İki kadın, bir adam.1.2.3.BÖLÜM

Gürcan Kırım
19

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İki kadın, bir adam.1.2.3.BÖLÜM

İki kadın, bir adam

Med-cezirlerdeyim bu gece,
aklım firari…
Gökyüzünden ay‘ı çektim aldım koynuma,
Isıtmadı sen gibi…

1.bölüm.

Kadın elindeki içki kadehi ile pencereye doğru ilerleyip perdeyi araladı. Sarı boyalı okul binası dökük sıvalarıyla karşısında öylece duruyordu, gözlerini alel acele caddeye çevirdiğinde cadde boyunca uzanan okul duvarı içinde köpüren öfkeye set çekiyordu. Yolun karşı tarafına baktı, yol boyunca uzanan duvarlar canlanıp üzerine yürüyecek gibi ürperdi.’kahrolasıca duvarlar’ diye aklından geçerken gözlerini siyah asfalt yola çevirecekti ki yoldaki beyaz şeritler mızrap olup gözlerine saplandı. Yolların alın yazısı beyaz şeritler, yolcuların ve yolların kader çizgileri. Elinde ki kadehi yudumlarken caddeye uzun uzun bakmaya devam etti. Duvarlarla çevrili bir cadde sağ kaldırımda da olsan sol kaldırımda da olsan bu caddeden çıkış beyaz şeritleri takip etmekten geçiyordu. ‘Bizim belirlediğimiz sadece hangi kaldırımda yürüyeceğimiz’ diye aklından geçirirken elinde yavaş yavaş yudumladığı kadehi başını arkaya atarak bir yudumda gırtlağından aşağıya boşalttı. Bir şeyler için cesaretini toplamaya çalışıyor gibiydi. İçkiden yanan gırtlağından mı bilinmez titrek bir ses tonuyla bir anda konuşmaya başladı.“Daha dün gibi,tam şurada şu okul duvarın önünde bizim gurup duruyordu, karşı kaldırımda da …” kendi kendisine konuşmasını sürdürdü. “Aradan tam otuz bir yıl geçmesine rağmen her şey sanki dün gibi.”
Aniden, adama doğru döndü yüzünü… Adam, önündeki sehpada duran rakı bardağını sıkıca kavrayarak, oturduğu siyah koltuğun üzerinden hırslıca doğrulduktan sonra kadının sözünü tamamladı. “Evet, çekinme, tam kaşınızda da bizim gurubun olduğunu söyle.”
Kadın, adama doğru birkaç adım attı. Adam, duman rengi gözlerini kapatıp, hafifçe başını öne eğdi ve sağ elini kaldırarak kadına “Dur! ” dedi. Kadın, olduğu yerde mıhlanmış gibi kalakaldı. Elinde ki boş kadehe bakarak, tekrar pencereye doğru döndü. Adamın bu konuşmayı sürdürmek istemediğini biliyordu. Camdan bakarken bir anda kendi kaldırımdan inmiş yolun ortasında ne yapacağını bilmez, zavallı bir halde gördü. Duvarlar ve çizgiler akrep kılığına bürünmüş üstüne doğru sürünürken beraberinde kurumuş kan kokusu, tükenmiş umut kokusunu, inanç kokusunu, şarap kokusunu, yalnızlık kokusunu ve yitik insan kokusunu getiriyorlardı… Adam kaldırdığı sağ eliyle onu iki kaldırımın arasında caddenin ortasında yalnız başına bırakıyordu. Oysa kadın, inançlı yürekleri, gülen gözleri ve umudu unutmamak için direniyordu.başını iyice cama dayarak bu defa caddeye değilde,gök yüzüne baktı.evlerin çatılarının arasından belli belirsiz görünen masmavi gök yüzü ve kirli bacalara,kara dumanlara soğun sertliğine rağmen güneşin ışınları yüreğinde ki umut kırıntılarıyla buluşuyordu. Derin bir nefes alarak başladı konuşmaya
“Evet, daha dün gibi her şey, teneffüs zili çalmıştı sınıftan dışarı çıkmaya hazırlanırken bir arkadaşım elinde gazetelerle sınıftan içeri dalmıştı.” diye sürdürdü laflarını
-Hey millet Gazetelere baksanıza, katliam bu!
-Versene ya
-Dur oğlum yırtacaksın
-Hepimiz bakalım arkadaşlar…
O yıllarda ortaokul sıralarında olmamıza karşın haberlerle hepimiz son derece ilgili olmak zorundaydık ve elbette çok da ilgiliydik. O günkü konuşmalar hala kulaklarımda uğuldamakta, gazetedeki o fotoğraflar da gözlerimin önüne kan revan olup yayılmaktadır. Lisede okuyan ağabeylerden birisinin sınıfımıza dalışını da hiç unutmadım. Doğrudan doğruya bana hitap etmiş “Okul çıkışı, ellerinize yarım ekmek alarak lisenin bahçesine gelin. Orada buluşup olayları protesto için eylem yapıyoruz” demişti. O an tüm arkadaşları toplamam gerektiğini hemen anlamıştım.”
“Çıkış zili çaldığında arkadaşlarla toplandık. Hava buz gibi soğuktu, öyle koşar adımlarla yürüyorduk ki adeta sırtımızdan ateş çıkıyordu. Biz okul bahçesine geldiğimizde, bizden önce gelen arkadaşlar ellerindeki yarım ekmeklerle protestolara başlamışlardı bile. “Kahrolsun Emperyalizm”,”Faşizme geçit yok” “Tam bağımsız Türkiye”, “Biz ekmeğimizi hep paylaştık yine paylaşacağız.” sloganları bahçede yükselip alçalıyordu. Kasabadaki tüm okullar, hatta çevre illerdeki okulların öğrencileri ile öğretmenleri eyleme katılmış, lisenin bahçesine sığmayan kalabalık caddelerde insan seline dönüşmüştü. Çocuklarının ellerinden tutup bu eyleme katılmak için koşturan kadınlar, oğullarına destek olmak için kasketin başına geçirip fırlayan babalar, öğrencileri eylemde yalnız bırakmayan işçiler ve köylüler Kahraman Maraş kanlı olaylarını kınıyor, sloganlara ses katarak destek veriyorlardı. Artık bu, siyasi bir derneğin eylemi değil, halkın faşizme olan isyanıydı… Tek yürek olan katılımcıların attığı sloganlar, bayrak bayrak dalgalanıyordu. Gökyüzü o gün oldukça kızıl, biraz da mavi rengiyle bu kasabada asla faşizmin barınamayacağının müjdesini veriyordu…”

“Eylem planına göre okul bahçesinden çıkıp, kongre meydanına yürümek ve orada bir basın açıklaması yapılması kararlaştırılmıştı. Caddede sol elimizdeki yarım ekmeklerle sloganlar atmaya devam ediyorduk ki, karşımıza sizinkiler çıktı. Ellerinde taşlar, sopalar... Polisler uzaktan izliyor, müdahalede bulunmuyorlar…

-Ne kadar garip değil mi? biz elimizde ekmek taşırken, coplarla, sopalarla…

Kadın birden iç geçirdi

-‘ Neyse niyetim tartışma yaratmak değil…’ Adama doğru döndü ve devam etti anlatmaya;

-En önde Leyla ve diğer sorumlu arkadaşlar vardı. Ben, tam Leyla’nın sol omzunun arkasındaydım. Uzun boylu, sarılı kahverengili ekose gömlekli bir arkadaşınız Leyla’nın tam karşısında durdu! Gözlerini ok gibi Leyla’nın gözlerine dikerek, olanca gücünle dişlerini sıktı; ‘Geri dönün pist komünistler! ’diye haykırdı. Leyla verdiği cevapla ok gibi bakış fırlatan gözlerin cam gibi çatırdamasına neden oldu. ‘Asıl siz yolumuzdan çekilin bebek katilleri, geldiğiniz yere cehennemin dibine dönün’ Sizinki öfkeyle ellerini sıkarken, usulca Leyla’ya yaklaştı alçak sesle bir şeyler konuştular… Biz ne konuştuklarını hiçbir zaman öğrenemedik. Sadece Leyla’nın, arkadaşınızın yüzüne attığı tokat sesi şimşek gibi çaktı kulaklarımızda. O an hani çıt çıkmıyordu derler ya işte öyle bir sessizlik olmuştu. Tam “şimdi kan gövdeyi götürecek” derken hiç beklemediğimiz bir şey oldu sizin delikanlı sağ elini beline götürerek çıkardığı tabancasını Leyla’nın iki kaşının arasına uzattı, bizler yüreğimiz ağzımıza gelmiş bir şekilde olanları izlerken şaşkınlığımızı gizleyemeyeceğimiz bir olaya tanıklık ettik. Delikanlı sol eliyle Leyla’nın elini sıkıca yakalayıp tabancayı avucunun içine bıraktıktan sonra arkadaşlarını toparlayıp eylem alanını terk etti...

Kadın birden konuşmasını yarım bıraktı

Adam;
- Niye sustun? Lütfen devam et. Madem anlatmaya başladın, buyur seni dinliyorum.

-Sizinkinin Leyla’ya ne söylediğini bilmiyorum. Kimse bilmiyor, hatta dernek başkanımız Leyla’ya bu konu hakkında ısrar etmesine rağmen Leyla bir açıklama yapmaktan çekindi. Çocuk yaşımda da olsam katliamları yapan o vahşilerin yandaşları Leyla’nın attığı tokadı unutmayacaklardı, bunu biliyordum. Biliyordum bilmesine de o itlerin kasabayı terk ederken bu kadar ağar bedel ödeteceğini bilmiyordum.
-rica ederim küfürlü konuşma. Ne bedeli ödettiler?

Kadın ağlamak istiyordu. Gözlerinden bir anda yanaklarına yaşlar süzülmeye başladı. Yıllardır içinde taşıdığı ağırlıklardan kurtulmak istiyordu. Adama doğru ilerledi, Adam kadına sağ elini kaldırıp olduğu yerde kalakalmasını yeniden sağladı.
-Lütfen devam et.

-Özür dilerim hayatım, öyle demek istemedim. Sadece olanları anlatırken…

-Sizin için biz sadece köpekçileriz! Neyse bunun bir önemi yok artık. Buyur sen devam et. Nasıl bir bedel ödetmiş o itler bende öğreneyim…

-Şimdi bunları yeniden tartışıp birbirimizi üzmenin sırası değil. O gün eylemden eve gelince Leyla ile konuşmaya çalıştım ama o, pencere kenarındaki yatağa uzandı ve gökyüzündeki bilinmez bir gezegeni seyre daldı. Benim ilk eylemimdi. Hem heyecanlı, hem de endişeliydim. Aklımdan bir sürü soru geçiyordu ama soramıyordum… Bende kendi yatağıma uzandım… Onu izliyordum… Bir ara gökyüzüne bakarken bir şeyler mırıldandığını duydum…

Adam bir hamleyle oturduğu koltuktan ayağa kalktı

-Ne söyledi o gece… Ne söylediğini duyabildin mi?

-Çok garipti sanki bir şiirdi… Evet, evet mırıldandığı bir şiir
……………………….

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri koynuma almadım ihaneti
………………………………..
Sonrada gizlice gözyaşı akıttığını hissettim. Ben ağladığını fark etmeyeyim diye sırtını biraz kamburlaştırdı. Ayaklarını karnına doğru çekti ve öylece uykuya daldı. Nedeni anlayamadım ama içimde ki endişe hüzne dönüştü. O günden sonrada ne zaman yanına sokulsam hep gözlerini benden kaçırdı. Kaçırsa da gözlerindeki yıldızların bir bir söndüğünü görebiliyordum. Karmakarışık bir anlaşmazlık içindeydi. Aradan birkaç gün geçti, elinde bir sürü yeşil- kırmızı gramofon kâğıdıyla geldi…

-Kızlara haber verdim birazdan gelecekler, bu gece sabaha kadar karanfil yapacağız, senin de çok hoşuna gidecek, hadi çayı koy, hadi hadi bu gece bize uyku yok.

Az sonra kız arkadaşlar geldi. O gece hep birlikte karanfil yapmaya başladık. Kimimiz gramofon kâğıtlarını kesiyor, kimimiz kesilmiş kâğıtları kıvırıyor, kimimiz de telleri yeşil kâğıtlarla sarıp son şeklini veriyorduk…

-“Paramız olsa canlı karanfiller alırdık ama ne yapalım şimdilik bununla yetinecekler” diyordu…

-Niçin bu karanfiller? Diye sordum

-“Yarın bu karanfilleri kasabanın meydanında durup, gelip- geçen kadınlara hediye edeceğiz. Kim oldukları önemli değil. Herhangi bir kadın, İşçi, köylü, belki bir anne, bir öğretmen, hatta benim annemin arkadaşlarına” deyip bastı kahkahayı… Tekrar gülümsemesi beni mutlu etmişti ama attığı kahkahanın içindeki acı, bir anda yüreğime çöreklendi. Ona belli etmemek için işi şakaya vurdum

-“Peki, Asena’lar geçerse? ” Usulca sağ eliyle iki yanağımı avuç içine alarak…
-Dedim ya tüm kadınlara.

Ailesinden ayrılalı üç yıl olmuştu. Derneğe üye olduktan ve eylemlere katılmaya başladıktan sonra ailesi onu reddetmişti… Ama o “mücadeleden asla geri adım atmak yok” deyip, “tüm dağlar kırmızı çiçek açana ve yeryüzünde tüm çocuklar yastığa başlarını tok koyana kadar mücadeleye devam” diye direniyordu.
Ben bu yüzden onu çok seviyordum… Çünkü aç çocuk olmanın ne olduğu çok iyi biliyor, ona saygı duyuyor, bir gün onun gibi bilinçli bir devrimci olmayı umuyordum… Okumam için annemle konuşup -yaşadığı bu tek odaya- beni de yanına almıştı.
Bir binadan çıkma, indirme bir odaydı. Gece yatığımızda yüzümüze tahtakurularının tozları dökülüyor, kaşınarak uyanıyorduk. Bazı sabahlar benden erken kalktığında ıslak mendille gözlerimi silerek beni uyandırırdı. Tavanı çok alçaktı, yatağımdan ayaklarımı yukarı kaldırdığımda tavana değmesine ramak kalır, o bana bakar, biraz acır biraz komediye gülümser gibi gülümser, ‘Ayakların tavana değmeden bu odadan çıkacağız… Bir daha ne sen nede başka bir çocuk kirpiklerinde tahtakurusu tozlarıyla uyanmayacak! ” Der, beni kendi yatağına çağırırdı. Camdan gökyüzündeki yıldızlara bakardık… “Öyle bir gün gelecek ki yattığımız yerden yıldızları avlayacak çocuklar” diye şiir dizeleri okurken gökten yıldız seçerdik. O hep “şimal yıldızı benim olsun” derdi.. Şimal yıldızına uzun uzun bakar, “tüm yıldızlar yerini değiştirse de o hep orda” diye sanki inler ve hemen konuşmasını keser, şimal yıldızından gözünü ayıramaz sohbetimiz de burada sona ererdi.

Ben ortaokuldaydım. O lise ikinci sınıfta okuyordu. Bana anne gibi kanat geriyor olmasına karşın kendisine “abla” diye hitap etmemi istemiyor, “Leyla arkadaş” demen yeterli diyordu.

Ertesi gün karanfilleri dağıttık. Çok güzel bir gündü… Çiçek gibi kokmasalar da kadınlar aldıkları karanfillerden çok mutluydular… Onda anlaşılmaz garip bir hüzün hala devam etmekteydi ki dernekten birkaç erkek arkadaş bize doğru geliyordu, ben önemli bir görevi yerine getirdiğimizi düşünerek heyecanla yanlarına koştum ama onlar beni görmezden gelip Leyla’nın yanına ilerlediler. Arkadaşlardan biri çiçeklerle dolu sepeti eline alarak; ’derhal bu saçmalığa bir son ver! ’diyerek ablamı ikaz etti. Şaşkınlığımı gizlemekte zorlanıyordum. Hemen Leyla’nın arkasına geçtim ve sıkıca beline sarıldım. Leyla hırsla sepeti arkadaşın elinden aldı; ’ Gücünüz yetiyorsa siz son verin’.bana dönerek ‘Hadi biz dağıtmaya devam edelim.’ Biz karanfilleri bitene kadar dağıtmaya devam ettik.
Gurubumuz dağılmak üzereydi ki elinde kocaman bir demet kırmızı gülle bir çocuk yanımıza geldi. Çocuk gülleri Leyla’ya uzatarak;

-‘Bunlar sizin’
Çok şaşırdık… Leyla çocuğun yüzüne baktı, bir eliyle çenesine dokundu.

-‘Onları geri götür canım. Kim verdiyse ona geri götür.’

-“ Hayır, götüremem. Bunlar sizin için. Parasını aldım. Hem bunları bana veren ağabey çoktan gitti.”
- “O zaman annene götür canım”
Yolumuza devam ediyorduk ki, çocuk küçücük ayağını yere vurarak haykırdı…
-“Bu gülleri vermeden şuradan şuraya gitmem! ” Bu hareket Leyla’nın gülümsemesine neden oldu.
-“Peki, anlaşıldı senin hatırın için bu gülleri alıyorum “

Görevini başarıyla tamamlayan ufaklık çıkardığı“yuppiii” sesiyle hızlıca yanımızdan uzaklaştı…

Adam yerinden kalktı ve içki almaya ilerlerken yüreğinde ki sıcaklık duman rengi gözlerinde pırıltıya dönüşüyordu. Elindeki rakı şişesini bardağa boşaltırken şiirden bir kısım mırıldandı

Ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçları söylemedi

Kadın şaşkın gözlerle adama baktı…

-“ Nazım Hikmet okuduğunu bilmiyordum hele bu şiiri ezbere bildiğini hiç bilmiyordum. Şaşırttın beni. Şiirin son dizeleri şöyleydi sanırım.

Beni affet
KAYBETMEK İÇİN ERKEN
SEVMEK İÇİN ÇOK GEÇ

*
-“O melun haberi alınca hemen hastaneye koştum. Koşmaktan nefesim tıkanmıştı, üzerimdeki paltoyu çıkardım, fırlatıp attım, hiç soluklanmadan koşmaya devam ettim. Acil servis kapısından içeri girdiğimde arkadaşların çoğu hastaneye gelmişlerdi bile… Ameliyat odasının önünde beklerken sürekli ‘o’ inanmadığım tanrıya dualar ediyor, pazarlığa girişiyor, aklıma gelen bütün adakları sıralıyordum… ‘Allah’ım ne olur, ne olur ablamı kurtar! Ona yardım et! ’...Dakikalar geçmek bilmiyordu… Yanıma gelen herkesin gözlerinde bir ışık arıyordum… Bir umut kırıntısı… Birisi bana söylesin. “O yaşayacak! ” …Ama kimse yüzüme bakmıyordu. Herkes başını öne eğmişti… Ameliyathanenin kapısı açıldı, doktor dışarı çıktı hepimiz bir umutla etrafını sardık... Doktor; “Maalesef arkadaşınızı kurtaramadık. Onu kaybettik.”Kaybetmek neydi? Yenilmek mi? Terk edilmek mi? Yarı yolda bırakılmak mı? Neydi kaybetmek? Kaybetmek, ihanetin ta kendisiydi… “

Adam;
- “Sana sus dedim! Sus artık! ”

-“Dünyanın başına çökmesi böyle bir şey olmalı, bir anda olduğum yere çöktüm Buz kesmiştim adeta… Ölüm haberi buzullardan kopmuş kocaman bir buz parçası gibi kapladı içimi. Yüreğim kocaman bir buz parçası… Tüm gücümü toplayıp, usulca odaya girdim. Ona doğru ilerledim… Üzerine örttükleri beyaz çarşafı çektim aldım… Kanatları kırılmış beyaz bir güvercin gibi uzatılmıştı… Ela gözlerini yummuştu ama hafif aralık olan dudaklarıyla gülümsüyordu sanki. Aklımdan geçen tek şey onu sıkıca sarılıp, ısıtmaktı… Kucağıma almak istedim, omuzlarından tutunca başı arkaya kaydı kızıl saçları savruldu bir anda hala gül kokuyorlardı… Yanaklarındaki pembe güllerde saçlarıyla birlikte savruldu.”

Adam elindeki içki kadehini hızla yere çarptı, aniden dönüp sert bir bakış fırlattı kadına.

-“Sana kes artık dedim… Sus! Yeter! “

-“Susmayacağım! Görmüyor musun içimdeki acı beni tüketiyor…”

Adam olduğu yere çömeldi… Gözlerinde birikin yaşlar akmamak için direniyordu…

-“O sabah bir şarkı mırıltısıyla gözlerimi açtım… Aynanın karşına geçmiş, uzun kızıl saçlarını fırçalıyordu ve ilk defa onu elbise giymiş gördüm… Krem rengi bir elbise giymişti… Aynaya bakıyor, üzerini düzeltiyor ki… Hızlıdan bana döndü… Kollarını açıp “Nasılım? ”Dedi. “Çok güzelsin abla… “

İçimden abla demek gelmişti… “Seni ilk defa elbiseyle gördüm…” Sacları ise İLK DEFA dağınıktı.

Odanın içinde dönüyor o döndükçe etekleri etrafa savruluyor, saçlarından mis gibi gül kokusu yayılıyordu… Gardırobun kapağını açtı uzun zamandır giymediği mantosunu alıp sırtına giydiğinde sanki sandalyenin arkasında asılı duran yeşil parkesi hüzünlenmişti… Bana öyle geldi…
‎ “Bu gül bir şeyin anısı olacak ama neydi unuttum. Kim bilir belki de sabah sabah yeniden açan umudum...”(can yücel) . Vazoda duran güllerden birini çekti aldı, elbisesinin yakasından içeri saldı… Sonra bana doğru geldi, eğildi yanağıma sıcacık bir öpücük kondurdu… “Akşama görüşürüz… Hadi Sende kalk! Okula geç kalacaksın.” Ben onu mutlu görmekten sevinçliydim. Bu mutluluğun sebebini merak etmiyor değildim. Akşam eve gelince bana anlatır nasıl olsa dedim. Ama hiçbir zaman anlatamadı… “

Adam çömeldiği yerde otururken, bir anda kendi toparlayıp ayağı kalktı.
-“Hadi hayatım… Yeter bu kadar… Toparla kendini! Çıkalım dolaşalım biraz.”
-“Hayır, konuşmak istiyorum… “
-“İyi konuş o zaman, böyle devam edersen hasta olacaksın”
-“Beni mi düşünüyorsun yoksa lafın sonun nereye çıkacağından mı endişe ediyorsun? ”
Adam şaşkın gözlerle kadına baktı…
-“Bak canım, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun ve değer verdiğimi, ama bu biraz fazla olmuyor mu? Bunları hallettik sanıyordum… “
-“Evet, hallettik, ama konuşmadıklarımız beni boğuyor anlıyor musun? Evet, seni seviyorum, hem de deliler gibi ama…”
-“Ama sı ne? “
-“ seninde ellerin kanlı, sizinkiler öldürdü onu. Siz öldürdünüz! Kadın, çocuk katilleri kıydınız ona! “

Adam duydukları karşısında fal taşı gibi açtı gözlerini… Titreyen göz bebekleri sanki yuvalarından fırlayacaktı. Dudaklarına geçirdiği dişlerini var gücüyle sıkıyor, ağzının kenarından kanlar süzülüyordu… Zar zor bir kaç adım atarak kadına doğru yaklaştı… Sıkıca kadının sol kolunu yakaladı. Tıslayan bir ses tonuyla kadına;
-“Sadece konuşuyorsun… Hiçbir şey bilmiyorsun! Senin yüreğini öfke SARMIŞ! “
- “Ben ne söylediğimi biliyorum. Eylem günü orda arkadaşınız ona bir şey söyledi, sonra oda bastı tokadı… Orda kalabalıktan korkup geri çekildiler, ama onu hiç affetmediler… Onu delik deşik edip kimsesiz gibi sokağın ortasında bıraktılar…”
Gözleri kan çanağına dönen kadın. Ağzından akan salyalarını ve gözyaşlarını toplayıp var gücüyle haykırdı…
-“Daha on yedi yaşındaydı… “
- “Sus diyorum sana! Sus! “
- “Susmuyorum! Susmayacağım! Yeter! Yoldan geçen genç onu hastaneye taşımasaydı… Oracıkta, yol üstünde ölecekti… Son sözlerini hiç duyamayacaktık… Bilmeyecektik…”

Adam, yavaşça başını kaldırıp kadına baktı… Kadın adamın bakışlarını görünce elindeki kadeh bir anda yere kaydı… Sanki kadının anlattığı her şey adamın gözlerinde bohçalanmış asırlık kederleri çözmüştü. Jilet gibiydi kirpikleri, bir an kapasa göz pınarlarından yaş yerine kan akacaktı oluk oluk… Adam, kadının anlattıklarında çok uzaklarda yüreğini yakan o kor vazgeçilmezleriyle kucaklaşıyordu…

Adam kadına doğru ilerlemeye devam etti…

-“Sus! “

-“Üzgünüm. Ama artık susmayacağım! ”

- “Hemen burayı terk et. Hemen! “

Kadın adamdaki bu öfkenin sadece onun gurubunu suçlamaktan kaynaklı olamayacağını düşünemedi ve devam etti…

-“Ooo çok güzel… Eski günlere döndük yine… Değişmiş olduğunu düşünmekle yanılmışım.”

- “Sana hemen çık git bu evden diyorum! ”

-“Tamam gidiyorum… Sizler masum insanların canını aldınız. Doğmamış bebekleri annelerinin karnında duvara çivilediniz. Ne bekliyorum ki zaten…”

Adam elindeki içki bardağını fırlatıp kadının üzerine yürüdü. İri ve damarlı elleriyle sıkıca boynunu kavradı. Kadın pörtlemiş gözlerle bakıyor, konuşmaya çalışıyordu, iki eliyle adamın kollarını yakaladı sıkıca ama adamın elerinden kurtulamıyordu. Tüm gücüyle kadının gırtlağını sıkmaya devam ederken “eğer ben eski günlere dönecek olsam, ilk önce seni öldürürüm. Bunu sakın unutma! ” Diyerek, kadını itti ve boynunu bıraktı. Kadın hemen arkasında duran koltuğun üzerine düşerken boynundaki kolyenin beyaz inci tanecikleri gözyaşlarına inat ortalığa yayılıyordu. Kadın artık biliyordu…

Karanlıktı oda. Sadece kadının bulunduğu koltuğun arkasındaki pencerenin perdesi açıktı. İçeri keskin güneş ışıkları sızıyordu… Adam elinden attığın bardağa doğru yalpalayarak ilerledi ve siyah perdelerin çekili olduğu camın önünde yere çömeldi… Sırtını duvara dayadı… Boş bardağı eline aldı… Hafifçe araladığı bacaklarının arasında tutuğu bardağı öylesine sallıyordu. Yan pencereden vuran güneş ışığı azda olsa adamın yüzüne aydınlatıyordu. Düz saçları bulut yüklü gözlerini örtüyordu. Gözyaşlarını tutuyor ama dişlerini kanca gibi geçirdiği dudağından süzülen kanların sarı kahverengi ekoseli gömleğine damlamasına engel olamıyordu…

Kadın üzerine yığıldığı siyah kadife koltuktan yavaşça doğruldu… Üzerinde ki siyah elbiseyi elleriyle düzeltti… Gözyaşlarını silip uzun siyah saçlarındaki dağınıklığı düzeltip, eline çantasını aldı ve bir adım attı. Bir müddet öylece durdu. Göz ucuyla adamın oldu yöne baktı adamın beyaz çoraplarının arasında elinde salladığı bardağı gördü ve koşar adımlarla kapıya doğru ilerledi… ÖNCE YUTKUNDU, SONRA VAR GÜCÜYLE KAPININ TOKMAĞINI YAKALADI...

Kapı kapandığında adam gözlerindeki yaşlar artık akmamak için direnmiyordu… Çünkü kadının bildiğini artık adamda biliyordu… ONLAR İÇİN BİR GELECEK YOKTU!

*

Kadın koşarak merdivenleri inerken, attığı sert adımlarıyla geride kalan sadece basamaklar değildi. Caddeye çıktığında, trafikteki korna sesleri yüreğinin çığlığına eşlik ediyordu… Uzaklaşmak istiyordu bir an önce, kaldırımdaki insan seline takıldıkça ilerleyemiyor, nefes almakta zorlanıyordu… Tek düşündüğü güneş, gökyüzü ve rüzgârdı. Onlara kavuşmak için adımlarını var gücüyle hızlandırdı…

Yorgun ve bitkin kendini zar zor deniz kenarındaki bir bankın üzerine bıraktı. Hiç bir şey düşünemiyordu., martıların çığlıkları nede boş gözlerle izlediği vapurların acı çığlıkları içindeki çığlığın sesini bastıramıyordu.afifçe gözlerini kapatıp sert rüzgârın kollarına bıraktı kendini…

Aniden omuzlarına iki el dokundu. İki erkek eli… Adam yavaşça kadının kulağına eğilerek;
‘Seni seviyorum! Seni seviyorum! Lütfen benimle gel! ”Dedim. O gün Leyla ablanın kulağına…

Kadını bu sözlerden başka hiçbir şey rüzgârın kollarında savrulmaktan ala koyamazdı herhalde. Duydukları karşısında gözlerini fal taşı gibi açan kadın hızlıca adama döndü…

-“Ablamın katili sen misin? “

-“Hayır, ben değilim. Her şeyi geride bırakıp, kollarına koştuğu adamım.”

-“Yani siz...”

-“Evet...”

…Ak yel esiyordu. İçine giren rüzgâra engellemek mi, yoksa yıllardır içinden ki fırtınanın bir anda fışkırmasını mı engellemek için mi bilinmez, adam paltosunun yakalarını dik pozisyona getirdi ve ellerini cebine sokup paltosunun önünü iyice kapadı. Arkasını döndüğü kadından birkaç adım uzaklaştı. Gözlerini akyele rağmen dağılmayan duman yüklü bulutlara dikti…

-“Her şeyi anlatacağım. Ama katilleri uzakta arama. Duymaya hazır mısın? ”

Kadın ellerini gizlediği paltosunun ceplerindeki astarı buruşturuyor, bir yandan da denizin azgın dalgalarına bakıyordu. Saçları fırtınada kopacak gibi savruluyordu, gözlerinin ferini silip süpüren fırtına yüreğindeki acıyı, karmaşayı es geçiyordu… Çok acıyordu canı. Çok! Devamını duymaya hazır mıydı? Önce dalgalarına set çekilmiş azgın denize baktı. Azgın dalgaların beyaz köpükleri sanki onun içindeki yaranın dermanıydı… Oturduğu banktan kalkıp iki adım atsa acıları sona erecekti… Sonra, adama baktı. Adam kale gibi dik ve heybetli duruyordu. Acıların fethedemediği adamın yüreğinde açıp dalgalandırmayı bekleyen bir bayrak saklıydı… Adam ne soğuğa, nede rüzgâra aldırıyor, sadece gözlerini kenetlediği dağlara bakıyordu. Kadın başını denize çevirirken gözleri yosun bağlamış taşlara takıldı. Ve yüreğinde incecik ama keskin bir acı hissetti…

-“Her şeyi duymak istiyorum! HAZIRIM.”

Adam boğuk ve titreyen sesinle anlatmaya başladı;

-“Örgütün aldığı bir kararla yirmi kadar arkadaşımızla bölgenize gönderildim. Burada ocakların teşkilatlandırılması, milliyetçi hareketin genişletilmesi ve yayılan komünist hareketin engellenmesi gerekiyordu. Okul kayıtlarımızı kasabanızdaki liseye aldırdık. Kasabaya henüz gelmiştik ki bir istihbarat aldık. Aldığımız istihbarat gece karşıt görüşlü öğrencilerin duvar yazılaması yapacakları ve bildiri dağıtacakları yönündeydi… O gece plan yaptık ve bölgelere dağıldık… Biz üç arkadaş verilen güzergâhta pusuda bekliyorduk. Burası bir çıkmaz sokaktı. Sokağın iki tarafında da yer evleri ve evleri birbirine bağlayan duvarlar vardı. Gecenin sessizliğinde pusuda beklerken, birden yeşil parkeli biri girdi sokağa hızlı adımlarla ilerliyor, elindeki bildirileri alelacele evlerin kapılarına bırakıyordu. Hemen elimi arka cebime uzattım. Tam sokağın sonuna geldiğinde karşısına dikildik. “Olduğun yerde kal. Kıpırdama! ”Diye haykırdım. Tam da sokak lambasının altında durmuştu hafif yağmur çiseliyordu.Tabi,biz karanlıkta olduğumuz için o bizi net göremiyordu. Yüzünü ve başını gizlediği siyah beresini çıkarmasını söyledim. Bildirileri sol elinde topladı. Sağ elini yavaşça başındaki şapkaya götürüyordu ki, birden geri geri adım atmaya başladı. O geri geri adım atmaya başlayınca, ayağının arkasında duran taşa çarptı ve sendeledi. O anda elinde sıkıca tuttuğu bildiriler yerde ki su birikintisinin içine savruldu. Hızlıca eğildi telaş içinde bildirileri toplamaya başladı…”

Adam birden ses tonunu değiştirdi. Hafif gülümseyerek yumuşak bir ses tonuyla devam etti anlatmaya;

“Benim tüm ikazlarım boşunaydı. O, bir çocuğun oyuncağını kaybetmesi gibi can havliyle suya düşürdüğü bildirileri topluyor benim ikazlarımı kulak ardı ediyordu… Bildirileri topladıktan sonra, yüzünü bize çevirdi. “Şimdi ne istiyorsan yapabilirsin! ” Dedi… O an’ a kadar bir kadın olduğunu anlamamıştım. Bir hamlede başındaki siyah bereyi çıkardı, kızıl saçları savruldu, adeta karanlık gece kızıla boyanmıştı. Sokak lambasının altında güneş gibi parlıyordu… Yağmur yüzüne çiseliyor, durmadan kirpiklerini çırpıştırıyor, çekik gözleriyle bizim yüzümüzü seçmeye çalışıyordu. Yeşil parkanın içinde onurlu, ay’ı kıskandıracak kadar güzel bir kız vardı… Ela gözleri leoparınki kadar ateşli, ruhu bir çocuğunki kadar temiz. Biz şaşkın gözlerle ona bakarken, üç adımda yandaki evlerden birinin duvarına sıçradı ve gözden kayboldu… Ben olduğum yerde taş kesilmiştim. Sende çok iyi bilirsin ki bir dava insanı için, örgütüne ait taşıdığı şey namusudur… Canından daha önemlidir… O suya düşen bildirileri alelacele toplarken acelesi can endişesi değildi… Acelesi, zarar görmeden kurtarabildiği kadar bildiriyi kurtarmaktı… Beni etkileyen yanı elbette sadece bu değildi… Çevikliği, zekâsı ve… Ve saçları… Kahramandı saçları… Her teli militandı saçlarının, yüreğimi YERİNDEN SÖKÜP ALAN. Ve arka cebime attığım elimi donduran…

Adam anlatırken kadın burnunun direğinin sızlamasına engel olamıyor… İçindeki boşluğun acısı dayanılmaz geliyordu… Adam yüzünü kadına doğru döndü kadının yanına geldi ve banka kadının yanına oturdu… Omuzu kadının omzuna değiyordu. Denize bakmaya devam ederken sessizce mırıldandı…

-“Ondan vazgeçmem mümkün değildi. Sürekli düşünüyordum. Davayı, onu, kendimizi düşündükçe içimi öfke sarıyordu… İçimdeki sevgiyle birlikte öfke de büyüyordu… Öfke ve aşk asla yan yana olamazdı o yüzden birini geride bırakıp, birinle yol almam gerekiyordu… Geceleri başımı yastığa koyduğumda belimdeki silahı elime alıyor saatlerce düşünüyordum”…

Yakardım bütün kıtaları, Asya’yı bile
Çocukluğum düşleri, güneşin kızı
Saçından renk almış kızıl Rusya’yı bile
Bağışlayabilirim uğruna, gönlümün hilali!

Serdar Sengir

-“Tüm direnişine rağmen buluşmaya başladık… Artık onunda tek düşündüğü şey dava ve aşkımızdı. Birbirimizi tanıdıkça ön yargılardan sıyrılıyor birbirimize bakarken öz eleştiri yapabiliyor bir şeylerin yanlışlığına varıyorduk… At gözlüğünü çıkarıp bir kenara çoktan savurmuştuk. Fakat bu birilerinin işine hiç gelmeyecekti… İkimizin gurubu da, yaptığımız çıkışlarla bizdeki değişikliği fark ediyor ne olduğunu anlamlandıramasalar da bu değişikliği kontrol altında tutmaları gerektiğini biliyorlardı…”
Adam tekrar ayağa kalktı, bir iki adım attı ve kadına doğru döndü yüzünü. Yüksek bir sesle ve heyecanla ellerini kadına doğru uzatarak…

“Biliyor musun? Ondan bir çocuğum olsun istiyordum! Bir elinden onun bir elinden benim tuttuğum sağa-sola çekelemediğimiz. Akıllı ve cesur bir kız… Güzellikte annesiyle yarışmalı. Yolculuğu daima güneşe olmalı… Kanatları olmalıydı kızımın, istediği zaman maviliklere kanat çırpmalı, istediği zaman koynuma…”

Hızlıca ellerini havaya kaldırdı ve öfkeyle yanan gözleriyle kadına bir bakış fırlattı… Akyeli bile kesen bu bakış, adamın canının ne kadar yandığının anlamasına yetti kadının… Elerlini göğsüne bastıran adam…

-“Bu gönül ikisini de hep sevecekti, hep kollayacaktı! Yapamadım! Yapamadım! Yapamadım! ”

Acılarla set çektiği göz pınarlarından, yaşların akmaması için direniyordu adam. Kadın olduğu yerden ayağa kalkmak için hamlede bulunuyordu ki, adam yine sağ eliyle işaret ederek kadının ayağa kalkmasını engelledi, fakat bu defa araya set koymak için değil rahatlıkla içini boşaltmak için kadının yaklaşmasını engelledi. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti anlatmaya…

“ Bir gün onunla pikniğe gittik. Piknikte bu düşüncemi ona açacaktım… Ormanları, doğayı çok seviyordum. Ne de olsa bir köy çocuğuyum... En sevdiğim yerde söylemeliydim ona... Bir ağacın dibine oturdum. Titreyen vücuduma destek almak için, sırtımı ağaca yasladım. Çimenlerin üzerine uzandı, başını bacağımın üzerine koydu. Güneş ışınları yüzüne vurdukça gözlerini kamaştırarak, kedi yavrusu gibi dizimde kıvranıyordu. Gözlerimi alamıyordum ondan. Elimi saçlarına uzatmaya çalıştım ama yapamadım. Baharla birlikte omuzlarında açmış olan ıhlamur çiçeklerini öpmeyi yeğledim. Kokusunu içime çektim. Tam zamanı dedim. Ha gayret… “Bir kızım olsun istiyorum senden. Tıpkı sana benzesin. Akşam eve dönüşümde beni karşılayın kapıda… Ben size oyuncaklar ve kır çiçekleri getireyim. Sonrada ikiniz yan yana oturun ben saçlarınızı tarayayım… Kır çiçekleriyle birlikte öreyim…” Yavaşça yüzünü bana döndürdü, gözlerini kapadı… Yavaş bir ses tonuyla başladı anlatmaya; ”

-“Bir gün bir arkadaşla buluşma talimatı aldım. Ana caddede yürüyorum, yanıma zayıf sarı benizli biri yaklaştı “merhaba Leyla arkadaş” Dedi. Kendini tanıttı ama o kadar gergindi ki “hayırdır” dedim… “Pek hayır değil” dedi. Başladı anlatmaya “buraya seninle buluşmaya gelirken bir Türk kadını beni Amerikan silahıyla vurdu! ” “Nasıl yani? ” “Ben yolda ilerlerken kadın balkondan boş kola kutusunu kafama attı. Düşüne biliyor musun? Bizler emperyalizm hayır! Diye haykırırken, bağımsız Türkiye mücadelesi verirken o beni Amerikan silahıyla vurdu…” O an şaşkın gülümsemiştim. Onun hissettiğini hissedememiştim… Hassasiyetini davaya olan inancını fark edememiştim... Bir kaç gün sonra bir piknikte bir araya geldik. Bu bir tanışma, kaynaşma pikniğiydi birkaç kişi bağlama çalıyor şarkılar söylüyorduk… Bu arkadaş da piknikte Yanıma geldi “merhaba” Dedi. “Sizi rahatsız ettim’ tam hayır rahatsız etmiyorsun diyecektim ki, işçi arkadaşların yanına doğru ilerledi. Sonra neden böyle davrandığını düşündüm… Ve piknik alnından uzaklaşıp gelişen olayları gözlemlemeye başladım…’yolumuz işçi sınıfının savaş yolu! ’ diyen bizlerin sofrasında bir tane işçi yoldaş yoktu… İşçi soframıza buyur etmiyorsak neyin davasını yapıyorduk. Yönetimde de hiç işçi yoktu… Bir hafta sonra bu arkadaş evinde intihar etmiş bulundu. Ve kendini asalı bir hafta olmuştu… Onu merak ettikleri için değil bir eylem için aramaya evine giden arkadaşlar bulmuştu… Sessiz sedasız cenazesi yapıldı… Doğru dürüst dualarda bilmiyorduk ama camiye götürdük sonra defnedildi… Mezara işçi arkadaşları yerleştirdi… Onu ipe götüren neydi? Onu ne zaman kaybetmiştik? Hiç kazanmışmıydık? Biz neyin davasını yapıyorduk? Soframıza almadığımızı, gönlümüze almadığımızı anladığı an mı onu kaybetmiştik? Sadece gücüne ihtiyacımız olduğunu onu kullandığımızı anladığı an mı kaybettik? Aramıza ne zaman duvarlar örmüştük? Yoksa aramızdaki duvarları hiç aşamamış mıydık? Ya da devrimci değil, aktör olduğumuzu anladığı an mı? Benim için bu sıradan bir olay değildi…”yarınlar bizim! ” derken, bir bir arkadaşlarımızı kaybediyorduk. Ailelerimizi reddediyor, tanrıyı reddediyor, soyumuzu reddediyor, geleceğimizi reddediyorduk, aşkı redediyor, duygularımıza set çekiyorduk. Adeta birileri içimizi boşaltıyor, tek tek toprakla bağlarımızı sağlayan köklerimizi kesiyordu… Ve bunun için baltaları bizim elimize tutuşturmuşlardı… Silah kuşanıyor, aç yaşıyor, durmadan okuyorduk ama sorgulamıyorduk… Akşam eve dönerken mezarlıkta görmediğim, fakat sabah okula giderken gördüğüm taze mezarlar neyin nesiydi? Kimin mezarlarıydı bunlar, gece gece gömülen başında ağlayanı, bir demet çiçeği olmayan. Kuran okunmayan…

İllagalite de asla tepede kim olduğunu bilemezsin, kimden emir geldiğini, emirleri sorgulayamazsın… Yolları ve çizgileri kimin belirlediğini” roller biçilir,biz oynarız.

Sonra derin bir iç geçirdi gözlerini gözlerime dikti… Gözlerinin içindeki Kımıl kımıl dalgalanan güneşin ışıklarının yerini hüzün bulutları kaplamıştı… Saçlarını okşamaya devam ediyordum… Devam etti konuşmaya; “beni ilk gördüğün gece, bildiri dağıtacağımızı nasıl haber aldınız? Biz sizin her eyleminizden nasıl haberdar oluyorduk? İki gurup karşılaşır, kan dökülür… Ölülerimizi bırakıp kaçarız… Ya da birileri aniden basıyor eğitim aldığımız dersliği, alıp götürüyor sorgusuz. Bir daha ne bir haber, ne de bir selam. Ölülerimizi kim topluyor? Kim yok ediyor bizi? Biz her şeyi kaybediyoruz… Birileri ölümün ucunu yakmış… Ölüm kokusu tütsü gibi beynimizi ele geçirmiş… Yaşamaya dair ne varsa ölümle çevrelenmiş… Oysa biz çiçekleri ne çok seviyorduk değil mi? …sıcacık bir tas çorbanın mücadelesiydi bu,hepimizin güneşin kucağına doğmuştuk.yavaş yavaş kuşattılar bizi etrafımız ördüler,kör karanlıklarda iğne ucuyla kazarak kucağına doğduğumuz güneşe ulaşmaya çabaladık. Devrim yolunda ölmek… Ben yaşamak istiyorum. Evet, senden çocuk doğurmak istiyorum… Bedenime senden başkasının eli değsin istemiyorum… Yaşamak için yol almak istiyorum… Anam avratım olsun demek de istemiyorum. Anneme sarılmak istiyorum… Çok özledim! ” Yanağından süzülen yaşları içmek geliyordu içimden…

Bir anda adam irkildi. Yanında oturan kadına baktı göz pınarlarından süzülen yaşları görünce, usulca başını kadının omzuna koydu bir müddet öylece durdu. Kadın yanında oturan adamın sıkıca elini yakaladı ve rüzgâra doğru döndüğü yüzünü adamla aynı izaha getirdi.

-“Peki, o gün, eylem günü niye karşısına çıktın. Durdurmaya çalıştın.”

-“Aramızdaki ilişkiyi saklamamızın imkânı kalmamıştı artık… Saklamak da istemiyorduk… Aşkın coşkusu ve heyecanı nasıl saklanır ki? Örgüt arkadaşlarımız her şeyi öğrenmişti ve Leyla benimle görüşmeyi kesmiş benden uzak durmaya başlamıştı… Onunla başka konuşma şansım kalmamıştı… O gün onun karşısına çıktım… Ve kulağına eğilip bunu bize yapmamasını, benimle gelmesini söyledim… Maraş kanlı olaylarıyla ilgimiz olmadığını anlatmaya çalışıyordum ama belimde taşıdığım silahla buna inanması pek mümkün olmuyordu. Bu yüzden herkesin gözü önünde silahı belimden çıkarıp eline verdim. Benim yaşam felsefemde silah sadece korunmak içindi, öldürmek için değil! Gece onu çıkmaz sokakta bekleyecektim.”

-“Peki, geldi mi? ”
- “Evet geldi… Örgüt ilişkimizi öğrenmiş ve Leyla’nın başka bir arkadaşıyla evlenmesi kararı alınmış… Hatta örgütteki tüm kızlara birer eş adayı bulunmuş… O güne kadar örgüt içinde yasaklanan ilişki diğer kızlarda elde tutmak için evlenmelerine karar verilmiş… İtirazı olanlar örgütten ihraç edileceklermiş, “saçmalık! ” Leyla tüm gücüyle karşı koymuş alınan karara ama önünde iki seçenek var ya evlenecek. Ya da ihraç edilecek… Buluştuğumuzda ellerinden tutup benimle gelmesini söyledim. Eğer kalbinden ve aşkından vazgeçersen geriye ne kalır dedim… Yanlış bulduğun bir kararla mücadele etmelisin… Mücadele etmeliyiz. Ertesi gün kararının ilçe temsilcisine bildirdi… Leyla ona önerilen arkadaşla evlenmeyecek hatta diğer kızların da tombala çeker gibi kuradan çıkan yoldaşlarla evlendirilmemesi için mücadele edecekti. Özgürlük mücadelesi veren bir kadın olarak bu baskıcı yapıya karşı koyması gerekiyordu ve hani o gece yaptığınız karanfiller bu başkaldırının bir adımıydı…”

-“Ve o çocuğun gönderdiği gülleri de sen gönderdin.”
-“Evet, ben gönderdim. Onunla gurur duyuyordum… Mücadeleci ruhuyla… Eğmediği dik tutuğu başıyla. Cesur yüreğiyle ve bu kadın benim kadınımdı… Kadınım. bir gün gel canına ihtiyacım var dese seve seve gözümü kırpmadan vereceğim can… Çölde açan bir kaktüs çiçeğiydi o…tüm olumsuzluklara, sert koşullara rağmen dikenlerin arasında açan muhteşem bir çiçek. Umuttu o bizi bize düşürenlere direnen. Gerçek bir hümanist, vatansever… Güzellik…
Güllerin arasına bir not koydum… Bekliyorum sevgilim! Bu akşam gel!

-“Peki, niye beklemedin? ”

-“Bekledim. Bekledim bir tanem… Ama yetişemedim… İlk karşılaştığımız çıkmaz sokakta onu bekleyecektim. Sokağa doğru ilerlerken bir aracın beni takip ettiğini fark ettim… Adımlarımı hızlandırdım. Caddeden uzaklaşmaya çalışıyordum ki, aracın içindekiler ateş etmeye başladılar… İki taraftan da ateş ediyorlar “hain” diye haykırıyorlardı… O gece gideceğimizi haber almış olabileceklerini düşünüp, bir an önce buluşma yerine gitmem gerekiyordu… Leyla’ ya zarar vermelerinden korktum sokak aralarına dalıp izimi kaybettirdim. Fakat bacağımdan aldığım yara yüzünden hızlı ilerleyemiyordum. Leyla’nın yanına zamanında varamamaktan korkuyordum… Bacağımı boynumdaki atkıyla sıkıca sardım… Koşar adımlarla ara sokaklardan geçerek, buluşma yerine ilerliyordum ki, onu gördüm. İlk gördüğüm yerde, sokak lambasının altında beni bekliyordu… Muhteşem görünüyordu. Allah şükür ona yetiştim derken, birden acı bir fren sesine silah sesleri karıştı… Bir anda kollarını açtı yukarı mantosu savruldu krem rengi elbisesi peş peşe aldığı kurşunlarla kana bulanmıştı… Bu sefer ayağını çarptığı taştan değildi, aldığı kurşunlardan geriye doğru sendeledi… Aldığı her kurşunla arkaya doğru sendeliyor yıkılmamak için direniyordu… “leylaaaaaaaa “diye haykırarak, koştum yanına… Ben yanına varınca araç çoktan uzaklaşmıştı… Leyla’mı hemen kucağıma aldım… Dudağının kenarından kanlar süzülüyordu. Gözyaşlarının akmasına dayanamadığım bu kadının, kanın akmasına engel olamıyordum… Sıkıca kucağıma sardım, “dayan bebeğim, dayan! Hiç ayrılmayacağız! Birlikte gideceğiz kadınımla söz… Dayan bir tanem…” Ayağımdan hızlı ilerleyemiyordum. Ana caddeye çıktığımızda araç geçmiyordu, saat çok geçti… Sesimin çıktığı kadar haykırıyordum. “Yardım edin. Yardım edin. Kimse yok mu? Dayan bebeğim! Dayan bir tanem, yalvarırım.” Hemen bir aracın camını kırıp ele geçirdim ve onu hastaneye götürdüm… Kan gerekiyordu tüm kanımı alın dedim… Onu yaşatın!

-“Ama onu hastane önünde bulmuşlardı…”
-“Bilmiyorsun! Konuşuyorsun demiştim sana hatırladın mı? ”
-“Onun son anına kadar yanındaydım. Doktor beni ele vermedi… Yakalanmak istemiyordum…”

-“Ne söyledi, son sözü neydi ablamın? ”

-“Elini tuttum sıkıca hafifçe ceylan gözlerini araladı ve gülümsedi.”bir kızımız olmayacak! ”sıkıca tutuğum elini öptüm. Tam olacak dayan sevgilim diyecektim ki “sus” dedi. “Kızımız olmayacak belki ama senin çocukların olacak. Sen sevmeye devam edeceksin… Barış için, ülkem için, insanlık için çocuklar doğmalı. Benim bir kızım var ona iyi bak. Seni sevi…”
Ve gözlerini kapadı… Ben onu hiç terk etmedim.

-“Ben seni cenazede hiç görmedim”

-“Yo… Ben hep ordaydım…
Kadın usulca adamın koluna girdi başını omzuna yaslayıp;
-“ Günlerce ağladım, bazen kızdım bazen isyan ettim… Ölüm can evime pençesini sokmuş çatır çatır en sevdiğimi benden almıştı. Kimi sevsem ölecekti. Kime dokunsam bir gün yok olacaktı bunu biliyordum… Bunu bilmek dayanılmaz bir ağırlıktı… Biz günahın çocukları mıydık? Öyle bir günah işlenmiş olmalı ki bedeli bizlere ödetiyor olsun… On yedi yaşında incecik boyunlar yağlı ilmeğe geçsin… Ellerimiz küçücüktü... Nasırlaşmamış sertleşmemişti… Avuçlarımızda gizlediğimiz umutlarla yaşanılası bir dünya kurmak istedik… Buz kesti terimizi, ateşin ortasında donduk, buzun içinde yandık… Dik durduk! Sağcısı-solcusu cesur çocuklardık, acıyla büyüdük. Ama sadece birbirimizi ve kendimi acıttık… “Tavşan kaç-tazı tut” Drangeli kuranı, çanak tutanları, ölü toplayıcılarını, hiç görmedik ve bunun bedelini ödedik… “Kapansın el kapıları” derken, postal altında kaldık… Kahrolsun Amerika’nın çocukları… Darbeciler Amerika’nın çocuklarıysa, biz onların çocukları değildik… Biz emperyalizme kafa tutmuş güçlü kökleri olan bir ulusun çocuklarıydık… Biz öyle birbirimize düşmeliydik ki ortada onlarda yüz yıllık planlarını devreye sokabilsinler… Sunni-alevi, Türk-Kürt, sağcı-solcu diye durmadan bizi birbirimize hedef yaptılar. Tarih acılar içinde kıvranarak bizleri tekrar yazacak. Kapıyı dışarıdan kapayın uşaklar ve katiller. Kapıyı dışarıdan kapayın kan emici yarasalar ve akbabalar… Hesap günü çok yakın”

Adam elini cebinden çıkardı kadının omzuna attı ve usulca yüzünü kadının yüzüne doğru çevirdi ve sıkıca sarıldı. Kadın adamın göğsüne iyice kendini bıraktı ve devam etti…

“Bir gün okuldan eve yürüyordum. Bir akrabamız koşar adımlarla telaş içinde bana doğru ilerliyordu. Gözleri ateş saçıyordu... O anda kötü bir şey olduğunu anladım. Daha “hayırdır abla” dememe fırsat vermeden, “Babanı vurmuşlar! ” Dedi. Tüm dünya değil de tüm evren üzerime çöktü sanki. Elimden kitaplarım kaydı, tutamıyordum. Ayakta duracak halim yoktu ama tüm gücümle kadından gelecek cevabı duymak istiyordum. “Yaşıyor mu? ”Babamın ölümünden sonra bu kadar çok sevmenin doğru olmadığını anladım. Bu kadar çok sevmemeli insan, bu kadar çok da öfke bağlamamalı… Aklımda tek bir soru vardı neden? Neden? Neden? Biliyorsun sana anlatmıştım, babam bir fabrikada çalışan sıradan bir işçiydi. Bazılarının söylediğine göre; son zamanlarda dili fazla uzamış… Sendika kurmaktan falan bahsetmiş… proleteryadan falan bahseder olmuş… Bazılarına göre de dili bu kadar uzarsa ölümü hak etmiş…”

Adamın bir an içi ürperdi. Elini kadının eline kenetledi, diğer eliyle kadının saçlarını okşamaya devam ediyordu... Her konuşmaya başladığında susturduğu kadına şimdi sıkı sıkı sarılıyor, adeta konuşması için destek oluyordu… Kadın adama daha sıkı sarılarak…

“Babamın ölümünden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bazen canım tırnak uçlarıma geliyor, dışarı fırlamak için basınç yapıyordu. Ama direniyordum.yaşamak için direniyordum. Yüreğimi saran öfke, gözlerimden fışkırıyor, babama bunu yapanlardan nefret ediyordum. Tek düşündüğüm katil faşistlerin bir an önce cezalandırılması. Çok sıkıldığımda, babamın beni sık sık götürdüğü parka gidiyor, saatlerce onunla geçirdiğimiz güzel anları hayal ediyordum. Bir keresinde o kadar dalmışım ki kendi kendime gülmeye başlamışım. Yan bankta oturan Hamdi amca yanıma gelip ”hayırdır! Zeytin gözlü” dedi. Şaşkın baktım, daha önce hiç görmediğim bu adama… “Bir saattir seni izliyorum. Doğrusu merak ettim.” Hamdi amca kimi kimsesi olmayan devrimci bir doktordu. Ona babamdan bahsettim. Babamın ismini söyleyince, “Sen bizim Ali’nin kızı mısın? ” dedi… Bana babamı ve davayı anlatıyordu… Bir gün mutlaka adaletin yerini bulacağını söylüyordu. Buda beni ona çekiyordu… Arada parkta karşılaşır sohbet ederdik. Oda tıpkı babam gibi konuşuyordu…”bir gün mutlaka devrim gerçekleşecek! ”,”yarınlar bizim! ”diyordu… Babamın ölümünden sonra çok kötü günler geçiriyorduk. Annem Hamdi amcanın yanında çalışmaya başlamıştı. Ben okuldan çıkınca hemen muayeneye koşuyordum. Bana; ”Hadi, anlat bakalım okulda neler oldu bugün” diyordu. Benimle çok ilgileniyor, arada derslerime de yardım ediyordu. Çoğu zamanda devrimden bahsediyordu… Çok ilgiliydi benimle… İlkokuldan girdiğim sınavlarda başarılı olunca kasabadan ayrılmam gerekti… İşte o zaman Leyla ablamla tanıştık. Annemle kayıt yaptırdıktan sonra ne yapacağımızı bilemeden, okul kapısında şaşkın şaşkın otururken, yanımıza geldi… Ve bir daha hiç ayrılmadık… Bir süre sonra Hamdi amcada bulunduğumuz ile geldi… Annemin sağlığı gittikçe bozuluyor babamın ölümünden sonra bir türlü kendine gelememişti… Bir gün Beni Leyla ablama emanet edip memleketteki akrabalarının yanına gitti… O günden sonra benim hem annem, hem babam olan bana gözü bakan biri vardı. Onu çok seviyordum. Bu kadar çok sevdiğim için bazen korkuyordum… Ama ona bir şey olamayacağını düşünüyordum. Çünkü cesur ve çok akıllıydı… Arada Hamdi amcayla parkta karşılaşıyorduk. Onunla sohbet ediyordum. Leyla ablam “bu adamın sana bu kadar yakın olmasından rahatsız oluyorum” der benim onunla konuşmamı pek istemezdi… Ama babamı tanıyan, babamdan bahsedeceğim tek insandı… Hamdi amca her şeyi biliyordu. Aradığın bütün cevaplar onda vardı. Adeta sihirbaz gibiydi… Ablamın uyarılarına rağmen ondan uzak duramıyordum. bi şekilde beni kendine bağlıyordu…

Adam derin bir iç geçirdi… Kadının saçını okşadığı elini çektikten sonra, nereye koyacağını bilemedi… Sağ-sola bakındı, bir hamlede kalkabilir ve bu konuşmayı burada kesebilirdi… Sonra batmaya yüz tutmuş güneşe baktı ve sessizce mırıldandı “yarın güneş bir tek senin için doğacak can, bir tek senin için. Senin kanatlarından süzülerek aydınlatacak tüm dünyayı… Gerçeklerle yüzleşmenin vakti gelmişti artık. Ne kadar ertelese de bir gün bu anı yaşayacağını çok iyi biliyordu…

Kadın adamın kucağından doğruldu… Adamın yüzüne baktı. İlk defa adamı böyle görüyordu… Ve o soruyu adama sordu;

“Ablamla o gece çıkmaz sokakta buluşacağınızı kim haber verdi? Nasıl öğrendiler sizinkiler gideceğiniz? ”
Adam önce denize uzun uzun baktı, sonra bir iç çekti ve kadına döndü… Bir yerlere konduramadığı elini, kadına doğru uzattı ve ekledi...”sen! ”Göz pınarlarında gizlediği yaşlara engel olamıyordu artık… Kadın, adamın söylediği itiraftan sonra, boğazı düğümlenmişti sanki… Boğuk ses tonuyla…
-“sen, ne diyorsun? ”
Adam yaşlı gözleriyle kadına doğru eğildi, bir yere sığdıramadığı elini kadının boynuna doğru uzattı ve…
-“Evet can, ablanı ele veren sensin”

Zifiri karanlık gecede, kadın kızgın atlar gibi yalın ayak koşarken ikiye yarıyordu geceyi… Uzaktan sadece elindeki tenekenin beyazlığı seçiliyordu… Kadının yorgun sıcak nefesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu… Gökyüzündeki birkaç yıldız kadına rehberlik ediyor, yolunu aydınlatıyordu… Gecenin sessizliğini yaşlı bir erkek sesi bozdu. ‘Yapmaaaa…’

Alev alev yanıyor asırlık çatı,
Gecenin bir yarısında
Alevler sararken göğü, gözlerime karıştı dumanı
Elimde kaldı alelacele doldurduğum su dolu kova
İzledim öylece
İzledim öylece yangını

Kurt yeniği kalaslar çöktü çatır çatır
Bu defa ne benim, nede başka bir çocuğun üzerine
Ateşte patlayan tahtakurularından çıkan sesle birlikte
Diniyordu kulaklarımda, sarı benizli hasta çocukların kesik öksürükleri

İzledim öylece,
İzledim öylece döne döne etraflarında
Tanıyordum ben bu evi ama nerden?
Hatırlayamadım…

Biliyorum artık,
Bir daha uyanmayacak çocuklar, kirpiklerinde tahtakurusu tozlarıyla
Kabarmayacak bembeyaz tenleri, kaşınmayacak tombul karıncıkları, uykularında…
Yangınla birlikte dindi kesik öksürükleri…
Bak! Bak dinle… Öksürmüyorlar artık…
Hasta olmayacaklar bir daha, sararmayacak bakışları

Biliyorum!

Kararmış ağaç budaklı tahtalar değil, masmavi gökyüzü örtecek üzerlerini
Ve
Yıldızları avlayacaklar yatarken geceleri...
Kuş tüyü yastıklara hasret ölmeyecekler, sevecekler onlarda geceleri
Ay onları, onlar ayı kucaklayacak…
Mutluluk çiçeği gamzeler açacak yanaklarında.

.

Adam koşar adımlarla yangın yerine geldi. Kadını oturduğu yerde gördüğünde ellerini saçlarına götürdü ve ‘Allah şükür yaşıyorsun’… Sonrada kadına sıkıca sarıldı… Kadın buz gibiydi ve titriyordu. Hemen sırtındaki hırkayı çıkararak kadına saran adam, kadını kucağına alarak gözlerden kayboldu

*

Dışarıdaki pırıl pırıl kar taneciklerinin yaydığı ışınlar odaya doluyordu… Adam sırtını cama dayamış büyük bir hayranlıkla kadını izliyordu. Dışarıdaki kayın ağcının üzerindeyse kumrular birbirine sokulmuş onları izliyordu… Kadın banyodan çıkınca vücudunu havlusuyla sarmış, ıslak saçarlından süzülen damlacıklar omuzlarından göğüslerine süzülüyordu. Elindeki şarap kadehiyle girdiği odaya bakındı ve yatağın önüne çömeldi… Dalgındı gözleri, elindeki şarap kadehine odaklanmıştı. Sırtını dayadığı yatağın üzerinde beyaz çarşaflı geniş yatak ve üzerinde sarımtırak bir pike örtülüydü. Pike yatağın yarısından kıvrılmış, geniş beyaz kuş tüyü yastıklara yan candan batan güneşin kızıllığı vuruyordu.

Adam göğsünde iki kolunu sarmış, sağ ayağını sol ayağının üzerine atmış, ayakça durduğu camın önünde hayranlıkla izlediği kadına seslendi;

-“Çıkıp biraz dolaşalım diyorum kütür kütür, ayak izlerimiz kalsın karların üzerinde ne dersin? ”
Kadın hafifçe başını kaldırıp göz ucuyla adama baktı, sonra tekrara yine başını öne eğdi,elinde ki kadehi yuvarlamaya devam etti…

-“Babamı, babamı da ‘o’ öldürdü değil mi? ”
Kadın konuşmaya başlayınca adam telaşla kadına doğru ilerliyordu ki, kadının gözlerinden süzülen kontrolsüz yaşlar kadehteki şaraba damladı ve şarabın durgunluğu dağılmaya başladı... Adam kadına ilerlemekten vaz geçerek adımlarının yönünü değiştirdi ve müzik açtı… (Zülfü Livaneli söylüyordu adı aşk.)
Dünyayı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Sendeki şekeri ellere sunup
Zehiri kendin yutmaktır adı aşk

Bela yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ona tutmaktır adı aşk

Bu dünya bir ateş denizi sanki
Ona kendini atmaktır adı aşk

Var Eşrefoğlu Rumi bil gerçeği
Yaşamayı yok etmektir adı aşk

Kadın anlatmaya devam etti…
“onlar ne kadar mükemmel değil mi? avuçlarında biblo gibi tutarlar bizi, canımız, duygularımız yokmuş gibi… Evirirler çevirirler kızgın ateşe tutarlar, sonra buz gibi sulara… İçimizi ve dışımızı çok iyi bilirler ve başlarlar Şekillendirmeye… Yeşil banknotların krallarının hizmetkârları can alırlar, can verirler isterlerse… Ve tanrıyı sererler kilim gibi ayaklarının altına krallarının…

Adam derin bir iç geçirdi, sonra yüzünü cama çevirdi… Dışarıda kayın ağcının üzerinde birbirine sokulmuş soğuğa direnen, birbirlerinin sıcaklığından hayat bulan kumrulara bakıyordu... Kumruların Kanatları buz kesmişti…

Kadınsa anlatmaya devam ediyordu…

“Ablamın ölümünden sonra uzaklaşmak istedim buralardan… Çok uzaklara belkide ölümün olmadığı bir yer… Lise ikinci sınıftaydım. Sabah okula gitmek için yola çıktım, biraz ilerledim sokakta her zaman beni beklediği köşe boştu… Okul yolunda ilerledim, bir gariplik vardı bu sabah herkes suskun, sessiz ve okul yolu alabildiğine tenha… Sınıfa girdiğimde arkadaşlara hemen ne olduğu sordum. ‘Şehmuz okula gelmedi mi? Ya diğer erkek arkadaşlar? ’kimse konuşmuyordu… Tek tek başlarına gidiyor tekrar tekrar soruyordum. ‘Birinizde cevap verin, nerde? ’en sonunda biri dayanamadı ve cevap verdi.

-“Akşam tüm evleri tek tek bastılar… Evlerdeki erkekleri topladılar… Artık kim döner, kim dönmez bilinmez…”
“Nasıl yani? ”
-“İşte öyle…”
-“işte öyle” dedi

Komutanın camına taş atmış biri, onlarda ne kadar erkek varsa…
Kadın anlatırken kanatları soğuktan buzlanmış kumru yerinden kanatlanıp uçtu ‘tak’ diye cama çarptı ve yerdeki göz alan güzellikteki karların üzerine düştü… Kadında adamda kumrunun cama çarpmasıyla çıkan ‘tak’ sesinden irkildi… Diğer, buz tutmuş kumrunun aynı anda daldan düştüğünü göremediler…

Adamın yüreğinde hissettiği acı yüzüne yansımış, az önce kadını dışarı çıkarmak için çabalayan hayat dolu gözlerini hüzün sarmıştı. Yavaşça yüzünü camdan ayırıp kadına baktı… O an camdan vuran güneşin kızıllığı iyice kaplamıştı odayı… Ve boğuk ama kararlı sesiyle mırıldandı…

YİNE SANA DAİR

Sende ben,
Kutba giden bir geminin sergüzeştini,
Sende ben,
Kumarbaz macerasını keşiflerin,
Sende uzaklığı,
Sende ben, imkânsızlığı seviyorum.

Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli
Ve bir avcı iştahıyla etini dişlemek senin.
Sende ben, imkânsızlığı seviyorum.
Fakat asla umutsuzluğu değil...

(Nazım Hikmet RAN)

Kadın hafifçe başını kaldırdı… Adama baktı…
Elimde halen horondan kalan sıcaklığı duruyor, elimi yakaladığında ayaklarım yere daha sağlam basardım, istediğim kadar yükseğe sıçrardım. Ağız dolusu gülerdim. Yüreğim coşkuyla dolardı… Bir elmanın iki yarısı gibiydik…

Adam afif gülümseyerek, kadına doğru, ilerledi ve tam önünde diz çöktü yere. Kadının ellerinden tuttu sıkıca… Kadın siyah zeytin gözlerini adamdan gizliyordu… Adam sağ elinle kadının çenesini tuttu ve başını kaldırdı… Kadınla göz göze geldi… Kadın adamın yüzüne bakıyordu gözlerini kırpmadan, adamda kadının… Sonra adam kadının sağ elini dizinden aldı parmaklarını parmaklarına kenetledi, sonrada sol elindeki kadehi alıp yere bıraktı ve sıkıca sağ elini kadının eline kenetledi ve alabildiğine açtı kollarını…

“Saçından ince, bıçağımdan keskin bir yol… Birlikte yürüyeceğiz. Zaman gelecek karşı karşıya kalacağız, ama hep birlikte olacağız.hiç ayrılmadan.”

Kadın adama bakıyordu. Ve gördüğü tek şey adamın gömleğinden görünen göğsünün sol tarafında ki buğday teniydi… Vatan gibiydi, toprak gibi ellerin kenetlenmesi gibi vücudunda kenetlenmesini arzu etti… Başını adamın göğsüne dayadı… Tıpkı kabuğunu kırmaya hazırlayan kartal yavrusunun sarısını yutması gibi, adam uzun kollarıyla kadına sıkıca sarıp kucağına aldı. O anda kadının üzerinde ki havlu yere sıyrıldı. Yatağın üzerindeki pikeyi çekip, kadının başını kuş tüyü yastığa koydu ve arka cebinden çıkardığı tarağıyla kadının ıslak saçlarını taradı… Tararken süzülen su damlacıklarını… Kadın güneşin batışını seyrediyor, adamsa dağların doruklarını… Yıldızlarsa gece boyu onları…

Ertesi sabah dağın doruklarına tırmanırken kadın sırtında ki kırmızı yeleğiyle önde adam onu takip ediyordu… Adam bir an durakladı ve yıllardır yüreğinin üzerinde taşıdığı bir tutam kızıl saçı rüzgâra bıraktı… Kadın gözlerini kapayıp, kollarını açtı ve derin bir nefes aldı.(Bana öyle geldi kadının göğsünden mavi bir kuş havalandı o anda) ‘Mis gibi gül kokusu’ bu dağlardan gül kokusu eksik olmayacak ve her zaman mavi bir kuş UÇACAKTI…

-Adamın bahsettiği saçından ince bıçağımdan keskin yol neydi?

Arkadaşlarıma göre bu hikâye fazla uzadı… Bana göre ise daha yeni başladı…

Resmi hizmete mahsus olmayan
Sağ ve sol elimi tutuşturalı beri
Artık kıskanmıyorum kardeş halkları
Ve
El ele yürüyen sevgilileri…

(Serdar Sengir)

Gürcan Kırım

İyi çacukların anısına...

Saygıyla.

Gürcan Kırım
Kayıt Tarihi : 27.7.2011 22:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Zülfikar Nebioğlu
    Zülfikar Nebioğlu

    Serdar sengir i tanıyamadım.

    Cevap Yaz
  • Rahman Fidan
    Rahman Fidan

    güzel bir paylaşım... tebrik ederim...

    Cevap Yaz
  • Ahmet Yılmaz
    Ahmet Yılmaz

    geceleri koynuma almadım ihaneti
    ………………………………..
    çok güzel yüreğinize sağlık kaleminiz susmasın....

    Cevap Yaz
  • Saime Sancak
    Saime Sancak

    ...
    pencereyi açalım biraz hava girsin,çekelim
    belki duyarız bir çift kanat sesi, ardından..

    sevgiler..

    Cevap Yaz
  • Ahmet Cevdet Bekkaya
    Ahmet Cevdet Bekkaya

    Nazımlarla vurguladığınız etkileyici nesire tebrikler, yüreğinize sağlık. Selam ve saygılar....

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (6)

Gürcan Kırım