Dilimdeki bu şey, bir yara mı kelime mi. Dilime gebe bir kadın gibi saklanan bu şey… Dilimde küçük, siyah belki kötü bir leke gibi duran şey… Sonra saçlarımı alevlendiren suskunluk. Aynalarda gençliğimi aradığım suskunluk. Bir “efendilik” gibi duran değil; zamana hoyrat bir “efelik” savuran suskunluk…
Kaybettiğim şey… Kelimeler, eski hisler, gençlik monologları, yürüyüşler, eski ihtilaller, yüreğimin kurşun askerleri. Belki senin yüzünde hatırlayışım ve ölçüşüm zamanı. Senin yüzünde saklı bir aydınlık. Televizyonlarda arta gelen kargaşa haberleri. Oysa ben savaşları kendi içimde yaşıyorum. Yüreğime kelimelerden bir Kudüs örüyorum. Sözlerden ve pişmanlıklardan oluşan namluları yüreğime boşaltıyor, kalbime annelik eden hüzünlerin sonatlarına soluk renkli boz kâğıtlardan kıvrılarak eşlik ediyorum…
Senin yüzün aynalarda baktığım şey. Çok radikal ve çok çok aykırı, kendimim arkamda, çok ardımda bıraktığım şey. Yüreğimdeki eski yarayı bana şikâyetimi soran doktora nasıl tarif edebilirim? Belki bir iç kanama yaşıyorum. Kelimelerden akan yaralar, zehirliyor kanımı. Adın, yürüyüp gidiyor bileklerimin içinde…
Bana “Nasılsın?” diye soran dostlarıma nasıl olduğumu kendimin bile bilmediğimi nasıl anlatabilirim? Hatırlamıyorum ne zaman bir kurşun yedim. Şuuraltımı bombalayan bu uçaklar, hangi ülkesidir gençliğimin… Bulamıyorum gözyaşlarımı aradığım yerde. Sana ait anılarımı bile bulamıyorum özenle o eski sakladığım yerde. “Keşke”lerim mi sözcüklerime karışan ve zehirleyen şey. Oysa antibiyotiklere değil gözyaşlarıma ihtiyacım var temizlenmek için. Onlar bile satılıyor artık yeşil reçetelerle…
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,