KANADIM KIRILDI O GÜN
İbrahim ŞAHİN
2020
KANADIM KIRILDI O GÜN
İbrahim ŞAHİN
ISBN: ………………..
KAPAK TASARIM:Durmuş Ali ÖZBEK/ Eğitimci Şair-Yazar
Birinci Basım: 2020
Basım ve Yayın evi:
Numune olarak dijital ortamda 2 adet oluşturulmuştur
Bu kitabın hakları İbrahim ŞAHİN’e aittir. Tüm hakları saklıdır. Kaynak gösterilmeden kitaptan alıntı yapılamaz; İbrahim ŞAHİN’nin yazılı izni olmadan radyo ve televizyona uyarlanamaz; oyun, film, elektronik kitap, CD ya da manyetik bant haline getirilemez; fotokopi ya da herhangi bir yöntemle çoğaltılamaz, yayınlanamaz ve dağıtılamaz.
İÇİNDEKİLER:
1- KANADIM KIRILDI O GÜN
2- İSTİKLAL MARŞI NASIL OKUNUR?
3- İLK ARKADAŞIM
4- RÜYALARIM GERÇEKLEŞMEYE BAŞLAMIŞ MIYDI
5- DEYİMLERİN GÜCÜ
6- KİM KİME GÜNÜNÜ GÖSTERDİ ACABA
7- BİZ KİMDİK
8- KENDİ BULUŞU İLE BULUŞUNU YOK EDEN İLK
9- KİM DİZİNİ DÖVMÜŞTÜ DERSİNİZ
10- ALO 147 ÖĞRETMENLERE KARŞI ÖĞKALDER’İN ÇAĞRISINA KULAK VER
11- BAŞIBOŞ GEZENLERİN PLAKASI
12- DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ
13- SİFONU ÇEKTİM
14- VİCDANIMIZ NE DİYOR ACABA
15- YETER Kİ UMUT YİTİRİLMESİN
16- ANIRMALARINA AZ KALDI
17- SINIFIN EN GÜZEL KIZI
18- BURDAYIM ÖĞRETMENİM!
19- KOYVER GİTSİN
20- ÇAĞ BÖYLE AŞILIR
21- BÜYÜK FİKİRLER KÜÇÜK BEDENLERDEN ÇIKAR
22- EYVAH GİTTİ BENİM 50 LİRA
23- 52 BUCCUK KAMİL
24- MEĞER BABAM EŞŞEKMİŞ
25- KÖRPE UMUTLAR
26- SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM
27- VİVDANIMIZ NE DİYOR ACABA
28- HOŞ GELDİN ÖMÜRCAN
29- BETÜL’ÜN BAŞI BELADA
30-
KANADIM KIRILDI O GÜN
Ne zaman doğdum, başladım yaşamaya, o gün başladım hayal kurmaya. ..
Yürümeyi hayal ettim önce. Yürüdüm. Koşmayı hayal ettim, koştum.
Düştüm, yaralandım. O da hayal kurmanın bedeli. Öğrenmenin bedeli.
Ayağımın bastığı çimen oldum. Ezildim. Acıdı canım, yükseldi çığlığım. Acıyı öğrendim, çığlık atmayı.
Arı oldum uçtum daldan dala. ‘’ Vız,vızzz..’’ vızladım. Arı soktu ‘’sız sız’ ’sızladım.
Güneş oldum. Doğdum battım. Gece oldum, sabaha uyandım. Geceyi öğrendim. Gündüzü öğrendim. Doğup batmayı öğrendim.
Çiçek oldum kokladım kendi kokumu, çektim içime. Ter kokusunu sonradan öğrendim.
Ben büyüdüm hayallerim büyüdü…
Okula başladım. Yazı oldum. Öğrendim yazmayı okumayı.
Yazar oldum süsledim kitapları.
Doktor oldum, giydim beyaz önlüğü. İyileştirdim onca hastayı.
Pilot oldum taşıdım onca yolcuyu.
Ne oldu ise o gün oldu. Vakitsiz miydi hayalim? Yoksa basmış mıydım kuyruğuna? Ben incindim hayallerim incindi... Ben yasa büründüm, hayallerim yasa büründü….
Ah! Olmaz olası o gün. O kara gün…
Ne olduydu o gün, arkadaşım değildi beni inciten özür bekleyeyim. Arkadaşım değildi incittiğim, gidip özür dileyim.
O gün hayal kuracağım tutmuş hem de dersin orta yerinde.
Öğretmenim tahtada ders anlatıyor. Bir yandan yazıyor tahtaya’’ y-x²/5’’ bir yandan anlatıyor ‘’ X bilinmeyen değer, x ile y’nin yerini değiştirirsek…’’
Ben birden koymuşum kendimi x’in yerine, ben yer değiştireceksem kiminle değiştirecektim. X, y’nin yanındaysa benim yanımda Ayşe. Öğretmen sınıfa sırtını döndüğü an değiştirdim kendi yerimi Ayşe’yle. Problemin sonucunu Ayşe düşünsün. Yok, yok öğretmen düşünsün Ayşe’ye yazık olur.
Farkında olmadan kalem elimden düşmüş yere. Kalem de x, y kadar sessiz… Ses çıkarmadı. Demek ki o da bilerek düştü. Kalem kiminle yer değiştirmişti acaba? Gel de çık işin içinden.
Öğretmen olsaydım işin içinden çıkar mıydım acaba?
Öğretmen olsaydım merak eder miydim’’ y-x²/5’’nin sonucunu? Etmezdim elbet çünkü sonucu biliyordum.
Ben öğretmen olsaydım merak ederdim sınıfta sonucu ilk kim bilecek? Bakardım her birinin gözünün içine. Bakışlarım okşardı saçını, yüzünü her birinin. Her biri kaldırırdı parmağını tek tek… Cevapları alırdım tek tek. Yanlış söyleyenleri de okşardım bakışlarımla. Sonrası kolay sonucu verdim mi alırlardı hepsi gülümseyerek.
Yüzümde gülümseme… Bakışlarım tavanda. Yok, yok ben bulutların üstünde. Hayaller almış götürmüş beni hem de defterimi de kapamış beni götürürken.
Öğretmen gelmiş dikilmiş başıma. Bana bakmış, bakmış… Üstelik dakika tutmuş. Ee, X.Y’yi bilen, y-x²/5’’nin sonucunu bilen dakika tutmayı da mı bilemeyecek?
Öğretmen bu defa bilemedi benim bulutlardan ineceğim saati. Bu defa hesaplayamadı saati. Kızdı… Çekti aldı beni bulutların üstünden. Dikti gözünü, gözümün üstüne. Sordu ‘’ Sen kimsin?’’’’ Sen nerdesin?’’ ‘’Burdayım hocam!’’’’ Sen burdasın da kalemin, defterin nerde?’’’’ Burda hocam!’’ ‘’ Sen ne yapıyorsun sen?’’ ‘’ ‘’Hayal kuruyorum hocam!’’ Sen bırak hayal kurmayı da tahtadakileri defterine yaz.’’
’’ Sen bırak hayal kurmayı da tahtadakileri defterine yaz.’’ deyişi bir tokattı sesinin titreyişinde, bir tokattı bakışlarında suratımda şakırdayan. ‘’ Şak! Şak! Şak!..’’
Ben aldım kalemi elime, başladım yazmaya. Hayallerim küstü bana. Gidiş o gidiş… Beni terk etti.
Baktım hayallerimin ardından sanki giden bendim. El sallayamadım gidişine. Sadece iki damla gözyaşı damladı yanağıma. Aldım avuçlarıma. Onlar hayallerimden kalan son parça ya da hayallerimin geri dönüşü. Onlar da kayboldu avuçlarımdan…
Koca, koskoca bir mezar kazdım yüreğimin orta yerine. Gömdüm hayallerimi. Avuç avuç toprakla doldurdum üstünü. Suladım gözyaşlarımla.
Biliyordum o mezarda bir daha ot bitmeyecek, güller açmayacak. Kuşlar konmayacak güllerin dalına..
Öğretmenim kanadımı kırmıştı o gün. Yastaydım…
Ben öğretmen olsaydım önce hayal kurmayı öğretirdim.
Sonra nasıl olsa öğrenirdi onlar kanat çırpmayı, uçmayı.
Ben kanat çırpmaya hasret kaldım, mavilikler kanat çırpışıma
İSTİKLAL MARŞI NASIL OKUNUR?
Öğretmenimiz ‘’ İstiklal Marşı Güzel Okuma Yarışması’’na başka bir arkadaşımızı seçmişti. Seçtiği arkadaşımızı iki ay gibi aralıksız bir süre çalıştırmıştı. Okuyan arkadaşımızı önce sınıflarda okuması ile tanıtmış sonra tören alanında okuması ile tanıtmıştı.
Arkadaşımız bugüne kadar duyulmamış, işitilmemiş güzellikte okumuştu İstiklal Marşı’nı. Arkadaşımızda görülmemiş bir eda… Arkadaşımız okulun kahramanı.
Öğretmenimin başına saksı mı düşmüştü? Yoksa yaşlılığının verdiği bir yanılğı, yaşlılığının verdiği bir unutkanlık… Bana yarışmaya seni katacağım.’’ dedi. Birden özümün önüne arkadaşım geldi. Arkadaşımın kahramanlığı… Başladım titremeye. Kendimi birden tören alanında hissettim. Yarışma alanında hissetim.
Hayır, Hayır! Ben yarışmaya katılamazdım. Arkadaşımın sergilediği kahramanlığı ben sergileyemezdim. Benim yarışmaya katılmam hayatımın sonu idi. Bütün okul bana gülecekti. Ben nasıl bakacaktım onların yüzüne?
Kaçtım öğretmenden yedi ders boyu.
Arkadaşım gözümün önünde…
Tören alanında, yarışma alanında rezil oluşum gözümün ödünde… Gözyaşı damlalarım kâh avucumda, kâh yanağımda…
Yedi ders boyu bırakmadı öğretmen peşimi. Bana ‘’ Yarışmaya katılacağım.’’ dedirtmeden çıkartmadı beni okuldan.
‘’ Yarışmaya katılacağım.’’ dedirtti öğretmen sonunda bana.
Öğretmen düştü yakamdan, bıraktı peşimi. Arkadaşım kayboldu gözümün önünden.
Takıldı aklıma iki soru. Öğretmen beni niye seçti? Öğretmen bana ne yapacaktı?
İki soru ile yattım, iki soru ile kalktım o gece.
Ertesi gün sordum ilk sorumu ‘’ Beni yarışmaya niye seçtiniz?’’ Öğretmen saydı da saydı ‘’ Sendeki gırtlak…’’ ‘’Sendeki hançere…’’ ’’Sendeki diyafram..’’ ‘’ Sendeki jest, mimik…’’ Sendeki vurgu, tonlama...’’
Öğretmen saydıkça bakıyorum orama, burama. Burnumda iki delik; kimseden ne eksik ne fazla. Bakıyorum ağzıma bir dil; kimseninkinden ne uzun ne kısa. Bakıyorum gırtlağıma göremiyorum bir fark. Parmaklarıma bakıyorum, fark yok. Kaşıma gözüme bakıyorum fark yok. Yok, yok.
Bana ‘’ ‘’Oku, ilk dizeyi.’’ dedi okudum ilk dizeyi: ’Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’’ Öğretmenim şaşkın… Sanki ben yanlış bir şey yaptım. Yanlış da yapmadım. Harf hatası yapmadım. Unuttuğum sözcük, unuttuğum bir tek hece olsun olmadı.
Birden hiddetlendi öğretmenim ‘’ Evladım, sen ne yaptın?’’ ‘’ Okudum hocam!’’ ‘’Evladım, öyle mi okunur?’’ ‘’ Vallahi hocam, okumayı öğrendiğimden beri ben hep böyle okudum her öğretmenim beğendi okumamı.’’ ‘’ Evladım, her sözcük bir dünya. Gireceksin sözcüğün içine’’ Ben bir sözcüğe baktım, bir bana, başladım gülmeye.. .’’ İşte bu! İşte bu mimik’’ bunu doğru yerde doğru sözcükte göstereceksin’’ dedi. Bir yandan gülerken bir yandan içimden ‘’ Bu öğretmen kafayı yemiş olmalı’’ demişim. Bir yandan da farkında olmadan elimi başımın üstüne götürüp ampul takar gibi, ampul söker gibi açmışım parmaklarımı, çevirmişim sağa, çevirmişim sola. Öğretmenim ‘’ İşte! bu Jest.’’’ ‘’ Bunu doğru sözcükte kullanacaksın’’ dedi. İyi de her sözcük aynı. Gel de çık işin içinden hangisi eğri hangisi doğru?
Yok, yok bu öğretmen kafayı yemiş olmalı. Kafayı yemese iki ayda yetiştirdiği hem de kusursuz yetiştirdiği öğrenciyi bırakır düşer miydi peşime?
Öğretmen kendisi başladı okumaya başladı da sadece ’Kork, kor-kor, korrrkorrrr,korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!…’’ dedi durdu. Sanırsınız takıntıya uğramış plak… ‘’ ’Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!…’’ ‘’ Evladım, her sözcüğün hakkını vereceksin. Düşün sözcük gaz, sen pedal. Kökleyeceksin pedalı sonuna kadar. ‘’ diyor başlıyor tekrar okumaya ….’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’ ’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’
Öğrendim gaz pedal. Bu iş tamam.
Öğretmen basıyor pedala ben’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’ diyorum. Ben basıyorum pedala öğretmen ’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’
Bir an kendimi tamirhanede sandım. Öğretmenim usta, ben çırak. Benden anahtar takımı istedi isteyecek. Bakıyorum öğretmenimin gözünün içine. Öğretmen ‘İşte! Böyle bakacaksın gözümün içine’’ diyor. ‘’ Hiçbir hareketimi kaçırmayacaksın gözünden, ağzımdan çıkan hiçbir sözcüğü kaçırmayacaksın.
Gaz pedal, gaz pedal….
Bir bakmışsın’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’ bir bakmışsın ‘’ O zaman yükselerek arşa değer belki başım.’’ dizelerindeyim
Okuyorum’’ O zaman yükselerek arşa değer belki başım’’ Öğretmen yine hiddetleniyor. Birden yaşına rağmen bir kaplan kesiliyor, yürüyor üstüme ‘’ Evladım, ne yapıyorsun sen?’’ ‘’ Okuyorum.’’ ‘’ Evladım, okumayacaksın, yükseleceksin, değdireceksin başını arşa.’’
Anladım. Öğretmen öğretmişti arşı, serhatti, secdeyi. Arş sahnenin üstü idi. Serhat salonun tüm çevresi. Bayrak sahnede sağımda. Bir zıplamışım yerimden, zıplamamla düştü sahnenin tavanından bir parça. Öğretmen bu defa şaşkın…’’ Evladım ne yaptın?’’ ‘’ Arşa kafamı vurdum hocam.’’ Evladım, kafanı tavana vurmayacaksın, jest, mimiklerinle arşa yükseldiğini hissettireceksin karşındakine.’’
‘’ Devam!’’ diyor öğretmenim.’’ Secde eder varsa taşım.’’ Öğretmen, kaş, göz ‘’ Secde, secde’’ diyor. Bir ‘’ Küt!’’ sesi. Benim kafa secdede. Öğretmen yine hiddetleniyor ‘’ Evladım, ne yaptın?’’ secdedeyim hocam.’’ ‘’ Evladım, sen değil sözcükler secde edecek, okşayacak şehitlerin ruhunu. Tamam, anladım kafamı yanlış vurdum sahnenin tavanına, tabanına da sözcükleri nasıl secdeye yatıracağım?..
…
Sadece üç günde öğrendim hepsini. Okumama öğretmen hayran, ben kendime şakın. Nasıl olur da üç günde ben bu kadar değişirdim? Nasıl öğretmenimi okumama hayran bırakabilirdim?
Üç günde kaç basamak çıkmıştım. Üç günde kaç 100 metreyi koşmuştum bir solukta…
Günün sonunda öğretmenim ‘’ Sendeki hançere olağan üstü.’’ Her sözcükte verdiğinin sözcüğün hakkını on kat, yirmi kat gösterme gücüne sahipsin. Sen artık sadece gaz pedal çalış, derste, teneffüste, her an her yerde. Gazı kökle sonuna kadar ’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’, ’’ Kork, korrr. Korrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaa!’’
Gaz pedal… Doğrusu zevkli mi zevkli. Kökledikçe kökleyesi geliyor insanın.
Uzandım yatağıma. Bastım gaza… Daha pedal yarıya indi inmedi bir gürültü koptu. ‘’ Eyvah, kaza yaptık galiba’’ dedim baktım arabada değil yatağımdayım. Kalktım yatağımdan baktım yatağımın sağına soluna.
Yatağın arka tampon yerde…
Çaktırmadan dikledim, bağladım iple. Ne yapabilirdim ki kaynak yapacak halim yok ya.
Gaz pedal… Bu defa daha dikkatli. Gaz pedal…
Gaz pedal, kökledikçe köklüyorum. Arada bir sağım solumda tutunacağım bir şeyler oluyorsa vites kolu.
Çoğu kez elimde kalıyor vites kolu. Tıpkı sifon çekeceğinin elimde kaldığı gibi…
Ertesi gün ilk ders atıldım dersten. Suçum gaz pedal. Derste kaptırmışım kendimi, gaz pedal. Kökledikçe köklüyorum. ’’ Kork, korrrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’Dersin öğretmeninin dikkatini çekmiş olmalı ki sordu’’ Sen ne yapıyorsun?’’ ‘’ Köklüyorum hocam!’’ ‘’ Kalk tahtada kökle’’
Yazdım tahtaya’’ Kork, korrkorrrr, korrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’ Bastım gaza. Öğretmen’’ Daha yazmayı bilmiyorsun, kökü nerden bileceksin. Bir defa sözcük böyle yazılır ‘’Korkma’’ kökü de korkmak fiilinin kork- köküdür . ‘’ Korkma da olumsuz emir çekimidir. Yaptığın yanlışlar yetmiyormuş gibi bir de el kol hareketi, çıkarttığın garip ses. Çık dışarı’’
Ertesi gün çıktım tören alanına daha ilk sözcüğü’’’ Korkma!’’ okumamda, ilk gaza basmamda ’’ Kork, korrrkorrrrkorrrkma, korrrkmaaaaaaaaaaaaa!’’ tüm öğrencisi şaşkın, tüm öğretmeni şaşkın. Hepsi hayran. Alkış sesi yükseldikçe yükselmişti.
Baktım bir tek sınıftan atan öğretmenim mahcuptu.
O bana ‘’ Korkma’’ sözcüğünün ek- kök ayrılışın göstermişti, ben ona nasıl okunduğunu
İLK ARKADAŞIM
Babam iş bulmuştu. Ben üzülmüştüm. İnsan sevinmez mi babasının iş bulmasına? Ben sevinememiştim.
Babamın iş bulmasına sevinememiştim. Sevinememiştim, şehre taşınacaktım.
Oyun oynadığım sokaklar boş kalacaktı bensiz.
Bir bir ellerimle yarattığım oyuncaklarım öksüz kalacaktı. Çelliklerim, çomaklarım, çizgi taşlarım.
Babam ‘’ Üzülme, sana yeni oyuncaklar alırım.’’ diyordu. Biliyordum babamın bana oyuncaklar alacağını çünkü babam iş bulmuştu. Bir de babamın aldığı oyuncakların oyuncaklarımın yerini tutmayacağını biliyordum. Hiç biri sevincimi paylaşmayacaktı, üzüntümü paylaşmayacaktı. Paylaşsalar da paylaşacakları saman alevi olacaktı. Samanı bilmeyen bilmez saman alevini.
Taşınmıştık şehre. Başlamıştım yeni sınıfıma.
Bana arkadaş edineceklerim garip geliyordu ben onlara. Ben onlara bakıyordum garip garip, onlar bana…
.Benim suskunluğum garip geliyordu onlara. Onlarınsa her hareketi, ağızlarından çıkan her söz garip geliyordu bana. ‘’ Öğretmenim, arkadaşım kalemimi aldı. Öğretmenim arkadaşım beni yere düşürdü…’’ Biz arkadaşımızın kalemini almadan kalemimiz yoksa arkadaşımız verirdi. Kalemi yoksa verecek kalemi ikiye bölerdi, silgiyi ikiye bölerdi. Oynadığımız oyunlarda yere düşen arkadaşımızı en yakın olan kaldırırdı. En uzak olan yarışırdı yarasını sarmaya. O bakışlar… 0 bakışlar unuttururdu düşen arkadaşımıza acısını. Sargı sonrası yüzlere yansıyan gülücükler parayla pulla alınıp satılmazdı.
Bir hafta geçmeden anlamıştım babamın ‘’ İnsan iki arkadaşını unutmaz: bir ilkokul arkadaşını, bir askerlik arkadaşını.’’ Sözündeki unutulmayan ilkokul arkadaşlığındaki bağı oynanan oyunların oluşturduğunu. Bakıyorum oynanan oyunlarda arkadaş yok vampirler var, silahşörler var. Sevinçler, üzüntüler paylaşımsız. Sevinçleri ya masaya atılan bir yumruk sesi paylaşıyor ya da ağızdan dökülen bir haykırış.
Bir hafta geçmeden sevdiğim ilk şarkı Barış Manço’nun ‘’ Arkadaşım Eşek’’ şarkısı oldu.
Arkadaşım yoktu söyleyecek bir şarkım vardı hep ‘’ Arkadaşım Eşek’’
‘’ Arkadaşım Eşek’’
‘’ Arkadaşım Eşek’’
Öğretmenimiz bir ödev verdi en sevdiğiniz oyunu yazınız diye.
Ben ‘’ Yağ Satarım Bal satarım’’ oyununu yazdım.
Ödevlerimizi okuyacağımız gün, bir benim parmak hariç sınıfın parmakları yarıştı.
‘’Öğretmenim, ben ARTHUR’u yazım.’’
‘’Öğretmenim, ben HOBBİT’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben DİVİNİTY’i yazdım’’
‘’Öğretmenim, ben CALL-DİTY GHOTS’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben GUITAR HERO’yu yazdım
‘’Öğretmenim, ben VAMPİR’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben TAMPİR’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben ZIMPİR’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben TRİLEYT’i yazdım.’’
‘’Öğretmenim, ben ZIRT-PIRT’ı yazdım
Her okunan oyunda silah sesi. Her okuyan arkadaş silah sesini çıkartabilmek için insanlıktan çıkıyor. Her dinleyen arkadaş hayran hayran dinliyor. Ben hariç.
Her okuyan arkadaşta ben ürperiyorum. Her silah sesinde kulaklarımı tıkıyorum.
Her okuyan arkadaş kahraman. Alkış kıyamet. Ben şaşkın…
Her okunan oyunda bırakın oynamayı dinlemesi bile kafayı zırtlatan cinsten.
Galiba anlamaya başlamıştım sınıfta her arkadaşın kendini kaplan, arkadaşını fare görmesinin sırrını.
Oysa bizim oynadığımız oyunda herkes eşit haklara sahipti. Hiçbir oyunun kaybedeni kazananı yoktu. Daha doğrusu kazananı hep bizdik. Eğlenmeyi öğreniyorduk, paylaşmayı öğreniyorduk, saygıyı, sevgiyi öğreniyorduk. Dayanışmayı öğreniyorduk. En önemlisi arkadaşlığı öğreniyorduk.
Okuma sırası bana geldiğinde sanki sınıf değişikliği olmuş gibi. Okuyanı hayran hayran dinleyenler gitmiş her sözcüğe atılan kaplanlar gelmişti.
Ben ‘’ Yağ satarım’’’ demeden ‘’ Kaça?’’ diyenler, ‘’ Ekmek yok mu ekmek, ekmeğe sürelim.’’ diyenler, kahkaha atıp gülenler…
Oynarken biz de gülerdik. Bizim gülüşümüz; sevgi içeririrdi. Her gülüşümüz okşardı gönülleri.
Onların gülüşü bir silahtı. Aşağılayıcı idi, alaycı idi.
Yazdıklarıma bir öğretmenim gülmemişti, dinlemişti can kulağıyla. Hayran hayran bakmıştı bana. Bakışları gönlümü okşamıştı. Sanırım ilk arkadaşım öğretmenim olmuştu.
Çok geçmeden öğretmenlerimle birlikte sınıfa oynatmıştık aynı oyunu.
Arkadaşlarım da öğrenmişti gülmeyi.
Arkadaşlarım da öğrenmişti beni aralarına almayı.
RÜYALARIM GERÇEKLEŞMEYE BAŞLAMIŞ MIYDI
İlk defa öğretmenin tahtaya yazdığı bir cümleyi okumuştum üstüne üstlük öğretmen bana okutmuştu’’ Yıldız bir adımdan yakındır. ‘’ Ben de bir yıldızım diyebilene.’’’’
Kafamda şimşekler çakıyordu ‘’ Ben yıldız olabilir miydim?’’ ‘’ Ben de bir yıldızım diyebilir miydim ?’’ demeye kalmadan içimdeki ses çoktan demiş ‘’ Ben de bir yıldızım.’’ Öğretmen gözümün içine bakıyor ‘’ Güzel!’’ diyor. Yoksa öğretmen duymuş muydu içimdeki sesi. Öğretmen bana bakıyor, ben öğretmene…
Peki, ben nasıl yıldız olabilecektim? Öğretmen gözümün içine bakıyor ‘’ Önemli olan sorular oluşturabilmek.’’ diyor . Öğretmen bunu da mı duymuştu şaştım kaldım. Öğretmen gözümün içine baka baka’’ Beynimizde sorular oluşmuşsa beyin cevabını bulur, şaşırmayın.’’ diyordu. Gel de şaşırma beynimdeki sorulara ben değil öğretmen cevap veriyordu.
Sorular, sorular…
Sorular mı doğru söylüyordu, öğretmen mi? Anladığım bir şey varsa o da sorular beni oradan oraya sürüklüyor. Allah vere de eve sağ salim varabilsem.
Şükür, eve sağ salim gelmiştim gelmesine. Sorular peşimi bırakmıyordu.
Gece çabucak bitmişti. Uyumak istiyordum, sorular izin vermiyordu uyumama. Annemin ‘’ Yat oğlum !’’sesi yetişti imdadıma. O da uzun sürmedi. Sorular peşime yine takılmıştı. Bırakmıyor ki uyuyayım.
Soruları nasıl alt etmişsem uyumuşum. Ne zaman nasıl uyumuşsam uyumuşum. Dalmışım rüyaya. Rüyamda Süpermen olmuşum göklerde uçuyorum. Yıldızlar beni selamlıyor, ben yıldızları.
Sınıftayım. Her soruya parmak kaldıran ben. Her cevapta alkışlanan ben. Omuzlardan inmeyen ben.
Sokaklarda yürüyemiyorum. İmza isteyen isteyene. Selfie çektiren çektirene.
Rüyada gördüklerim rüya da olsa güzelin çok çok ötesindeydi. Kafamda yeni yeni sorular’’ Rüyalar gerçek olabilir miydi?’’ Olabilirdi Sınavlardan 50 almak benim için bir rüya iken sınıfta çok arkadaşın gerçeği100'dü.
İlkyazımı yazmıştım ‘’ Rüya ile avunanlardan mısınız, rüyasını gerçeğe çevirenlerden misiniz?’’
Yazımı sınıfta okudum. Bu defa şaşıran öğretmendi, sınıftı... Öğretmen sınıfa dönüp ‘’ Alkışlayın arkadaşınızı. ’’demişti.
Kafamda yeni bir soru ‘’ Rüyalarım gerçek olmaya başlamış mıydı ?’’
DEYİMLERİN GÜCÜ
Neydi ‘’Duvara toslamak’’?
O güne kadar ne ‘’Duvara toslamak’’ deyimini düşünmüştüm ne de anlamını. ‘’Bana ne deyim, bana ne anlamı’’ demiştim belki de.
Öğretmenimiz sınıfta kimine yazı yazdırır, kimine şiir okutur, kimine tiyatro çalıştırırdı o güne kadar.
Biz öğlenciydik öğretmenimizde öğlenci. Öğretmenimiz sabahtan gelirdi. Hep peşinde üç beş öğrenci. Boş derslerinde peşinde üç beş öğrenci.
Her gün üç beş öğrenciden biri kahraman. Ya tören alanında ya sınıfta. Ya yazılarını okuyor ya gösterilerini yapıyor. İzleyen herkes-Arkadaşım ve ben hariç-hayran. Alkış kıyamet. Biz kendi dünyamızda. Ağzımızda çiklet, elimiz saçımızda, başımız yerde, başımız başımızın üstünde. Arada bir gülücük. Arada bir ayağa kalkıp sınıfın en arkasından en önüne bir volta atış. Yürüyüşümüzde bir eda… Omuz dik. Adım atış başka. Kol sallayış başka. Üstüne bir gülücük, bir öpücük…
Öğretmenin bitmeyen uyarıları. Öğretmenin bitmeyen öğütleri.
Hangi etkinlik olursa olsun cümlenin öznesi biz, cümlenin yüklemi biz.
‘’Tatlı sözcüğünü cümlede kullanın.’’ Öğretmen başlıyor açıklamaya. Oluşturacağınız cümle üç sözcükten olmasın. Öyle bir cümle kurun ki özdeyiş olsun, işlesin ruhunuza. Cümleniz rehberiniz olsun, yolunuz olsun. Örnek:’’ Boş hayaller ne kadar tatlı ise gerçek bir o kadar acı.’’ Düşünün bazı arkadaşlarınızın her gün bıkmadan 7 ders boyu kesintiye uğratmadan sergilediği boş gülüşleri… Arkadaşlarınız bir ceza aldığında, velisini çağırıp durumlarını velisine anlattığımızda arkadaşlarınızın boyunlarını büküşü, yanağına düşen iki damla gözyaşı gelmiş geçmiş bütün boş gülüşlerini sele katıp götürür. Götürür hem de bir saniyede.
Tüm sınıfın bakışı üstümüzde. Bizde tüm sınıfa bir gülücük, bir öpücük. Biz de boş değiliz herhalde.
Saniyelerin önemini düşünün. Düşünüz benim 5 saniyede yazdığım şiirleri. Düşünün bir günde kahramanlıklara imza atan arkadaşlarınızı.
Tüm sınıf- Biz hariç-göç etmiş düşüncelere….
Bizde değişiklik yok. Ağzımızda çiklet, elimizde oyuncaklarımız. Yanağımızda gülücükler, dudağımızda öpücükler.
Sınıfta her gün bir değişiklik. Her gün yeni bir kahraman. Her gün- Biz hariç- bir adım on,adım ilerleyiş.
Bizde değişiklik yok ta o bilmediğimiz dakikaya, bilmediğimiz dakikanın salisesine kadar.
Ne olduysa o bir salisede oldu. Ne olduysa bir saniyede döküldü öğretmenimin dilinden beni duvara toslayan o cümle.
Neydi o bir cümle? Duymakla iyi mi ettim yoksa kötü mü? Ben cevap verecek durumda değilim.
‘’ Bir saniyede neler öğrenebileceğimizi hep bizler öğrettik sizlerse bir saniyede neler kaybettiklerinizi yaşayarak öğreneceksiniz bir bir.. . Düşünün bir araba kazasını uzmanlar hesaplayamıyor kazanın salisesini. Salisenin %’sini. Ne yazık ki yüzlercesi o bir saliseye sahip çıkamadığı için hayatını kaybetti. Nice depremzede depremlerde saliselerle baş başa kalınca çok iyi tanıdı saliseleri.’’
Ne olduysa o bir salisede oldu…
O bir salise….
Kaza yapan amcam geldi gözümün önüne. Kazada canını kaybeden amcam, yengem, kuzenlerim..
O bir salisede kuzenlerimle oynadığım oyunlar, birlikte yediğimiz yemekler, yemekteki lezzetler. Kuzenlerimle gezdiğim parklar, kırlar, uçurttuğum uçurtmalar…
İlk defa kitabımı açtım gözümün önünde ‘’ Duvara toslamak’’ deyimi koca bir duvar ben bir sinek. İlk defa tahtaya baktım ‘’ Duvara toslamak’’
Sadece, sadece bir deyim öğretmişti bütün öğretmenlerimin öğretmek isteyip de öğretemediğini. ‘’Duvara toslamak’’….
O gün o salise ben duvara toslamıştım.
Acaba bütün deyimler böyle midir?
KİM KİME GÜNÜNÜ GÖSTERDİ ACABA
Her gün yüceliyorduk. Daha doğrusu yüceldiğimizi sanıyorduk.
Her gün velilerimiz okula geliyordu. Biz bir kez velilerimiz çoğu kez, saat başı... Her biri öğretmen dersten çıkarken kafasını uzatırdı, ‘’ Ne oldu? ‘’ Bizde cevap hazır. Bizde cevap binler.
Öğretmen her gün aynı. Dersi dinlemeyenlere, defterini kitabını uçak yapıp uçuranlara ‘’ O uçakla geleceğini yolcu ettin biliyor musun?’’ diyordu. Uçak iniyor kalkıyor öğretmenden her iniş kalkışta bir söz ‘’ Oynarken neler kaybettin biliyor musun?’’ Uçaklar çoğu kez öğretmenimizin kafaalanına iniş yapıyordu. Biz öğretmenin kızacağını beklerken öğretmen ‘’ O davranışın hata olduğunu söylemek zaman kaybıdır. O davranışı yapan o davranışın kendisine bir getirisi olmadığını bilseydi, o davranışı yapmazdı. Onlar kendi zamanlarını çalabilir ama dersi dinleyen üç beş arkadaşının zamanını asla. Ona izin vermem.
Yolculuk molası.
Annelerimiz ‘’ Ne oldu, öğretmen ne dedi?’’ Sormazlardı derste ne yaptın?’’ Tek sordukları ‘’ Öğretmen sana ne dedi?’’ Biz sıralardık öğretmenin demediği, annemin duymak istediği sözleri’’ Öğretmen bana geri zekâlı dedi, ben anlatsam da anlamazsın dedi hatta tüm sınıfa abdalsınız.’’ dedi. Bütün anneler ‘’ Biz ona gösteririz gününü.’’ Annelerimizin hepsi soluğu müdürün odasında alıyordu. Müdür annelerimizi bir şekilde yolcu ediyordu. Tabi annelerimizin yolu kısa. Sınıfın kapısına kadar. Bekleyişler sürüyordu. Meraklı bakılışlar, meraklı sorular…
Öğretmen sadece uçaklarımıza laf atmıyordu. Daha doğru öğretmen bize laf atmıyordu, biz attı olarak algılıyorduk. Bir defa anne- babalarımız tarafından güdülenmişiz. Her birimiz ayarlı bir kompüter susmak bilmiyor öğretmeni şikâyetimiz. Öğretmen defteri, kitabı açmamıza, deftere kitaba yazmamıza, sorulara cevap vermemize, sınıfa girişimize, çıkışımıza da laf atıyordu.
Öğretmen laf atmasa da biz attırıyorduk daha doğrusu atmış gibi anlıyorduk.’’ Anne öğretmen bana koridorda manalı manalı baktı.’’ Annem atılıyor devreye ‘’ Ben anlarım onun ne diyeceğini, şu tipe bak şu tipe. Tıpkı mal tipi demiştir. Ben onun hesabını sorarım.’’
Öğretmen bazı arkadaşlarımıza sınıfta bir şey demez, teneffüste köşe bucak çeker ‘’ Yaptığın davranış doğru değil, davranışlarına dikkat et.’’ derdi Öğretmen arkadaşlarımızla konuşurken konuşmaları duymazdık ama görürdük. Öğretmenimizin konuştuğu arkadaşımız annesine ‘’ Öğretmenimiz beni merdivenin altına çekti.’’ Görenler ‘’ Anne öğretmenimiz Ayşe’yi, Fatma’yı merdivenin altına çekti’’ derdi. Kopardı kıyamet ‘’ Öğrenciyi, hem de kız öğrenciyi merdiven altına nasıl çeker, görür o gününü.’’
Öğretmen geri adım mı atmıştı, dersini almış mıydı anlamadık. Öğretmen artık dersi dinlemeyenlere değil dinleyenlere kızmaya başladı. Ödevi yapmayanlara değil yapanlara.
Ben huzursuz, tüm sınıf huzursuz. Annemiz sorarsa ne diyecektik. Her gün annemizin okula gelişi bizi kahramanlaştırıyordu. Sınıfta bir asaletimiz, evde bir asaletimiz vardı. Bulduk çaresini. Biz dersi dinlemeye, ödevi yapmaya, öğretmen bize kızmaya başladı. Velilerimiz görevi başında. ‘’ Bu nasıl öğretmen çocuğum dersi dinlemese de suç, dinlese de.’’
Şikâyetler bir türlü bitmedi, yıl bitmişti. Sınıfta Takdir-Teşekkür almayan bir öğrenci yoktu ve ilişikte bir not ‘’ Beni şikâyet edebilirsiniz.’’
Velilerimiz eksiksiz yine okula gelmişti bu defa yalnız müdüre değil hem müdür hem öğretmene. Hem müdür hem öğretmene özür dilemeye ama hiç birinin aklına çocuğundan özür dilemek gelmedi.
BİZ KİMDİK
O güne kadar biz sınıfın susturulamayanları idik. Her an her yerde görülen, her ders adı anılan. Bu bizim hoşumuza gitmiyor değildi.
Bizi susturmak için hemen hemen her öğretmenin denemediği metot, başvurmadığı çare kalmamıştı. Biz hep kazanandık, biz hep üste çıkan, omuzları kabaran kahraman yiğitler…
O gün öğretmen tahtaya bir cümle yazdı’’ Konuştuklarımız bizi yansıtır.’’ Cümleyi yazdı özellikle bize tek tek bakarak’’ Buyurun başlayın yazmaya’’ dedi. Ben arkadaşıma sordum, arkadaşım arkadaşına ‘’ Biz ne konuşmuştuk, ne konuşurduk?’’ Arkadaşım bana, ben arkadaşıma, arkadaşı arkadaşına ‘’ Hiç!’’ dedi. Kâğıda hiç yazamazdık. Peki, kâğıda ne yazacaktık. Yok, yok… Kafamda uçuşan sorular’’ Biz hiç miydik, biz yokluk muyduk? ‘’
Biz susmuş sınıfın çoğu yazıklarını okuma yarışmasına girmişti. Zeynep ‘’Konuşmak; içimizden gelen sese kulak vermek, içimizdeki sese tercüman olabilmektir. ’diyordu İçimi dinledim. İçimde sesler garip, bağırsaklarımda bir gurultu. ‘’Gel de tercüme et.’’ dedim kendi kendime. Öğretmen ‘’ Neyi?’’ dedi, ben ‘’ Ne, neyi?’’ Öğretmen ‘’ Neyi tercüme edemedin?’’ dedi. Meğer ben düşündüklerimi yazmamış yansıtmışım. Benim bu duruma hiç sevmediğim Ahmet’ten yanıt geldi ‘’ Düşündüklerimizi süzgeçleyemezsek;düşündüklerimiz bizi uçurumdan uçurur.’’ Ahmet’tin sözünü Mehmet ‘’ Boş teneke tıngırdar.’’ Sözü ile destekledi. Ben durur muyum ben de karşılık verdim ‘’ Oynayan şıngırdar.’’ Zuhal atıldı söze ‘’ Oyun yer ve zamanında oyundur, düğünde oynayan kollar cenazede bağlanır.’’ Ben sustum, onlar susmadı.
Keriman’’ Susmak mola vermek değildir, konuşacaklarımızı arayıp bulmaktır, bazen de yol vermektir bizim konuşmamıza bayrak konuşmalara bazen de bizim konuşmalarımıza çamur gölge konuşmalara.’’ diyor, Keziban ‘’ Konuşmak melodisini tutturabilmektir konuştuklarımızın.’’ diyor. Gülizar konuşmak; konuştukça çamura batmak değildir, konuştukça çamurda yeşermek, gül olup açılmaktır, gül koklar gibi hayranlık uyandırmaktır.’’ diyor.
Onu bunu bilmem, arkadaşlar ne yaşadı hiç bilmem. Tek bildiğim sustukça çamura batıyorum, konuştukça çamura. Yazan arkadaşların yazdıklarını dinledikçe çamura batıyordum.
Uzun sözün kısası arkadaşlarım beni çamura soktu çıkardı, çıkardı soktu. Şükür en azından çamurdan heykelimi yapmadılar.
KENDİ BULUŞU İLE BULUŞUNU YOK EDEN İLK
Evet, kendi buluşu ile buluşunu yok eden ilk insan. Bu unvanla bilim tarihine adını yazdıran ilk bilim adamı.
Henüz on beş yaşında.
Bir Türk.
ZebuzittinZapzap.
Zebuzittin Türkiye’nin gündemi.
Zebuzittin Türkiye’nin gururu.
Zebuzittingazelerde manşet.
ZebuzittinTV’Lerde konuk.
Zebuzittin TV’lerde flash.
Zebuzittin, Uluslar Arası Bilim Teknoloji Proje Yarışması’nın Türkiye temsilcisi.
Zebuzittin, Türkiye’de katıldığı bütün yarışmalarda finalistleri rakipsiz elemiş Türkiye’yi temsile hak kazanmıştı.
Büyük güne ramak kala Zebuzittin Seul yolcusu.
Gastelerde boy boy resimler…
Zebuzittin’de Türkiye’ye dönüş hayalleri..
ZebuzittinZeul Protokolünce karşılanan ağırlanan.
Zebuzintin, yarışmanın yapılacağı alana ilk gelen.
Zıp zıp zıplayan. Zapzap kükreyen.
Zaplamalar, zıplamalar zamanın akışını sağlamıyor, çektiği sıkıntı Zebuzittin'in ikinci buluşu zamanı akıtacak bir buluş gözüküyor.
Zebuzittin iki zıpzıp, iki zapzap, iki yumruk bir tepik yarışma salonunun kapısına. Kapı açılıyor, içerisi boş. Zebuzittin kendisine ayrılan masayla göz göze geliyor, zıplamadan yayılıyor masaya. Başlıyor beklemeye.
Zebuzitin Uluslar Arası Bilim Teknoloji Proje Yarışması heyetin huzurunda. Yarışmacı sırasında listenin sonunda.
Rakibi finalistler tek tek projelerini sergiliyor. Projelerin her biri bir buluş. Her biri bir birinden ilginç olsa da hiç biri Zebuzittin’e rakip olacak ölçüde değil.
Projeler:
Suda balığa takla attırmalar.
Suyu yokuşa akıtmalar.
Yokuşu düze çevirmeler.
Düzü yokuşa çevirmeler
Halıyı uçurtmalar.
Halıyı dürmeler, katlamalar.
Halıya kendi kendine duş aldırmacalar.
Parayı hiç etmeler.
Hiçi paraya çevirmeler… meler. Meler…
Her gösteride Zebuzittin yerinde duramıyor, zıp zıp zıplıyor. Haykırıyor ‘’ Ödül Zebuzittin’in, Zebuzittin Türkiye’nin. Türkiye, Türkiye!’’
Nihayet sıra geliyor Zebuzittin’e. Zebuzittinin her sunumu seyircisini, jürisini şaşkına çeviriyor. Jürinin ağızları kulaklarında. ‘’ Türkiye, Türkiye!’’ tezahüratları nerdeyse Türkiye’den duyulacak.
Zebuzittin ‘’ Kalem.’’’ diyor, kalem eline geliyor. ‘’ Yazı!’’ diyor, kalem ‘’ Zebuzittin rakipsiz.’’ yazıyor. ‘’ Kitap!’’ diyor, kitap eline geliyor, ‘’ Oku!’’ diyor, kitap kendi kendini okuyor İngilizce. Zebuzittin kitabın okuduğunu anlamasa da jüri anlıyor ve gülümsüyor kitap ne dediyse.
‘’ Işık!'’’ diyor, ışık saçılıyor. ‘’ Karanlık!’’’ diyor, karanlık basıyor. Jüri korkmuş mudur bilinmez müdahil oluyor ‘’ Sonuca gel!’’ diyor.
Zebuzittin sonuca geliyor gelemiyor. Son gösterisi kapı. ‘’ Kapı!’’ diyor, kapının kolu eline geliyor,kapıda hareket yok. Bütün bakışlar kapıda. Zebuzittin ‘’ Kapı!’’ diye diye kapıya yöneliyor, bütün bakışlar Zebuzittin’e yönelik. Zebuzittin kapıya iki zıpzıp, iki zapzap. Kapı açılıyor. Zebuzittin salonu terk.
Zebuzittin dünya gündemi. Zebuzittin Türkiye’ye gelmeden haberi geliyor.
‘’ Kendi buluşu ile kendi buluşunu yok eden ilk mucit.’’
……
Yıllar, yıllar sonrası, asrı evvel bir ilk:
‘’ Kendi buluşu ile kendi buluşunu yok eden ilk mucit’in sırrını bir Türk kapıcısı keşfetti.’’
KİM DİZİNİ DÖVMÜŞTÜ DERSİNİZ
( İntihar eden benim de babamdı. Nerede boynu bükük bir yetim görsem o bendim. O ben...)
Okulun ilk günüydü.
İlk dersimiz Türkçeydi. Türkçe Öğretmeni dersi sevdirmekle kalmamış, okulu sevdirmişti. Yetmedi kendimi sevdirmişti. Yaşıtlarım, yaşıtları ile kaynaşma çabası gösterirken ben gelecekle ilgi hayaller kuruyordum.’’ Başarı! Başarı! Zirve, Zirve!..
İlk etkinliğimiz deyimler.
Deyimleri anlamak.
Deyimleri cümlede kullanmak.
Ben ilk parmak kaldıran, hiç düşünmeden ‘’ Babam beni dövmedi, dizini dövdü.’’ deyiverdim. Tüm sınıf güldü. Bir tek öğretmen gülmedi. Beni kutladı. 100 verdi. Sınıfa döndü anlattı da anlattı.’’ Buradaki dövme dövme değildir. Kız hiç değildir. Sadece kız babaları dizini dövmez herkes ama herkes dizini döver. Sizler de ilerde çok dizinizi döveceksiniz. İşte, ilerde dizinizi dövmemek için düzenli çalışmayı, kitap okuma alışkanlığı edinmeyi, dersi dinlemeyi, arkadaşınız gibi derse katılmayı öğreneceksiniz.’’ diyordu. ‘’ Arkadaşınız gibi’’ derken gözümün içime bakıyordu. Öğretmenimin her anlattığını anlamış gibi yapıyordum. Her anlattığına kafa sallıyordum. Ne de olsa 100 almıştım. Sınıfta bir ayrıcalığım olmalıydı. Her kafa sallayışımda öğretmen gözümün içine bakıyordu. Her bakışında yüzündeki yaşlılığın verdiği kırışıklara tebessümün verdiği kırışıklardan bir yenisi, bir yenisi daha ekleniyordu. Dersimizin başındaki yaşlı yüzleri buruşuk sevimsiz öğretmen gitmiş dünya harikası bir tablo gelmişti. Hayran hayran izliyordum. Açık arttırmaya sunulsa resmin ilk alıcısı ben olurdum. Parayı nereden bulacaksam… Çok çalışırsam onu da bulabilecektim. Bunu da aşılamıştı öğretmenim
Dünya harikası tablo….
O yüzdeki tebessüm çizgilerini her önüne gelen anlayamazdı. Her biri bir fırça darbesi. O kadar çok şey anlatıyorlardı ki anlattıklarını anlasa anlasa bir ben anlardım Ee, ne de olsa yüzlük öğrenciydim.
Gün bittiğindeki eve koşuş sevincim kapıdan içeri ilk adımımı atana kadar sürdü. Oysa babama, anneme sarılacaktım ‘’ Ben yüz aldım!’’ diye haykıracaktım. Annem, babam benimle gurur duyacaktı. Ne büyük sevinçti okulun ilk günü...
Sarılamadım. Öpemedim. ‘’ Ben 100 aldım!’’ diyemedim.
Diyemedim.
Diyemedim…
Babam dizlerini dövüyordu.
Annem sessizdi. Bana bakışları ürkek. Ben ne suç işlemiştim? Annem babamın beni dövmesine üzülüyordu belli. Babam beni dövemiyordu. Dizlerini dövüyordu.
Babam her odadan çıkışta, gözlerim üstünde. ‘’Eyvah! Sopa almaya gidiyor.’’ diyordum. Babam odaya her girişinde eli boş giriyordu. Ben meraktan çatlıyordum. Babam hop oturup hop kalkıyor. Her kalkışında bende bir irkilme. Babamın her kalkan eli terini siliyor. Ter tarifsiz. Tere bakılırsa suçum büyük, tere bakılırsa dayak okkalı.
O gece dayak yemedim.
Dayak yemedim. İçim içimi kemirdi. Suçum neydi acaba? Dayağın ölçüsü neydi?
Ertesi gün sınıfın kapısını çalan her nöbetçi öğrencinin beni çağırmasını bekledim. Çağıran olmadı. ‘’ İçimden ‘’Çağrılsam da kurtulsam! ‘’diyorum, çalınan her kapıda çağrılan bir başkası, bir başkası...
Yeni bir deyim öğrendim. ‘’ Ölüp ölüp dirilmek.’’ Öyle güzel anladım, öyle güzel anladım ki hakkım 100 değil 1000'di. . Demek ki deyimler sözlükten değil yaşayarak öğreniliyor.
Eve geldim. Babam yine dizlerini dövüyor.
Annem yine sessiz. Annem yine şaşkın...
Olanca cesaretimi topladım geçtim babamın karşısına ‘’ Hiç değilse suçumu öğrensem.’’ dedim.
Babam ‘’ Senin suçun yok, benim suçum var.’’ dedi. Babam gözyaşlarına boğuldu. Sözcükler boğazında düğümlendi, düğümlendi. Düğüm düğüm ‘’ Kızım, dün ben sana yalan söyledim, bugün yalanı bile söyleyemedim.’’ dedi. Yeni bir deyim öğrendim ‘’ Meraktan çatlamak’’.
‘’Meraktan çatlamak’’ deyimi bendim.
Neydi babamın yalanı?
Yeni bir deyim daha öğrendim ‘’ Güç bela öğrenmek''
Güç bela öğrendim babamın yalanını. Babam dün bana
İstediğim telefonu alacağını söylemişti. Alamamış. Alamayınca da yalan söylemiş. Bugünde alamamış. Yarın da alamayacakmış. Ben de bir gülme tuttu. İyi de bunun ‘’ Dizini dövmek’’ deyimi ile ilgisi ne? Onu da çok geçmeden anladım.
İlk defa televizyonda bir haber dikkatimi çekmişti. İlk defa bir haber beni derinden yaralamıştı. Meğer ben ne çok deyim biliyormuşum ‘’ Derinden yaralanmak.’’
Haberde çocuğuna istediği oyuncağı alamayan bir babanın intihar ettiği yer alıyordu. O haberden sonra dizini döven ben oldum. Ya benim babam da böyle yaparsa? İlk defa kendimi haberde yer alan çocuğun yerine koydum. Onun yerine ağladım, ağladım…
Babamın dizini dövmesi uzun sürmedi. '' Ben telefonu unuttum. ‘dedim. Ben telefondan daha değerli hediye aldım.'' dedim.'' 100 aldım.'' dedim. Ben babama sarılamamıştım, babam bana sarıldı.
Babamın dizini dövmesi bitmişti bitmesine de benim babası intihar eden çocuğun yerine ağlamam bitmedi. İntihar eden benim de babamdı. Benim de.
İşin en kötüsü o baba ya da anne ben olabilir miydim?. Olmamalıydım. Yeni bir deyim öğrenmiştim '' Dağ kadar sorumluluğun altına girmek''.
Ağladım. Ağladım...
Ağlamam engel değildi dağ kadar sorumluluğun altından kalkmama.
Babalar ağlamamalıydı. Çocuklar ağlamamalıydı. Gülmeliydi. Gülmek çocukların haklarıydı.
Gülmek için hep ağladım, hep ağladım.
Ağladım...
ALO 147 ÖĞRETMENLERE KARŞI ÖĞKALDER’İN ÇAĞRISINA KULAK VER
Bugüne kadar böylesi bir gündem ne görüldü ne duyuldu. Bu güne kadar basının tek ses olduğuna bu gündemle şahit olduk.
Bu gündem bütün gündemleri alt üst etti. Operasyon haberleri rafa kalktı. İşsizlik- yolsuzluk haberleri uykuya yattı. Seçim anketleri kapana sıkıştı. Oy kapma ayak oyunlarına çelme takıldı. Mecliste 10 dakika aralar masal oldu. Danışma kurulları, bakanlar kurulu, müsteşarlar sözcüler değirmene su taşırcasına çözüme çare peşinde.
Hangi kanalı açsanız aynı söylem ‘’ ÖĞKALDER’in ALO 147’ye başvurduğu şikayet dilekçesinin tam metni ilk defa……. Kanalda.’’‘’ Şikayet dilekçesini kesintisiz yayınlıyoruz.’’
İlklerden biri daha. Hiçbir haber kanalı araya reklam girmiyor.
İlklerden bir başkası; Tüm Türkiye yediden yetmişe ekrana kilitli.
Bir başka ilk; TV kanallar rafting yarışının peşinden koşmuyor.
Doğrusu benim de ilkim. İlk defa bilgisayarın başından kalktım. İlk defa elime kumandayı aldım, tıkladım rastgele bir kanal. Karşımda sunucu. Haberden çok sunucunun sevinci, heyecanı dikkatimi çekti. Sunucu metni okurken sanırsınız insanlığım görülmemiş bir buluşunu anons ediyor. Dünyada savaş bitmiş, Dolar sıfırlamış. İnsanlar işe- aşa kavuşmuş.
‘’ Sayın seyirciler, ÖĞKALDER Federasyonu’nun şikâyet başvurusunu, yorumsuz kesintisiz yayınlıyoruz.
Şikayet başvuru dilekçesi:
‘’ Malum olduğu üzre cumhurbaşkanımızın önerisi bizim için emir, bizim önerimiz cumhurbaşkanımız için görev niteliği taşıdığını bildiğimiz için cemiyetlerimizin tespit, şikayet ve istemlerini federasyon olarak ortak bir rapora dönüştürdük.
Öncelikle cumhurbaşkanımızın ’’ En az üç çocuk!’’ emrini yerine getirdik. Endazeyi tutturamayıp üç- beş yapanlar oldu. Noktayı koyan koydu, koyamayan virgül aralıklarında.
Çocuklar büyüdü, serpildi. Okullu oldu. Çocuklarımız güle oynaya okula gitti. Sınavlara gülerek girdi. Sınavlardan gülerek çıktı. Bir kez olsun ‘’ Sınavım kötü geçti.’’ diyen olmadı. Ne zaman sınavlar açıklandı çocuklar ağlayarak geldi. Çocuğun sınavdan düşük almasından geçtik, ağlamasından geçtik öğretmen sınıf içinde örgüt kuruyormuş. Birkaç öğrenciye 100 veriyormuş, yüz alanları düşük alanlara güldürtüyormuş, alaycı alaycı baktırıp alay ettiriyormuş. Bu durum çocuklarımızın psikolojisini bozdu diyemiyorum, önce çocuk, ardından anası, babası. Aile saadetimizin tehlikede olduğunu görür görmez harekete geçme inancına sığındık. Toplum tehlikeye doğru gidiyor.
Ne zaman çocuklarımızla bırakın lafın belini kırmayı ‘’ Nasılsın?’’ bile diyemez olduk. Ya ödev yapıyordur, ya sınav çalışıyordur. Peki, çalışmalarının sonucunu alabiliyor mu? Öğretmenler vermiyor ki alsınlar. Sırf öğretmenler çocukların anne babalarıyla olan diyalogunu kesmek için eften püften ödev veriyor. Yaptıkları ödev ne notlarına yansıyor ne de çocuğun, ailesinin mutluluğuna bir nebze de olsa katkı sağlıyor.
Her çocuğun on öğretmeni var. Yedi çocuğu olan bir vatandaş Yetmiş öğretmenle mücadele etmek zorunda kalıyor. Yetmiş olsa iyi bunun yanında müdürü var, müdür yardımcısı var, Müdür başyardımcısı var. Okulun bekçisi, temizlikçisi var da var…
Malum sebepler gereği yurt sathında cemiyetlerimizi kurduk. Üst kat komşumuz …………..Hanım ÖĞRENCİ GÖZYAŞI SİLME DENEĞİ başkanı, Benim Hanım ‘’ ÖĞRENCİ TESELLİ NİNNİCİLER DERNEĞİ başkanı, mahalleden Dul Nebehat ÖĞRETMEN DEDİKODU TOPLAMA ÜRETME YAYMA DERNEĞİ başkanı, Avukat olan bacanağım ÖĞRETMENLERİN DÜŞÜNCESİNİ OKUMA FİŞLEME ŞİŞLEME DERNEĞİ başkanı,Kabadayı Ekrem ÖĞRERETMENLERE HATTİNİ BİLDİRME DERNEĞİ başkanı, kaynanam DIRDIR KAYNATMA DERNEĞİ başkanı, kaynanamın kaynanası TASAYI UNA BELEYENLER DERNEĞİ başkanı, görümcesi DUACILAR DERNEĞİ başkanı, kapıcımız mendil tutanlar derneği başkanı, ben deniz ÖĞRENCİKALKANI FEDERASYONU başkanı.
Federasyon olarak cemiyetlerimizden gelen dedikoduları eledik savurduk. Avukatımızın yoğun çaba ve derin bilgileri yardımı ile soyut delillere somut delil kılıfları ölçtük, biçtik, yamadık. Federasyonumuzun talepleri toplumumuzun yarı niteliğindedir.
TALEP VE ÖNERİLERİMİZ:
1- Öğrencilerimizin psikolojisini bozmak aile saadetimizi zedeleyerek toplumumuzun geleceğini uçuruma yuvarlamaya çalışan öğretmenlerin görevine men, vatandaşlık haklarının elinden alınması, vatan haini olarak ilan edilmesi.
2- Öğretmenlerin maaşından derneğimizin giderlerini karşılamak üzere fon kesintisi uygulanması
3- Dernek üyelerimizin çalışmalarının dikkate alınarak iş ve zaman kaybının kıdem tazminatlarına yansıtılması
4- Öğretmenlerin sınav yapma yetkisinin ellerinden alınması, öğretmenlerin sınava tabi tutulması.
5- Öğretmenleri değerlendirme yetkisinin veli üzerine bırakılarak öğretmenle veliyi karşı karşıya getirilmesinin önüne geçilmesi, değerlendirme yetkisinin bakanlığa devri
6- Öğrenci değerlendirme notu olarak % 15 öğretmenin aldığı not, % 40 babasının verdiği not, % 45 annesinin verdiği not. ( Bilimsel araştırmalar sonucu bir çocuğu annesinden iyi hiç kimse tanıyamaz, hiç kimse annesinden iyi değerlendiremez.)
7- Öğretmen öğrenci ev ziyareti uygulamasına derhal son verilmesi
8- Öğrenci öğretmen ev ziyareti uygulamasının ivedilikle başlaması
9- ‘’ Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.’’ sözünün millileştirilmesi
10- Bir harf öğretene köleliğin kaldırılması
11- ‘’ Haydi kızlar okula’’ kampanyasının durdurulması, ‘’ Kızları anasının dizinin dibinde oturtma ‘’ kampanyasının başlatılması
12- İŞKUR’un kızlara koca bulma, kocalara yardım kuruluşuna dönüştürülmesi
13- Velilere eğitmenlik, denetmenlik sertifikası verilmesi öğretmenlerin ek ders ücretinin kesilmesi, velilere denetmenlik ücreti ödenmesi.
14- Velilerin öğretmenlere karşı işlediği her türlü şiddet, cebir ve eylemin cezai müeyyiden muaf tutulması,
15- Çocuklarımızın geleceği için her güne bir saatlik dua dersinin konulması
iMZA:
ÖĞRENCİ GÖZYAŞI SİLME DENEĞİ
Bşk
ÖĞRENCİ TESELLİ NİNNİCİLER DERNEĞİ
Bşk. .
ÖĞRETMEN DEDİKODU TOPLAMA ÜRETME YAYMA DERNEĞİ
Bşk.
ÖĞRETMENLERİN DÜŞÜNCESİNİ OKUMA FİŞLEME ŞİŞLEME DERNEĞİ
Bşk.
GÖZYAŞI SİLENLER DERNEĞİ
Bşk
KAYGIYI UNA BELEYENLER DERNEĞİ
Bşk. DIRDIR KAYNATMA DERNEĞİ.
Bşk
MENDİL TUTANLAR DERNEĞİ
Bşk
DUACILAR DERNEĞİ
Bşk.
ÖĞKALDER FEDERASYONU
Bşk.
Sunucu bir meclise bağlanıyor, bir sokağa.
‘’Sayın seyirciler, her zaman olduğu gibi bir provokatör 147 Uygulamasını bulanı suçlama densizliğinde bulundu. Şimdi 147 Uygulamayışısın bağlanıyoruz.’’
147 uygulamacısının yaptığı açıklama şaşkınlığından şaşkın ‘’ Ben kuyuya bakar geçerler dediydim, ben nereden bilecektim kuyuya taş atacaklarını.’’
Akil adamlar devreye giriyor ‘’ Kuyunun dibinde nitel aranmaz. Nicele kulak vermek gerekir.’’
Sunucu ömründe yapmadığı sunuculuğu tadıyor, heyecan dorukta. ‘’ Sayın seyirciler, ÖĞKALDER’İN üye sayısı bütün sivil toplum örgütlerin üye sayısından kat kat fazla..
Meclis çatısı altında, basında yeni bir gündem konusu ‘’ Nicel mi, Nitel mi?’’
Sadece tek bir kanalda küçük puntolarla alt yazı '' Öğretmenler çare arayışında. ÖĞRETMEN YARDIMLAŞMA DERNEĞİ kurarak öğrencilerin kağıdının nerelerine ne not verilebilir fikir alış veriş peşinde.''
Aynı kanalda ikinci bir alt yazı ''' Öğretmenler yeni bir dernek kurdu, YANDIM ANAM YANDIM DERNEĞİ.''
Diğer tüm kanallarda ÖĞKALDER'İN öğretmenlere karşı yeni bestesi çalıyor:
Yananı Allah görür
Allah, Allah maşallah
İşler daha iyiye gider
İnşallah, in in, inşallah,
Milli eğitim bakanlığı yeni müfredatta değişiklik çabasında. Bakanlar Kurulu KHK çıkartmanın telaşında.
Basın duyurma çabasında. Basının nicelliği de niceli doğrular boyutta.
BAŞIBOŞ GEZENLERİN PLAKASI
Yusuf ailenin tek çocuğu, tek derdi. Yusuf, Yusuf, Yusuf…
Annesinin Yusuf’u okula bırakıp eve dönmesi an meselesi. Hep çağrılıyordu annesi okula. Yusuf ya arkadaşlarından dayak yemişti ya arkadaşları Yusuf’tan dayak yemişti.
Sebep ne olursa olsun çağrılıyordu annesi. Sebep ne olursa olsun Yusuf hep haklıydı, ‘’ Ama anne, arkadaşlarım çantamdan beslenmemi almış yerine ot koymuştu. Bir de ‘’ Eşekler ot yer; salam, sucuk yemez’’ dedi. Sen olsan dövmez misin anne?’’ diyordu. ‘’ Döverdim. ‘diyemiyordu annesi.
Yusuf’un annesi haftanın tek günleri okulda, çift günleri hastanede, psikologda. Boş zamanlarında mutfakta. Geri kalan zamanlarında Yusuf’u dinlemede, Yusuf’a nasihatler vermede.
Baba işte güçte. Kendi derdinde. Olan bitenler karşısında kullandığı tek bir cümle. Cümle yalın, cümle kısa. Cümle kolay anlaşılır. Hanımına ‘’ Sen ne yapacağını bilirsin, sen doğru olanı yapmışsın.’’
Yine her zamanki gibi eve ağlayarak gelmişti Yusuf. Bu ağlaması farklıydı, susmak bilmiyordu. Mahcup değildi.
Annesi soruyor da soruyordu, ‘’ Yine kimden dayak yedin, ne ceza aldın? Yusuf ‘’ Param’’’ diyor başka bir şey demiyordu.
Annesi ’’ Paranı mı çaldırdın?’’ diyor, Yusuf ‘’ Keşke…’’ diyor. Annesi ‘’ Düşürdün mü?’’ diyor, Yusuf ‘’ Keşke…’’ diyor. Annesi kızdıkça kızıyor ‘’ Çıldırtma, o zaman; söyle, parana ne oldu?’’
Yusuf ‘’ Cezamı ödedim’’ diyor. Annesi şaşkın. Öğrencinin para cezası mı olurdu? Cezalardan duymadığı kalmamıştı. Para cezasını ilk defa duyuyordu. Soruyordu ‘’ Ne cezası?’’ Yusuf ‘’ Kırmızı ışık.’’ diyordu. Annesi ‘’ Hangi kırmızı ışık?’’ Yusuf ‘’ Okulun önünde karşıya geçtiğimiz kırmızı ışık. ‘’ diyordu. Annesi ‘’ Ne yaptın kırmızı ışığa?’’ diyordu. Yusuf ‘’ Bir şey yapmadım, sadece karşıya geçtim.’’ diyordu. Annesi ‘’ Sadece kırmızı ışıkta geçen arabaların plakasına ceza yazılır, senin plakan mı var?’’ dediğinde Yusuf ‘’ Anne önce plaka taktılar sonra ceza yazdılar.’’ deyip ardını döndü. Doğruydu ardına plaka takılmıştı, plakada ‘’ 686 YUSUF’’ yazılıydı.
Baba eve geldi, öğrendi olan biteni. Baba ilk defa uzun bir cümle daha doğrusu cümleler kurdu.’’ Oğlumun plakası okul numarası. Acaba ne yaptığına şeytanın bile aklının ermediği kişilerin, sokaklarda başıboş gezen eşeklerin plakası kaçtı? Plakalarına ceza yazılmış mıydı?.
DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ
Demokrasi… Özgürlük… Söyleyişi bile okşuyor insanın gönlünü tıpkı insanın birinden ‘’ Seni seviyorum.’’ sözünü duyması gibi…
Ozanlar değil midir en güzel sevgi sözünü söyleyenler? Ozanlar değil midir en güzel değerlere gönül verenler? İşte, ozan dememiş miydi ‘’Adını dağlara, taşlara yazarım/ Hey özgürlük! ’’
15 Temmuz gecesinde inlemişti dağ taş ‘’ Özgürlük’’’ sesiyle. Caddeler dolmuş taşmıştı. Gündüz boşalmış, geceler bir daha bir daha dolmuş taşmıştı. Bir başkaydı özgürlüğün sesi gecelerin yelinde, bir başkaydı yıldızların altında. Her gece, katlandıkça katlanıyordu tadı, kokusu. Mırıldayan her dudakta aynı terennüm’’ Hey özgürlük’’ Kaybedilişinde anlaşılan bir değer gibi 15 Temmuz’un kertiğinde katlandıkça katlanıyordu değeri.
Yarınlara bu duyguyu en iyi ben anlatmalıydım. Yarınlara, çocuklarıma, torunlarıma… İyi de nasıl anlatmalıydım? Belki de bugünden başlamalıydım anlatmaya.
Anlatacaktım anlatmaya, fırsat verse ikizim. Atılıyor lafa ‘’ Hangi saniye benden ayrı idin? ’’ Benden yanıt yok. Sorular diziliyor ‘’ Anlatacaksak birlikte anlatacağız. Ben yok, biz var. Biz demek; birlik demek. Birlik demek; güç demek, başarı demek.’’ Susmak bilmiyor. Veriyorum kalemi eline. Yazıyor, siliyorum. Alıyorum kalemi elime yazıyorum, siliyor…
Olmuyor, olmuyor. İçimden bir ses ‘’ Öykü öyle yazılmaz. ’diyor. Gözlerim ışılıyor. Birden öğretmenimin ‘’ Yazdıklarınızı içten yazınız, içten yazmak için içinizdeki sese kulak verin.’’ sözü çınlıyor kulaklarımda. Oldu bu iş. İçimden, ses geldi. Kendimi teslim ettim içimin sesine. Söylediklerini yazmaya, yazdıklarını okumaya başladım.
Aman Allah’ım, o da ne? Ben yaşlanmışım. Saçlar beyaz, gözde gözlük. Bel kambur, elde baston. Tekrarlıyorum aynı sözü ‘’ Dünyaya gözümü yummadan, toprağı öpeceğim.Çeşmeden bir su içeceğim. Köyümün derelerinde ayağımı serinleteceğim. Torunum soruyor ‘’ Toprak ne, çeşme ne? Dere ne? ’’ Ben ‘’ iniş takımlarınızı takının yerküre iniyoruz.’’ diyorum. ‘’ Takımlarımıza …..koordinatlarını yükleyin’’ diyorum. ‘’ Hazır! Butona basın.’’ diyorum.
Butona basılmış, inmişiz odak koordinata. Kanatlar katlanmış, ayağımız yere basmış. Karşımızda bir yazı ‘’ DEMOKRASİ - ÖZGÜRLÜK PARK VE MÜZESİ’’ Yaklaşıyoruz kapıya. Bir ses ‘’ Lütfen, butona basınız.’’ Benim torun hem çevik, hem meraklı, çoktan basmış bile butona. Yine bir ses ‘’ DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK PARK VE MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ.’’ Bir ses daha ‘’ Lütfen, butona basınız. ‘’ Butonum, torun; ben bir şey demeden hallediyor. Bir kapı açılıyor. Köhne bir kamyon, direksiyonda siyah ferace içinde yaşlı bir kadın. Bir ses ‘’ Lütfen butona basınız.’’ Butona basılır basılmaz başlıyor kadın şoför konuşmaya ‘’ Ben Şerife Boz, 15 Temmuz demokrasinin son virajında, direksiyona el atan.
Yeni buton yeni kapı, Askeri üniformalı ‘’ Ben, Ömer Halis DEMİR, ben o gün ölümden korksaydım, o gün ölmeseydim bir başka gün yine ölecektim. Ben o gece öldüm, binlercesi ölmesin diye. O gece öldüm özgürlüğün tadı kadran olmasın diye. Aslında ben ölümsüzlüğe adım attım o gece…
Buton, bir kapı daha. Tank. Tankın altında bakışları ışık saçan biri ‘’ Ben, Metin Doğan. Bir hiç uğruna ölmektense vatan uğruna ölmeyi tatmak istedim o gece. Binlercesine ışık, binlercesine yol oldum o gece.
Erol OLCAK, Abdullah OLÇAK ‘’ Vatan sevgisi evlat sevgisi, vatan sevgisi baba sevgisi.’’ diyor baba- oğul.
Yeni müzeler, yeni kapılar. Vatanı yoktan var edenler: Anafartalar Komutanı, Seyit Onbaşı, Meçhul Askerler…
Nene Hatunlar, Hasan Tahsinler, Sütçü İmamlar, Karayılanlar…
İyi ki butonlar var. Yoksa torun ‘’ O ne, bu ne? ’’ diye diye kalan iki tel saçtan edecekti.
Parkın çıkışında yeni bir müze daha. Bu defa butonlar yok. Torun soruyor ben cevaplıyorum ‘’ Bu, kitap insanlar yıllar önce kâğıtlara yazardı. Bu, araba. İnsanlar yıllar önce sadece karada yaşardı. Bir yerden bir yere araba ile giderdi.
Torun sordukça soruyor ‘’ İnsanlar niye şehit, niye gazi oluyordu? ’’ Ben anlatıyorum ‘’ insanlar yaşam alanlarının sadece toprak olduğunu sanıyordu. O nedenle güçlü olan güçsüzün toprağını alma sevdasındaydı. Vatanı uğruna ölmeyi göze alan koruyabiliyordu vatanını tıpkı Çanakkale’de, Sakarya’da olduğu gibi 15 Temmuz’da olduğu gibi. Torun soruyor ‘’ İyi mi ettiler? ’’ ‘’ İyi ettiler tabi ki taşımış olduğumuz Y1 Belgesi onların sayesinde. Bu gün sadece G1Belgesi taşıyanlar vatanı olmayan sadece gökte barınma hakkı elde edenler. Onlar da G1 Belgesi olanlara her yönden bağlı, hakları kısıtlı.
Torun sordukça ben şakıyorum. Nerdeyse ihtiyarlığımı unutup periler gibi hünerler sergileyeceğim.
Torunun son sorusu yetişti imdadıma ‘’ İnsanlar yaşamayı, yaşatmayı bilmiyor muydu? Tek öğrendikleri birbirlerini öldürmek miydi? ’’ Susmuştum..
Ben sustum ikizim girdi devreye ‘’ Ne yazık ki insanoğlunun ‘’Demokrasi ve Özgürlük’’ ü keşfi, uzayın keşfinden fazla zaman aldı.
İkizimden geri kalamazdım, cesaretimi topladım son sözü ben söyledim. ‘’ Demokrasi özgürlük volkanların suskun hali. Uyum hali. Bir yer değiştirirse katmanlar, Yerkür’ün, Uzobir’ün cehennem hali.
SİFONU ÇEKTİM
Her anne bir Karatay… ‘’Çocuğuma ne yedireceğimi, nasıl yedireceğimi en iyi ben bilirim! ’’ diyor. ‘’ Tabağına ne koyarsam onu yer, hele bir yemesin! .. Açarsın ağzını, tıkarsın lokmayı ağzına, kaşığın sapı ile tulum peyniri basar gibi basarsın. Lokma nimettir, çocuğum yemedi diye lokmayı çöpe döken kadınlar var ya kadınlar hiç mi hiç Allah korkusu yok. Afrika’da, Somali ‘de milyonlarca çocuk açlıktan ölürken biz de milyonlarca ton yiyecek çöpe gidiyor. Yazık, Yazık! ’’ Allah sizi inandırsın daha tek lokmayı çöpe atmadım, kurban olduğum Allahım attırmasın.’’ diyor.
Her anne- baba bir Cüceloğlu… Kimi baba ‘’ Çocuğa nasıl yaklaşılır en iyi ben bilirim, testten başını kaldırdı mı basarsın sopayı. Bak bakayım bir daha kaldırıyor mu?
Kimi anne ‘’ Çocuk çalışırken işi gücü bırakacaksın. Çamaşır, bulaşık bekler. Çocuk beklemeye gelmez. Çocuğun başında nöbet tutacaksın, elin ensesinde olacak. Başını kaldırdı mı elin ensesinde olacak. Nefes aldırmayacaksın. Nefes aldırmayacaksın ki okuduğunu sindirirsin. Bir nefes aldı mı bütün okudukları uçar gider. Çocuk öküzün trene baktığı gibi bakar kalır ardından…’’ diyor.
Oldum olası derslerden anlamam. Testlerden hiç mi hiç anlamam. Tek tutkum futbol. Bir de vurdulu kırdılı filmler, az da olsa polisiye romanlar… Bunları annene gel de anlat. Anlatamadım tabi ki. Bir anlaşma imzaladım annemle. Anlaşmayı rızamla imzaladım dersem haşa yukarda Allah var, çarpar. Anlaşmayı mecburiyetten imzaladım. On teste karşılık bir sayfa roman okuyabilecek, yüz testte karşı bir saat top oynayabilecektim. On test, yüz test kolay. Topu toputopu yüz harfi yuvarlak içerisine alacaksın. Gel gelelim topu nasıl oynayacaksın? Diyeceksiniz, tutkusu olan biri top oynamayı niye dert edinir? Okuldan 3.00’te çıkıyorsun, eve gelişin 3.30. Üzerini değiştirdin, yemeğini yedin saat oldu 4.30. Yüz test çözdün oldu saat 6.30.. 6.30’da hava kararmış, sokaklar boşalmış, topu kiminle oynayacaksın.
Kendi kendime dedim ki ‘’ Testi, fazlası ile çöz, top oynamayı hafta sonuna kaydır, hafta içi haklarını da ekle üstüne, hafta sonu iki gün doya doya top oyna.’’
Okuldan eve geliyorum, geçiyorum testin başına. Dikiliyor annem başıma. Sorulara bakıyorum, sorular bana bakıyor. İşin garibi ben soruları görüyorum, sorular beni görmüyor.
Önce soruyu okurmuş gibi yapıyorum, sonra başlıyorum düşünmeye, bir yandan düşünüyorum, bir yandan her satırın altını iyicene çiziyorum. Arkadaşlar öyle yapıyordu. İyi kötü sekiz senede sekiz harf öğrenmiştim. A, B, C, D, öğrendiğim harfler arasındaydı. Düşünmeyi sindirdikten sonra gözüme kestirdiğim harfi dairenin içine alıyorum. Annem başlıyor saymaya, ‘’ Bir’’ Ben daire içine alıyorum annem ‘’ İki’’, ben daire içine alıyorum annem sayıyor ‘’ Üç, dört…….., doksan dokuz…’’ Çoğu kez yüz demeden uyumuş kalmıştır.
Ben test çözdükçe daha doğrusu çözer gibi yaptıkça annem kendini kaptırıyor. Test çözer gibi yaptıkça dedim, ben asla yalan söylemem, yalan söyleyenden hoşlanmam. Bu huyumdan değil mi sınıfta çok az arkadaşım oluşu.
Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Her daire içine aldığım cevap şıkkı annemde rakip takımın kalesine atılan bir gol sevinci. Test çözme oyunu nerdeyse bana top oynamayı unutturdu unutturulacak. Ben çözdükçe annem gaza geliyor ‘’Yatmadan önce on test daha çöz, aklında kalır.’’ Sabah kalkıyorum ‘’ Dur, yüzünü yıkamadan on soru çöz! ‘’ Sofraya oturacağım ‘’Oturma, on test çöz, iştahın açılır! Sıkışmışım tuvalete gideceğim ‘’Dur, sık dişini, on test çöz, dirayetini arttırır! ’’ Tuvaletten çıkıyorum ‘’ Ara verme, araya soğukluk girmesin hemen on test çöz! ’’
On test yatak duam, on test, iştah açıcım, on test isal sökücüm, on test yemek üstü sindirim kolaylaştırıcı meşrubatım, bol köpük ayranım. On test hayatım.
On test annemin sevinci. Annemin övünç kaynağı. Komşularımıza nasıl hava atar bir bilseniz ‘’ Benim oğlan var ya, benim oğlan, on test çözmeden yatağa girmez, benim oğlan var ya benim oğlan, on test çözmeden sofraya oturmaz. Benim oğlan var ya, benim oğlan on test çözmeden tuvalete gitmez. Benim oğlan on test çözmeden tuvaletten çıkmaz.
Annemin test sevinci birinci TEOG sınavına kadar katlayarak sürdü. Allahtan TEOG sınavı çabuk geliyor yoksa annemin mahallede tek dostu kalmayacaktı, anemi yolda sokakta kim görse yolunu değiştirdi ‘’ Şimdi yine başlayacak, oğlum var ya oğlum, diye.’’ diyerek.
TEOG sınavında annemin yerini kafesinden fırlayacak bir aslan aldı. Annelik dürtüsü olmasa beni tek pençede parçalayacaktı, ben TEOG’ta sıfır almıştım. Annemin ilk sözü ‘’ Bunu bana nasıl yaparsın? ’’ Beni derin bir düşünce aldı TEOG’a niçin girmiştim, anneme bir şey yapmak için mi? Cevabını bulamadım, anneme verilecek cevabı buldum. Bülbül gibi şakıdım’’ Canım annem, cicim annem, vallah billah sınav başlamadan öncede yüz test çözmüştüm, hepsi de doğru idi. Sınav başlamadan önce bir sıkıştım bir sıkıştım, koşa koşa tuvalete gittim. Tuvalete zor yetiştim. Sınava geç kalmamak için bir yandan pantolonumu çektim bir yandan sifonu. Sifonu çektim, bütün cevaplar uçup itmiş. Sınava girdiğimde hiçbir şık gözükmüyordu, soruda A, B, C, D var, cevap anahtarında küçük küçük kutucuklar var, o koca soruları ben küçücük kutucuklara nasıl sığdırılacağını bilemedim. Söz, yarın ben o sifonu kırarım. ’dedim. Annem ‘’ Sen sifonu kırmadan ben kafanı kıracağım.’’ dedi demesine. Tabi ki kırmadı, kırsaydı ikinci TEOG sınavından nasıl sıfır alacaktım?
VİCDANIMIZ NE DİYOR ACABA
Gülçin, sekizinci sınıf öğrencisi. Gülçin, okul öncesi yedi yılını, okul dönemi sekiz yılını babasının görevi nedeniyle sürekli değişik kasabalarda, değişik ilçelerde geçirdi. Kurulan arkadaşlık ilişkileri… Yıkılan arkadaşlık ilişkileri… Sürekli yeni ortamlara alışma mücadelesi…
Gülçin, evin tek kızı. Babasının, annesinin gözbebeği. Annesinin, babasının gelecek umudu. Gülçin’nin yedi yıllık süreçte gösterdiği başarı, annesinin babasının umudunu arttırdıkça arttırdı.
Gülçin’nin babasının tayini, İstanbul’a çıkmıştı. Gülçin, ilk defa eski arkadaşlarından ayrıldığına üzülmemişti. Babasının tayini İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul; ‘’ her gün filmlerde izlediği İstanbul. Her gün haberlerde izlediği İstanbul.’’ İstanbul’u tanıyacak, İstanbul’da yeni yeni arkadaşlıklar edinecekti. İstanbullu olacaktı.
Gülçin, İstanbul’da, yeni sınıfına başladı. Birinci gün uzaktan izledi sınıftaki yaşıtlarını. Yaşıtları, birbirleri ile şakalaşıyor, kahkahalar atıyor. Gülçin arkada sessiz..
İkinci gün, üçüncü gün, yaşıtlarında şakalar, kahkahalar…. Gülçin’de sessizlik…
Geçen günler, başlayan haftalar, sınıfta şakalar, kahkahalar… Gülçin’de içe kapanış, kahkahalardan kaçış….
İlerleyen haftalarda Gülçin’e sataşmalar… ‘’ Dilini yutmuş, espriden ne anlar? Mal. Köyden indim şehire...)
Sınıf, kahkaha makinesi... Gülçin hariç, otuz dokuz kişi, aynı anda gülebiliyor, çığlık atabiliyor. Her kahkahanın sonunda Gülçin’e Ferda’dan aşağılayıcı bir söz daha..
Gülçin, ilk ayın bitiminde Ferda’ya karşılık verdi. Bütün sınıfta bir kahkaha’’ Mallar ne zaman konuşmayı öğrenmiş? Gülçin, ‘’ Yeter! ’’ çığlığı ile birlikte elini Ferda’nın ağzına götürdü.
Gülçin, disiplinde. Gülçin’e uyarı.
Aylar ilerliyor. Sınavların birincileri bitiyor, ikinciler, üçüncüler… Sınıfta Kahkaha, Gülçin disiplinde..
Dönemin sonu geliyor. Gülçin’in karnesinde birler.. Annesinin, babasının hiç görmediği ‘’Bir’’ler… Annesinin, babasının hiç alışık olmadığı ‘’Bir’’ler…
Gülçin, sınıfta dışlanan, aşağılanan. Gülçin, evde aşağılanan…
Gülçin, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor. Gülçin, sınıfın eşkıyası. Gülçin, her gün disiplinde. Çantası sınıfta…
‘’Masal bu ya’’ olmayıp gerçek.
Bir gün Türkçe dersinde sınıftaki kahkahalar, bir an sessizliğe, şaşkınlığa bürünmüştü. Türkçe öğretmeni,‘’ Adalet’’ konulu yarışmaya Gülçin’in katılmasını istiyordu. İlk itiraz Gülçin’den geldi:
- Yarışmaya katılmak Ferda’nın hakkıdır öğretmenim.
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın…
Öğretmen, ‘’Dikkat ettiyseniz, Gülçin dedim.’’
Sınıf sessiz, sınıf şaşkın… Gülçin telaşlı.. Gülçin, saniyesinde üç ayda, beş ayda sınıfta olanları düşündü. Evde olanları düşündü. Yarışmaya katılmasa sınıfta olacakları düşündü, evde olacakları düşündü. Düşündü, düşünmek bile istemedi. Olacaklar korkutucuydu…
Gülçin, sessizce ‘’ Siz bilirsiniz, öğretmenim. ’diyebildi.
Gülçin, eve gider gitmez başladı yazmaya. Yazdı sildi, yazdı sildi.. Gülçin yazısını tamamladı, yattı. Gülçinin uykuları kaçtı. Uyandı, yazdıklarını sildi, yazdı… Uyudu. Uyandı, sildi yazdı... Uyumadı, sabaha kadar tekrar tekrar okudu. Yazısı tamamdı. İlk ders, ilk defa, Gülçin, sınıfa karşı, bir yazı okuyacaktı. Okuyacaktı hem de kendi yazdığı yazıyı.
Ertesi gün ilk ders, Gülçin yazısını okumaya başladı. Gülçin’in ilk cümlesinde – Vicdanımızın sesini dinliyor muyuz? - başlar öne eğilmeye başladı. Başlar öne eğildi, Gülçin okumasını sürdürdü. Beyinlerde bir yandan Gülçin’in okudukları, bir yandan vicdanların sesi yankılanıyordu. Vicdanların sesi arttıkça artıyordu. Artıyordu çünkü Gülçin okumasını bitirmişti.
Başlar ağırdan ağıra kalktı. Vicdanlar sesini alkışlara bıraktı. Alkış görülmemiş cinsten… Bir süre sonra alkışlar yerini sessizliğe bıraktı.
Gülçin, öğretmene; ‘’ Öğretmenim, yarışmaya katılmak Ferda arkadaşımızın hakkıydı, izin verirseniz yazıyı Ferda arkadaşımız adına gönderelim.’’
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın… Ferda’nın öne eğilen başında gözlerinden akan iki damla gözyaşı…
Sınıfın sessizliğini, öğretmenin bir cümlesi bozdu, ‘’ Neymiş? Adaleti önce vicdanımızda aramalıymışız.’’
YETER Kİ UMUT YİTİRİLMESİN
Türkçe dersinde sınıf beşer kişilik gruplara ayrılmıştı. Her gruba bir kitap verilmiş, her grup kendi arasında işbölümü yaparak bir sunum gerçekleştirecekti. Sunumun sonunda birinci gelen grup, kitapla ödüllendirilecek ayrıca en yüksek ders içi performans notu alacaktı. Grupta: I. Kişi kitabı temin edecek, II. - III. Kişi okuyup özetleyecek, IV.Kişi kitabı tanıtacaktı. V. Kişi ise kitapta en ilginç bulunan yeri dramatize edecekti. Hazırlık için bir hafta süre verilmişti.
Umut grubu, kendi arasında iş bölümü yapmış dramatize işini Umut’a vermişti. Sunumunu yapacakları kitabın adı: ‘’ Yeter ki Umut Yitirilmesin’’ di. Umut, sınıfın komedi dükkânı olarak anılırdı. Sınıfta, sınıfı güldürmek harici hiçbir etkinlikte yer almazdı. Bu görevi de seve seve almıştı. Diğer gruplar Umut nedeni ile ‘’Umut Grubu’nu şanslı görüyordu.
Bir haftanın sonunda, 4.ders Türkçe dersinde sunum başlamıştı. Umut Grubu panik içindeydi. İlk üç ders, sınıfta olan Umut 4. ders sınıfta yoktu. İlk dört grup sunumunu yapmış, sıra Umut Gurubu’na gelmişti. Öğretmenleri Umutsuz olarak sunumu yapmalarını istedi.
Grubun sözcüsü kitabı tanıttı.
II. Kişi özetledi. Özette: ‘’ Kitapta umut bir yıldıza benzetilmiş. Umudu kaybetmek ışığın söndüğüne inanmak ve karanlığa bürünmektir.’’ ifadesinden sonra III. Gurubun sözcüsü:
-‘’Sizin gibi mi? ’’ dedi.
II. Kişi:
- Merak etmeyin, kitapta o sorulara da cevap var. Kapanan her kapı, umuda açılmış yeni bir kapıdır.
II. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kapınız hepten kapalı.
Sınıf gülüyor, öğretmen devreye girip susturuyordu. Sınıf sakinleşince, Umut Gurubu’nun III. kişisi devreye girdi:
- 10 sayısının 3’e bölümünü ele alalım: Böldükçe bölünür. Umut onun gibidir. Böldükçe bölünebilen, çarptıkça çoğalabilen… Yeter ki bölebilelim, yeter ki çarpabilelim.
II. Gurubun sözcüsü:
- Onun için mi sizin Umut her an her yerde, dersin her anında… (Bu ders hariç)
Öğretmen yine devreye girdi: ‘’Arkadaşlar olayı tartışmaya dönüştürmeyelim, burada sadece sunumlarınızı yapacaksınız.’’
Sıra dramatize bölümüne geldi, Umut yok. Sınıf tempo tutup:
Umut, Umut, Umut
Korkak Umut, kaçak Umut
Ko-ko, koş, ka-ka, kaç
A-aa, avucunu ya- ya, yala
U- u umut, birinciliği u- u, unut
Grubun dört kişisi hükmen yenilgiyi kabul etmiş bir yandan üzüntü bir yandan Umut’a kızma duyguları içerisinde idi.
Öğretmen III. Gurubu tam birinci ilan edecekti ki kapı çalındı, Umut içeri girdi. Tüm sınıfta, alaycı bir bakış; gülümsemeler… Öğretmen sordu:
- Sen niçin zamanında gelmezsin? Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?
Umut:
- Öğretmenim, benim görevim: ‘’ Umutlar yitirilirse ne olur’’ onu göstermekti. Umutların yitirilmesi bundan güzel anlatılamaz ki… Burada 5 grup var, bir grup kazanacak 4 grup kaybedecekti ama hiç biri umudunu kaybetmeyecekti. Böyle bir durumda sadece bizim grup umudunu da kaybedecekti ve ben ömür boyu arkadaşlarımın sevgisini. Ben onu sergilemek istedim. Burada yarışmayı kaybetme durumunda, (ki kaybedersek) arkadaşlarımın sevgisini kaybetmeyeceğim. O duygu yeter bana. Karar sizin.
Öğretmenin şaşkınlığını gören Umut konuşmasını sürdürdü:
- Siz beni bugüne kadar dersi dinlemeyen, hiçbir etkinliğini yapmayan, dersten kaçan olarak tanıdınız. Artık o ben, ben değilim. Ben bugünden sonra yeni bir benim. Umuttan umuda koşan, Umut. Yılmayan, umuda doymayan Umut. Bu konuşmamı bizim grubu birinci yapmanız için yapmıyorum, artık küçük hedeflerin sadece büyük umutlara bir basamak olduğunu biliyorum. Ben o basamağı çoktan geçtim. Öğretmen şaşkınlık içerisinde: ‘’Bu büyük değişim kararının sebebi nedir? ’’ diye sorduğunda:
Umut:
- Öğretmenim, kitapta depremde göçük altında kalan bir çocuğun bir ömür değil, bir gün değil, sadece bir dakika daha fazla yaşama umudu ile 17 gün nasıl çığlık attığı ve 17 gün sonra göçük altından çıkınca hayata nasıl dört elle sarıldığı yüreğimi parçaladı, rüyalarıma girdi. Eşini kaybeden birinin, eşinin öldüğünü bir daha geri gelmeyeceğini bile bile çocuklarına her gün; ‘’akşama babanız gelecek’’ demesi, her kapı çalışta gelecek umudu ile kapıyı açması… Çocuklarını babasızlık duygusundan uzak büyütmesi… Kendisini yalnızlık duygusundan uzak büyütmesi… Son cümle aldı götürdü öğretmeni farklı dünyalara.. Yanağında iki damla yaş belirdi.
Umut konuşmasını sürdürdü:
- Bugün hiç farkına varmadığımız bayrağın, okullara gelip gitmenin, yıllar önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında bir tek umut ışığı ile nasıl dalga dalga büyüdüğü, bugünlere gelindiği anlatılmış. Annem babam, benden vatanı kurtarmamı istemiyor. Göçük altından çıkmamı istemiyor. Karnemde ‘’bir tek beş’’ görmek istiyorlar ve ben onu gösteremedim. Düşündüğümde bir tek beş almayı başarabileceğime inandım, bir de öğretmenlerimden ‘’bir tek’’inin sevgisini kazanabileceğimi. Okuduğum kitap bana bunu gösterdi ayrıca ‘’bir tek’lerden koskoca bir dünyanın oluşabileceğini…
- Öğretmen:
‘’ O, bir tek öğretmen, ben oldum şimdi ve ‘’bir tek beş’’i veren öğretmen.’’ ‘’ Sen çoğulların peşinde koş şimdi.’’ dedikten sonra sınıfa dönerek:’ Ne dersiniz arkadaşlar, Umut çoğulları yakalayabilir mi sizce? ‘’ Umut gibi olanlar çoktan farklı dünyalarda arıyordu kendilerini, bu soru sanki paraşütle sınıfa inmelerini sağlamış gibi hayal dünyasından alıp çekmişti. Bütün sınıf, birincilik beklentisine kapılan III. Grup da dahil: ‘’Umut! Umut! Umut! diye alkışlıyordu.
o gün, belki de hiç sönmeyecek bir ‘’Umut Fitili’’ ateşlenmişti.
ANIRMALARINA AZ KALDI
Öğretmen eğitim diyor da başka bir şey demiyor. Eğitim, eğitim…
Öğretmene çaktırmadan bakıyorum sözlüğe. Sözlükte ‘’ Eğitim öğrenilen bilgilerin davranışa dönüşmesi.’’ diyor.
Kulağım öğretmende, gözüm arkadaşların davranışında. Arkadaşların bir kısmının elleri bağlı ayakları tepiniyor, bir kısmının ayakları bağlı elleri tepiniyor. Bir kısmı kulaklarını sallıyor. Bir kısmının ağızları bir karış açık. Say dişlerini sayabilirsen. Katlan ağız kokularına katlanabilirsen
Kim veriyordu bu eğitimi bize? Beynimde cevapsız sorular, öğretmende bitmeyen eğitim tekrarı ‘’ Eğitim evde başlar.’’
Bu davranışların eğitimini evde mi alıyorduk? Hayır, hayır olamaz. Hangimiz gördük babamızın tepindiğini, sabahtan akşama el kol salladığını. Çoğumuzun annesinin eli bulaşıktan çıkmıyor. Çoğumuzun babası elindeki yağın eldiven gibi elini kapladığını görmeye fırsatı olmuyor. Alnındaki teri silmeye vakit bulamıyor.
Sorular, Sorular…
B u defa sorular kafamda yer edinmeden öğretmen doğru söylüyor dedim. Öğretmen kazanılan davranışlar kolay kolay değiştirilemez.’’ derken arkadaşların davranışlarının bir yıl, bir yıl öncesi geldi gözümün önüne. Hiçbir değişiklik yoktu. Peki, verilen bir yıl, bir yıl eğitim nereye gitti? Çık çıkabilirsen işin içinden. Soru üstüne soru. Yanımdaki arkadaşın kâğıttan boru yapıp sınıfın en ön sırasına kâğıt parçasını üflemesi. Soru muydu, bir sorunun cevabı mıydı?
Sorular, sorular…
Öğretmenin bitmeyen eğitim tekrarı…
‘’Eğitilemeyen çocuk yoktur. Eğitilmeyen çocuk vardır.’’ Sorular, sorular… Eğitilemeyen çocuk muyduk, eğitilmeyen çocuk muyduk?
Öğretmen devam ediyor '' Bir de eğitim gördüğü halde eğitimden nasibini alamayanlar var.'' Öğretmen yine mi doğru söylemişti? Kafa sallayanlar eğitimden nasibini alamayanlar mıydı?
Öğretmenin çabası neydi? O başlı başına bir soru.‘’Eğitim evde başlar.’’ ‘’ Anne baba çocuğunu okula gönderirken ‘’ Saldım çayıra Mevla’m kayıra’’ dediyse çocuk etrafını yeşil görmeye başlar. Başlar defterinin, kitabının sayfalarını yırtıp dişlemeye.’’ Öğretmen bu defa da doğru mu söylemişti üç beş arkadaşın elinde yırtılmış kâğıt parçası...
Sorular, sorular..
Sorular dolup taşmış olmalı ki ben bile şaşırdım ağzımdan çıkan söze ‘’ Ama öğretmenim onlar anırmıyor! ’’
Öğretmen ‘’ Pek yakındır anırmaları. Anne babaları dizginleri bıraktığı an, omuzlarına ilk yük yüklendiği an başlarlar anırmaya.’’
Beynimde oluşan soruları tek bir soru susturmuştu ‘’ Yüklenen yük mü olmalıydık, yükün yükleneni, yükün taşıyıcısı mı olmalıydık? ’’
SINIFIN EN GÜZEL KIZI
Sınıfın en güzel kızı bendim daha düne kadar. Daha düne kadar...
Daha düne kadar...
Daha düne kadar sınıfın en güzel kızı bendim. Meğer güzelliğim beni ayakta tutan eğrelti bir direkmiş. Daha dün kırıldı, kırıldı. Çöktü bedenim.
Daha düne kadar ne kulağım öğretmende ne gözüm bir başkasının güzelliğinde. Varsa yoksa güzelliğim. Ellerim saçlarımda. Saçlarımın her dalgası taşıyor beni ordan ora. Ben bazen okyanuslarda tekne... Bazen bulutların üzerinde martı... Saçımın her teli ayrı bir dünya.
Daha düne kadar arkadaşların elinde kalem, defter hepsi hepsi bana bir oyuncak gözüküyordu.
Daha düne kadar her kimin elinde kalem, defter görsem gülerdim onlara. Derdim '' Ne kadar komikler.''
Daha düne kadar gözüm her kimin yüzüne takılsa derdim '' Ne kadar da çirkin surat.'' Hele ellerindeki kalem bir kat daha eklerdi çirkinliklerine bir çirkinlik.
Bilmezmişim daha düne kadar komik olanın ben olduğumu, ne kadar komik olduğumu. Bilmezmişim çirkin olanın ben olduğumu, ne kadar çirkin olduğumu...
Daha dün düştü yüzümdeki maske. Aynalar bana düşman, ben aynalara. Güzelliğime düşman, güzelliğim bana. Nasıl düşman olmam güzelliğim bıraktı beni perperişan...
Daha dün, daha dün sınıfta en çirkin dediğim kız ilk cümlesini okumaya başladığında '' İçimdeki ses'' İçimdeki güzellik'' bütün bakışların odağı.Her '' İçimdeki güzellik'' deyişinde yanağında güller açıyor, allı pembeli... Hayran olmamak elde değil. Bakan dönüp bir daha bakıyor. Ben hep...
'' İçimdeki ses'' diyorum içimde '' Çıt'' yok. ''İçimdeki güzellik diyorum içimde hiç bir seda yok.
Aynaya bakıyorum yüzümde güzelliğimden eser yok. Patlıcan gibi bir surat..
Aynayı kırdım.
Saçlarımı yoldum tel tel.
Gittikçe, gittikçe daha da çirkinleşiyordum
Kalemle göz göze geldim. Sanki '' Çare bende'' diyordu kalem.
Çare olabilecek miydi derdime kalem? Süsleyebilecek miydi içimi dışımı?
İçimde bir tek, bir tek dalgınlığımı fırsat bilip içime yerleşen '' Can çıkmamış bedenden umut çıkmaz.'' atasözü yer edinmiş.
İmdadıma yetişti kalem yazabildim ilk cümlemi'' Can çıkmamış bedenden umut çıkmaz.''
BURDAYIM ÖĞRETMENİM!
İlk defa okuldan eve yorgun dönüyordum. Omuzlarımda bedenimin kaldıramadığı, bedenimin taşıyamadığı yorgunluk. Sanki ben okuldan eve dönen okul öğrencisi değil. Ben bir savaş kaçkını, savaş yorgunu. Ben hüzünlü, ben boynu bükük...
Kapıyı çalan ben değil, bir sığınmacı. Kapıyı açan annem şaşkın... Sorular peş peşe... '' Oğlum, bu ne hal? '' Oğlum, arkadaşlarınla kavga mı ettin? '' '' Oğlum; bir şeyini mi kaybettin? '' Neyimi kaybedebilirdim ki kitaplarım, defterlerim dersen çantamda. Hem nasıl kaybolsunlar. Çantamı bir evde kitaplarımı, defterlerimi koyarken açarım, bir çıkartırken. Annemin soruları bitmiyor. Annemin her sorusuna bir '' Cık, cık! '' sözcüğü ile cevap veriyorum. Ne annemin sorusu bitiyor ne benim '' Cık, Cık! '' lar. İçimdeki ses '' Başım ağrıyor anne'' de kurtulursun diyor. '' Başım ağrıyor anne'' dememle annemin yüzünde bir gülümseme, elinde bir ağrı kesici '' Ben senin üzüntüne dayanamam.'' diyor. İçimdeki ses '' Duy, duy! '' diyor. '' Sen anneni üzmeye dayanıyorsun.'' diyor.
Hap dilimin altında, girdim odama.Tükürüp attım pencereden. Pencereyi kapadım, odamın kapısını kapadım, halimi gören duyan olmasın dercesine. Bedenimin bir yerlerinde bir pencere açık olmalı. İçimdeki ses kafasını çıkartıp çıkartıp '' Söylesene annene yarın okula gitmeyeceğim diye'' Yok, söyleyemem. '' O zaman öğretmene ödev yapmadım de'' Yok, yok diyemem. Öğretmen ne demişti? '' Ödevini yapmayan yarın okula gelmesin.'' İlk defa içimdeki sese başkaldırdım '' Ödevimi yapacağım, okula da gideceğim.'' İçimdeki ses birden sustu. Sustu, alışkın değildi kaybetmeye.
'' Ödevimi yapacağım, okula da gideceğim.'' Yazmaya başladım. Yazdığım ilk cümle öğretmenin söylediği cümle '' Yazdığınız cümleleri öyle yazmalısınız ki sözcüklerin arasına hiç bir sözcük girmeye cesaret edemesin.'' Ben düşünüyorum. Yazacağım sözcükler havada uçuşuyor. Bir yanda uçuşan sözcükler bir yanda öğretmenin cümleleri. '' Öğrendiğiniz kavramları düşünün, onları cümleye dönüştürün.'' ''Deyimlerden, atasözlerinden yardım alın...''
Deyim, deyim. Daha bugün öğrenmiştik '' Kulağından çekmek.'' Uçuşan sözcüklerden ilkinin '' Barış'' kulağını çekip yerleştiriyorum cümlemin başına. '' Savaş'' çekiyorum kulağından yerleştiriyorum kağıdın ortasına.
İlk cümleyi yazıyorum '' Ortalık savaş meydanı, elimde defter kalem.
İkinci cümlemi yazıyorum '' Amcamın adı Barış.''
Deyimler, deyimler... Deyimler yetişiyor imdadıma '' Dam başında saksağan'' Bir baltaya sap olmak''
Yazıyorum üçüncü cümleyi '' Dam başında saksağan elinde kazması. Boyundan büyük kazmanın sapı. Saksağan kazmayı kaldıramıyor.''
Kavramlar, kavramlar. Hayvanlar, hayvanlar... '' Hayvan sevgisi'' Böcek de bir hayvan.
Yazıyorum cümlemi '' Ben böcekleri sevmem. Böcekler insanları sokar.''
Dönüyorum yazdığım cümleleri sayıyorum. İşin içinden çıkamıyorum, karıştırıyorum sözcüğü cümleyi. Yazdığım sayfaya bakıyorum yarıyı geçmiş. Biraz, biraz daha deyimleri kavramları hatırlamaya çalışırsam sayfa dolacak.
Ne diyordu öğretmen çevrenizi gözleyin, gördüklerinizi yazınıza aktarın.''
Bakıyorum sağıma soluma. Yazıyorum '' Saksı, çiçek'' '' Ağaç, dal budak. '' Kapı, kapının kolu'' '' Sağım, solum'' '' Saklanmayan söbe''
Ertesi gün okula gelen sayısı azalmış. Sınıf bir sessiz, bir sessiz. İçimdeki ses susmuş ben kendi kendime konuşuyorum '' Demek ki ödevini yapan cesaretli oluyor. Yapmayan korkak. Korkaklar okuldan kaçıyor. '' Demek ki ödevini yapan sessiz oluyor.'' Demek ben korkak değilim gelmiştim okula, ödevimi yapmıştım. Sessizdim, ödevimi yapmıştım.
Öğretmen derse girdi. Sınıfa bir göz gezdirdi '' Görüyorum okula gelmeyenler var, demek ki onlar ödevlerini yapacak cesareti kendilerinde bulamadılar.'' diyor. Öğretmen de benim gibi düşünüyor '' Ödevini yapan cesaretli oluyor.'' İlk defa yaramazlar listesinde birinci sırada değilim. İlk defa cesaretliler arasında birinci sıradayım..
Öğretmen '' Yazdıklarınızı sıra ile okuyalım.'' diyor. İlk parmak kaldıran ben. Ben ilk defa kendi yazdığımı okuyacaktım.AmanAlah'ım insanın kendi yazdığını okuması yazmasından daha zormuş. Yazdıklarımı okumaya başladım. Cümlenin başına başlamadan okuyorum sonundan bir sözcük. Ortasından bir sözcük.
'' Dal, budak'' Savaş meydanı'' Elimde defterim, kalemim'' Arkadaşlar atılıyor '' Elinde silahın olmalı.''
'' Saksıda çiçek'' Arkadaşlar atılıyor '' Sula da solmasın.''
'' Saklanmayan söbe'' Arkadaşlar atılıyor '' Sıranın altına saklan'' diyor. Ben bir sözcük okuyorum, arkadaşlar bir cümle söylüyor, bir gülüyor.
Bir sözcük okuyorum, bir arkadaşlara bir öğretmenime bakıyorum. Arkadaşlar gülüyor, öğretmenim sadece beni izliyor. Öğretmenim gülmüyor. Gülmüyor, beğenmiş olmalı. Öğretmenime baktıkça bir daha bir daha okuyorum.
Yazdıklarım mı bitti yorulmuş mu olmalıyım bir an sustum. Susmamla öğretmenin '' Uslu Can nerdesin? '' sorusu yankılandı. Birden '' Burdayım Öğretmenim! '' dedim. Öğretmen '' Görüyorum sen burdasın da yazdıklarında kayıp olmuşsun.'' dedi.
Ben yazdıklarıma bir cümle daha ekledim. '' Yazdıklarıma öğretmenimin sözü ile başlamıştım yazımı bitiren yine öğretmenin sözü oldu.''
''Yazdıklarınız sizi yansıtmalı''
Yazdığımı gören öğretmenim yanıma kadar geldi, saçımı okşadı '' Öğretmeni dinlemek, söylediklerini yazmak da sorumluluğu yerine getirmektir.'' dedi.
Son sözü ne etti etti içimdeki ses kaptı '' Hadi, iyisin yine öğretmen sana da 100 verecek dedi..''
KOYVER GİTSİN
Nedense bizim sınıf farklı diğer sınıflardan. Diğer sınıflar derslerde dut yemiş bülbül. Teneffüslerde eşekler gibi koridorlarda tepinen, eşekler gibi anıran.
Bizim sınıf tam tersi. Teneffüste çıkmazdı dışarı. Otururduk yerimize çünkü yorulurduk. Ee!Kolay iş değil dersi kaynatmak, öğretmeni çıldırtmak.
Gerçi tepinemezdik eşekler gibi. Anıramazdık eşekler gibi.
Yırtar bükerdik defterin yapraklarını, kitabın yapraklarını, atardık elden ele boş dolu. Merakla açar bakardık küçük kâğıt parçalarında ne yazılı.
‘’Bana dil salla
Kulak, burun salla
Kol salla, bacak salla
Kâğıdı bana geri yolla
Kâğıt yakalatmazdı kendini dolaşırdı elden ele.
Arada bir indirilirdi elimiz. Uyarılırdı bacağımız.
Öğretmenimiz arada bir kızardı, sıkardı dişinini. Bağıramazdı bize.
Biz derdik ‘’ Oynamak bizim hakkımız, eğlenmek bizim hakkımız.’’
Öğretmen derdi’’ Eğlenerek öğrenmek esas olmalı. Eğlencemiz ruhumuzu beslemeli. Sizin ruhunuz attığınız küçücük kâğıt parçası mı ki doyurasınız o küçük kâğıt parçalarıyla.’’
Öğretmen ne derse desin biz gülerdik dediklerine. Sormazdık birbirimize ‘’Öğretmen ne dedi bize?’’
Biz ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım öğretmenin dikilirdi iki kel saç telinden biri.
Biz ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım öğretmenin sıkılırdı son kalan dişleri. Korkardı öğretmen biraz daha sıksa dişini, bir diş kaybına daha uğrayacak.
İşte, bizim sınıf böyle bir sınıftı ta o güne kadar.
İşte, ta o gün farksızdı sınıf, diğer günlerden. Farksızdı yaptıklarımız diğer günlerden.
Farklıydı duyduğumuz diğer günlerde duyduğumuzdan. Çok farklıydı,çook…
İşte, ta o gün ilk dersten son derse tek bir fire vermeden tek bir kaza kurbanı olmadan eğlenmiştik doya doya.
İşte, ta o gün gülmekten yıkılmıştık her birimiz. Kendini tuvalete yetiştirebilen yetiştirdi. Yetiştiremeyen kaçırdı altına.
İşte, ne olduysa o an oldu.
O, dişlerini sıkan öğretmen gülümsedi, kalktı yerinden…
O, iki kel saç teli dikleşen öğretmen düzledi iki kel saç telini, yürüdü en arkadaki arkadaşımızın yanına.
İşte, o an söyledi sözünü ‘’Kızım, tuvalette koyver gitsin, gerekirse sınıfta altına. Sen, sen ol, derste kendini koyverme!’’
Sınıf şaşkındı…
Müdür telaşlı, müdür heyecanlı…
Müdür yeni atandığı okulda daha bir öğretmenle tanışmadan, daha bir öğretmene ‘’Merhaba!’’ demeden ‘’ Merhaba!’’ demişti bir veliye, velilere…
Müdür atandığının birinci haftası, birinci günü veli toplantısında bulmuştu kendini. Sadece toplantıya katılıp ‘’ Ben okulun yeni müdürü’’ diyebilmekti tek düşüncesi. ‘’ Okulun yeni müdürü benim.’’ demek hakkıydı. Okulun yeni atanmış müdürüydü.
Müdür ‘’Okulun müdürüyüm.’’ diyemedi bir türlü. Herkes biliyordu müdür olduğunu. Masada, koltukta oturan o idi.
‘’ Okulun müdürü benim.’’ diyemedi bir türlü. Mikrofon elden ele dolaşıyordu. Mikrofonu kapmak için birbirinin omuzuna çıkanlar, koltuklara çıkanlar… En arka koltuktan en ön koltuğa koşanlar...
Toplantı salonu bazen futbol sahası, bazen at koşu hipodromu. Bazen kayak merkezi… Düşenler… Düşenleri ezip geçenler. Tek tük kaldırmaya çalışanlar.
Mikrofonu her eline alan verip veriştiriyor her öğretmene:
‘’ Bu nasıl öğretmen? Çocuğumun elini indirtmiş.’’
‘’ Bu nasıl öğretmen? Çocuğuma parmağını sallama demiş. Çocuğum parmağını da mı sallayamayacak? Çocuğum parmağını salladıysa ne olmuş? Birinin gözünü mü çıkarmış. Çocuğum parmağını salladı diye parmağını kırıp…’’
‘’ Neymiş çocuğum arkadaşına göz etmiş. Göz ettiyse arkadaşının bir yeri mi kırılmış? Namusuna zeval mi gelmiş? Yok, yok bu öğretmenlere hattını bildirmek gerekir.’’
‘’ Bu nasıl öğretmen? Çocuğuma zırt pırt tuvalete gitme demiş. Zırt pır çocuğumun çişi geliyorsa çocuğum ne yapsın? ‘’
‘’ Bu nasıl öğretmen? Çocuğuma niçin dersi dinlemiyorsun demiş. Belki çocuğumun bir sorunu var. Belki çocuğum o dersi sevmiyor. Sevmek zorunda mı? Benim çocuğumun da var sevdiği bir ders. Benim çocuğum Beden eğitimi dersini seviyor. Çocuğumuzu, nasıl Beden Eğitimi dersini seviyorsun diye dövemezsek sevmediği bir ders için dövemeyiz, azarlayamayız.’’
Alkış üstüne alkış…
‘’Benim çocuğum Resim dersini seviyor.’’
‘’Benim çocuğum Müzik dersini seviyor’’
‘’ Benim çocuğum o dersi sevmiyor:’’
‘’Benim çocuğum bu dersi sevmiyor’’
‘’ Benim çocuğum o öğretmeni sevmiyor.’’
‘’Benim çocuğum şu öğretmeni sevmiyor’’
‘’Müdür, müdür sen çocuklarımız için burdasın bunu biliyor musun?’’
Müdür sadece ‘’ Evet!’’ diyebildi.
Müdürün konuşmasına ne alkışlar fırsat verdi ne bitmek bilmeyen sorular.
‘’Müdür, müdür biz çocuklarımızın geleceği için buradayız.’’
Müdür sadece ‘’ Ben de’’ diyebildi.
‘’ Biz, gerekirse çocuklarımızın geleceği için her gün geliriz.’’
Müdür ‘’ Gelin gelin, gerekirse cumartesi, Pazar da gelin. Keşke çocuklarınızın geleceği sizin gelişinizle gelse. Çoğunuzun gelişi, geliş biçimi çocuğunun geleceğini her gelişte bir atım öteliyor.’’
‘’Müdür, müdür, boş konuşmayı bırak da müdürlüğünü göster...’’
Müdür’’ Ben müdürlüğümü sizlere değil çocuklarınıza benim oturduğum koltuğa nasıl oturabileceklerini göstermek olacak.’’
Siz sadece çocuklarınızın parmak sallayarak bir yere gelemeyeceğini bilin yeter.
Veliler susmuştu. Her biri müdürü çocuğu görmeye başlamıştı.
ÇAĞ BÖYLE AŞILIR
Hangi kanalı açsam ‘’ Eğitimde yeni model’’
‘’ Eğitimde yeni model’’ haber öncesi, haber sonrası.
‘’Eğitimde yeni model’’ dizi öncesi, dizi arası, dizi sonrası.
‘’Eğitimde yeni model’’
‘’Eğitimde yeni model’’
‘’Eğitimde yeni model’’
‘’Ha açıklandı, ha açıklanacak!’’
.‘’Eğitimde yeni model’’ eli kulağında. Benim elimde kumanda. Gel de kalk televizyonun karşısından. Sıkıysa gel de git tuvalete.
..Ben iki büklüm ‘’ Eğitimde yeni model’’… Gel de uyu uyuyabilirsen. Uyumak kolay. Yastığa başımı koymayı bırak, yastığı bir görebilsem dalacağım uykuya.
..Uykuya dalabilsem bırakmayacak ‘’Eğitimde yeni model’’ rüyalarıma girecek. Sayıklayacağım sabaha kadar’’ Eğitimde yeni model’’ Eğitimde yeni model’’…
..
Nihayet gelmişti ‘’ Eğitimde yeni model’ ’tanıtım günü. Ben Tv’den izlemeyecektim tanıtımı. Binlerce kişi içinde ben de davetliydim tanıtım toplantısına hem de en ön sırada. Hem de protokol koltuğunda.
Protokolde akiller, vekiller…
Protokolde süssologlar, sosyologlar…
Protokolde eğitimciler, bilimciler..
Seyirci locasında topallar, keller...
Protokolde akiller, vekiller; topallar, keller... Fatih’’ Çağ Açış’’ toplantında toplayamamıştı bunca kalabalığı. Toplayamazdı çünkü o çağda yoktu bu kadar akilimiz, bu kadar vekilimiz, bu kadar topalımız, kelimiz.
Tanıtım başlamıştı. Tanıtım dev bir ekrandan veriliyordu.
Eğitimde yeni model.
@SINIF
Dev bir ekran, tatlı mı tatlı bir ses ‘’ Lütvencv’nizi giriniz’’
Karşınızda animasyon Kırmızı başlıklı kız ’’ Lütfen gireceğiniz sınıfı seçiniz.’’ Açılıyor bir sınıf listesi penceresi.
@Tatil
@Beslenme
@Spor
@Uyku
@Üretim
@Tüketim
@Etkinlik
@Sınav
Liste uzadıkça uzuyor
@Temizlik
@Geçmiş
@Gelecek
Bu kadar sınıfta tek bir öğrencinin tek bir tuşu tuşlaması mümkün mü? Mümkün değil elbet.
Tuşluyorsunuz @Tatil açılıyor seçenekler. Tatil yapacağınız yer ve mekânı seçmek için tıklayınız. Tıklıyorsunuz Antalya’yı, tıklıyorsunuz; Antalya Konyaaltı’nı. Altınıza açılıyor şezlong, üstünüze açılıyor şemsiye. Elinize veriliyor içeceğiniz.
Tıklıyorsunuz Bursa’yı. Bursa’da Uludağ’ı. Giydiriliyorsunuz kışlık giysiye, veriliyor elinize kayak takımı.
Tıklıyorsunuz @ Beslenme. Zıkkımlanacak envayi seçenek. İçecek zula.
Tıklıyorsunuz @Spor. Seçiyorsunuz yapacağınız sporu. Futbolu seçmişseniz Pepe ya rakip oyuncu ya senin takımda.
Seçiyorsunuz @Uyku. Mekân ister kral dairesi seç, ister doğanın koynunda motel odası.
Seçiyorsunuz @Sınav. İster joker hakkı kullan, ister telefonla anana bağlan.
Seçiyorsunuz @Temizlik. İster duş al çık, ister hamamda keselen.
Tıklıyorsunuz @Geçmiş. Geliyor yedi göbek geçmişin. İster sen ellerini öp, ister onlar senin yanağından öpsün.
Tıklıyorsunuz @Gelecek. Belirliyorsunuz geleceğinizi.
Program bitmiş ben kendimde değil. İçimde bir öğrenme isteği. Yaşım tutsa hemen kendimi yazdıracağım herhangi bir okula. Yeni model eğitimden alacağım nasibimi.
Ben mikrofonu ilk alan ilk soruyu soran:
-Alkışlamak için hangi tuşa basacağız?
Bakan aldı eline mikrofonu ‘’ İşte akillik, işte akil adam!’’ dedi döndü danışmanına ‘’ Her sınıf uygulamasına ‘’memnun kaldıysanız alkış tuşunu enter etmeyi unutmayın’’ seçeneği ekleyiniz’’
Eve geldim. Hanımda bir iltifat, bir iltifat… Ben şakın… Hanım ‘’Ödül almışsın’’ dedi, ödülü gösterdi '' EĞİTİME KATKI ÖDÜLÜ’’
Ödül eve benden önce gelmişti.
Fatih duy sesimizi! Çağ böyle aşılır.
BÜYÜK FİKİRLER KÜÇÜK BEDENLERDEN ÇIKAR
Adı Umut’tu. Umutları Çarşamba pazarı, dünyası kör pencere kapalı kör karanlık.
Umutları Çarşamba pazarı, dünyası kör pencere kapalı kör karanlıktı ta ki Çarşamba günü beden dersine kadar.
Ne olduysa beden dersinde oldu.
Beden dersinde sınıf beden dersine çıkmış. Umut sınıfta tek kalmıştı. Umut sanki yangına düşmüş yanıyordu cayır cayır… Umut çığlık çığlığa. Biliyordu ömür boyu bir kez olsun koşamayacağını, biliyordu bir kez olsun topa vuramayacağını. Biliyordu bir kez olsun tadamayacağını gol atmanın sevincini. Oysa neler neler vermezdi bir kez koşmaya, bir kez olsun topa vurmaya, bir kez gol atmanın sevincini tatmaya. Bütün bunları düşündükçe Umut bin ölüyor, bin diriliyordu. Her dirilişte gözünün önünde aynı manzara. Sınıfın duvarlarına bakıyordu, sınıfın duvarları üstüne üstünegeliyordu.Duvarlar düşmandı. Okul düşmandı.Sokaklar, uçan kuşlar kısacası hayat denilen şey de düşmandı. Bir kurtuluş muydu ‘’ Yaşamak istemiyorum!’’ demek. Hayır, hayır! Olamazdı. O kötünün de kötüsüydü. Beterin de beteri.
Umut’un kaçıncı ölüşü, kaçıncı dirilişiydi bilinmez birden sınıfa ağlayarak koşa koşa Semih girdi. Semih bir yandan ağlıyor, bir yandan ‘’Bana top oynatmadılar.’’ diyordu. Umut’un tüm dikkati Semih’e yoğunlaştı. Umut Semih’e bakıp gülüyordu. Umut gülebiliyordu. Umut sanki yangından sağ çıkmıştı. Umut yangından sağ çıkmanın sevincini yaşıyordu. Semih’e bakıp ‘’ Koşabildiğinin farkında değil.’’ ‘’ Yarın top oynayabileceğinin farkında değil.’’ ‘’ Farkında olsaydı ağlamazdı.’’diyordu kendi kendine. Semih’in sınıfa gelişi ile çıkışı bir oldu. Koşarak giderken söylediği tek cümle ‘’ Ben size göstereceğim.’’ cümlesiydi.
Semih gitmiş Umut gülmeye devam ediyordu.Her gülüşte bir şeylerin farkına varıyor, her bir şeylerin farkına varışta gülüyordu.
Çok geçmeden Semih ağlayarak sınıfa geri dönmüştü. Bu ağlayış farklıydı. İçten sahici. İçten sessiz. Dayak yediği her halinden belliydi.
Umut fark ettiklerine bir yenisini ekledi ‘’ Paylaşamadıklarının farkında değiller.
Umut farkında olmadan fark ettiklerini yazabileceğinin farkına varmıştı çoktan da haberi yok. İlk cümlesini yazmıştı çoktan ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’
Beden dersi bitmiş, koşmalar, oyunlar bitmiş, teneffüs bitmiş, yeni ders başlamış, tartışmalar bitmemişti.’’ Ben senden iyi koşarım, ayağım takılmasaydı ben sana gösterirdim.’’ Ben sana gösterdim göstereceğimi.’’ Öğretmen susturmakta güçlük çekiyordu. Umut parmak kaldırdı ‘’ Bazen koştuğumuzu sandığımız koşudaki adımlar bizi geriye götürür, bazen de yerimizde saydırır biz farkına varamayız.’’ Umut’un sözüne karşılı geldi anında ‘’ Laf söyledi bal kabağı.’’ Umut aldırış etmedi. ‘’ Anlamadıklarının ya da anlamak istemediklerinin farkında değiller.’’ dedi kendi kendine.
Öğretmen sınıfı susturmuş etkinliğe başlamıştı. İlk etkinlik ‘’Deyimleri cümlede kullanma’’ İlk deyim ‘’ Kafayı yemek’’ İlk parmak kaldıran Umut. ‘’ Bize kafayı yediren kafamız değil basıp ezemediğimiz saplantılarımızdır.’’ Öğretmen şaşkın, sınıf kahkahanın doruğunda. Öğretmen aldırışsız sessiz adımlarla Umut’un yanına kadar geldi. Umut’un saçını okşarken gözüne Umut’un defterine büyük harflerle yazdığı ‘’ YAŞADIKLARIMIZ FARK EDEMEDİKLERİMİZ, YAŞAYACAKLARIMIZSA FARK EDEBİLDİK-LERİMİZDİR.’’ cümlesi takıldı. Tahtaya yöneldi. Aynı cümleyi tahtaya yazdı ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’ Sınıfa döndü ‘’ Her birinizin bugüne kadar nelerin farkına varabildiğinizi, nelerin farkına varamadığınızı yazıp gelmenizi istiyorum.’’ dedi.
O gün eve eski Umut gitmiş yeni bir Umut gelmişti. Umut suskun, annesinin, babasının teselli yumağı değildi. Yumak çözülmüştü. Umut Anne babasının her karamsarlığında müdahildi. Mutlaka ve mutlaka birgörünmezi görür, bir çıkış yolu koyardı ortaya. Umut bir ışık yakaladığının o ışıkla kendi dünyasını aydınlandığının, birlikte yaşadığı can parçalarının dünyasını aydınlatmaya başladığının farkına varmıştı. Bu ışığın daha ne kadar, ne kadar büyüyeceğinin farkına varmıştı. Dünyaya kafa tutan kişinin, kişilerin beyinlerinin bir avuç içini doldurmadığını, dünyaya adını yazdıranların beyinlerinin bir avuç içini doldurmadığını düşündükçe koşmuyor uçuyordu o ışıktan o ışığa. Zirveye koşarak erişilmiyordu, fark ettiklerimiz bizi kollarına alıp oturtuyordu zirveye.
Umut kendi sözü öğretmeninin ödevi ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir.’’ Sözünü açıklamıyor yaşıyordu birebir. Bir şeyin daha farkındaydı; fark ettiklerinin arkadaşlarının fark edemeyeceği farklılıklarda olacağı. Yazdığı ilk cümle yaşadıklarının, yaşayacaklarının özetiydi. Arkadaşları ödev yapmış olmak için yapmış olduğun farkına varamayacaktı. Hatta birçoğu ödevin bile farkına varmayıp yalana sığınacaktı. ‘’ Yazacaktım da, şimşek çaktı da, aklım uçtu da, defterim suya düştü de kalemim çatıya çıktı da, da da…’’ Bir farkına varabilseler ‘’ da’’ ların her biri kaçırdığımız trenin bir vagonu, önce lokomotifin resmini çizerler sonra dizeler peşi sıra ‘’da’’ları..
Umut çoktan çizmişti lokomotifin resmini dizdikçe diziyordu vagonları.
Umut hep lokomotifin makinisti. Umut kondüktörü vagonların.
Ödevlerin okunacağı gün gelmişti. Ödevlerin okunacağı dersin zili çalmıştı. Bir Umut farkındaydı ödevleri okuma sonrası olacakların.
Umut ilk parmak kaldıran. Umut ilk okumaya başlayan.
Umut’un ilk cümleleri havadan, sudan.
Umut soruyordu:
- Kaçımız soluduğumuz havanın farkında?
- Kaçımız düşündük su savaşı diye doyasıya eğlendiğimiz oyunlarda döküp boşa harcadığımız suyun damlasına muhtaç kaç canlı olduğunu.
- Kaçımız farkında üzdüğümüz birinin iki damla gözyaşında gönlünde koskoca bir ırmağın kuruduğunun?
Sorular uzadıkça uzuyor ‘’ Kaçımız farkında yürüdüğümüz sokakların?’’ Kaçımız farkında mevsimlerin bize sunduğu güzelliklerin?’’
Her soruda öğretmen şaşkın..
‘’ Kaçımız farkında öğrenciliğin bize sunulan en büyük fırsat olduğunun?’’
‘’ Kaçımız farkında bize altın tepside sunulan fırsatı elimizle itip, ayaklarımızla tepeleyip çöpe attığının?’’
‘’ Kaçımız farkında insanoğlunun kaç milyon yılda yazıyı bulduğunun, kaç milyon yıl sonra yazıyı sanata dönüştürebildiğinin?
‘’ Kaçımız farkında beklenmeden gelen geleceğin bize kan kusturacağının?’’ ‘’ Kaçımız farkında bizi güldürecek geleceğin avuçlarımızda saklı olduğunu?
Son soru öğretmenin yanağında iki damla yaşın düşmesine yol açtı. ‘’ Kaçımız farkında bizim hayallerimiz için anne babalarımızın hayallerini yüreklerine gömdüklerinin? Peki, sorsam kaçımızın hayalleri var, kaçımız hayallerimiz peşinde koşuyoruz?
Öğrenciler sessizliğe büründü, kimi başını eğdi.
‘’ Dersi kaynatmak için yarışanlar acaba bindiği dalı kestiklerini hiç düşündü mü ya da derse katılmak için yarışabileceklerini ?’’
‘’ Ben bir değil binlerce kez düşündüm ve dedim ki ‘’ Yaşadıklarımız fark edemediklerimiz, yaşayacaklarımızsa fark edebildiklerimizdir’’ ‘’
‘’ Ve ben kendi adıma diyorum ki yaşayacağım o kadar çok şey var ki her biri yaşamaya değer. Bu değerler yaşadıkça kıymet bulacak değerler. Anlatılacak, gülecek değerler değil.’’
MEĞER BABAM EŞEKMİŞ
Her birimizin boynu virgül olmuştu virgülü yazmaktan. Kolu virgül, parmakları virgül… Öğretmen virgül diyor başka bir şey demiyordu. Virgül, virgül, virgül…
Virgül ne çok şeymiş bir türlü aklım almadı. Trafikte arabaya yol veriyor ‘’ Geç!’’ diyor, ‘’ Dur!’’ diyor. Diyor da diyor…
Virgül her an her yerde. Evimizde. Dostumuza açılan kapı. Sevmediğimiz komşumuza kapanan perde.
Virgül kapalı yollarda çıkışa erdiren kazılı tünel. Altgeçit, üstgeçit, duble yol. Kaldırım, kaldırım taşı…
Öğretmen soluksuz yazdırıyor. Yaz babam yaz. Yazmaktan kollarım koptu kopacak. Mercimek büyüklüğü bile etmeyen virgülü nasıl olurda beynim almıyordu. Kafamda bin bir soru işareti. Soru işaretini öğretmenimiz haftaya yazdıracakmış. Öyle dedi. Soru işareti virgülün kaç katı. Soru işaretini hiç anlamayacağım kesin.
Beynimde sürekli tekrarlayan sorular ‘’ Virgül mercimekten küçük.’’ Virgül her şey.’’ Virgül her an her yerde. ‘’Virgülü kafam niye almıyor yoksa beynim mercimekten de mi küçük? Öyle ise bu koskoca kafa bana yük mü?’’
Kendimi sorulara kaptırmış, kendimi sorulara teslim etmişim, haberim yok. Öğretmen yanıma gelmiş niçin yazmadığımı soruyor. Gösteriyorum son sayfayı, çeviriyorum bir ön sayfayı, bir ön sayfayı. Öğretmen yazdıklarıma bakmıyor, gözümün içine bakıyor. Öğretmenin bakışlarını anlamıyorum. Öğretmen değiştiriyor bakışlarını, kirpikleri bir ok, fırladı fırlayacak. Hemen başımı sıraya koyuyorum, ellerimle korumaya alıyorum. Öğretmen kulağımdan tutuyor kaldırıyor başımı. Parmağını gösteriyor, parmağı bileğim kadar. ‘’ Bak!’’ diyor, ‘’ Baktım!’’ diyorum. ‘’ Ne gördün?’’ diyor, ‘’ Parmak’’ diyorum. Öğretmen yüksek sesle ‘’ Tahtaya bak !’’ diyor. ‘’ Baktım öğretmenim?’’ diyorum. Öğretmen ‘’ Ne gördün?’’ diyor. Ben ‘’ Tahta’’ diyorum. Öğretmen çıldırdı çıldıracak ‘’ Tahtada ne görüyorsun?’’ diyor. Ben şaşkınca ‘’ Yazı’’ diyebiliyorum. Öğretmen ‘’ O yazıyı oku!’’ diyor. Okuyorum ‘’ Oku da adam ol baban gibi eşek olma’’ Yazıyı okudum okumasına. Sorular saldırıya geçti. ‘’ Öğretmen ne demek istemişti?’’ Öğretmene soramazdım. Babama sormalıydım.
Eve geldiğimde ilk işim babama sormak oldu ‘’ Baba sen eşek misin?’’ Babam, baba heybeti ile doğruldu hafif kızgınlıkta gözlerimin içine baktı. Bakışlarından ben söylemiş olsaydım tek yumrukta beni halının desenleri arasına ilmikleyeceği anlaşılıyordu. Babam iyice bana yaklaştı kısık sesle ‘’ Oğlum babaya öyle söz söylenmez.’’dedi. Ben emin bir şekilde ‘’ Öğretmenim öyle söyledi.’’ dedim. Babam ‘’ Yarın ne cesaretle söylediğini birlikte öğreniriz.’’ dedi.
Beynimde yeni sorular oluştu ‘’ Yarın ne olacaktı?’’ Sorular bir türlü bitmiyordu. Benim uykum gelmiş soruların uykusu gelmemişti. Ben uyumak istiyorum, sorular beni uyutmuyordu, uykumu bölüyordu.
Ertesi sabah beni uyandıran annem değil sorulardı, peşinden babam.
Okula babamla birlikte gittik. Babam müdürün odasına girdi, beni dışarıda bıraktı. Babam eşek olamazdı. Babamı ilk defa aslan gibi kükrediğini, heybetlendiğini müdürün odasına girerken gördüm. Babam içeri girmiş babamın içeri girişi gözlerimde büyüdükçe büyüyordu. Hayır, Hayır! Babam eşek değildi. Benim babam aslandı.
Çok geçmeden öğretmenimin müdürün odasına girdiğini gördüm. Gözlerimde öğretmenimin girişi babamın girişinin tersine küçüldükçe küçülüyordu.
Yanıma sınıftan birkaç arkadaş geldi. Niye beklediğimi sorduklarında olanları anlattım. Arkadaşlar gülmeye başladı. Arkadaşlar niye gülüyordu, babamın aslan oluşuna mı, eşek oluşuna mı?’’ dememe kalmadan babam müdürün odasında anırarak çıktı. Meğer babam eşekmiş.
Beyinin ölümü Gülfidan Hanım’ın omzuna dağ gibi bir sorumluluk yığmıştı. Bu sorumluluk her gün yığılıyor, yükseliyor, altında; Gülfidan Hanım inim inim iniliyor. Gülfidan Hanım, eziliyor, günden güne rengi soluyor, saçlar beyazlaşıyor, sırt kamburlaşıyor; gençliğinden en ufak bir güzellik belirtisi kalmıyor, hayal dersen çoktan terk edip gitmiş. Gülfidan Hanım’ın tek düşüncesi oğluna babasının yokluğunu hissettirmemek, ona güzel bir gelecek hazırlayabilmek.
Gülfidan Hanım, beyinden kalan emeklilik maaşını, çarpıyor, bölüyor; topluyor, çıkartıyor. Maaş düşük olmasına düşük, hesaplamalar bir o kadar çok… Çarp böl, çıkart bir türlü bitmiyor hesaplar. Maaş ev kirasına yetiyor yetmesine ne eksik ne fazla. Denklemin bilinmeyenleri uzadıkça uzuyor; mutfak masrafı, faturalar, Ömercan’ın okul masrafları, giyim kuşam, sağlık yol parası…
Gülfidan Hanım, ev temizliğine gidiyor. Gülfidan Hanım, buldukça evinde parça başı iş üretiyor. Gülfidan Hanım yemiyor, Gülfidan Hanım giyinmiyor; dişini sıktıkça, sabrını zorladıkça denklemin bir bilinmeyenini çözüyor.
Gülfidan Hanım, her gün bir yetenek geliştiriyor; kısalmış, daralmış etekleri kesiyor ekliyor; pantolon dikiyor. Pantolonları kesiyor etek dikiyor. Adı değişik giyinmeyse o da değişik giyiniyor. Yemek kalıntılarından en ilginç çorbalar yapıyor, ekmek kırıntılarından en ilginç köfteler, pastalar…
Gülfidan Hanım denklem uzmanı, Gülfidan Hanım dekoratif, aşçı, terzi, temizlikçi, bekçi, koşucu, montajcı. Her gün yetenek üstüne yetenek, meslek üstüne meslek ekliyor.
Gülfidan Hanım’ın diğer sınıf annelerine benzer yanı, Ömercan’a giydirdikleri, Ömercan’ın beslenmesi, verdiği harçlıklar.
Ömercan’ın giyiminde arkadaşlarından fazlalığı var, eksiği yok, beslenmesinde fazlalık var eksik yok, harçlıklar dersen o da fazlasıyla. Ömercan, okulun düzenlediği tiyatro, gezi, sportif aktivitelerin hepsine eksiksiz katılıyor.
Ömercan, sınıfın örnek öğrencisi. Ömercan, Sınıfın en çalışkanı. Takdir üstüne takdir alıyor. Gülfidan Hanım’ın keyfine diyecek yok. Ömercan başardıkça babasının eksikliğini hissettirmediğine, annelik babalık görevini eksiksiz yerine getirdiğine inanarak mutlu oluyor. Mutluluk arttıkça yeni yeni denklemler kuruyor, yeni yeni denklemler çözüyor. Uyumuyor, oturmuyor, koşuyor oradan ora…
Yeni denklem:
Ömercan’a bilgisayar. Denklemin bilineni Bilgisayar, bilinmeyeni nasıl alınacak? Sonuç= Bilgisayar alınacak (?) Bilgisayar alınacak hem de yılbaşı hediyesi olacak.
Gülfidan Hanım, o gün oğlunu farklı öptü, başını göğsüne yasladı, okşadı, okşadı ve oğluna:’’Oğlum yılbaşı hediyesi olarak sana bilgisayar alacağım.’’ dedi. Ömercan’da tepki sadece şaşkın bir bakış. Bakışlara Gülfidan Hanım anlam veremedi. Gülfidan Hanım’ın bakışları daha şaşırtıcı oldu ‘’Oğlum, sen bilgisayara sahip olmak istemiyor musun? ’’ Ömercan, sessizce ’’ Sen bilirsin anne.’’ diyebildi. Gülfidan Hanım, oğlunun sevinç çığlıkları atmasını bekliyordu. Boynuna sarılıp öpmesini bekliyordu. Bir annenin tüm çabası çocuğunu mutlu edebilmektir. Bir annenin yıkıldığı an; çocuğunun mutlu olduğunu göremediği andır. Gülfidan Hanım da o anı yaşadı; olup bitene anlam veremedi. Daldı bir an, başka dünyalara. Ömercan, sessizce odasına çekildi.
Ömercan, odasında sanki film izliyordu. Filmde annesi kendisini okula götürüyor, annesi okul çıkışı almaya geliyor. Kar fırtına olanca şiddetinde. Annesinin ayakkabısı yırtık, annesinin paltosu yok; soğuktan tir tir titriyor, dondu donacak… Ömercan’dabot, mont, başlık, kaşkol, eldiven; giyim tam teşekkül. Ömercan, kendi kendine ’’ Ben bu kadının oğlu muyum? Bu kadın benim annem mi? Bu kadın benim annemse giyecek ayakkabısı yokken bana bilgisayar almasına benim vicdanım nasıl razı gelir, ben nasıl sessiz kalabilirim? ’’ Ömercan, saçlarını yoluyor, Ömercan, dişlerini sıkıyor; nerdeyse var gücüyle ‘’Hayır! ’’ çığlıkları atacak. Sıkıntıdan, sinirden terliyor, terini eli ile siliyor. Terin biri geliyor biri gidiyor. Olacağı yok, Ömercanlavobaya gidip yüzünü yıkıyor. Annesi soruyor: ‘’ Ne oldu oğlum? ’’ Ömercan, ’’Hiç’’ diyor sadece. Ömercan, çekiliyor yine odasına uzun süre aynı filmi tekrar tekrar izliyor. Yorgun bittiği an dalıyor uykuya. Uykuda aynı sahneler… Sahneler tekrar üstüne tekrar. Ömer sabahleyin uyandığında savaştan çıkmış halde. Yürümeye takatsiz. Çaresiz; okula gidecekti. Sebepsiz okula gitmemek olmaz.
Ömercan, okula gitti. Ömercan bitkin, Ömercan, sessiz. Dördüncü ders öğretmeni Türkçe dersinde; ‘’Gerçekleşmesini istediğiniz en büyük hayaliniz nedir? ’’ sorusu üzerine yazı yazmalarını istedi. Ömercan, cümleyi okudu. Ömercan, sanki sınıftan başka dünyalara taşındı, daldı, daldı… İçinden: ‘’En büyük hayalim, annemi yeni bir ayakkabı, yeni bir palto ile görebilmek diye yazamam ki…’’ diyordu. Ömercan, yine aynı sahneleri izlemeye başladı. Ömercan’ın dalgınlığını gören öğretmeni yanına kadar gelerek ‘’ Ömercan, senin hayalin yok mu? ’’ Ömercan; ‘’Var öğretmenim.’’ Öğretmeni, ‘’Varsa işte onu yazacaksın bu kadar düşünmeye gerek yok.’’ dedi. Ömercan, ’’ Tamam öğretmenim.’’ dedi.
Ömercan, kâğıda tek bir cümle yazdı: ’’ Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ İkici ders öğretmen sınıfın en güzel yazanı olarak Ömercan’ı alkışlattı. Ömercan’ın yazdıkları üzerine bir ders konuştu ‘’ Ömercan’ı örnek alın. Her anne babanın tek dileği çocuklarına verdiği emeğin karşılığını başarı olarak görebilmek, onların en mutlu oldukları an; sizin başarınızı gördükleri andır. Ömercan, başarıyı annesine fazlası ile gösteriyor, bu durumdan annesinin mutlu olmadığını düşünmek bile imkânsızdır. Ömercan’ın, yaptıklarını yeterli görmeyip ‘’Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ Yazması kararlılığını, daha büyük başarılar sergileyeceğini göstermektedir, ben arkadaşınızı kutlar bir kez daha alkışlamanızı istiyorum. Sınıf alkışlıyor, Ömercan, tepkisiz. Öğretmeni, Ömercan’ın sakinliğini olgunluk göstergesi olarak algılayıp Ömercan’ı bir kez daha kutluyor, bir kez daha alkışlatıyor.
Ömercan, sınıfta olanları annesine anlattı. Annesi mutlu oldu, oğlunu kutladı. Mutlu olması gereken Ömercan’kenÖmercan’ın durgunluğu annesini şaşırttı. Oğlunu sıkıntılı gördü. Oğluna sordu ‘’ Oğlum, öğretmeninin yazdıklarını beğenmesi, kutlaması, sınıfa alkışlatması hoşuna gitmedi mi? ’’ Ömercan,’’Belki’’ diyebildi. Annesi, ‘’ Belkisi var mı? Her insan başarısının başkası tarafından takdir edilmesini ister. Eminim ki sınıfta bütün arkadaşların senin yerinde olmak ister. Hepsi senin yerinde olmak için can atmaktadır.’’ dedi. Ömercan içinden, ‘’Benim de onların yerinde olmak istediğimi bir anlatabilsem.’’ diyordu.
Evde annesi, okulda öğretmeni, arkadaşları ‘’Ömercan, senin bir sıkıntın mı var? ’’ Her defasında ‘’Yok, hiç, bilmem’’ gibi anlamsız cevapları tekrarlamak Ömercan’ı fazlası ile sıkıyor, sıkıntısının katlanmasına neden oluyordu.
Yılbaşı yaklaşmış, televizyon kanalları Noel Baba haberleri sunmaya başlamıştı. Annesi oğluna, ‘’ Oğlum ister misin Noel Baba kapımızı çalsın? ’’ Ömercan, ‘’Noel Baba, kapımızı niye çalsın, nasıl çalacak? ’’ Annesi, ‘’Oğlum çocuklar en çok istedikleri hediyeyi yazar posta kutusuna atar. Noel Baba kapı kapı dolaşır o dilekleri toplar, onlar içerisinden seçtiklerine yılbaşı sürprizi yapar. Sen de yaz bakarsın bir yılbaşı sürprizi yaşamış oluruz.’’ Ömercan, bir an düşündü. İçinden: ‘’Neden olmasın’’dedi. Nihayetinde bir oyundu. Oyunu annesi başlatmıştı. Oyunun kuralına annesi de uyacaktı. Annesine yazacağını söyledi, odasına çekildi. Kâğıdı, kalemi aldı eline, en güzel şekli ile yazdı, ‘’ Sevgili aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’
Gülfidan Hanım, oğlunu okula bıraktıktan sonra ilk işi posta kutusuna bakmak oldu. Eline aldığı zarfı açtığında ‘’ Sevgili Aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’ yazısını gördüğünde şaşkına döndü. Oğlunun sıkıntısının kaynağını öğrenmişti bir de oğlunu mutlu edebilmek için önce kendisinin mutlu olması gerektiğini.
Ömercan, artık durgunluk sergilemiyor, ‘’ Sıkıntın mı var sorularına’’ maruz kalmıyor. O sadece yılbaşına kalan günleri sayıyor, yılbaşının gelmesini iple çekiyor.
Yılbaşı gecesi Gülfidan Hanım, sofrayı oğlunun sevdiği yiyeceklerle donattı. Oğluna karşı her günkü sevgi gösterileri, her günkü gibi hizmetler. Saat: 00,0’da olacaklardan habersizmiş gibi bir bekleyiş, saate bile gözünün ucu ile bakıyor.
Ömercan, heyecanlıydı. Ne kadar gizlemek istese de heyecanını gizleyemiyordu. Saat:00.0’da olacakları bilmiyordu. Sık sık saate bakışı gözden kaçmıyordu.
Saat: 00.0’a yaklaştıkça anne oğulun heyecanı dorukta. Kalp atışları saatin tik takları ile yarışıyor, kalp atışları saatin tik taklarına karışıyor.
Saat: 00.0 kapı zili çaldı. Her zil çalışta kapıyı açan Gülfidan Hanım, yerinden kıpırdamıdı. Ömercan, fırlıyor kapıya; kapıda Noel Baba, elinde hediye paketleri. Ömercan, buyur ediyor içeri. Hediye paketleri açılıyor, en güzel ayakkabı; annesi giyiyor sevinç çığlıkları atıyor, ikinci paket açılıyor; en güzel palto; giyiyor Gülfidan Hanım geçiyor aynanın karşısına, dönüp tekrar tekrar oğlunu öpüyor. Üçüncü paket açılıyor; Ömercan’a küçük bir hediye. Ömercan, bir an düşünüyor. Anne atılıyor: ‘’ Üzülme senin hediyen sabah geliyor, bilgisayarın siparişini verdim. Ömercan, çifte mutluk yaşıyor. Ömercan, annesini öpüyor, annesi Ömercan’ı…
Anne oğul o gece uyudular mı mutluluktan uçuştular mı belli değil…
SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM
‘’ CESARET BAŞARIYA ADIM BAŞARIDA BAYRAK’’
Her okuduğum kitapta yazma tutkusu katlanarak büyüdü. Ne zaman kalemi elime alsam elim başlıyordu titremeye. Üstümden atamadığım ta ilkokul yıllarında okuduğum yazının ilk cümlesinde tüm sınıfın gülüşü bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kalemi her ele alışımda o korku geliyordu aklıma. Kaleme ben değil o korku hâkim oluyordu. Elim titremeye kalem ürkmeye başlıyordu. Doğrusu yazdıklarıma ben bile gülüyordum.
Her kalemi elime alışta aklıma gelen tek cümle ‘’ Ya arkadaşlar gülerse…’’ Yazıma başlayamazdım ‘’ Ya arkadaşlar gülerse’’ diye
İmdadıma okuduğum Çelik Böyle Sertleşti romanının yazarı yetişti. Romanın yazarı savaşta ayaklarını, iki kolunu kaybeden Nikolay Ostrovski ‘’ Ey siz insanlık düşmanları, bütün maddi varlığımı aldınız, bedenimi aldınız, bir tek beynimi alamadınız. Beynimle sizlere savaş açmaya devam ediyorum!’’ diyerek dünyaya meydan okuyordu. Nikolay’ın tek silahı cesareti idi. Cesaret beyne hükmediyordu, beyin cesaretin kılıcını sallıyordu. Artık cesaret kılıcımı kullanmayı öğrenecektim. Kılıcımı öyle önüne gelene sallamayacaktım sadece içimdeki korkuya sallayacaktım. Kalemime korkularım değil ben hükmetmeliydim.
Artık ‘’ Yazmalıyım, yazacağım, yazdıklarımı gülene inat okuyacağım.’’ Her ‘’ Yazacağım’’ deyiş korku zincirimden bir halka koparıp atıyordu. Her halka kopuş bana bir güç, bana bir hırs..
Yazmıyordum. Sadece ‘’Yazacağım!’’ diyordum. Her ‘’ Yazacağım’’ deyiş beni bir bıçak gibi biliyordu. Ben keskin kılıç. Ben özgür kuş.
Korku kırlangıçlar gibi göç etmişti yüreğimden. Beyaz güvercinler yuva yapmıştı yüreğime. Kanatlanıp süzülüyordum hayaller dünyamda. Bakışlarım değişmişti. Duyuşlarım değişmişti. Gülüşlerin yerini alkış sesleri doldurmuştu. Rüyaları değişmişti.
Bir sözcük, tek bir sözcük ‘’cesaret’’ yeni bir ben yaratmıştı benden. Artık o ben yaşatmalıydı yeni beni.
Yeni ben fırsat kolluyordu.
Okul açılalı nerdeyse iki ay oldu olacaktı. Sınıftaki birbirimize yabancı bakışlar gitmiş yerine kanka bakışları gelmişti. Nerdeyse ‘’ Ben kül yutmam.’’ diyebilecek derecede disiplinli öğretmenin dersinde bile kaş gözle, parmak ucu gösterişlerle, parmak sallayışlarla kırk dakikayı bölmeden dolu dolu sohbeti koyulaştırabiliyorduk. Enstrümantal edasıyla vücudumuzun bütün uzuvlarını kullanabiliyorduk. Kulak öğretmende, elin biri arkadaşımızın omzunda, öbürü başka bir arkadaşın sırtında; gözün biri sol çapraz, biri sağ çapraz. Bütün bunlar bana ter geliyordu. Bunlar cesaretin ürünü olamazdı.
Ben arayışlar peşindeydim. Adına ‘’ Cesaretin ürünü bu!’’ dedirtecek, cesaretin şanına yakışır bir çıkış… Benim arayışım koparmıştı beni sınıfın tatlı gülüşlerinden. Duruşuma, bakışıma gülenler vardı yine. Bu defa ben hiç birini görmüyordum, daha doğrusu görüyordum. Gördüğüm, korku nasıl başarıya bir zincirse basit gülüşler de ayak bağı.
Arkadaşların gülüşlerini duymuyor, zili duya-biliyordum. Sınıf zilin çaldığının bile farkında değil. Birden kapı açıldı Tatlı gülüşler, tatlı bakışlar bir anda buza kesti… Ders edebiyat. Ders aynı, dersin öğretmeni aynı. Dersin öğretmeninin sınıfa bakışı farklı. Her bakış nerdeyse bütün sınıfı göz merceğinde hapsedecek. Sınıfın bütün bakışları öğretmene odak. Şaşkınlık, bu değişikliğin sebebi ne diye. Meraklar öğretmenin ağzından çıkacak ilk sözde… Öğretmenin ağzından ilk söz çıktı, ‘’ Bugün edebiyat işlemeyeceğiz.’’ Sınıfın bir olan şaşkınlığı, bin oldu. Mülaim aşk gazelleri okuyan öğretmen gitmiş, yerine kahraman edaları ile kükreyen biri gelmişti. Öğretmen esip gürlüyor:
- Arkadaşlar, biliyorsunuz bu hafta Cumhuriyet Bayramını kutlayacağız. Ben sizlere bugünün kıymetini bilmeniz için, bugünlere nasıl gelindi onu anlatacağım. Yurdumuz kurtuluş savaşından yıllar yıllar önce; bölünmeye, işgal edilmeye başlanmıştı.
Öğretmen daha ‘’ Cumhuriyet’’ demeden içimdeki cesaret ‘’ Cumhuriyet cesaretin ürünü, Tanka tüfeğe kazma, kürek sapı ile gelmek cesaretin ürünü.’’ diyor. İçimdeki cesaret esip gürlüyor, saygısızlık olmasa öğretmeni durdurup ben konuşacağım.
Öğretmen Balkanlar’dan başlıyor bölünmeyi anlatmaya, iniyor Arap Yarımadası’na. Geçiyor Adalar’a. Adanın birinden birine zıplıyor.
Öğretmeni hep edebiyat öğretmeni bilmiştik. Tarihe olan ilgisi, geniş bilgisi bizi şaşırttı.
Derste öğretmenin gözüne girmeye çalışanlar atılıyor sahneye:
- Çanakkale Savaşı…
- I. Dünya Savaşı….
Öğretmen aldırmıyor, sözünü böldürmüyor, kendinden emin tavrıyla sürdürüyor,
- Balkan Savaşlarına inin, inin. diyor.
- İndik öğretmenim.
Öğretmen, enine boyuna anlatıyor, Balkan Savaşlarını.. Ömer Seyfettin’i soruyor:
- Bildik.
- Okuduk diyenler.
Ben atılıyorum devreye ‘’ Ömer Seyfettin bir tek kalemi ile hem edebiyatımızın, hem Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır.’’ diyorum. Sınıfın şaşkınlığı, öğretmene şaşırmalarından fazla.
Öğretmen giriyor devreye ‘’ Arkadaşınız sözü ağzımdan aldı bende onu anlatacaktım.’’ diyor.
Öğretmenin sözünü dersi kaynatmayı cesaret bilenler kesiyor:
- Öğretmenim, Ömer Seyfettin Mareşal miydi?
Öğretmen, gayet sakin, kendinden emin, ‘’ Mareşal değildi ama üsteğmendi.’’
- Öğretmenim, savaşa üsteğmenler mi karar verir?
Öğretmen, anlamıştır soran öğrencinin üsteğmenle mareşal arasındaki farkı bildiğini, sorunun alaycı soruluşunu. Sakinliğini bozmadan, bilgisine gölge düşürmeden cevabını vermeyi sürdürür,
-Evladım, Millî Mücadeleyi Ömer Seyfettin başlatmıştır. Ömer Seyfettin başlatmıştır ama kılıcıyla değil. Millî Mücadeleyi başlatmak için kılıcını bırakmıştır hatta silahını da.
Sınıfta bir gülme… ‘’Donkişot’’ diyenler..
Öğretmenin tavrında değişiklik yok. Aynı sakinlik aynı bilgelik,
Ömer Seyfettin Donkişot gibi ata binerek de Millî Mücadeleyi başlatmadı:
- Ama öğretmenim başlatsın, zil çalacak.
Öğretmen anlatıyor:
- Ömer Seyfettin Millî Mücadele’yi kalemi ile başlatıyor. Önce Üsteğmen rütbesiyle ordudan istifa ederek ayrılıyor. Genç Kalemler Dergisi’ni çıkarıyor.
Öğretmen, derginin Millî Mücadele’deki rolünü, Millî Edebiyattaki rolünü üstüne basa basa anlatıyor.
Sınıfın alaycı girişimleri bir anda bitiyor. Yüzlerde bir suçluluk duygusu, bir mahcubiyet…
Öğretmen sakin, öğretmen bilge… Öğretmen dakik. Öğretmen ‘’Savaşı başlatsın.’’ diyen arkadaşımıza:
- Birinci ders savaşı başlattık, ikinci ders bitireceğiz. diyor ve zil çalıyor. Öğretmen sınıftan çıkıyor. Sınıf, ilk defa sınıfta. Sınıftan çıkan tek kişi, yok. Ben savaşı öğretmenin bıraktığı yerden sürdürüyorum. Diğerlerinden kimi mahcubiyetinin şoku altında, kimi mahcubiyetini bastırma adına espriler yapıyor:
- Kemalciğim, üsteğmen mi büyük, mareşal mi?
- Kemalciğim, Donkişot ata mı bindi, eşeğe mi?
İkinci dersin başlaması ile hepimiz kendimizi savaşın içinde bulduk. Öğretmen tüm cepheleri sayıyor, saymakla yetmiyor betimliyor… Alay, tabur, bölük, manga sayıyor da sayıyor. Nerde ise isim isim sayacak. Askerin elbisesine, matarasındaki suyuna, susuzluğuna, karavanada çıkan, çıkak yemeğe sayıyor da sayıyor… Şehitlerin çetelesini tutuyor. Edebiyat derslerinde öğretmenimiz dramatizeyi yazdırır anlatırken böyle değildi.
Emirler veriyor’’ Hücum! ’’ çıkarttığı top sesleri top sesinden biraz daha sahice. Sesten bazı arkadaşların başlarını sıraya koyduklarını, sıranın altına saklandıklarını söylersem durum daha anlaşılır kılınacak. ‘’Güm, Güm, gümmm!’’ ‘’Gitti on kişi, bin kişi.’’ ‘’ Bayrak göndere.’’
‘’ Çanakkale Geçilmez.’’
‘’İstanbul İşgal altında’’
‘’Geldikleri gibi giderler.’’
‘’Savaşacağız.’’
‘’Silah yok.’’
‘’ Silah bulunur.’’
Samsun- Erzurum Amasya Sivas…
İnönü, Dumlupınar, Sakarya derken arkasından 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan ettik.
Savaş bitti, biz bittik. Kendimi öğrenim hayatımın tamamından daha yorgun hissettim. Deyim yerinde ise öldük öldük dirildik.. İlk defa bir dersi yaşayarak böylesine beynimize kazıdık, ruhumuza yamadık.
Ben, yine atıldım devreye’’’ Öğretmenim, Çanakkale’yi geçilmez kılan başta Atatürk olmak üzere milletimizin yokluk içinde sergilediği cesarettir’’ dedim. Öğretmen beni tasdik edercesine, kutlarcasına bir kez daha baktı. Sonra savaşı kazanmış edasında bürünüp sınıfa döndü:
- Ben bu sınıftan bir tekinizin, bu yılki kutlamalar için anlattıklarımı yansıtabilecek, dinleyenlere bugünlere nasıl gelindi, yarınlara nasıl bakılmasını gerekti vurgusunu verebilecek birinin çıkmasını bekliyorum.
Öğretmenin sözünü duyanlar, öğretmenle göz göze gelmekten kaçındı, çoğu başını sıraya dayadı.
Öğretmen, yine bizi şaşırttı. İlerleyen yaşına rağmen çevikliği ile neden nasıl niçin olduğunu anlamamıza fırsat vermeden masasının üzerine zıpladı. Gözleri ile bizleri süzdü:
- Arkadaşlar sözlü yapmıyoruz, sıranın altlarında saklanmanıza gerek yok. Bu özgüven ister, gönül ister. Vatan sevgisi rica minnetle olmaz.
Öğretmenin masadaki duruşu, derste anlattıkları birden gözümün önüne Atatürk’ün Kocatepede’ki anıtını getirdi ve Nazım Hikmetin dizelerini… Kendimi tutamadım haykırdım:
- Öğretmenim Kuvâyı Milliye’den bir dörtlük okuyabilir miyim?
Kuvâyı Milliye sözünü duyan öğretmenimin yüz çehresi birden bire değişti. Gülümseyen tavır, okşayan sesiyle,
- Oku kızım.
Ben başladım okumaya,
‘’İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
Benim susmamla öğretmen başladı.
‘’Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
~ Nazım Hikmet RAN ~
Öğretmen, şiirini okuyup bitirdiğinde göz göze geldik. Bakışını değiştirmeden yanıma kadar geldi, kısık bir sesle ‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ dedi.
Zil çaldı, öğretmen gitti... Öğretmen gitti, nerdeyse aklımdan bütün anlattıkları gitti. Tek kalan,‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Tek söz durmadan tekrarlıyor. Nerdeyse tutunmaya destek bulsa Görkem de gidecek yazı tek başına kalacak. ‘’ Bu yazıyı Görkem yazacak.’’
Akşam eve geldiğimde ilk iş yaşadıklarımı babama anlatmak oldu. Babamın cevabı tek ve netti. ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi.’’
Beynimde tekrarlayan söz iki oldu, ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi, Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Söz iki.. Söz iki ayakları üzerinde durabiliyordu. Durabiliyordu kararlı, ısrarcı hem de dimdik. Görkem de dim dikti. ‘’ Yazacağım!’’ diyordu.
Başladım yazmaya. Daha doğrusu düşünmeye. Aklıma önce öğretmenin anlattıkları geliyor bir bir… Alıyorum kalemi elime, öğretmenin anlattıklarını yazıyorum, ara veriyorum, tarih kitaplarını seriyorum yere… İnternet sayfalarını açıyorum, kapatıyorum... Tarıyorum, sayfa sayfa. Okuyorum, okuyorum.. Okuyor notlar alıyorum… Gören LYS YGS, KPSS sınavına hazırlanıyor sanır.
Yazıyorum, yazıyorum... Yazıya son şeklini babamla veriyorum,
‘’ NEMUTLU TÜRKÜM DİYENE
Aylardan Mart, soğuk demir işleyen cinsten….Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi.. Silah bulan silahıyla, bulamayan, taşı sopasıyla..Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…
Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. An be an kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.
Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…
Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna ya rap ne güneşler batıyor.’’
Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’’
Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte, bir komutan cepte. Son Mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son Mehmetçik, ‘’ Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ dizelerinin ispatı.
Arif Nihat son dizelerini yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’
Mehmet Akif, dizelerini yazar,
Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın
Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı. Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
3O Ağustos şafağı, Şafağı saran Zafer güneşi, cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak.
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!
Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk, emri değiştirir’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’
Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda.
Mustafa Kemal Ankara’da, bugün doksan üç yıl önce 29 Ekim’de Zafer güneşini taçlandırılır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet’’
Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı tutan birler, bugün binler milyonlar… Ne mutlu Türk Geçliğine Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine yıllar önce Şehitler Tepesine dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet güneşinde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.
Ne mutlu Türk gençliğine o bayrağı taşır elden ele.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal ‘’
29 EKİM
Tören alanı dolmuş, konuşma sırası bana gelmişti. Başladım yazdıklarımı okumaya içimdeki ses’’ ‘’ Başardım, başardım. Cesaretimin meyvesi birazdan alkış sesiyle toplanacak.’’
Başladım okumaya:
‘’Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik’’ cümlesini okurken ellerimin silah, ellerim Mehmetçiğin eli…
‘’Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları… ‘’ Cümlesini okurken, arkadaşlarım öğretmenlerimle göz göze geldim, birçoğunun gözlerinden damlaların süzüldüğünü dördüm. Farkında olmadan kendi gözlerimden de gözyaşlarımın okuduğum kâğıda düşüşüne şahit oldum.
Konuşmamın sık sık kesilen alkış seslerinde gözyaşlarımın durduğumu, yerini sevince bıraktığını hissettim.
……
Konuşmam bittiğinde inliyordu alkış sesi. Alkış seslerinin içinde yankıyan ‘’Görkem! , Görkem! ’’ sesleri…
Sanki;
Kurtuluş savaşını ben kazanmıştım. Her alkış top tüfek sesi…
Gözlerimden dökülen sevinç gözyaşları soruyordu bana ‘’ Aynı sevinç gözyaşlarını kurtuluşa tanık kaç Mehmetçik dökmüştür?’’
Yer gök ayaklarımın altındaydı.
Mavi bulutların aralığında cesaretin timsali Atatürk’ün silueti bana bakıp gülümsüyordu mavi gözlerde… ‘’ Cesaret başarıya böyle taşır insanı.’’ .diyordu.
BETÜL'ÜN BAŞI BELADA
Öğretmen yazmaktan başka çaremizin olmadığını söylüyor da başka bir şey söylemiyor. ‘’ Yazmamak gibi bir hakkınız yok, olmamalı da.’’diyor. Fazla değil sadece bir cümle. Yaratacağınız tek bir cümle sizi kolları ile saracak koca bir dünya. Yaşamak istiyorsanız, yaşamaktan zevk almak istiyorsanız, ‘’ Mutlu olmak benim de hakkım.’’ diyorsanız yazmaya mecbursunuz.’’ diyor.
‘’Öğretmen yazmaya mecbursunuz’’ diyor da başka bir şey demiyor. Bir de dönüp dönüp sınıfa soruyor ‘’ İçinizden ‘’ Ben yazacağım’’ diyen bir tek kişi var mı’’ Sınıfta çıt yok. Başlar öne eğik, nefesler tutulu. Öğretmen bir daha anlatıyor bir daha. ‘’ Yazmaktan başka şansınız yok.’’ Bir daha soruyor bir daha ‘’İçinizden ‘’ Ben yazacağım.’’ diyen bir tek kişi yok mu? ’’ Dilimi eşek arısı soksaydı da ‘’ Ben’’ demeseydim. Aslında ben soru sormak için ya da içimdeki korkuyu dile getirmek için parmak kaldırmıştım. Ben parmak kaldırıp daha ‘’ Ben’’ demeden sınıfın bütün dikkati bana yöneldi. Öğretmenin dikkati bana yöneldi. Bir anda sınıfın kahramanı olmuştum. Sınıfı kurtarmıştım öğretmenin ‘’ İçinizden ‘’ Ben yazacağım.’’ diyen bir tek kişi yok mu? ’’ sorusundan. Sınıf rahata erdi, benim başım belada.
Başım belada. Daha ‘’ Be ben’’ demeden öğretmen alıyor sözü ağzımdan. Beni övüyor da övüyor.
Hele şükür diyemedim ama cümlemin sonunu getirdim ‘’ Ben yazacağım da aklıma bir şey gelmiyor.’’ Öğretmen alışmış konuşmaya. Sanırsın bülbül, yok yok papağan.’’ Yazmaktan başka çareniz yok.’’ Cümlesine yeni bir cümle ekledi. ‘’ Yazacağım! ’’ demek yazmanın birinci adımı, ‘’ Ne yazacağım demek ikinci adımı.’’ Son cümlesini gözümün içine bakarak söyledi ‘’ Sen iki adım attın, kaldı bir adım.’’ ‘’ Sadece bir adım.’’
‘’Bir adım…’’ söylemesi kolay. Gel de at bir adımı. Ayaklarım sanki beni dinliyor. Resmen adımlarım geri geri gitmeye başladı. Dilim dersen başladı dönmemeye. Resmen heceliyorum aklıma takılan tek bir sözcüğü ‘’ Bi bir a adım’’ ‘’ Bi bir a adım’’
Sorular sorular? .. ‘’ Ya yazamazsam...’’ Ya yazdığım kötü olursa? ‘’ ''Ya arkadaşlar gülerse? ..'' Gülüşler geliyor birden gözümün önüne.Gülüşlerin her biri can alıcı, her biri atıyor beni ateşten ateşe. İçimdeki ses dışımdaki feryat işbirliğinde.’’ Betül başın belada.’’ diyor da başka bir şey demiyor.
Beynimde tek bir soru’’ Ya? ..’’
Dilimde bir tek hece ‘’ Ya? ..’’
‘’ Ya? ..’’lar uzadıkça uzuyor beynimde. ‘’Ya? ..’’lar tekrarladıkça tekrarlıyor dilimde.’’ Ya? ..’’ ’’ Ya? ..’’ ’’ Ya? ..’’..
’’ Ya? ..’’
’’ Ya? ..’’
’’ Ya? ..’’
Ve…
Ve uyumuşum. Beynimde tekrarlayan ‘’ Ya? ..’’lar. ‘’ Ya? ..’’ ‘’ Ya? ..’’...
‘’YA? ..'’lar köpürüyor. ‘’ Ya? ..’’lar kabarıyor. ‘’Ya? ..’’lar sürüklüyor beni ordan oraya. Öğretmeninin sesi yetişiyor ‘’İmdat! ’’ çığlıklarıma.'' Bir dal bul tutunacak.’’
Uykum bölünmüş.
Bir tek cümle yatağa düşürüyor, yataktan kaldırıyormuş.
Bütün yaşadıklarım gözümün önünde bir film şeridi. Geliyor, gidiyor... Her geliş gidiş beni getiriyor, götürüyor...
Aman Allah’ım ne zor şeymiş bir cümle yaratmak. Bu arada yeni bir deyim öğrendim ‘’ Dokuz doğurmak’’
Şimdi anlıyorum öğretmenin ‘’ O bir cümle size koskoca bir dünya yaratır.’’ Derken neyi anlattığını. Şimdi anlıyorum o bir tek cümlenin bize yürümeyi, bize konuşmayı yeni baştan öğrettiğini. Şimdi anlıyorum o bir tek cümlenin dersteki gülüşlerin boş gülüşler olduğunu öğrettiğini. Şimdi anlıyorum gülümsetmenin gülümsemeden önemli olduğunu, zor olduğunu.
Ve şimdi anlıyorum yaşadığım sancıların o bir tek cümlenin sancıları olduğunu.
Ve şimdi yazabiliyorum o bir tek cümleyi. O bir tek cümle ‘’ imdat çığlıklarıma yetişen öğretmenin sesi değil miydi?
''Hayat bir sel olup seni ordan ora sürüklemeden tutunacak bir dal bul.''
Şimdi üzülüyorum tutunacak bir dal bulamayanlar adına
SON
İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 7.12.2020 17:27:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!