Çocukluğun geyikli, noel babalı, kırmızı arabalı, pamuklu cam kürelerini anımsatan karların savruluşunu izlerken korlanan kızgınlıklarım eriyiverdi. Tanrının insanı huzura, sükûnete, bağışlamaya, geçmişi şefkatle hatırlamaya davet eden ritüeline eşlik etmeyi, o sihirli dokunuşunun küçük, önemsiz bir parçası olmayı seviyorum. Bu yazıyı yazdığım sabah dört yaşını dolduran mandalina ağacımın yanında oturup, çok karmaşık sandığımız hayatın aslında canımızı sıkacak kadar sade olabildiğini Mina’ya ve vaktiyle onu bana getirene anlatabilmeyi istedim. Başında, ortasında hatta sonunda bile büyük dalgalanmalar, sarsıntılar yaratmayan ama gerçeklerden daha gerçek izler bırakan hikâyeler okumanın insanı ne kadar rahatlattığını söyledim. Sanırım o benim kadar ümitli değil. Her sene bu vakitlerde yaptığı gibi kendini yeniden yaratmak için vanilya kokulu beyaz gelinçiçeklerini göstermedi. Garip, hülyalı, mahzun bir suskunluğu var. Sorunların öyle kolayına hallolamayacağına inanıyor. Mina’ya mutluluk beklentisinin kaybıyla hayal kırıklığı yaşayan genç bir kızdan da bahsettim. Manastırdan çıkınca gerçek aşkı bulacağını sanan inançlı kız, hiç hazırlıklı olmadığı bir tuzağa düşüyordu. Aşk zannederek sokulduğumuz ‘hastalığın’ her defasında o kadar mucizevî ve şiirsel olmayabileceğini anlatan Bir Hayat’ın genç kahramanı Jean’ın son cümlesini fısıldadım kulağına; “Gördüğünüz gibi hayat hiçbir zaman sandığınız kadar iyi ya da kötü değil.” Öyledir işte, o parçalanmış kadını bize hediye eden Maupassant, bir tımarhanede çıldırarak, korkunç acılar çekerek ölmüştü. Deliliğin başlangıcını doktorlarına anlatırken, “Ben artık havlayan bir köpekten başka bir şey değilim. Aklım karanlık vadilerde yolunu şaşırıyor” diyordu. Ama son âna kadar gücü sıradanlığında saklı cümlelerle biten çarpıcı masallar anlatmıştı insanlığa, bunu nasıl beceriyordu acaba, diye mırıldandım. Hayatı basitliğiyle kutsayarak yazabilmenin gizemini anlayamayan saflığımıza ilerde güleriz belki, ben en iyisi sana bir hikâye anlatayım, dedim. Maupassant, insanın karanlıkta kalan yanını çözmekten değil onu zengin bir anlatımla tasvir etmekten yanadır. Dinle bak, okuyalı çok olmuştu gerçi ama ilk anda iz bırakmaz sandığım acımasız sesi hâlâ zihnimi kırbaçlıyor...
Başka türlü bir kıskançlık...
Biraz aptal bulduğu gençlik arkadaşının karısına âşık olan zengin, yakışıklı bir adam, kadına kur yapar ama ona yaklaşamaz. Yasak aşkın hafifliği huzursuz ettiği için on sene bekler. Arkadaşı bir kalp rahatsızlığından öldüğünde coşkulu bir rahatlama duygusuyla çok sevinir ve yıllardır arzuladığı kadınla evlenir. Evliliklerini anlayış ve yakınlık içinde sürdürürler. Birbirlerinden sakladıkları hiçbir şey yoktur ama nedense yeni karısının gençlik dönemine sahip arkadaşına karşı anlaşılmaz bir kin besler. Ölen kocanın hayali yaşayan kocayı kovalamaya başlar. Kısa boylu, çirkin arkadaşının vaktiyle iyi bir âşık olup olmadığını sorgular sürekli. Kadın muzip cevaplarla onun kadar becerikli olmadığını söyler. Bu cevaplar da adamı tatmin etmez. Ölen eski kocasını biriyle aldatıp aldatmadığını sorar. Kadın vereceği cevabın kocasının hoşuna gideceğini düşünerek sonunda genç bir adamla aldattığını itiraf eder. Adam çılgına döner. Kendini kaybedip, kadına hakaret etmeye, dövmeye başlar. Kadın hatası yüzünden çok mutsuz olacağını fark edip, söylediklerini inkâr etmek için şaka yaptığını söyler ama kocası ona inanmaz. Bir kere zehirlenmiştir. Senelerce bir kadının kocasını aldatmasını bekleyen tutkulu bir adam, kendisini değil de ölen arkadaşını aldatan bu kadına karşı yüreğinde bitmez tükenmez bir kinin olduğunu ilk kez o zaman hisseder.
Aldatmanın, kandırılmanın trajik yazgısını bu kadar net ve çarpıcı anlatan az hikâye vardır herhalde. Bu yazı için özetlediğim buna benzer sert hikâyeleri, Maupassant öyle sahici bir üslupla anlatır ki şöyle bir dokunup geçtiğini sandığınız duygu kırılmalarını hiç lüzumu yokken ansızın hatırlayıverirsiniz. Hayat aniden buz mavisine keser. Düşünceleriniz bile üşür.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta