İSLAM DÜŞÜNCESİNDE İFRAT VE
TEFRİTİN İKİ YANSIMASI TEKFİR VE İRCA
İslam düşünce tarihi derin ayrılıkların, itikad-i,siyasi ve ameli hizipleşmelerin ümmeti bölük pörçük ettiği ve gücünü kırdığı ifrat ve tefrit yaklaşımlarına sahne olmuştur.Bu hizipleşmelerin değişik isimler adı altında sergilenmeye devam ettiği de bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.Belki başlangıçtaki derecede bir disiplin ve mezhep olarak devam etmese de bu ayrılıkçı (ümmet bilinci açısından) telakkiler zihinsel olarak devam etmektedir. Bu zihinsel sapkınlıklar çoğu zaman derin bir İslam ve Kuran bilgisinin yokluğundan kaynaklansa da tarihi, kültürel, sosyolojik bazen da psikolojik sebepleri ihmal edilemeyecek kadar etkindir. Hz. Peygamberin vefatıyla bir çok siyasi ve sosyal kurum oluşmadan Mihne(Fitne ve kargaşa) hadiselerinin ortaya çıkışı, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz..Ali’nin suikast yoluyla şehit edilmeleri Cemel,Sıffın vakalarında bir çok Müslüman’ın ölmesi ve Ümmete rağmen Emevi sülalesinin Şurayı rafa kaldırarak kanlı bir baskınla iktidarı saltanata çevirmesi Hz..Hüseyin’in Kerbela da şehit edilmesi bu olaylar karşısında çoğu zaman hissi tavırların ve fikirlerin ortaya konması ve akabinde saltanata ve baskıya dayalı bir rejimin Emeviler ve ardından gelen Abbasiler tarafından model olarak ümmete dayatılması bu dönemde sağlıksız bir İslamlaşmanın ve kültürel kozmopolitleşmenin doğal neticesi olarak İslam’ın sadeliği ve duruluğunun bozulması tehlikesi baş göstermiştir.Bu dönemde tartışmaya ve hizipleşmeye neden olan sorular; Cemel ve Sıffın da birbirini öldüren Müslümanların işledikleri fiilin niteliği,bu işlenen fiil acaba Haram mı? yoksa Küfür mü? idi,büyük günah işleyen Kafir mi? olur yoksa bu fiil İmana asla zarar vermez mi? , Müslümanların yöneticiliği İmana ve verasete(Ehli Beyt) dayalı bir Nas mıdır? ,bu hakkı hakeme devreden Hz Ali Allah’ın hükmünden vazgeçerek Kafir mi olmuştur? yoksa bu bir maslahat(Şartlara dayalı seçim) mıdır? ,Hilafeti devre dışı bırakan ve kendi saltanatını yerleştirmek için bir çok entrikaya baş vuran Emevilere karşı ayaklanmanın hükmü nedir? , bu iktidardan yana olanlar Müslüman mı? Kafir midir? ,Büyük günah işleyenler hakkında kararı kim verecektir? , bunlar Kafir ise bunların küfründen şüphe edenlerin hükmü nedir? ,yani Kafire kafir demeyen kafir olur mu? ,Allah’ın her hangi bir hükmünü uygulamayan yahut askıya alanın hükmü nedir? , Allah’ın hükmüyle kamilen hükmetmeyen bu devletlerde vazife alanların hükmü nedir.? Bu soruları zincirleme olarak artıran ve tavrını İslam tarihi boyunca bir ifrat(Aşırılık) ve bağnazlık düzeyinde ortaya koyan Hariciye(Tekfir hareketi) bütün bu sorulara hükmü Küfür olarak belirlemiş güçlendiği zaman bu düşünce sahiplerine ve rejimlere karşı güç kullanmış(İsyan, Kıyam) ,suikastlarda bulunmuştur. güçsüz zamanlarında ise bir kenara çekilerek kapalı bir yapı olarak yaşamını devam ettirmiştir bu tavrın doğal yansıması en azından İslam dünyasında yapıcı bir tavır ortaya koyamaması şeklinde tezahür etmektedir.Aslında bu düşüncenin İmamet konusundaki fikri en tutarlı düşüncedir ki; Haricilere göre İmametin mümin ve liyakatli olmak dışında herhangi bir şartı yoktur hatta İmamın Sünnilerin aksine güçsüz bir kabileden olması eftaldir ki bunun gerekçesi de İmamın şeriata uymayan bir fiilinde azledilmesinin kolay olmasının sağlanması açısından daha uygun olacağı temeline dayanır fakat sırf bu fikirleri tutarlı ve faydalı bir İslam düşüncesi oluşturmaları açısından yeterli olamamıştır.Cemel ve Siffında savaşan Müslümanların durumu Kuran bağlamında Hücürat süreside müminlerin çarpışması olası bir durum olarak nitelendirilirken niçin iman küfür meselesi yapılmıştır doğrusu anlamak çok güç gözüküyor(Bk:Hücürat:9-10) Allah burada birbirini öldürenlere mümin derken bu fırka her iki gruba kafir diyor.Yukarıda Haricilerin gündeme taşıdığı ve hükmünü küfür olarak belirledikleri hususlara dikkatle bakılırsa şu açıkça görülür ki Hariciler topluma kim Müslüman dır sorusunun cevabını bulmak için değil kim Kafirdir? perspektifinden bakmakta ve Hz..Peygamberin yakın arkadaşlarının gündeme getirmediği ve sormadığı soruları türeterek kıyas ve zorlama yoluyla insanları Tekfir etmekte ve içinden çıkılamayacak bir kargaşanın da önünü açmaktadırlar.Tekfir felsefesine sahip olanların idrak edemedikleri önemli bir konu şudur İslam’a müntesip olmakla İslam’ı temsil etmek aynı şey değildir Hz peygamber insanlara akıllarına ve düzeylerine göre yükümlülük yüklüyor bir kısım taşradan gelenlere(Bedevi Arabi) İslamın emir ve yasaklarını basitçe anlatıyor ve bu emirleri yerine getirmeleri ve yasaklardan kaçmaları haline cennete gideceklerini müjdeleyip onları memleketlerine geri gönderiyor ve beklide bu kimseler peygamberi bir daha hiç görmüyor idi.Bunlar müntesip olan Müslümanlardı. Diğer bir takım insanları ise iman etmeleri halinde yanında alıkoyuyor ve onları Ashabu Süffede yetiştirerek davanı eri haline getiriyor ve kendisine arkadaş ve yoldaş ediniyor idi işte Sahabe bunlardır ve bu özel insanlar İslam’ın temsilcileridir öncüleridir Peygamberin ilk bahsettiğimiz insanlarla bu bahsettiğimiz özel sınıftan beklentisi aynı değildir,Tekfir düşüncesine sahip olanlar ise bu ayrımı yapamamaktadır.Onlar bir köylü ümmi ile bir şehirli aydını aynı kefeye koymak istiyorlar bu mümkün olamayacak bir durumdur.(Bk:Hücürat:14) . En çok yanıldıkları konu ise Haram ve günah ile Küfür ve Şirki aynı zannetmeleridir.Oysa bu iki kavram farklı olup Allah günahları dilediğini bağışlarken Küfrü ve Şirki asla bağışlamaz.(Bk:Nisa:116) Çağdaş Tekfir hareketinin türettiği sorular ise daha düzeysiz ve komiktir İslam’ı kuraların işlemediği bir ülkenin nüfus cüzdanını taşımaktan tutunda o ülkenin parasını taşımaya kadar bir çok akideyle ilgili olmayan konular kıyasla tekfir sebebi haline getirilmektedir.Dikkat çeken bir hususta bu düşünce sahiplerinin kendilerini merhum Seyit Kutup ve Mevdudi’ye (Allah ikisinden de Razı olsun) nispet etmeleridir ki bunun hakikatle alakası yoktur. Seyit Kutup, Mevdudi ve diğer yeni Selefi (Kuran ve Sünnete dönüş) hareketi önderlerinin mücadelesini ve hayatını takip edenlerin onların bu tür ifrattan uzak olduklarını ve hayatlarını insanlığı uyandırmaya adadıklarını görür. Bu siyasi fırkanın zıddı bir düşünce hizbi olan ve bütün bu tavırlarda(Yukarıda bahsi geçen) İmana zarar verecek bir husus söz konusu değildir, inandım demek yeterlidir, kişinin hiçbir fiili bu ikrarını bozmaz inandım diyen kişi yahut iktidar(Rejim) İslam’ı ve Kuranın hükmünü uygulamasa da bu onun imanına ve meşruiyetine zarar getirmez diyen ve tefritin(Sulandırma ve Dünyevileşme) tarih boyu temsilcisi olan bu düşünce doğal sonuç olarak İslam’ı söze ve vicdana hapsetmiş ve Kültür Müslümanlığının devamını sağlarken İslam’ın hükmünü askıya alanlara da çanak tutmuş ve tutmaya devam etmektedir.Bu düşünce ekolüne göre kişinin Kuran bağlamında küfür sayılan fiilleri varsa da bunun hükmünü vermek Müslüman’a düşmez kişi açıkça inkar etmediği müddetçe onun gerçek hükmü ahrette Allah’a kalmıştır.(İrca, Mürciye) .Bu gün bu düşünce üzülerek ifade etmek gerekir ki Ehli Sünnet olarak lanse edilmektedir,akidenin Kelamlaştırılmasıyla başlayan bu süreç saltanat rejimleri tarafından resmileştirilmiş ve kilit bir kavramla(Ehli Sünnet) formilize edilmiştir.Esasen her Müslüman Ehli Sünnettir.Fakat bir Kelam ekolünün bu kavramı kendine resmi isim olarak zimmetlemesi diğer Müslümanları bu tanımın çerçevesinin dışında bırakmıştır.Hatta ilk klasik Kelam kitaplarında Ehli Sünnet sayılan Selefiyye daha sonra ideolojik sebeplerle bu tanımın dışına çıkarılmış ve artık Vahabilik adıyla anılır olmuştur.Şunu da ifade etmek gerekir ki Selefiyye diğer Sünni Kelam mezheplerinden İrca konusunda ayrılmaktadır ve Ehli Sünneti temsil etme anlamında diğer Sünni kelam ekollerine göre daha tutarlı ve saf bir felsefeye sahiptir.Sünni mezhebin diğer iki kolu olan Maturidiyye ve Eşariyye ise daha çok felsefik ve Tasavvufi bir içerik kazanmıştır.Bunda Türklerin İslamlaşmasının ve bu iki mezhebe mensup olmasının etkisi büyüktür. Şunu ifade etmek lazımdır ki Allah kitabını ve dinini korumayı garanti altına almıştır fakat Asrı Saadetten sonra bahsettiğimiz bu olumsuz faktörlerden dolayı Kitabi (Sahih) İslam la kültürel İslam(Nazari) arasında mücadele devam edip durmuştur.Bazı toplumlarda kültürel İslam tamamıyla Kitabi İslam’ın. yerini almış ve topluma hakim olmuştur.Seküler hukukun hakim olduğu adı İslam ülkesi olan coğrafyada ise mücadele kültürel İslam ile Laik, totaliter dayatma arasında cereyan etmektedir.1.Dünya savaşı ile birlikte En azından bazı kurumlarıyla Kitabı İslam’ı temsil ve himaye eden Osmanlı imparatorluğunun ortadan kaldırılması ve yerli emperyalist işbirlikçilerle(İttihat ve Terakki grubu ve onların çağdaş halefleri) İslam coğrafyasının dayatma ve despot rejimlere mahkum edilmesi ve aynı kültüre ve milliyete sahip İslam topraklarının emperyalist güçlerce doğal olmayan sınırlarla bir takım manda derebeyliklerine ve totaliter rejimlere teslim edilmesiyle bu rejimler tarafından bu bahsettiğimiz kültürel İslam’ın da kültür erozyonu ve emperyalizmi ile yok edilmeye çalışılması söz konusudur. Öyle ki bu bağlamda İslam ülkelerinde dayatma devrimler ve yenilikler halka savaş açma ve toplu imha safhasına vardırılacak sınırlara kadar taşınmıştır.Hama ve Halepçe katliamları ve Mısırda Müslüman Kardeşler hareketine uygulanan işkence ve katliam yine yakın zamanda Cezayir’de Fıransız güdümlü cuntanın seçim kazanmış FİS hareketine uyguladığı muamele bunun en bariz misalleri olarak tarih sayfasına geçmiştir. Tam bu noktada Kuran ve Sünnete dayalı bir İslam siyaset ve hareket düşüncesi belirlemesi gereken Müslümanların önüne yeniden çağdaş Hariciye(Tekfir) ve Mürciye (Küfür hükmünü Allah’a bırakan) iki uç (ifrat ve tefrit) felsefesi çıkmıştır,bu iki felsefe de hem Müslümanların enerjisini ve gücünü bölmekte hem de totaliter Küfür rejimlerinin ayakta kalmasını sağlamaktadır, tekfir daha çok Müslümanlara karşı işletilen ve gücünü bölen bir silah konumunda icra edilirken İrca ise batıl rejimleri ve mensuplarını halkın ve kültürel Müslümanların nefretinden korumaktadır, adı Müslüman ismi olmasına karşın İslam düşmanlığı yapıp aynı zamanda bende müslümanım diyen Tağuti güç ve rejimleri ayakta tutan İrca (Mürciye) felsefesine sahip olan anlayıştır.Oysa İslam ne Tekfircilerin ellerindeki küfür damgası ile insanları mühürledikleri bir yafta ne de Mürciyenin dediği gibi itikadi bir belirsizlik hali değildir. İslam Allah’ın gönderdiği iki cihan saadeti sağlayacak ve doğrulukla eğriliği, hakla batılı, iman ile küfrü(İlhat,Şirk ve Nifak) insanların anlayacağı açıklıkta ortaya koyan(Bk:Bakara:256-257) ve insanları kurtarmaya çalışan bir tebliğ hareketidir uçurumun kenarında duran beşeriyeti oradan çekip salim ve sağlam zemine taşıyan bir insanlık ve merhamet hareketidir.(Bk:Ali İmran:103) Allah merhameti gereği tebliğ ulaşmayan ve hakkında afaki ve enfüsi deliller belirmeyen insanlara azap etmemeyi taahhüt etmişken(Bk:isra:15,Maide:19,Kasas:47,Taha:134,,Nisa:165,Şura:208-209) ve peygamber en azılı inkarcılara yüzlerce defa tebliği ve hakikati götürmüşken Harici bir felsefeyle inadi küfür sahiplerinin bırakılıp bir takım zaruretlerden(Maslahat) ,özel durumlarından(stratejik konum) yada güçsüzlükten(İkrah) dolayı dinlerini kamilen ortaya koyamayan Müslümanların(Bk:Nahl:106-107,Ali İmran:28,Mümin:28) harcanması(küfürle itam edilmesi) , İslam’ın kendi özgün siyasetinden saptırılarak siyasetin imanileştirilmesi değildir.En azından bu insanların durumlarının Allah’a havale edilmesi İrca kapsamında değerlendirilemez.Fakat şunu ayırt etmek lazımdır ki; İslam adları Müslüman olanların hem İslam’a düşman olup hem de halkı Müslüman olan halkları kandırmak için iki yüzlülük yaptığı camiye karşı kahrolsun şeriat diye bağıranların kendilerini hala Müslüman zannederek umreye gittiği bir inanç kargaşası ve lakaytlığı asla değildir,hele Masonik emperyalist güçlerin işbirlikçiliği ve beşer ideolojilerinin gönüllü kulluğu asla değildir(Bk:Maide:50) .Kişi hem Müslüman hem de başka bir İzimden olamaz bu iki İlaha kulluktan başka bir manada ifade etmez oysa İslam bütün insanlığı tek Allah’a kulluğa çağırmaktadır. Şunu ifade etmek gerekir ki; Kuranın mesajını Hz.Peygamberden sonra bütün insanlara eksiksiz bir biçimde açıklamak Müslümanların yegane vazifesidir.Bu yapılmadan Kuranın davetini hiç duymamış duysa bile kasıtlı olarak saptırılmış bir mesajı duyan toplumların helak olmalarını beklemek ve bu gibi toplumları Tekfir ederek rahatlamak hem Kuranın mesajını hem de Sünnetullahı anlamamak demektir.Zira toplumların helaki ve Tekfiri ile ilgili hüküm çerçevesine davetle karşılaşan ve uyarılan toplumlar girer.(Bk: Enam:131)
Sonuç olarak şunu demek lazım gelir ki; İman ile Küfür apaçık bellidir.İslam ne içtihatla Müslüman’ı tekfir etmeye ne de Küfrü belli olanın hükmünü Allah’a havale ederek İmanı bir muammaya ve belirsizliğe çevirmeye müsaade etmez.Müslüman Kuranın hakikatini ve nurunu insanlığa her türlü vasıtayla duyurmak zorundadır.Müslüman’ın vazifesi cennete insan kazanmaktır ve insanlığa merhamet etmektir bu merhamet ise tebliğle tecelli eder,yoksa Müslüman’ın kimseye hidayet etme yetkisi yoktur.
YUSUF AYGÜN
[email protected]
Kayıt Tarihi : 21.4.2008 15:52:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Birincisi sevgi saygı... Geçmiş toplulukların hepsi Allah'a, peygamberlerine, önderlerine (imamlarına+rahiplerine+hahamlarına+alimlerine) duydukları sevgiyi saygıyı kontrol edemediklerinden tevhitten saparak şirke düşmüşlerdir.
İkincisi kin, nefret ve düşmanlıktır. Bu duygularla hareket etmek başlı başına bir zulüm doğurarak tağutlaşmayı gündeme getirmiştir.
TÜM YORUMLAR (1)