Geçen Yüzyılın hafızasına kaydedilen ve hepimizin bildiği ötekiler listesinin başında; Yahudiler geliyor. II. dünya savaşında (dünyamızı paylaşma savaşı) toplumlar bedelini; can kayıplarının yanında, ekonomik, sosyal, psikolojik ve daha nice alanlarda can çekilerek verdi. Haliyle o günden bugüne ışık tutan bireylerde de iz bıraktı. Örneğin 30’lu ve 40’lı yıllarında Nasyonal Sosyalizm döneminde Nazi rejiminin zulmüne uğrayan 100’den fazla ünlü Alman bilim insanı ve sanatçı Türkiye’ye(İstanbul) sığınmıştı.(Mimar Bruno Taut, ünlü ekonomistler Alexander Rüstow, Gerhard Kessler, Wilhelm Röpke, Dr. Ernst Praetorius…) Nazi Almanya’sı tarafından vatandaşlıktan çıkarılanların pasaportuna “heimatlos” damgası dahi vurulmuştu.(‘Heimatlos’ kavramı kelime olarak “sürgünler” için kullanılan eşanlamlı sözcük olduğunu da unutmayalım. )
Dünyamızı paylaşma savaşlarından günümüze(öncesi ve sonrasına) kadar güncelliğini koruyan “ten” rengine endeksli “beyaz ırkın üstünlüğü” savaşına James Baldwin’i anarak günümüze kadar yolculuk yapacağız.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde (1776) buna atfen şöyle yazılı : “Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır ve aralarında yaşam, özgürlük ve mutluluğunu arama hakkı gibi Tanrı tarafından onlara verilmiş, onlardan ayrılamaz belirli haklara sahiptirler… Eğer herhangi bir devlet bunları ortadan kaldıran bir hale gelirse, onu değiştirmek veya yok etmek insanların hakkıdır.” yazılıdır.
Peki, eşitler miydi? Eşit miyiz günümüzde?
Sosyal alanlarda eşit olmadığı gibi yasal olarak da eşit olamadılar zamanında. Örneğin mahalleler, restoranlar, toplu taşıma araçları, lavabolar veya oy kullanamama gibi abes ayrıştırıcı-ötekileştirici olaylara maruz kaldıklarını biliyoruz.1950 sonrası bu konuda atılmış ciddi adımlar var fakat 2020 yılında da 8 dakika 46 saniye polisin boğazına dizini koyduğu ve yerde yatan adamın; “I can’t breathe” (Nefes Alamıyorum) diyen J. Floyd olayına şahit olduğu bir dünyamız var ne yazık ki hala.
Savaşların; ırklara, dillere, cinsiyete, dinlere ve ten rengine gibi sıradanlığın dışında bizi şaşırtan olaylara ev sahipliği yaptığını biliyoruz.
Peki, sanata bunun yansıması olmuş mudur?
Gelin James Baldwin’in hikâyesine birlikte bakalım ve birlikte karar verelim.
Afrika kökenli Amerikalı yazar James Baldwin, 2 Ağustos 1924 yılında Harlem, Manhattan, New York’ta dünyaya gelir.
James Baldwin, denemeci, romancı, senarist ve aktivisttir. Amerikalı, siyahî ve eşcinseldir kendisi. Harlem doğumlu Afro-Amerikan, siyahî bir eşcinsel bir yazar olmanın yanında yersiz yurtsuzluğun tüm izlerini hayatı boyunca omuzlarında taşımış kavgacı, biraz isyancı olduğunu anlıyoruz okuduklarımızdan.
James Baldwin’in yaşam portresini yazmaya giriştiğimde bunum o kadar kolay olmayacağını bilmeliydim. Hayatı boyunca yazmanın kendisini ifade etmenin tek ve en zor yolu olduğunu söylüyor. Çünkü yazdıkları yüzünden hem Amerikan edebiyatına bir çağ atlattığını hem de kendisine başka ülkelerde adeta sürgünde geçecek bir hayatın haritasını çizdiği gerçeğini biliyoruz.
Lise öğreniminin ardından küçük işlerde çalışmaya, bir taraftan da yazmaya başladı. The New Leader, The Nation, Commentary ve Partisan Review gibi dergilerde kitap tanıtım yazıları ve denemeleri yayımlandı. İlk romanı ‘Git Onu Dağda Anlat’ 1953’te basıldı. Baldwin, Harlem’de genç bir vaiz olarak yaşadıklarını anlattığı bu kitapla elde ettiği başarıyı, bir eşcinsel aşk öyküsü olan ‘Giovanni’nin Odası’ ile pekiştirecekti
Cinsellik ve kimlik konularını işleyen romanları, insan hakları savunuculuğu ve ırkçılığa karşı yazılarıyla tanınan James Baldwin, hak arayışını her daim sürdürecek ve kalemine de bunu yansıtacaktır fakat kalemi iyi kullanmanın bir bedeli olacaktı.
Giovannin Odası adlı kitabı, 1956 yılında ilk defa yayınlandığında bir Afro-Amerikan olarak beyaz bir eşcinsel karakter yaratma cüreti sebebiyle hayatının geri kalanını kendisine yapılan saldırıları göğüslemekle uğraşarak geçirecekti.
Baldwin’in üvey babası tüberkülozdan öldüğünde –ki yazılarında onun hep babası gibi olduğunu söyler- yazarın 19. yaş günüydü, aynı gün üvey kardeşi doğmuştu ve Harlem 1943 ayaklanması ile yanıyordu. Beyaz bir polis memurunun bir siyahî genci öldürmesi ile başlayan ve iki gün süren ayaklanma sonucu onlarca yaralı ve bine yakın gözaltı olacaktı. Baldwin’in yazını ise bugün bile devam eden ırk ve sınıf ayrımcılığından, siyahların gördüğü polis şiddetinden ve toplumsal dışlanmadan fazlasıyla beslenecek hatta yazarın hayatının yönünü Amerikan Yurttaş Hareketi’ne verdiği destek ve bu desteğin içinde bile onun dışlanmasına sebep olacak eşcinselliği ile birlikte şekillendirecekti. Eşcinselliği bu kadar açık anlatan bir siyahı kabullenemeyen Afro-Amerikan toplumu tarafından hem de kendilerini eşcinsel olarak kurguladığı bir kitap yazdığı için beyazlar tarafından adeta bir hedef tahtasına dönüştürülecekti.
Şu an LGBT hareketi için ilk sıralarda anılan kitap yazarının adeta hayatı uğruna savaştığı bir metin haline geldiğini hatırlatmakta yarar var.
Bugün Amerikan ‘”kara” edebiyatının, yalnızca romancı olarak değil, incelemeci ve oyun yazarı olarak da en büyük isimlerinden biri olan Baldwin, ‘Ne Zaman Gitti Tren’ romanını İstanbul’da yazmıştı.
Go Tell On The Mountain, 1953 yılında yayımlandığında Baldwin ülkedeki ırkçılık hareketi yüzünden çoktan ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Ayaklanmalar, ölümler ve isyanlar ile Amerika çoktan onun ülkesi olmaktan çıkmıştı çünkü. Ama bilmediği Avrupa’da da durumun pek farklı olmadığı ve bu dışlanmanın ve ırkçılığın açık açık olmasa da üstü kapalı bir şekilde devam edeceğiydi. Siyahî başkaldırının da en önemli figürlerinden birine dönüşen Baldwin için kendi ülkesi o kadar tehlikeli bir durum almıştı ki bir anda aldığı Paris biletiyle kendini Avrupa’ya atmak yapabileceği en doğru hareketti. En azından burada can güvenliği vardı.
1963’te yayınlanan romanı ‘Bir Başka Ülke’ eleştirmenlere göre ‘edebi bir patlama’ydı. Bir yıl sonra, öykü ve denemelerden oluşan ‘Adımı Kimse Bilmez’ ve ‘Yerli Bir Çocuğun Notları’ okurlarla buluştu. Oyun ve çocuk kitapları da yazan Baldwin, Rosenwald, Guggenheim, Partisan Review ve Ford Vakfı gibi birçok edebiyat ödülü kazandı. 1970’te John Herbert’in ‘Of Fortune and Men’s Eyes’ oyununu ‘Düşenin Dostu’ adıyla Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda sahneledi. Aynı yıl fotoğrafçı Sedat Pakay bir Baldwin belgeseli hazırladı.
Baldwin’in yazını her zaman yaşamından beslendi. Belki de hem politik duruşu hem de cinsel yönelimi yüzünden mücadeleler ile geçen bir hayatın başka konulara eğilmeye fırsat bulması düşünülemezdi. Ya da James Baldwin böyleydi işte hayatını hem savaşarak hem de savaştıkları üzerine yazarak geçirmeyi seçmiş biriydi. Hayatının son yıllarına kadar yoksulluk çekti, hayatı boyunca en çok Fransa’da ve bir sürü ülkede yaşadı hatta öyle ki yolu İstanbul’a da düştü ve Bir Başka Ülke kitabını İstanbul’da hem de Engin Cezzar ve Gülriz Sururi çiftinin çiftlik evinde kaleme aldı. James Baldwin ve Engin Cezzar’ın dostluğu Cezzar’ın New York’ta oyunculuk yaptığı döneme dayanıyor ve burada başlayan dostluk İstanbul’a kadar uzanıyordu. Engin Cezzar ve James Baldwin’in Giovanni’nin Odası yayımlandıktan bir yıl sonra başlayan dostlukları, asla gerçekleşmeyen Giovanni’nin Odası’nı oyunlaştırma düşünceleri ve bolca gidip gelmelerle Baldwin’in ölümüne kadar mektuplarla sürdü. The New Yorker gibi hatırı sayılır birçok mecraya da haber olan bu dostluktan kalanlar Dost Mektupları adıyla 2007 yılında yayımlandı. Mektuplar sadece Cezzar-Baldwin dostluğunu değil Baldwin’in çalkantılarla dolu hayatından kesitleri de en dolambaçsız ve gerçek haliyle gözler önüne seriyordu.
Gerek yazdıklarıyla gerek ABD’deki ırkçılığa karşı bir mücadele gösteren ve tüm dünyada tanınan insan hakları savunucularından James Baldwin’in kaleme aldığı “Ben Senin Zencin Değilim” kitabı ve sonra filme uyarlanan şekliyle hem ders niteliğinde hem de insanlığımızı sorgulatıyor bizlere.
ABD’deki siyah mücadelesinin üç sembol ismi Malcolm X, Martin Luther King Jr, Medgar Evers… Üçü de 40 yaşını göremeden öldürülmelerini böyle açıklıyor. Onlarla birlikte yaşadığı süreci ve sonrasında yalnız kalmayı…
Martin Luther King’in, Malcolm X’in hayatta olduğu ve siyahî ayaklanmalarının en ateşli dönemlerinde basılan Go Tell On The Mountain büyük bir nefretin ve eşitsizliğin kitabı haline gelmişti ve bu da James Baldwin için Amerika’ya dönme yollarını daha da kapatıyordu.
Herkesin tanıdığı bu dostları hakkında “Ben Medgar, Malcolm ve Martin’den daha büyüktüm. En büyük çocuğun küçükler için model oluşturmasının ve elbette ilk onun ölmesinin beklendiğine inanarak büyüdüm. Onların üçü de kırk yaşını göremedi.” der.
Eski Galata Köprüsü’nde çekilmiş bu fotoğrafın söylediklerine bakalım. Fotoğrafta
Engin Cezzar, Gülriz Sururi ve James Baldwin var. Fotoğraf samimi bir aile gibi. Hep bir aile olarak gözükmelerini de seviyor insanlar… İstanbul, bir sığınaklar şehri… Tıpkı daha önce Yahudi bilim insanlarına ve daha nice göçmene ev sahipliği yaptığı gibi.
Irksal farklılıkların yanında ulusal ve uluslar arası farklılıkları ortadan kaldırmak için mükemmel bir habitat.
Fotoğraf hakkında BBC spiker soru sorar; Farklı ırklardan insanların birbirini daha iyi tanıması gerektiği talebi yok mu?
Karşımızdakine sadece insanmış gibi davranmak her kişinin göstermesi gereken bir çabadır ve bana göre bu tehlikeli olandır. Sana davranıldığı gibi onlara öyle davranman gerektiğini bilmelisin, hem de ne pahasına olursa olsun.
Hiç bir Kişi, slogan, parti, deri rengi ve hatta din insan hayatından daha değerli değildir, der.
Bugün olduğunuz yazara dönüşebilmek için nasıl kaçtınız? Nasıl yazar oldunuz? Sorusuna düşünceli ve dalgın bir bakışta sonra başını yerden kaldırır şöyle cevaplar;
-Kimsenin bir şeyden kaçabileceğine Emin değilim ben kaçmadığımı biliyorum.
Ama hayatımda yaptığım en iyi şey Amerika’yı terk etmek oldu. İçimdekileri kusabileceğim zamanı verdi bu bana. İçimdeki hiddeti en azından toplum tarafından düşmanlaştırılmadan hareket edebildim. Ne yaptığım kimsenin umurunda değildi. Ölüm tehlikesi içinde değildim. Çünkü bir yere ait olma zorunluluğum yoktu. Afrika kökenli Amerikalı EBONY dergisinin 1970 yıllı Mart ayına ait sayısında “A Love Affair” (Bir Aşk İlişkisi) başlığının altında bu gün yerinde olmayan Galata Köprüsünde çekilmiş fotoğrafa yer veriyor.
1957’de Kuzey Carolina’da kimi okullara siyahîlerin alınmaması dolayısıyla “tepki gösteren” Dorothy Counts’ın fotoğrafındaki kararlı duruşu görünce “mücadelenin içinde olmak için” ABD’ye döndü. Zorlu süreçten sonra Fransa’ya geri döndükten sonra, James Baldwin 1987’de Fransa’da mide kanserinden aramızdan ayrılır.
Yeni bir şehir yeni bir dil yeni insanlar yeni dostluklar ve onun için en önemlisi yeni bir kültürden herkes etkilenir. Yeni bir kültürün sunacağı sanat tepsisinden sizde nemalanacaksınız, Baldwin gibi. Baldwin’in yaşadıkları bizden biri gibi hep, kendimden bir parça Ortadoğu’da. Çoğu şey başta yabancı gibi gelse de hisler hep tanıdık geliyor bir yerlerden nedensiz.
The fire next time kitabında sonunda Baldwin bize verdiği ders oldukça önemli; Bilinçli beyazların ve bilinçli siyahların tıpkı sevgililer gibi geleceği değiştirmeleri gerektiğini, yeni bir ülke yaratmaları gerektiğinin altını çizer.
Ötekileştirmenin sınırı olmaz ama halkların sınırları ve fikirlerin sınırları çağımıza kadar da acı bir miras olarak gelmiştir. Bundan sonrası bize düşen herkes için var etmek, üretmek.
ABD’deki siyah mücadelesi yani insanım bende deme mücadelesini şöyle özetlesek; “Amerika’da zencinin hikâyesi, Amerika’nın hikâyesidir. Hoş bir hikâye değildir” diyor James.
Kirli Dünyamızda “insan” olarak kalmanın hikâyesi zor bir seçimdir. Fakat oldukça kıymetlidir.
Sevgi ve hasretle anıyoruz “insan” olarak hala yaşayanları. Sevgiyle…
Velat AçarKayıt Tarihi : 29.3.2021 04:02:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Velat Açar](https://www.antoloji.com/i/siir/2021/03/29/james-baldwin.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!