“ben kendimi toprak bilirim, toprak beni baba bilir
benim köyümde avrat bile toprak gibi sevilir” – Attila İlhan
Yapısı, bitki örtüsü, iklimi, konumu, onu kucaklayan sosyo-kültürel çevresiyle toprak oldukça geniş ama aynı zamanda yaşam boyu yürekte yaşatılan bir kavram. Şiir ise eldeki malzemelerle, öncelikle dil ve sözcüklerle, sonra da seçerek veya doğal bir süreç sonucunda şairin dağarcığında biriktirdiği zenginliklerle yapılan bir şey. ‘Vatan toprağı’, ‘gurbet toprağı’, ‘ölü toprağı’ gibi deyimleri sıkça kullanır ama şair toprağından pek söz etmeyiz. Şair nerede büyür, gündelik kullanım dilinden onunkini farklı kılan özgün dili, kalemiyle özdeşleşen üslûp farkını nasıl yaratır? Yapıtlarıyla evrenselleşme çabası güderken, nasıl olur da gelenek ve göreneklerinden, yakın ve uzak tarihinden, kültürel mirasından, yaşadığı toplumun değerlerinden ayrı düşmemeyi başarır? Bunlardan ayrı düşmeyi nereye kadar göze alır? Toprağa doğulur elbet, toprak sonradan da edinilebilir, toprak terk edilir, toprağa kavuşulur ama her ne olursa olsun toprakla olan aşk ve hesaplaşma hiç bitmez.
Toprak. Adı üstünde; yeşerten, besleyen, büyüten… Ama toprak deyip geçmemek lazım; nemi var, verimliliği var, aldığı yağmur var. Kimi bereketlidir, kimi bereketsiz. Ormanlıktır, ovalıktır, denize bakar, dağa bakar, killi, kumlu, kıraç bozkır toprağıdır. Öyle topraklar biliriz ki humusludur. Kuru dal dikilse, meyveli ağaçlar büyütür. Kiminin taşı temizlemekle tükenmez, kiminde çölden geçilmez. Kimine toprak değil de 'coğrafya' deriz. Orada insan zorlu kavgalardan geçmiş, acılarla yoğrulmuş olabilir. Bu kadarla da kalmaz; toprak imgedir, külttür, aşktır, bazen bir ceza, çoğu zaman varoluşsal bir armağandır. Kültürel birikimdir, ana-ata ocağıdır. Canlının ana rahminden çıkıp diğer canlı ve cansızlara merhaba dediği evrenin vazgeçilmez parçasıdır. Çok katmanlıdır. Arıya bal veren çiçekten magmadaki ateşe kadar uzanan bir çeşitlilik içerir. Toprak destandır. Şiirlerin, mesel ve masalların yoğrulduğu hamur teknesidir. Türkülere can veren damar, temel paradigmaların oluştuğu ortamdır. Âşık Veysel’in de söylediği gibi şairin sadık yâridir. Onun yüreğinde “avrat” gibi sevilesi bir yer tutar. Yaşama, ölüme ve evrene dair şifreleri içinde barındırır. Aidiyet duygusunun kaynağı, saflık ve doğurganlığın sembolüdür. İktidarı temsil ettiği kadar iktidar kavgasının ana odağı, geçerli otoritenin nüfuz ve kudretini kanıtladığı, erinç ile sömürü ve acımasızlığın aynı anda sergilendiği, sınırların iktidar erki ile çizildiği arenadır. Uğruna akıtılan kanların kokusunu, bağrında açan güllerin dikenini taşır.
Toprak aynı zamanda şairin/yazarın, kısacası sanatçının kendine özgü diline ulaşmak için geçmek zorunda olduğu ana kapıdır. Çukurova’da yetişmemiş bir Yaşar Kemal, yazar Yaşar Kemal'i yaratabilir miydi? Hapishane acıları çekmemiş pek çok şair günümüze dek eskitilemeyen onca etkileyici şiiri yazabilir miydi? Polonya'nın esaretine tanık olmamış bir F. Chopin o ölümsüz bestelerin sahibi olabilir miydi? Ölümünden sonra kalbinin çıkarılıp da ata ocağına gönderilmesini vasiyet eder miydi örneğin? Paul Gauguin, çıktığı yolculuklar yerine atölyesinde kalmış ve kendisine yeni bir toprak parçası edinmemiş olsaydı zamana kafa tutan resimlerini yapabilir miydi? Ya da Van Gogh, Arles'ı öylesine sevmemiş, öylesine özümsememiş olsaydı bu kasabanın güneşe benzer ayçiçekleri tuvallerinde can bulabilir miydi? Bodrum’u yeniden Halikarnas yapan kişi Cevat Şakir Kabaağaçlı; şiirsel öyküleriyle Burgaz Adası’nı ölümsüz kılan Sait Faik Abasıyanık değil midir?
Toprağı toprak yapan özellikler doğuştan kazanılanlar ile sonradan seçilen ya da seçilmek zorunda kalınanlar arasında kurulan dengenin belirlediği bir gerçekliktir. Orada aranıp da bulunmak istenilen ve bulunup da şikâyetçi olunan her şey mevcuttur. Sanat emekçisini öğütür; şekillendirir, yapıtlarına öz, biçim, biçem, zamana karşı dirençli bir ruh kazandırır. Sanatçının renk tayfını ve kalıcılığını tayin eder. Kâh tatlı bir esinlenme veya acı kaynağı, kâh bir özleyiştir. Düzen ve iktidar kavgasının kıyasıya sergilendiği; ‘olan’ ile ‘olması gereken’ ama aslında hiçbir zaman tam olarak ‘olamayan’ arasındaki çatışmayı anlatan, sanatçıyı geçmişten şimdiye taşıyan ve geleceği sorgulatan temel araçtır.
İnsanlar birbirinden farklı coğrafyalarda yaşar ve zamanla bunları içlerine sindirirler. Şairin de doğuştan ya da sonradan edinilmiş bir toprağı vardır elbette. Oradan esen rüzgâr ve toprağını anımsatan ana damar bir leitmotif gibi şiirinde saklı durur. Şiirinin var olma nedeni bir anı, bir koku, bir bitki türü, bir ezgi, bireysel ya da toplumsal bir değer; bunlardan kaynaklanan düş gücü, esinlenme kaynağı veya dert edindiği herhangi bir sorun olabilir. Unutulmamalı ki şair de insan ve bir belleğe sahip. Diğer insanlar gibi onun da yakın-uzak çevresinde olup bitenlerden etkilenmesi ve bunları zihninde kayda geçirmesi son derece doğal. İnsan tarafı fiziksel coğrafyasından ayrı düşse bile, yüreğinde yaşatmaya devam ettiği öznelleşmiş coğrafya sayesinde ana motifler hep derinde bir yerde gizli kalır. Nereye giderse gitsin yüreğinde sakladığı kenti de beraberinde götürür (K. Kavafis) . Gün gelir bu kentin öğeleri dışa vurur, toprak şiire izlerini düşürür ve şiirle toprağın hemhal olduğu görülür. Ayrıca şairin belleği, sorgulama yeteneği, çözüm arama arzusu toprakla kurduğu ilişkiyi sıkça ve yeniden değerlendirmesine neden olur. Yöresel belleklerin sindirildiği ve silindiği bir çağda kendisiyle ve direnciyle olan hesaplaşmasını sürdürürken olumsuz değişimlere karşı büyüttüğü isyanı - farkındalık düzeyi ölçüsünde - yine topraktan aldığı kuvvetle yapıtlarına döker.
O halde her insan gibi yaşadığı mekânın ve çağın bir ürünü olan şairin de nemalandığı bir toprak mutlaka mevcuttur. Biyolojik gelişimini, ruhsal yapısını, ana dilini kullanma becerisini, hayata bakışını, poetik duruşunu, doğurganlık ve şairaneliğini biçimlendiren bir süreçtir bu. Şairi şair eyleyen en önemli etkenlerden biri toprak olduğuna göre, şiiri şiir eyleyen de büyük ölçüde topraktır. Yapılanma döneminde şairin kokladığı havadan, aldığı örgün ve yaygın eğitimden, yaşadığı fırtınalardan tutun da esinlenme odaklarına, aşk ve tutkularına, işliğine kattığı emeğe kadar oldukça geniş bir yelpazeyi kapsar. Birey tüm bu kaynaklardan beslenirken zamanla kendi dünyasının dışındaki hassasiyetleri de özümsemeye, içselleştirdiği-zihinselleştirdiği sorunlar üzerine yazmaya başlar. İçselleştirme düzeyi yükseldikçe sorumluluk duygusu da gelişir; oylumlu ve nitelikli yapıtlar ortaya koyar. Topraktan şiire geçiş serüveninden söz ediyoruz burada. ‘Var olan’ ile ‘var olması arzulanan’ arasındaki köprülerin kurulmasından; sanat yapıtıyla oluşturulan ilişkinin aslında hedeflenmiş, tasarlanmış, emek verilmiş bir bilinçle desteklenmesinden. Genel hayat bilgisi ve topraktan alınan veriler elbette kullanılacak ama yapıt, yetkinleşmiş bilinç sayesinde, kişiselleştirilmiş alanların dışına başarıyla taşınıp evrenselleştirilecektir de. Bir anlamda yerel ile evrenselin buluşturulmasıdır bu süreç.
Her ne şekilde olursa olsun, toprağı aşınıma uğradığında şair kişisel savaşını verir. Yitirilen toplumsal değerler, bozulan dil-çevre-insan yapısı karşısındaki isyanını mutlaka dile getirir. Ama bu değişimi fark ederse tabii ki! Kendiliğini ve sanatı hızla tüketen post-modern çağın bir ürünü olan neo-liberalizmin toprağı kıraçlaştırdığı, sanatı kararttığı, şiiri metalaştırdığı durumlarda şairin de topraktan yeterince beslenemediği; kurulmakta olan yenidünya düzeninin egemenliğinde onun da sıradanlaşarak aynılaşan kitlelere benzemeye başladığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün değil. Küresel toprak erozyona uğrar da şair toprağı uğramaz mı? Dayanaklarının sarsıldığını fark eden şiir tökezlemez mi? Plastik imajların kol gezdiği, gerçeğin görmezden gelindiği bu çağda şairin beslenme damarları da kesilmez mi? Elbette kesilir. Bu nedenle, denilebilir ki başkalaştırma ve dayatma projelerinden sıyrılma yetisi, sonradan giydirilmiş yapaylıklar, küresel pazarlıklar ve sürüleşme psikolojisinden kurtulma becerisi de şairin şiirsel bilinci ile doğru orantılı olarak değişime uğrayacaktır. Sanatın öldürücü darbeler yediği, özellikle de mutlak erkin hüküm sürdüğü ortamlarda ise insan mutlak bir biçimde yozlaşır (Raymond Aron, Özgürlükler Üzerine Deneme, Kesit Yay. 1995) , böylece şair de, şiir de, toprağı da hastalıklı bir hale gelir. Toprağa bakan gözler buğulanmış, görüş mesafesi daralmış, şiir “gibi”leşmiş, özne nesneleşmeye başlamıştır. Duyumsama yeteneği sığlaşan, yaratıcılığı törpülenen ve sahiciliğini yitiren şair bir simülâtöre dönüşmüştür artık.
Öte yandan şairin sırf toprağının yetiştirdiği bir ürün olarak görülmesi şiirinin doğru algılanmamasına neden olabilir. Bu noktada şairi farklı kılan ayırıcı bir özelliği gözden kaçırmamak gerek. O, dilinin tüm olanaklarını kullanarak hem kendisine hem de başkalarına ait toprakları; kişisel deneyimleri kadar hiç yaşamadığı acıları da şiirinde gezdiren, dizelerinde konuşlandırandır. Çünkü şiirinin kökleri sadece toprağa değil sanatın kendisine dayanmaktadır. O halde yatağını sermediği toprak da şairindir demek yanlış olmaz. Birden çok hayat yaşaması bu yüzdendir. Bu yüzden kıraç bozkır toprağına yağmur yağdırabilen birisidir o. Çoğu kez doğru bilgilenmesi, gelişmelere uzaktan-yakından tanık olması yeterlidir. Şairin yaşadığı toprağa orada büyürken edindiği hayalleri; düşünce ve sözcükleri ‘şeyler’den (nesneler) özgürleştirme sürecinde kazandığı imgelem gücünü de dâhil etmek lazım. Bu güç ki şairin etkileme alanını ve yüreğindeki toprağı genişletir. Mekân ve zaman kavramlarıyla maharetle baş etmeyi becerdiği gün yurt-yuva-ülke bildiği dil aracılığıyla toprağını kalıcı kılacaktır. Toprak ve şiir, eski ama eskitilemeyen bir dostluk öyküsü; şair ise o toprakta kişisel bilinci ve özgünleşmiş diliyle tebdil-i kıyafet dolaşan bir gezgin, bir gösterendir.
Max Stirner’ in de işaret ettiği gibi, insanın bir yandan çevresel koşulların etkisiyle şekillenmesi ve hatta köleleşmesi; öte yandan buna karşı çıkıp kendi biricikliğini kanıtlamaya çabalaması sırf şair için değil genel popülasyon için de geçerlidir. Bir anlamda bütün ile tek’in çatışmasından; dünyaya tek olarak gelen; çoğul ile yaşamaya sonradan koşullanan bireyin çoğul ile (kültürel çevre, devlet, iktidar, vb.) yaptığı kavgadan ve tek’liğin (uniqueness) korunmasından söz ediyor Stirner (The Ego and His Own –Benj. R. Tucker Pub. NY. 1907; ss. 175–176, 334, 444, 483, 490) . Bu durum şairin poetikasını yaratma sürecinin de özeti sayılabilir. Toprak ile iç’in, ölümü ve yeniden doğmayı göze alan kavgasıdır. Bir çalışmamda şöyle demiştim:
“toprakla
iç ormanı arasında yaşam
bir kapan bazen
kişi
hem yem
hem fare
doğmayı umar
ecel tazeliğiyle”
(Kapan – N. Erlaçin)
O halde şair yapıta kişisel-içsel yorumlar da katarak şiirle yaşam arasındaki dengeyi kurmak, yukarıda sözü edilen kapandan kurtulmak zorundadır. Toprak bilgisinden gereksinim duyduğu kadar yararlanacak ancak toprağın şiire üniforma giydirmesine izin vermeyecektir. Onun sunduğu verileri ne kopyalayacak, ne reddedecek; aksine bunları kullanarak yeni baştan yarattığı dünyayı anlatacaktır bize. “Yanlış yerlere büyüyenler” i bir “tutsak ağaca”; istasyonları, “dağılmış pazaryerleri”ne benzeten ve “…şimdi hayalsiz yaşıyoruz neredeyse…” diye haykıran şair gibi (Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri) şikâyet edecek, sesini yükseltecek ama bir yandan da yepyeni bir dünya kurmuş olacaktır. İşlevsel açıdan değerlendirildiğinde, ‘ortalama’ insanın toprağıyla ‘şair toprağı’ arasındaki temel fark budur diye düşünüyorum.
Unutulmamalı ki çoğu kez de toprağı uyandıran, biçimlendiren, tava getiren şairdir. Çünkü toprağın şiiri döllediği kadar şiir de insanı ve insanı yetiştiren toprağı döller. Bu nedenle toprağından ayrı düşen şair eksilmez ama belleğinden ayrı düşen, içsel bir parçalanmaya sürüklenen şair dilsiz ve dölsüz kalmış demektir.
(HAYAL Dergisi, Sayı 32, Dosya Yazısı - Ocak-Şubat-Mart 2010)
("BİR TUTAM TUZ", Hayal Yay. 2010, s. 117)
Kayıt Tarihi : 24.3.2010 11:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Naime Erlaçin](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/03/24/kapan-duz-yazi.jpg)
benim köyümde avrat bile toprak gibi sevilir” – Attila İlhan
Bu iki satırda şairin ne anlatmak istediğini Muhterem Naime hocamızın kaleminden kısa ve öz olarak anlatmasını isterdim.
görebilene eğil yeter.
teşekkürler
i.durmuş
N.E.
teşekkür ederim...bu kısmı hazmetmek yetecek bana...
TÜM YORUMLAR (4)