Evden çıkmadan önce bavulumu kapatıp çalışma odamda son kez etrafa bakınca o iki kitabı gördüm. En zor zamanlarımda tek bir cümlesiyle beni bütün sıkıntılardan uzaklaştırabilen kahramanım Lawrence Durell’ın meşhur Justine’i ve henüz okumadığım bir Moravia romanı, Ben ve O. Lafı fazla uzatmadan hemen söyleyeyim. Bu roman genç ve hırslı bir erkeğin en sevdiği, en nadide parçasıyla (cinsellik organı desem daha mı münasip olurdu bilmiyorum) tartışmasını ve O’nun kontrol edilemeyen arzularının adamın hayatının nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Eğer uçakta okumaya başladığım kitaba devam edebilseydim bu hafta size O’nlardan bahsetmeyi düşünüyordum, lakin koşullar elvermedi. Belki de iyi olmuştur. “Kızınıza sahip çıkın, davulcuya, zurnacıya kaçmasın” diye televizyonlarda bağıran muhafazakârlarla, bazı ‘organların’ eğlenceli maceralarının (mevzu edebiyat bile olsa) ulu orta bahsinden zinhar hoşlanmayan ‘çağdaş’, ‘medeni’ laiklerin yaşadığı bu ülkede, bir gazete köşesinde O’ndan bahsedebilmek hakikaten cesaret gerektiren bir girişim. Gerçi Sade’ın sevişmenin hiçbir türünü suç saymayan fikirlerini fena halde benimsediği söylenen Durell’ın yazdığı romanlar, daha masum sayılır mı bilmiyorum ama mümkünse bu karmaşık toplumu ürkütmeden şimdilik nazik bir üslupla ondan neden etkilediğini anlatmak istiyorum.
ÂŞIKLARIN UYDURDUKLARI KISKANÇLIK...
Bu yazıyı yazdığım pencerenin önündeki zakkumlar ve begonvillerle çevrili terastan adalara doğru uzanan beyaz lekeli bir kumaş gibi kabaran denize, yıldızların kristal tozları gibi dağıldığı karanlık gökyüzüne bakarken tuhaf düşünceler geliyor aklıma mesela: “Onun bir başkasını beni özlediği gibi özleyeceğini, seveceğini bilmektense yok olmasını, ölmesini tercih ederim” diyor bir ses. Kim bilir hangi sayfalardan süzülüp benliğimde iz bırakmış olan o tiz sesin kime ait olduğunu hakikaten bilmiyorum. Hangisi daha korkunç acaba? Böyle korkunç bir düşüncenin esiri olmak mı yoksa gizli esaretin o çok sevilen insandan ve bütün dünyadan saklanması mı? İlişkilere dair insanın ruhunu parçalayan bu türden ‘vahşi’ cümleleri genellikle Durell yazar. Tahta masada kurcalanmaktan hırpalanmış, kapağı olmayan Justine duruyor. Pergoladan sarkan ahşap rüzgârgüllerinin uysal tıkırtısıyla birlikte geçmişin yumuşak gölgelerine sığınıyorum. Kayalıklara çarpıp köpük köpük dağılan dalgaların uzaktan duyulan sesini dinlerken Justine gibi kadınları seven erkeklerin çaresizliğini de düşünüyorum. Kitapta sahibini aradığım o sese dair bir ipucu bulamıyorum ama en az onun kadar ‘sert’ olan başka bir cümleye rastlıyorum: “Şu kıskançlık denilen şey ne garip, ne bayağı. Bir aşığın kendi hayalinin uydurduğu şeyi kıskanmasıysa gülünç” diyor yazar. Deniz rüzgârla birlikte uğulduyor... Ben sıcaktan gevşemiş hafif ve biraz da müstehzi bir ruh haliyle gülümsüyorum. Hakiki bir aşkta hangisi insanı daha çok yaralar, diye soruyorum kendime. Gerçek bir kıskançlık mı, hayali olanlar mı? Çiftleştikten sonra ölen çekirgeler arsızca bağırıyorlar... Durell’ın romanlarını Akdeniz’de Ege’de adalarda yazarken hissettiklerini tahayyül etmeye çalışıyorum.
KADINLARIN İÇİNDEKİ ERKEKLER, ERKEKLERİN İÇİNDEKİ KADINLAR...
Bir zamanlar casus da olduğu da iddia edilen yazar, beni sadece vaktiyle çok tartışılan farklı anlatım teknikleri, şiire yakın duran o incelikli dili ve ‘müstehcen’ üslubuyla etkilemiyor. Onun Freud’dan esinlenerek geliştirdiği ‘her sevişmenin dört kişilik bir ilişki yumağı’ olduğu görüşüyle birlikte her insanın içinde mutlaka karşı cinsi de barındırdığına olan inancını, romanlarında kullanma biçimine bayılıyorum. O bildiğimiz zamanın akışını çürüterek bozduğu bütün tuhaf hikâyelerde, ‘ilişkilerdeki’ çıkmazları anlatırken, dini, kültürü, inançları, toplumun ‘sıra dışı’ ilişkilere olan tepkilerini kendini hiç tekrar etmeden sorguluyor.
Romanın kahramanı ve anlatıcısı yazar Darley, daha hikâyenin en başında melez bir İskenderiyeli diye tarif ettiği Justine’le kurduğu yakınlığın, cinsel çekicilik üzerine kurulmuş bir aşktan çok daha tehlikeli olduğunu söylüyordu. Kocası, âşıkları, dostları tarafından bir prizmanın farklı yüzleri gibi algılanan baharatlı bir kadının içindeki erkeklerle, onu seven erkeklerin içinde yaşayan kadınlar arasında yaşanan ‘sonsuz’ çatışmanın bu kadar derinlikli, kışkırtıcı ve şehvetli anlatıldığı çok az roman vardır herhalde.
Ne zaman kutsal bir kitaba başvurur gibi bu nehir romanın işaretli sayfaları arasında kaybolsam, kendime, geçmişe, ilişkilere dair tanıdık bir kokuyu, zamansız bir ürpertiyi, derin bir sızıyı her seferinde aynı heyecanla hatırlıyorum: “Ben onun siyah başını koyduğu yastıktaki ılıklığı, hoş kokuyu içime çekerdim; uzun kederli, Yunan yüzüne, sivri burnuna, yalansız gözlerine, kekik kokan saten gibi parlak cildine, incecik çubuk boynunun üst tarafındaki benine bakardım. Bunlar hesaplanabilir, sözcüklerle değeri ölçülebilir anlar değildir; bunlar keşfedilmemiş bir okyanusun dibinden taranıp çıkarılmış, kendi türlerinin tek örneği olağanüstü yaratıklar gibi hafızada yaşamaya devam ederler.”
BENİM ERKEĞİM O KADINDA NE BULUYOR?
Şimdi bu yazıyı yazarken, Durell’ın roman kahramanlarını hayal ettiği adalara uzaktan bakan bir koyda, acı çektikleri için bağıran çekirge haykırışlarıyla birlikte hafızamda yaşayan o puslu anlara dönüyorum. Mutluluğunu yaşamadığı bir hayatın alacakaranlığında gizleyen, açlığını duyduğu aşka kendini teslim edemeyen bir kadınla, hiçbir zaman ona tam anlamıyla sahip olamayacağına inanan, mutsuz bir yazarın buruk hikâyesi, beni biraz kederlendiriyor. Geçmişin derin çatlaklarına uzun süre dokunmak istemiyorum. Çevirdikçe sayfaları kopan eski kitabıma dönüyorum...
Romandaki yazar, âşık olma tehlikesinden ve rezaletinden kendini kurtarmak için sevdiği erkeğe daha fazla yaklaşan Justine gibi ‘uyur gezer’ bir kadında ne bulduğunu anlatırken, pek çok kadının “Benim erkeğim o kadında ne buluyor” sorusunu da fevkalade isabetli cümlelerle cevaplıyor: “Ama ne tuhaftır ki, beni bu tekin olmayan kadına çeken şey onun kişiliğindeki kusurların ta kendisi, ruhundaki bayağılıklardı. Belki de onlarda kendi kişiliğimdeki güçsüzlükleri buluyordum, belki benim tek şansım onları daha iyi gizleyebilmemden geliyordu... Hiç farkına varmadan yavaş yavaş birbirimize yaklaşırken sonunda ya ellerimiz birleşir ya da kendimizi kucak kucağa bulurduk. Sevgililerin yakasını bırakmayan sıradan bir cinsel istekle değil, sanki kendimizi araştırıp öğrenmenin acısını vücutlarımızın dokunuşuyla hafifletmek için yapardık bunu.”
Birbirinin güçsüzlüklerini, zaaflarını, bazen çirkinliklerini bile seven, ama birbirine sahip olamayan insanlar arasındaki o tuhaf, çaresiz çekim gücünü ayrıntılarda boğulmadan yazabilmek çok kolay olmasa gerek. Durell’ı belki de en çok bu yüzden, insanın karanlık, mahrem alanlarına bu kadar pervasız ve zarif bir biçimde girebildiği için seviyorum.
Gün biraz sonra ufkun lavanta rengine döndüğü çizginin ötesinde usulca eriyip gidecek. Ben alacakaranlıkta, sevgilisinin zihnindeki bir hayali bile kıskandığı halde sevmeyi beceremeyen Justine’in soluk hayaletiyle baş başa kalacağım. Ve “bedenini bir erkeğe sunarken gerçek benliğini veremeyen bir kadını sevmekten daha büyük felaket olamaz” diyen Durell için Justine’i yazdığı adaya doğru kadeh kaldıracağım.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:05:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!