Ahmet Yozgat - İdealist Bir Adamın Anato ...

Ahmet Yozgat
2011

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Feremez Yaşar’ı ta lisede okuduğu yıllardan beri tanırım. Tanır ve severim… Daha sonra onu, devlet kademelerinde görev başında hatırlıyorum. İlk tanıdığım uzak yıllarda, onun en büyük özelliği vatanını ve halkını seviyor olmasıydı, hem de çocukluğundan beri ve art niyetsiz… Aynı zamanda naif bir şair olan Feremez, şiirlerinde hep hamasi konuları işliyordu; istiyordu ki, vatanda birlik ve ülkede dirlik olsun. Kardeş, kardeş olduğunu bilsin ve gereğini yapsın. Bunu, kendisine şiar edinmişti o idealist şair… İdeali hâlâ taze…
Feremez Yaşar, uzun yıllardan bu yana, Anadolu’nun Güneydoğu Bölgesinde eğitimci bürokrat olarak görev yapıyor ancak daha öncesi de var: O, aslen buralı. Okulu, yolu ve elektriği olmayan bir mezralı… Bu bölgede mezralı olmak zor iş be abem. Mezra dediğin köy bile değil hatta mahalle de sayılmaz. Issız ve unutulmuş dağ başlarında üç beş evden oluşan bir öbektir mezra. Çoğunlukla akrabaların bir arada bulunduğu küçük yerleşim yerlerine verilen addır mezra. İhtiyaçların dağ gibi çok, ihtiyaca verilecek cevabın neredeyse hiç yok olduğu küçücük mezralarda yaşamak herkesin bileceği hatta tahmin edebileceği bir iş değil. Oraların sıkıntısını ancak Feremez gibiler bilir.
Evet, bilenlerden biri de bizim Feremez Yaşar’ımız. Onun mezrası Batman ilinin en mahrum ilçesi sayılan Sason’a bağlı… Sason’un en mahrum köyü de Feremez’in mezrası. Kan davalarının, aşiretçiliğin, töre cinayetlerinin kol gezdiği bir yerin en mahrum mezrasında dünyaya gelen Feremez Yaşar, doğduğu yerin tüm sıkıntılarını çekerek büyüdü. Okul yoktu ki okula gitsin. Yol yoktu ki ilçeye insin. Bakkal yoktu ki, bir şekerleme alsın. Hatta burada zavallı köylünün tarlası, tapanı bile yoktu. Küçücük birer bahçe ve bahçenin başında taştan birer ev... Evde ise, gerçek bir ev bile sayılmaz. Altında hayvanların üstünde insanların yaşadığı iki gözlü sığınak... İşte, bu evlerden biri de Feremez’in ailesine aitti. Mezradaki ev sayısı hepi topu on bir taneydi. Her hane de belki on birden fazla çocuk yaşamaktaydı ve hiçbiri Türkçe bilmiyordu. Doğal olarak okulun ne anlama geldiğinden de habersizdiler. Feremez, küçük yaşta kaderinin çizdiği çember içinde kalmaya isyan etmişti. Türkçeyi bile bilmediği o yıllarda kalktı, uzaktaki bir akrabasının yanına okumaya gitti. Çünkü o köyde tek sınıflı bir okul vardı. Feremez’in okulla ilk taşınıştı gün, hayatında bir dönüm noktasının da başucuydu. O gün kararını verdi küçük Fero; bu iş burada bitmeyecekti. Okuma, o yolculuk nereye kadar gidecekse oraya kadar devam etmeliydi.
Etti de… İlkokuldan sonra Sason ilçe merkezinde ortaokul daha sonra da Siirt ve birkaç çevre ilde lise ve yüksek okul…
Feremez artık bir öğretmendir. Fakat öğretmenliğini bölgedaşları gibi batıda değil doğduğu yerde hatta köyünde yapmaya karar verir. Uzun bir zaman önce Türkçeyi dahi bilmeden ayrıldığı köyüne Türkçe öğretmek üzere geri döner. Ancak bu köy oldukça küçük gelir, onun ideallerini gerçekleştirebilmesi için. O, köyünü değil bölgeyi kurtarmaya taliptir; en azından bu yolda ömür tüketmeye hazır... Bir süre sonra Feremez’i İlçe merkezine müdür olarak inerken görüyoruz; hem de halk eğitim merkez müdürü olarak. Çok geçmeden kolları sıvayan genç müdür, değil bu ilçenin, bölgenin bile görmediği bir çalışmaya koyuldu. Halk eğitim merkezinde tam yüz kurs açtı. Bu kurslara daha çok kadınları kaydetti. Her kurs kendi görevinin yanında, kursiyerlerine ilk önce Türkçeyi öğretecekti. Düşündüğünü ve dediğini yaptı genç müdür. Yüzlerce kadının Türkçe konuşmanın yanı sıra birer meslek sahibi olmasına da ön ayak oldu. Fakat onun asıl amacı, okul yüzü görmeden büyüyen ve vakitsiz evlendirilen kız çocuklarını topluma katmak/kazandırmaktı. Bunun için makas değiştirdi. İlçesinde mili eğitim müdürü oldu. Bu makamda da kollarını hızlı sıvadı: Köylerde ve mezralarda okula gitmeyen kız kalmadı onun zamanında. Kısa vakitte köylüler okumanın, kızlar ise okuryazar olmanın kıymetini anladılar.
Feremez’in ideali yalnızca kızları okutmak, okumanın kıymetini halka öğretmek değildi. Bölgenin asıl meselelerinden biri de kan davalarıydı. Bu yörede de hemen hemen her ailenin yüz yıllardan beri süregelen bir davası vardı. Bu davalar sebebiyle her yıl yüzlerce insan, genç yaşta hayattan koparılıyordu. Feremez’in kendi ailesinin de davaları vardı. Bu yüzden o da, birçok akrabasının sokak ortasında vurulmuş olduğunu göre göre büyümüştü. Bir röportajında Feremez Yaşar şöyle diyordu: “Bölgenin fevkinde zorluklarla boğuşarak okula gittim. İlkokuldan liseye, oradan yüksek okula kadar okurken bile, hiç ilgilenmediğim hâlde kan davalarımızın etkisinden kurtulamadım. Her zaman soğuk bir namlunun ucunda korumasız bir hedeftim. Yalnız başıma, desteksiz bir kısmını yatılı okuyarak eğitimimi bitirinceye kadar çok acılar çektim. Bu arada, köhne kan davaları yüzünden birçok akrabamı kayıp ettim. Yatılı pansiyonlarda, annemden uzakta, hiç bilmediğim bir hayata tutunmaya çalışırken gün geçmiyordu ki bir haber almayayım; “Falan akraban öldü, filan akraban yaralı…” Ne acıydı Ya Rabbi! Göz göre göre, bir hiç uğruna genç insanlar ölüyordu. Kalanlar da ölmemek için bin bir zorlukla kazandıkları paralarının çoğunu silâha ve mermiye yatırıyorlardı ancak bu, kurtuluşun gerekçesi değildi ve daha çok ölüm getiriyordu. Şimdilerde arkama bakıyorum da, ne yazık ki, akraba gençlerimizin çoğu ya mezarda, ya da cezaevinde yaşlanmış. Onların genç kadınları dul kalmış. Çocukları öksüz! ”
Feremez Yaşar’ın tek derdi kan davaları değildi elbette. Onun, bir başka meselesi daha vardı. İdealist adam, bir konuşmasında bu konuya da parmak basıyor; “Ailemin bir derdi de kuma yaşantısıydı.” diyordu. “Bu yüzden, çocukluğumda bile evimde rahat yüzü görmemiştim. Sadece kuma değil, kocaları öldürülmüş akrabalarımın dul eşleri de evimizde yaşamaya devam ediyorlardı. Bu bakımdan evler, ev değil, birer kışla gibi kalabalıktı. Böyle bir ortamda değil okumak, sofraya oturup doğru düzgün karın doyurmak bile mümkün olmuyordu. ” Bütün bunlar zor işlerdi ebette; insana köstek olurdu ancak Feremez Yaşar’ı kamçılamıştı. Genç şair, her köy dönüşü, okuluna ve derslerine daha büyük bir hırsla saldırıyordu. Takvimleri yutmak ve kuşça bağımsızlığa ulaşmak istiyordu. Kafasında oluşan çözüm modelleri ta o yıllarda şekilleniyordu. Delikanlı şair, o yıllarda yazdığı şiirlerde bu konuları işliyordu. Sonunda liseyi bitirdi. Ancak imkânlar buraya kadardı. İdealist Dağçatılının bir çıkar yol bulması gerekiyordu. O yolu, kendi çabalarıyla buldu; liseyi bitirir bitirmez devlet kapısında memur oldu. Aynı zamanda üniversitede okuyordu. Eğitim fakültesini bitirdikten sonra artık öğretmendi. Yıllarca bunun için uğraş vermişti. Çünkü bölgeyi kasıp kavuran, kronik sorunların hâlli için en ideal meslek öğretmenlikti.

Tamamını Oku