Paşa, Alman komşunun sinirli köpeklerine kızıp uzun uzun havlıyor. Saldırmak sakin mizacına pek uygun değil ama becerebilse ikisini birden paramparça etmek ister, biliyorum. Hırıltılarını dinlerken vahşetinin farkında olan bir varlığın –hayvan bile olsa- kendisini dizginleyebildiğini hissedebiliyorum. Arkadaşım mutfakta yemek hazırlıyor. Verandadaki yaşlı bademin altında oturup camın arkasında hareket eden gölgesini izliyorum. Şiddeti sevmem ama yemek yaparken o zevkli uğraşın tabiatıyla hiç örtüşmeyen ‘sapıkça’ düşüncelere kapılırım bazen. Özellikle o şehvetli, kesici aletleri kullanırken. O sırada onun aklından geçenleri de merak ediyorum.
Biber ağacının minik pembe toplu çiçekleriyle toprağa sarkan tüyümsü dalları, denizden esen rüzgârla hafifçe salınıyor. Uzaktan cılız bir fener ışığı gibi görünen köy evlerinden bostanlara yayılan köpek ulumalarını da işitebiliyorum. Hayatın o kadar da sevecen olmadığını hatırlatmak ister gibi acıyla bağırıyorlar. Sürekli seyahat eden Amerikalı, dünya aniden durmuş gibi hamağa uzanmış donuk bakışlarıyla parlak dolunayı seyrediyor. Onu esir alan duygu parçacıklarını da görebilmek istiyorum. O sırada hepimizin içindeki o karanlık dehlizleri düşünüyorum. Sessiz ormanın insanı yalnızlaştıran koyuluğu geceyi büsbütün ağırlaştırmış sanki. Belki yanıma aldığım o çarpıcı romanın ürkütücü etkisinden kurtulamadığım için hep o huzursuz ressamı düşünüyorum. Juan Pablo Castel’i...
Aynı zamanda fizikçiydi...
İlk kitap olduğu halde yazarını dünya çapında şöhrete kavuşturan Tünel’de, ressam işlediği cinayetin nedenlerini, ayrıntılarını, korkunç hedefine giden yolda yaşadığı dikenli saplantıları en küstah ve soğukkanlı sesiyle anlatıyor. Kitabın girişindeki o ilk cümleyi okuyan hemen herkes sanırım bu cinayetin hikâyesini merak etmiştir: “Her ne olursa olsun, yalnız bir tünel vardı, karanlık ve tenha: Benimki.”
Yıllar evvel onu sahaflardaki tozlu kitaplar arasında bulmuştum. Geçenlerde ‘sonbahar temizliği’ yaparken eski sevgiliden kalan bir mektup gibi acıtan küçük kitap, raftan yuvarlanıp pat diye kucağıma düştü. Sonra o günlerde çoktan unutulmuş olduğunu sandığım Ernesto Sabato’yla ilgili tesadüfen güzel bir yazı okudum. Kaya Tanç’ın hatırlattıkları sayesinde bu tuhaf yazar hakkında bilmediklerimi de öğrendim. Arjantinli gazeteci ve romancı, fizik doktorası yapan bir nükleer fizikçiymiş aynı zamanda. Akademik hayatını sürdürürken Peron tarafından üniversiteden uzaklaştırılmış ve bu sayede o ilk romanını yazmış. Doğrusu bu ilk romanın Albert Camus ve Graham Greene tarafından başyapıt olarak nitelendirilmesine pek şaşırmadım. Varoluşçu felsefenin karanlık yanıyla buluşan bu sert hikâye, kuşkularıyla zehirlenen bir adamın sevdiği kadını yok etme dürtüsünün ötesinde daha derin bir anlam taşıyor bence.
“Beni anlayan tek insanı öldürdüm”
Sabato, okuduğum en huzursuz, en ürkütücü ama en hakiki yazarlardan birisi. O ‘gerçeğin’ pek kolay kabul edilebilir yalın bir durum olmadığını acımasızca anlattığı bu küçücük romanda okuru farklı konularda hep tersinden düşünmeye zorluyor. En çok da ‘gerçek aşkın’ ne olduğunu sorguluyor. Bildiğimiz hayatın basitliğine aykırı gibi görünen o tanıdık duyguyla keskin bir cümlede karşılaşınca irkildim. Ressam şöyle diyordu: “Beni anlayan tek bir kişi oldu. Bu da öldürdüğüm insanın ta kendisidir.”
Juan Pablo, sergi salonunda gördüğü ve sonradan metresi olacak bu kadından çok etkileniyor. ‘Ahmak’ eleştirmenlerin, özensiz kalabalığın içinde resimlerinden birisindeki sahneye takıldığı için dünyayla ilişkisini kesen kadının tutkulu, özenli ilgisini hemen fark ediyor. Sonrasında onun kendisi için neden önemli olduğunu anlattığı o uzun konuşmalarda benzeri cümleleri tekrarlıyor: “Siz benim gibi hissediyorsunuz. Resmimdeki o sahneye sizin yerinize ben nasıl bakıyorsam, siz de aynen öyle bakıyordunuz. Bunu anladım, asla vazgeçemem.” Bir insanı her şeyden çok sevmeye neden olan böylesine çıplak bir teslimiyetin, aynı zamanda o insanı öldürmeye neden olabileceği fikri üzerine yazılmış bir kitap beni fena halde ürpertiyor.
Karanlık bir dehliz gibi...
İtiraf etmeliyim ki, ben ‘sanatçı’ diye tarif edilen ‘uzaylılara’ öyle derin manalar yüklenmesine bayılmam. Sadece sanatçılar değil herkes bir şekilde onaylanmak ve sevilmek ister bu dünyadan gelip geçerken. Tam da bu nedenle bu kitabın okura sordukları hakikaten canımı acıtıyor. Siz, kendilerini ölümsüz kılmak için ürettikleriyle hayata değer katmaya çalışan ‘bencil sanatçıların’ herkes tarafından aynı ölçüde sevilmek istediğini düşünmüyorsunuz, değil mi? Mesela yazarlara bakın. Onların bazıları sıkça ‘okur’ güzellemesi yapar, doğrusu bana pek inandırıcı gelmezler. Elbette mümkün olduğunca çok insan tarafından okunmak, kalıcı olmak ister hepsi ama aralarından pek azı aslında sadece ‘bazılarının’ ya da bu hikâyede olduğu gibi tek bir insanın kendisi hakkındaki düşüncelerini, sevgisini önemsediğini dürüstçe itiraf eder. Onlara göre ‘o okur’ olmazsa hayat epeyce eksilir çünkü.
Hikâyedeki ressam, bu yabancı kadına neden ihtiyacı olduğunu kendisine defalarca soruyordu. Kafası karanlık bir dehliz gibiydi. Sanatını koyu bir iç görüyle sezen kadının kendisini neden sevmediğini bir türlü anlayamıyordu. Başka metresleri de olduğuna emindi. Yalnızlık yılları boyunca kime olduğunu bilmeden beslediği aşkın Maria’da toplanmış olduğunun farkındaydı. Aynı şeyi düşündüklerinde, hissettiklerinde bir bakışmalarının yeteceğine inanıyordu. O ‘kusursuzluğu’ sağlamlaştırma umutsuzluğuyla onu bedence birleşmeye zorladığında aslında kendisinden uzaklaştırdığını biliyordu. Maria’nın söz etmediği insanları, onun yaşamında sessizce hareket eden gölgeleri kıskanıyordu.
Onu defalarca bıçaklayarak öldürmeden evvel şu düşünceler geçti aklından: “Bütün bu dehliz hikâyesinde yalnız benim inandığım gülünç bir uydurma olduğunu düşünüyordum ve her ne olursa olsun, yalnız bir tünel vardı, karanlık ve tenha: benimki, çocukluğumu, gençliğimi ve tüm hayatımı içinde geçirdiğim tünel. Bu taş duvarlı saydam pasajların birinde, bu genç kadını görmüştüm ve benimkine paralel öbür tünelde ilerlediğine safça inanmıştım, oysa gerçekte o geniş dünyaya aitti. Tünellerde yaşayamayanların sınırsız dünyasına.”
Issız bir köyde, gecenin sessizliğini dinlerken Sabato gibi ‘karanlık tünellerde yaşamak zorunda kalanları’ düşünüyordum. Maria, ressama yazdığı mektupta “hayat insanın kendisine gelecek için anılar hazırlamasıdır” diyordu. Geleceğin onu nasıl bir kadere sürükleyeceğini o resmi görür görmez sezmişti. Ressamın peşine düştüğü saplantılı duygu buydu muhtemelen. O gece içimdeki karanlık dehlizleri de düşündüm. Ve hepimizin içindeki vahşeti açığa çıkaran o berbat soruyu sordum kendime: Beni en çok anlayan o ‘biricik’ insanı bulursam kaybetmemek için onu öldürebilir miyim? Korkarım, evet!
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:57:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!