Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?
Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Nesir yazıları daha çok anlamın söze, şiirler ise daha çok sözün anlama hükmettiği metinlerdir.Güzel şiirleri okurken, her ne kadar çok anlamlı yazılmış anlamlarla dolu bir şiir diye içimizden geçirsek de, ‘’Şiirde asıl olan sözün anlama hükmetmesidir.’’ demek yanlış olmaz.
Bunun üzerine şu söylenebilir ki; düz metinlerin çevirisi yapılırken uygulanan birebir çeviri tekniği şiirde uygulanamaz. Çünkü simultane teknik şiiri salt anlam olarak ele alıp alelade bir metne dönüştürür. Ve biliyoruz ki dil gelenek, iklim, coğrafya, tarih, kültür vs. pek çok değişik sosyal psikolojik öğenin alt yapısını teşkil ettiği karmaşık bir kavramdır. Dahası şiir kendi dili içerisinde geliştirip kurduğu özel dilidir şairin.
Fransızlarda Mallarme, Valery, bizde Ahmet Haşim gibi şairler şiirin çevirisi olmaz demektedir. Her birisi birer büyük şair olan bu kişilerin, öncelikle kendi şiirlerini düşünerek; şiirin kaynak dilden, çevirisi yapılan dile geçiş aşamasında uğrayacağı imge kaybı, anlam kayması gibi şeyleri göz önüne almak sureti ile kendilerince vardıkları haklı bir sonuç olsa gerek.
Ancak bazı çeviri bilim teorisyenleri edebi metinlerde ve özellikle şiirlerde şiirin kaynak dilinin ve yazan şairinin şiirlerinin iyi tanınması sureti ile çevrilip başka bir dilde üst bir şiir oluşturulabileceğini söylerler. Elbette aslı gibi olmaz. Hatta kötü çeviriler okurda suyunun suyu intibaı bırakır. Bir kere okurun derdi şiirin çeviri olup olmaması değil okuduğu şiirden tad almaktır.
Bir İngiliz’e tavşankanı Türk çayı verseniz, o kendi soğuk sütüyle karıştırarak içtiği ılık ve şekersiz İngiliz çayı ile kıyaslayacaktır. Tabiri caizse tavşankanı Türk çayından İngiliz ne anlarsa, çeviri şiirden de okur çoğunlukla onu anlar. Sözü fazla uzatmaya gerek yok, bunun tersi de bizim için geçerlidir.
Bu konu yıllardır tartışıladursun, şiirler hızla başka dillere çevrilmeye devam etmektedir ve edecektir. Şunu unutmamalıyız ki; çeviriler sayesinde biz başka ülkelerin şiirleri ve şairleri ile tanışıyoruz. Böylelikle şiirimiz yüzyıllardır dünya edebiyatındaki gelişmelerle tanışıp kaynaşmakta ve ilerlemektedir.
Antoloji sitesi, ölmüş yaşayan pek çok şairle okuru buluşturduğu gibi, yabancı şairler ve çevirilerle de diğer hiçbir sitenin yapmadığı ya da yapamadığı bir işi yapmakta ve edebiyatımıza büyük katkı sunmakta. Bu açıdan sonsuz teşekkürler. Çevirmenimiz Osman Tuğlu’ya sözü uzatmamak ve sıkmamak adına bir üçüncü yorumda geleyim isterim.
Saygı ve selamlarımla
Şair olmayanlar asla şiir çeviremez, yeltelenseler de şiire benzemez.
William Blake'nin ruhu şad olsun da, biz asıl Osman Tuğlu'yu kutlayalım. Gerekçe:
Bildiği yabancı dili şair olduğu için şiir çevirme alanında şiirin emrine göre kullanma yeteneğinden ötürü.
Google'den bulup iki çeviri kıyaslaması yapıldığında Osman Tuğlu'nun şiirsi derinliği dikkat çekiyor.
Pardon aziz üstat(!),senin gibi bir CİHAN ALİMİ (!!!) ve asistanın gibi bir GÜZİDE (!) şahıs karşısında benim gibi DUL ve ÂCİZ (!) birinin RAPORTÖR görevine lâyık görülmesi akıl almaz bir durum...
Sayın Kaya Demirkır , sen okuduklarını iyi anlıyamayacak bir zekâdasın, asistanın da öyle...
Bir şahıs hayatının evrelerini yazdıktan sonra şimdi dulum demiş ve şiirlerinin biri ZİYARET başlığını taşıyor... Okusaydın meseleyi anlardın...Ama sende o yok...
Okuduğun şiirler de senin gibi...
Kaya Demirkır'ın altına YAŞ ALTMIŞDÖRT diye yazmışsın bu ZIRYALAN...Ben biliyorum ki senin Kemal İspir olarak yaşının altında ELLİALTI rakamı vardı...Hangisi doğru...
Eğer yaşın ALTMIŞDÖRT ise , bu boş KUZULUK YAŞI vs teranelerin yersiz değil mi...?Hemen hemen yaşı eşit olan iki kişiden birinin KUZULUK YAŞINDAN ancak pösteki sayıcılar söz eder...Çünkü arada İKİ YAŞ FARK olur...
Velhasıl aziz ZIPIRDOST , sen atmalarına devam et...Yalnız YALAN YANLIŞ ATMA...Çizmenin üstüne çıkma...
Raportörlük görevi senin gibilere kalsın...
şair; şiirin soylu doruklarına ulaşmak/varabilmek için
kendi yolunu/patikasını/poetikasını mısraları ve tırnaklarıyla kazıyandır...
Öncelikle Şiire olan beğenimi ilan edip, sonra Seçici kurulu tebrik ediyorum.
KAPLAN ŞİİRİ
NAZMİ AĞIL
-alıntı-
1757-1827 yılları arasında yaşayan İngiliz şairi William Blake'in 'Kaplan' adlı şiiri geleneksel eleştiri yöntemleriyle incelendiğinde çoğu zaman 'Her şeye gücü yeten Tanrı'ya bir övgü olarak yorumlanmıştır. Şiirde de görüldüğü gibi Tanrı öyle kudretlidir ki kaplan gibi dehşet verici bir hayvan yaratabilmiştir: Bunu yaparken de; kaplana bakanların aslında onu yaratanın ne büyük bir güç olduğunu düşünmelerini istemiştir.
Bir başka açıdan şiir, kuzu ve kaplanın temsil ettikleri 'iyi' ve 'kötü'yü, kendi varlığında birleştiren bir Tanrı'nın ululanması olarak da görülür. İçinde kötülük barındıran bir Tanrı düşüncesi ilk bakışta garip gelebilir ama aslında bu yaklaşım Hıristiyanlık'taki Şeytan düşüncesiyle uyum içindedir: Kötülüklerin başı olan Şeytan'ın da kaplan gibi, kendi kendini yaratmış olmaması gerekir; çünkü bu, her şeyin kökü, kaynağı, mutlak nedeni olduğuna inanılan Tanrı düşüncesini sarsacaktır. Yine de, dinsel koşullanmaları bir yana bırakıp geleneksel yorumlardan da bağımsız olarak düşünmeye başladığımızda elimizdekinin, eskilerin deyimiyle, bir tür 'dalalet', yani sapkınlık şiiri olduğunu fark ederiz. Çünkü şiirde konuşan kişi, Tanrı'nın 'Tanrılığı'nı sorgulayarak O'nun görüntüsünü bulanıklaştırmakta, öte yandan 'vahşi, boyun eğmeyen kaçağı' yüceltmesiyle de Şeytan'a tapınınanın sınırlarında dolaşmaktadır.
Şiir, yapıbozucu bir gözle incelendiğinde görülecektir ki kaplanı Tanrı'nın olağanüstü gücünün bir simgesi olarak yorumlamak ilk bakışta sanıldığı kadar sağlam temellere dayanmaz. Her şeyden önce şiir, kendi başlığını kendisi yadsımaktadır: Çünkü, başlık büyük harflerle, biraz sonra 'KAPLAN' üzerine bir şiir okuyacağımızı duyurur. Oysa, bunun doğru olmadığı çok geçmeden anlaşılacaktır. Nedeni ise, daha ilk dörtlüğün üçüncü dizesinden başlayarak konuşucunun, dolayısıyla okuyucunun dikkatinin 'Kaplan'dan çok 'Kaplan'ın yaratıcısı üzerine çevrilmesidir.
Kaplan! Kaplan! ışık ışık yanıyorsun
Gecenin ormanlarında korsun,
Bu korkunç simetrini hangi ölümsüz
El verebildi, ya da hangi göz?
Böylelikle, üçüncü dizeye geldiğimizde dikkatimizin odak noktası artık başlığın - kaba bir biçimde, neredeyse bir buyurgan tavrıyla - okuyucuya dayattığı nokta değildir. Başka deyişle, önceki dizelerde 'ışık ışık yanıyorsun' deyişiyle yüceltilen Kaplan artık - karanlık bir gecede yanan ateş örneği bakanların dikkatlerini kendi üzerinde tutmaya yetecek güce sahip değildir. Dahası, 'burning bright' / 'ışık ışık yanıyorsun' tanımlaması, genel kanının tersine, Kaplan'ın zararına işler ve okuyucunun gözünde onun gücünü azaltır. Çünkü, 'yanmak' sözcüğü 'tükenmek' anlamını da içerir. Kaplan yanan bir ateşse, bu onun aynı zamanda yanarak gücünü yitiren (sönen) bir ateş olmasını da gerektirir.
Ayrıca, ikinci dörtlükte:
Hangi uzak derinlerde ya da göklerde
Yandı gözlerinin ateşi, nerde?
diye sorulur; böylece bakışlarımız Kaplan'ın gözlerindeki ışığa takılıp kalmak yerine onu aşıp uzaklardaki gerçek ışık kaynağına yönelir.
Okumayı sürdürürsek, üçüncü ve dördüncü dörtlüklerde 'yaratıcı Tanrı'yı işbaşında görürüz. Kaplan'ın yaratılış evreleri sinema tekniğiyle sunulur: Filmin her karesinde Tanrı, bedenin belirli bir organını biçimlendirmektedir. Böylece Kaplan'ın anatomik yapısı çözümlemeci bir yöntemle verilmiş oluyor. Kaplan, bizim için bilinmez bir güç olmaktan çıkmıştır artık. İnsan olarak, yabancı şeylere oranla bildik şeylerden daha az korktuğumuz için, üzerinde dehşet ve hayranlıkla kafa yormaya değer, gizemli bir varlık olarak görmemeye başlarız artık Kaplan'ı., içini dışını bildiğimizden, eski oyuncağından bıkan çocuğun yaptığı gibi bir köşeye fırlatıveririz.
İlk bakışta bütün bunlar 'Her şeye gücü yeten Tanrı' imgesini güçlendiriyor gibidir, ama ortaya koyduğu iş yeterince 'büyük' olmayan birine, yaptığı işe bakarak nasıl 'büyük' diyebiliriz? Söz konusu kişinin büyüklüğünün ve gücünün yapıtına da yansıması gerekmez mi? Şiirde Tanrı ve Kaplan birincinin ikinciye hükmettiği bir üstünlük sıralamasıyla sunulur. Oysa kendi ordusundan daha güçsüz ya da en azından ona denk güce sahip olmayan düşman ordusuna karşı bir komutanın kazandığı savaş, onun büyüklüğünü ne ölçüde gösterebilir? Bu durumda Blake, bıçak sırtında tehlikeli bir oyun oynuyor demektir: Yaratıcısını yüceltmek amacıyla Kaplan aşağılandıkça, yaratıcı da değerinden bir şeyler yitirmektedir.
Beşinci dörtlükte Tanrı'nın, hem Kaplan'ın hem de Kuzu'nun yaratıcısı olabileceğinden söz edilmesiyle, 'güçlü Kaplan' ve dolayısıyla 'mutlak güç olarak Tanrı' imgesinin altı bir kez daha oyulur. Nedenine gelince, şiir şu karşıtlıklar üzerine kurulmuş gibi görünür:
Kaplan - Kuzu
ışık - karanlık
karanlık - ışık
güçlü - güçsüz
Ne var ki bu ikili karşıtlıkların zaman zaman birbirlerinin sınırlarını geçtikleri (yukarıdaki şemada, ışık-karanlık karşıtlığındaki üstünlük sıralaması bu yüzden değişiyor) ve aslında şematik gösterimde olduğu gibi net bir kutuplaşma yapmadıkları gözlemlenebilir.
Buraya kadar Kaplan'ın 'güçlü'den çok 'güçsüz'ü temsil etmeye geçiş sürecini açıkladık; gene, ateşin sönmesiyle ışığın nasıl karanlığa dönüştüğünü, Kaplan'ın gizeminin ortadan kalkmasıyla çevresindeki karanlığın nasıl ışıkla dolduğunu gördük. Tüm bunların üstüne Kuzu'nun - aslında gereksiz olarak - anılmasıyla Kaplan'a son darbe iner. Çünkü, o ürküntü verici gücün simgesi olan Kaplan'ın, uysal1ık ve edilgen kabullenişi simgeleyen Kuzu'yla aynı ulamda (yaratılmışlar ulamında) düşünüldüğü kesinlik kazanmıştır. Kaplan'ın yaratılış serüveninin şiirde önemli bir yer tutması ve Kuzu'dan şiirin sonlarına doğru söz ediliyor olması, bundan önceki tüm dizelerin Kaplan'ın Kuzulaşması sonuna hazırlık amaçlı olduğunu düşünmeye götürür bizi. Buna göre, Tanrı hem 'iyi'yi, hem 'kötü'yü yaratmışsa da onları birbirinden ayrı tutmada başarılı olamamıştır. Ayrıca Kaplan bazen uzak, karanlık ormanlarda görüntüleniyorsa bu, Tanrı kendisini sürgün ettiği için değil, böyle bir yazgı Kaplan'ın kendi özgür seçimi olduğu içindir. Kaldı ki her 'sürgün' olayının, bir öncesi vardır: Şeytan, Tanrı tarafından yaratılmıştır; ama (sürgün öncesi) ona karşı gelmeyi seçip seçmemek kendi istencindedir. Bu açıdan Kaplan, Dr. Frankenstein'ın Canavar'ına benzer. Canavar da Dr. Frankenstein tarafından yaratılmış, ama ona boyun eğmeyi reddederek karanlık ormanlarda saklanmayı seçmiştir. Bu yüzden üçüncü ve dördüncü dörtlüklerde Tanrı'yı işbaşında izlerken, tehlikeli uğraşı içindeki lanetli Dr. Frankenstein'ı görür gibi oluruz.
Öte yandan şiirde, elindeki çekiciyle ocağının, örsünün başında bir demirci ustası olarak görüntülenen Tanrı, Dr. Frankenstein'dan önce eski Yunan'daki demirci Tanrı Hephaistos'u çağrıştırır. Hephaistos'un topal bir Tanrı olduğu düşünülürse şiirdeki Tanrı'nın neden (örneğin Hıristiyanlık'ta olduğu gibi) insanlarüstü kusursuz bir Tanrı'ya değil de, insanlarla fazla içli dışlı olmuş, sayısız insan zayıflıklarına sahip Yunan tanrılarından birine, onların içinden de hemen göze çarpacak bir kusura sahip Hephaistos'a benzetildiği sorulabilir.
Kafamızda uyanabilecek bir soru da şudur: 'Yaratıcı Tanrı' gerçekten 'yaratıcı' mıydı? Şiirde, İngilizce'de yeterlilik belirten 'could' ve cesaret belirten ‘dare' sözcüklerinin, Kaplan'ın yaratılış sürecini anlatmak için kullanılması Tanrı'nın gücünü bir kez daha sorgular; insanlar için geçerli olan yeterlilik ve cesaret ölçütlerinin, bu biçimde Tanrı için de kullanılmasıyla Tanrı'nın 'her şeye gücü yeter' olma sıfatı zayıflatılır. Bu durum da bizi 'her şeye gücü yeter' olmayan bir Tanrı'nın, yaratmaya da gücünün yetmeyebileceği düşüncesine götürür.
Şiirde kullanılan, yanıtsız sorular sorma tekniği de bu türden kuşkuların doğmasında etkili görünür; hatta şiir bu soruların art arda dizilmesiyle örülmüştür.
Yazılı yapıt ve onun yazarı çoğu zaman bir yaratıcı-yaratı ilişkisi içinde düşünülür. Aynı ilişkiyi Blake ve şiiri, Tanrı ve Kaplan arasında düşünecek olursak, şiirin hiçbir soruyu yanıtlamadığı gibi pek çok soru sorduğunu görürüz; aynı biçimde Tanrı'nın yaratısı Kaplan da kendisine bakanların zihninde birçok soru uyandırır. Geleneksel okumada bu sorular yalnızca retorik öğeler olarak algılanır; soruların yanıtları okuyucu tarafından zaten biliniyordur ya da bunlar soru değil Tanrı'nın büyüklüğü karşısında duyulan içten hayranlığı dile getiren ünlemlerdir. Oysa, yazılı metnin ve şiirin dilbilgisel yapısı bu konuda hiç ipucu vermez. Böylece, bizi Tanrı'nın görkemine hayran olmaya götürmesi gereken şiir, Tanrı'nın - bırakın görkemine hayran olmayı - Tanrılığı üzerine kuşku duymaya götürür.
Sonuçta, herhangi bir sanat yapıtına getirilebilecek bütün yorumlar gibi, bizim burada yapmayı denediğimiz yapıbozucu yorum da kuşkusuz, 'mutlak' değildir. Bir başkası çıkıp şu elinizdeki metne yapıbozucu yöntemi uygulayabilir; onun ürettiği metne de bir başkası aynı şeyi yapabilir. Aslında yapıbozuculuk bunun tersini ileri sürmez: Bu durum yapıbozuculuğun savını doğrular, çünkü o bir 'uçurum çiçeği'dir ve - şarkıdaki gibi - yeniden, hep 'yeniden doğar ölümlerde.'
Tefekkür. Ne az yapıyoruz bunu. Oysa gözümüzün önündeki her şey tefekküre davet etmiyor mu bizi? Şiir değerini şairin kalitesinden alır. Kutlarım.
William Blake, pek çok önemli sanat insanı ve şair gibi, öldükten sonra kıymeti anlaşılabilmiş, batı şiirinin önemli köşe taşlarından birisi sayılan şairlerden birisidir. Şiirlerinde çoğunlukla varlığın anlamını sorgulayan, insanı yaratana çağıran Hıristiyan dininin geleneklerine ve köklerine bağlı romantik bir dil kullanır.
Örneğin kaplan şiirinde güçlü kuvvetli yırtıcı bir hayvanı kullanarak tanrıyı anlatmaya çalışırken, şu aşağıya aldığım şiirinde aynı konuyu tam tersine sevgi, şefkat ve acıma duyguları çağrıştıran Kuzuyu kullanarak anlatmıştır.
KUZU
Küçük Kuzu seni kim yarattı?
Bilir misin seni kim yarattı?
Kim hayat verdi, ırmak kıyılarında
Ve çayırlarda yiyecek sundu sana;
Sana sevinç giysisini kim verdi,
Tüylü parlak yumuşacık giysiyi;
Sana kim verdi bütün vadileri
Şenlendiren böyle tatlı bir sesi:
Küçük Kuzu seni kim yarattı?
Bilir misin seni kim yarattı?
Küçük Kuzu söyleyeceğim sana,
Küçük Kuzu söyleyeceğim sana:
Senin adınla bilinir kendi de,
Çünkü bir Kuzu der o da kendine:
O alçakgönüllü, yumuşak huylu,
O küçücük bir çocuk oldu.
Ben bir çocuğum, kuzusun sen de,
Onun adıyla biliniriz ikimiz de.
Küçük Kuzu Tanrı seni kutsasın.
Küçük Kuzu Tanrı seni kutsasın.
Çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar
Bir örnekleme olarak buraya asmak istedim şairi bir nebze tanımak açısından.Şiirde çeviriye ilişkin bazı noktalara ve Kaplan şiirini bizim için çeviren şair Osman Tuğlu’nun çeviri özelliklerine ilişkin birkaç hususa ikinci bir yorumda değinmek isterim.
Saygı ve selamlarımla
Sayın şaklabanlar ve seyirciler ,
Kim ne olursa olsun ; burası bir Edebiyat meydanı olduğuna göre , hepimizin hiç olmazsa yazım kurallarına , kelimenin aslına çok dikkat etmemiz gerekmektedir...
Mahlukat diyecekken MAHLUGAT demek...
Sidretül münteha diyecekken SİTERTÜL MÜNTEHA demek...
Ne allameyi cihan bir yorumcuya ne de onun güzide asistanına yakışır...
Herşeyden önce TÜRKÇE BİLGİSİ ŞART...
Bir kaplandan yola çıkarak yaradanın gücünü ve yaratıklarındaki mücizeyi çok güzel bir anlatım ve işleyişle sunmuş bizlere. Yazan ve çeviren üstadların yüreklerine sağlık...
Bu şiir ile ilgili 32 tane yorum bulunmakta