yapmasını istiyordu. Ailesine ‘bu bağışı yapmayın’ diyemedim, çünkü oğullarının öldüğünü bilmiyorlardı.”
Yani, milliyetçiler önce “baban bağış yaparsa seni bırakırız”, diyerek şantaj yaparak o notu yazdırmışlar, sonra da götürüp kurşuna dizmişlerdi.
Dört yıl sonra düzenlenen ölüm tutanağında “1936 Ağustos ayında savaşta aldığı yaralar sonucunda öldüğünü ve cesedinin aynı ayın 20’sinde Viznar’dan Alfacar’a giden yol üzerinde bulunduğu” yazıldı.
NERUDA’NIN KALEMİNDEN LORCA’NIN ÖLÜMÜ
“Ölülerimizin koskoca ormanı ortasında tüm diğerleri arasından göze çarpan bir isim seçmeye çalışmak ne küstahlık! Anıdan daha eski düşmanlarca katledilen, Andalusia’nın alçakgönüllü çiftçileri, Asturias’taki ölü madenciler, doğramacılar, duvarcılar, köyde ve kentte çalışan ücretli işçiler, katledilen binlerce kadın ve kesilen çocukların her biri gibi, bu atılgan gölgelerin her biri, önümüzde görünmeye hak kazandı; büyük mutsuz bir ülkenin kanıtları olarak ve her biri, inanıyorum ki, kalplerinizde yer eder, eğer insafsızlık ve kötülükten arınmışsanız. Bu müthiş gölgelerin anılarımızda isimleri vardır, ateşin ve sadakatin isimleri, alışılagelmiş gibi, eski ve soylu onlar da toprakla, toprağın sonsuz ismiyle yeniden bir bütün oldular. Fedakârlıklar, acılar, İspanya insanının saflığı ve gücü, bu aklanan mücadelenin kalbindedir -diğer mücadelelerden daha fazla- ovalardaki bir kış panoramasında ve buğdayda ve karla kanın çekiştiği acımasız bir gezegenin gerisinde yücelen dağlarda. Evet, sessizliğe gömülmüş buncası arasından bir isim, yalnızca bir isim seçmeye nasıl cüret edilebilir? Böylesi bir ölümcül zenginliğin karanlık hecelerinde tuttuklarınız arasından söyleyeceğim isim öylesine hacimli ve öylesine anlam yüklü ki, onun ismini söylemek, İspanya’nın gürleyen savunucu olduğu için, şiirlerinin asıl özünü savunarak, ölenlerin tümünün isimlerini söylemek demektir. Federico Garcia Lorca! O, insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk kadar, insanları kadar berrak ve derin. Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamayacaktır.
Evet, iyi seçim yaptılar, onu vururlarken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkahasını susturmak için seçtiler. Bu ölümün yargılanmasında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal tırnaklı yeraltı İspanya’sı, lanetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanya’sı; ve karşısındaki İspanya, yaşama onuruyla ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin parıltılı İspanya’sı, Federico Garcia Lorca’nın İspanya’sı!
O sunulan bir portakal çiçeği gibi, yabanıl bir gitar gibi hareketsiz yatıyor, yaralı bedenini tekmeleyen katillerin çirkefi altında; ama şiiri gibi akarken dimdik ve şarkılar söyleyerek insanoğlunun anısında sonsuzluğa dek yaşamak için.... Garcia Lorca, şiirini ve oyunlarını insan öyküleri ve kalp fırtınaları ile doldurduğu için bir anlamda estetiğe karşıydı, ama bu, şiirin gizeminin en eski sırlarını reddettiği anlamına gelmiyordu. İnsanlar olağanüstü sezgileriyle onun şiirin benimsediler ve bugün Andalusia’nın köylerinde halk şiiri olarak hala söyleniyor. Ama o, bu eğilimi nedeniyle ne kendini övdü, ne de onu kendi yararına kullandı; bundan kaçındı; o, hem iç dünyasını, hem de dış dünyayı hevesle araştırdı. Garip ve ısrarlı bir rastlantıyla, biri diğerini büyük ölçüde andıran İspanya’nın en tanınmış iki büyük genç şairi Alberti ve Lorca, çekişmenin kıyısındaydılar. İkisi de Dionyzian Andalusialısıydı, ahenkli, taşkın, gizemli ve insanlara dönük.
Yine ikisiydi, İspanyol şiirinin kaynağını, Andalusia ve Kastilya’nın bin yıllık folklorunu inceden inceye araştırıp, yazılarını, dilin başlangıcındaki göksel ve pastoral incelikten, inceliğin üstünlüğüne azar azar döken ve İspanya’nın öykülerini sık çalılıklar içinde başlatan. Sonra ayrıldılar. Biri, Alberti, esirgemez bir cömertlikle kendini ezilenin davasına adar ve yalnızca o büyüleciyi devrimci kaderinin doğrultusunda yaşar; diğeri ise, şiirinde gittikçe artan bir eğilimle, ülkesine, Granada’ya doğru yönelir, tüm kalbiyle oraya geri dönmek ve orada ölmek için.
Onların arasındaki, gerçek bir çekişme değildi; onlar iyi ve parlak iki kardeştiler ve bunun örneğini son kez, Alberti, Rusya ve Meksika’dan döndükten sonra, onuruna Madrid’de verilen büyük kutlama töreninde, Federico’nun her birimiz adına onun hakkında söylediği o büyüleyici sözcüklerde gördük. Birkaç ay sonra, Garcia Lorca, Granada’ya doğru yola çıktı. Ve orada, kaderin garip cilvesi olarak, ölüm bekliyordu onu, insanlık düşmanlarının Alberti için sakladıkları ölüm. Ölen büyük yazarımızı unutmaksızın, izin verin, şu anda Madrid’de Serrano Plaja, Miguel Hernandez, Emilio Pratos, Antonia Aparicio gibi diğer şairlerle birlikte, insanlarını ve şiirin davalarını savunan, yaşayan büyük yoldaşımız Alberti’yi ikinci kez anımsayalım. Ancak Federico’da başka biçimler alan sosyal sabırsızlık, onun mağribi ozan ruhuyla yakından ilintilidir...
O, can çekişmekte olan bu taşra köylerinin insanına bir ayrıcalık gibi sunulan o inanılmaz yoksulluğu gördü. Köylülerle birlikte açık alanlarda ve yeşili kurumuş tepelerde tam bir yıl dayandı ve bu facia onun güneyli yüreğinin büyük bir kederle titremesine neden oldu.
* * *
Yiten büyük yoldaşımızın anısını huzurlarınıza getirmeye çabaladım. Çok kişi benden toprak ve savaştan uzak, oturaklı, şairce sözcükler bekliyor olabilirdi. Kimilerine göre en uygun söz, İspanya’nın ağırbaşlı bir umutla karışan inanılmaz elemlere dayanaklı olduğudur. Ben bu elemi çoğaltmayı ya da umutlarınızı yıkmayı arzu etmedim. Ama daha geçenlerde İspanya’dan gelen ben, bir Latin Amerikalı, kökte ve dilde İspanyol olan ben, onların uğradıkları felaketler dışında herhangi bir şeyden söz edecek gücü bulamıyorum kendimde.
Ben ne bir politikacıyım, ne de isteyerek politik çekişmelere girdim. Ama çoğu kişinin yansızlık taşımasını istediği sözlerim elemle, öfkeyle boyanmıştır. Anlamalısınız, anlamalısınız ki, biz İspanyol Amerikası şairleri ve İspanya şairleri, dilimizde şu anın anlamına ışık tutan, içimizde en büyük bildiğimiz birinin katlini asla unutamayız ve asla bağışlamayız. Size yalnızca bir şairin yaşamını ve ölümünü anımsattığım İspanya’nın tüm acıları içinde bağışlananlar olsa da, bu cinayeti asla unutamayız. Bunu asla unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız. Asla!” [ Pablo Neruda, Çev. A. Aras.]
-alıntı-
Daha yaşarken mezarına lirik çarpılar koyanların elbet mezarları tevatürdür... Şiir; bütün gömütlere gün ışığıdır: Önce yamacına tutunup elde eder, sonra dilinde eritip sesini süsler...Her Gün'ün bir içimliğini neye borçlu sanıyorsunuz?
Lorca şiire yürüdü... yeryüzünün bütün karlı yerleri İspanya...
Şiir ne demektir.?
Şairin, hiç kimseye bir şey iafede etmese bile kendi iç dünyasını,o anki hayal ve duygularını kelimelerle yansıtması mı, yoksa duygularını başkaları da az bile olsa anlayabilmesi için bir gayret sarfettiği bir edebi çalışma mı..........?
Hiç anlaşılmayacak bir eser,sadece şairce anlam taşıyan bir eser şairin kasasında kalmalıdır bence sonsuza dek.
Şiir ,şairin dünyasını başkalarına yansıtan aynalardır bence. Bunu başaramayan şiirler de başarısız şiirlerdir bence.
İsim ne kadar büyük hiç umrumda değil ve bazı kasaplar bu yorumumdan dolayı satırlarıyla üstüme koşturacaklardır eminim ama bu da umrumda değil.
Burada , hımmm!!! , şiirden anlıyor bak demeleri için ; aaaaaaaaa harika bir şiirdi diyenlerle gerçekten karşı karşıya oturup ; bu şiirden gerçekten ne anladın, gel bana detaylıca bir anlat i diyebilmeyi çok isterdim...
.
Kendisinden büyük beklentilerin olduğu,ilham kaynaklarının kuruduğu bir şairin,birşeyler yazabilmek için yazdığı bir şiirden hiç ileriye gidememiş bence.
Çok zorlamış ama netice çok ama çooooooook zayıf .
Hangi usta eleştirmen ,bilmediği ve anlayamadığı yakıştırmayı yapmak isterse istesin sonuç çok zayıf.
Benden ''2'' puan ,'' ,bu dört olurdu eğer adı büyük bir şair olmasaydı yazan.
Sonsuz Saygılarla
Fikret Şahin
Karanlık Güvercinlerin Kasidesi
İki karanlık güvercin gördüm
defne dalları arasında
Biri güneşti,
öteki ay
'Komşucuklarım' dedim onlara
'Mezarım nerde benim? '
Güneş 'kuyruğumda' dedi
'Boğazımda' dedi ay.
Ve belinin çevresinde
dünyayla yürüyen ben
kardan iki kartal
ve çıplak bir kız gördüm
Herbiri bir ötekiydi onların
ve kız hiçbiriydi
'Kartalcıklar' dedim onlara
'Mezarım nerde benim? '
Güneş 'kuyruğumda' dedi
Boğazımda dedi ay
Defne dalları arasında
iki karanlık güvercin gördüm
Biri ötekiydi onların
ve her ikisi hiçbiriydi
Federico Garcia Lorca
Ben teşekkür ederim Sn. Bekar
Herkese iyi şiirler..
Saygılarımla
Behruz Dijurian
Bu şiir ile ilgili 38 tane yorum bulunmakta