İlkyazı Karşılarken Şiiri - Feride Özmat

Feride Özmat
25

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

İlkyazı Karşılarken

“Okuduğun nedir? ”

Gözlerimi elimdeki dergiden ayırıp başımı kaldırdım. Fıstık Ahmet, fıstık rengi gözlerinde her zamanki hınzır bakışıyla, gülümsüyordu.

“Yeni bir öykü dergisi” dedim. “Okumak ister misiniz? ”

Çok uzun zamandan beri ilk defa Ada’da, Prinkipo’daydım. Yazın gün boyu mekânın en serin, akşamlarıysa en rüzgârsız yeri olan erik ağacının altında oturmuş; dört ay boyunca kırık sağ kolumda taşıdığım ve kaç kilo olduğunu tahmin bile edemediğim alçının çıkmasını; kısacası esaretin bitişini kutluyordum.

Kutlamak, herkese göre değişen bir kavram... Benim yerimde bir başkası olsa, belki kendini İstiklal Caddesinin kalabalığında kaybedip Fransız sokağındaki bir barda içmeyi; belki aylar boyu hayal edip de gezemediği Nişantaşı’nda doyasıya alışveriş etmeyi; belki de arabasına bindiği gibi soluğu Boğaz kıyısında alıp bir lokantada balık yemeyi isterdi. Ya da tüm dostlarını evinde toplayıp sabaha kadar sürecek görkemli bir parti vermeyi...
Benim içinse kutlamak; kimi zaman çok sessiz ve huzurlu, kimi zamansa hareketli ve kahkaha dolu ama her daim insanın kendini evindeymişçesine rahat hissettiği, bu sade ve içten ortamda olmaktı. Her şeyden ve herkesten uzaklaşıp kendi içime kapanmak; ayağımı uzatıp tertemiz havayı içime çekerek elimdeki kitabı ya da dergiyi okumak; arada bir de dostların sohbetine kulak verip kimi söyleşilere ucundan da olsa karışmak demekti.

“Çay taze, Feride Hanım. İster misiniz? ”
“Sağolun İsmail Bey, almayayım. Canım bira içmek istiyor. Soğuk ve köpüksüz olsun lütfen...”

Biradan büyük bir yudum alıp içimi çektim. Sonra elimdeki dergiyi kucağıma bırakarak çevreme bakındım. Mutluydum. Güneşin altında mayışmaktan, deniz kokusunun içime dolmasından, özgürlüğü tekrar hissedebilmekten dolayı mutluydum. Yaşamaktan, dostlarımla olmaktan... Kalabalıkların arasında bile iç dünyamla baş başa kalabilmekten... Her şeyden önemlisi kendimden... Kendimle barışık olmanın bilincinde olmaktan; hayatta neyle karşılaşırsam karşılaşayım zorluklarla yüzleşebilme cesaretimden; gerçekliğin önüme çıkardığı sorunları yenebilme gücümden dolayı mutluydum.

Galiba çoğunluğun kabul etmeyeceği bir mutluluk kavramıydı benimkisi. İnsanlara mutluluğun anlamını sorsam, kim bilir ne değişik cevaplar alırdım. Kimine göre çocuklarının okulda başarılı olması, kimine göre bir ev sahibi olabilmek... Bazıları da her şeyi bir yana bırakıp gece gündüz gezip eğlenebilmek derdi belki; ya da istedikleri anda istedikleri yere tatile gidebilmek... Hatta işinde çok kazanmaktan dolayı mutlu olanlar da vardı muhakkak ki…

Mutluluk kavramı herkese göre değişebiliyordu da mutsuzluk değişmiyor muydu? O da elbette kişiden kişiye farklılaşıyordu. Hatta birine mutluluk gibi görünen, öteki insanların mutsuzluğu olabiliyordu. Üstelik kimi insanlar vardı ki hiçbir şeyden mutlu olamıyor ve bu da yakın çevresindekilere yansıyordu. Ellerindekiyle yetinmeyip daha fazlasını istiyor, elde ettiklerinde onu da yeterli bulmuyorlardı. Yoksa insanın gerçeklerle karşılaşmaktan kaçışı mıydı mutsuzluk? Bir yaşama beceriksizliği miydi? Belki de insanın kendisiyle yüzleşebilme cesaretinin olmamasıydı...

Birdenbire irkildim. Tam burnumun üstüne bir böcek düşmüştü. Çok tiksindiğim bu yaratığı elimin tersiyle havaya savurup gözlerimi altında oturduğum erik ağacına diktim. Atlamaya hazırlanan başka böcekler de var mıydı? Neyse ki görünürde yoktu. Rahatladım ve güneşle arama girmeye çalışan dallarla yaprakları incelemeye koyuldum. Koyu yeşil, uçları sivri ve küçük yapraklı dallar birbirinin içine girerek kahverengi ve yeşilden oluşan bir labirent meydana getirmişti. İnsan bir ucundan başlayıp takip etmeye kalksa dalların ana gövdeye bağlantısına ulaşamayacağı, karmakarışık bir dünya...

Bu bahar, bu ağacın çiçeklerini görememiştim. Oysa nasıl da isterdim! Kokusu olmasa da, yapraklanmadan önce tüm dallarının beyaza dönüşmesini; tam altında oturup başımı yukarı kaldırarak çiçeklerini tek tek incelemeyi; her birine göz, burun, ağız yakıştırmayı; değişik isimler takmayı... O güzel görüntünün verdiği hazzı içime doldurmayı... Ve gün bitiminde İstanbul’a dönerken bembeyaz çiçeklerle dolu incecik bir dalını koparıp Ada havasını da beraberimde götürebilmeyi... Bu anın düşüncesiyle gülümsedim. Gerçekleştirememiş olsam bile yine de bir tesellim vardı. Kolum alçılıyken buraya gelememiştim ama uzaktan da olsa, Üsküdar’daki evin önündeki erik ağacının çiçeklerini seyredebilmiştim ya...

“Yenge; bakıyorum da köşene kavuşmuşsun... Hoş geldin.”
“Sağol... İyi yazlar olsun.”

Yanımdan geçerken laf atan Nusret’in selamı, bana geçmiş yazları hatırlattı. Onun Prinkipo’ya hemen her öğlen elinde bir torba balıkla yorgun argın, gözleri uyku dolu gelişini; tam yanımdaki masaya oturup mezeleri beklemeden rakı kadehine sarılıp yudumlayışını; Tamer ve Aydemir’le birlikte eskileri yâd edişlerini...

İçerden Dalaras’ın sesi geliyor; karşımdaki uzun masanın başında oturan Fedon, güçlü ve duygulu sesiyle ona eşlik ediyordu. “Mi mu timonis matia mu” diyordu; “darılma bana canımın içi.” Şarkının sözlerini, bildiğim tek tük kelimeleri bir araya getirerek anlamaya çalışıyordum ama ne mümkün! Rumcayı hala öğrenemediğim için kendime kızdım ve bu yaz üzerinde mutlaka çalışmaya söz verdim. Neyse ki bana bu konuda yardımcı olabilecek dostlar vardı. Onlara istediğimi sorabilir, bu dili yavaş yavaş da olsa sökebilirdim.

Ortalık kalabalıklaştıkça dost sohbetleri artıyordu. Güneş giderek yandaki çatının ardına doğru çekiliyor ama yine de, son bir çabayla, tekrar birlikte olmanın keyfini yaşayan insanları ısıtmaya çalışıyordu.

İşte tam o anda gördüm onları. Erik ağacının yaprakları arasındaki irili ufaklı mavi boşlukları karartan, yorgun kanatlarını çırpmakta güçlük çektikleri ta aşağıdan bile anlaşılan leylekleri... Evet; leylekler geliyordu! İçim, tarif edemeyeceğim bir coşkuyla doldu. Her sonbahar onları uğurlarken, bir sonraki sene tekrar buluşmayı dilerdim ya; bu sefer de ilkyazı beraber karşılıyorduk işte!

Gözlerim gökyüzünde; içimden kopan sevinç çığlıklarını bakışlarımda yoğunlaştırıp yükseklere, onların her şeye rağmen güçlü kanatlarına doğru yolladım. Merhabam leyleklere ulaşırken, kış ayları boyunca beni madden ve manen yoran, yıpratan tüm anılardan sıyrılıverdiğimi hissettim. Yaşanmış esaretin ağırlığı, o anda yüreğimden uçtu gitti.

Güneşin hızı azalıyor, hava serinliyordu. Hırkama sarınırken, hala ufukta giderek kaybolan leylekleri izliyordum. Biri kucağımda, diğerleri masanın üzerinde duran dergilerin varlığını unutmuştum bile.

ADALI Dergisi / Mayıs 2007

Yitik Ada Günceleri
Adalı Yayınları / Eylül 2009

Feride Özmat
Kayıt Tarihi : 10.5.2007 13:24:00
Feride Özmat