Sevgili Rabbimin bütün güzel isimleriyle başlarım.
Allah’ın selamı, sevgisi, şefkati ve muhabbeti, ebedi ve daimi üzerinize olsun.
”Bizim Kalpler Nasıl Mühürlenir? ” isimli yazımız üzerine, bir kardeşimizin (Allah ondan razı olsun) :
“Zümer suresi 36. ayette 'Allah kimi dalalette bırakırsa, ona yol gösterecek kimse yoktur' mealindeki ayeti risalelerde açıklayan bir bölüm varsa foruma asabilir misiniz? ”
şeklinde bir ricası oldu. Biz de bu rica üzerine Risalelerde bu konuyu etraflıca açıklayan İşaratü’l-İ’caz olduğuna göre, oraya müracaat ettik.
Önceki yazı; mühürlenme olayına sebep-müsebbep yönünden bir açılım gayreti idi, bu yazı ise vahy yönünden bir açılım gayreti olacak inşallah:
İşaratü’l-İ’caz Fatiha Suresi’nin tefsiri ile başlar ve ardından Sure-i Bakara’nın 33 ayetini tefsir eder. Sure-i Bakara’nın ilk ayeti huruf-u mukataadan olduğu için onun açıklamasıyla başlar ve ikinci ayet Kur’an’ın övülmesi ile devam eder. 3, 4 ve 5. Ayetler mü’minlerin methini yapar. 6 ve 7. Ayetlerde kâfirlerin (örtücülerin) kötülenmesinden sonraki 13 ayet münafıkları resmeder. Bizim amacımız sadece 6. ila 20. Ayet arasındaki bir kaç ayetin tefsirlerinden bazı örnekler alarak, “Kalpler Nasıl Mühürlenir? ” isimli yazımızı pekiştirmek ve Zümer; 36’dan hareketle Allah nasıl delalette bırakır? Sorusunu cevaplamaktır. Söz konusu bu 13 ayetin hepsini şerh etmeye kalksak bir kitap hacmini aşar.
Biz 7. ayetten başlayacağız inşallah.
Üstad’ın İşaratü’l-İcaz’da ‘Bu ayetin kelimeleri arasında nazmı icap eden münasebetlere (tertibi gerektiren bağlara) gelelim:’ alt başlığı altındaki birçok soru - cevap şeklindeki açıklamalardan bir kaçı şunlardır (sadeleştirerek) :
“Hatemallahu ala kulubihim ve ala sem’ihim ve ala ebsa’rihim ğişa’vatun ve lehum azabun azimun.” (Bakara Suresi: 7)
(İcmalen meali.“İnkârlarında ısrar ettikleri için Allah onların kalplerini de, kulaklarını da mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de, hakkı görmelerine mani bir perde vardır. Ahirette ise onların hakkı pek büyük bir azaptır.”)
“Hateme ’nin (mühürledi) la yu’minun (iman etmezler) ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın, göz önünde işlenen suça karşılık olabilenidir. Yani, onlar ne zaman ki cüz’-i ihtiyarilerini (kendi iradelerini) bozmakla imana gelmediler, kalplerinin mühürlenmesiyle cezalandırıldılar.”
Burada Üstad’ın “kendi iradelerini bozmakla” ifadesi dikkat çekici, bunu şöyle açabiliriz: Kendi istek ve arzularını dahi bozarak ne isteyeceklerini ve neyi istemeyeceklerini dahi bilemiyorlar ve neyin kendileri için faydalı veya neyin zararlı alacağını dahi birbirinden ayıramaz bir duruma geliyorlar. Böyle bir psikoloji içinde olanlar, kendilerini, olaylar karşısında daima tersine mantık çalıştırmak gibi bir tutum içinde kalıyorlar. Bu tutum ile onlar battıkça batıyorlar tedrici bir şekilde giderek kalplerinin mühürlenmesini sürekli talep eder bir hale geliyorlar.
Âcizane bana göre:
Kimileri: Bilinçaltlarına o kadar çok dünyevi kaygılar yüklemişler ki, düşünce alanlarını bir kısır döngü çemberine hapsetmişler. Geçmişlerinde yaşadıkları mutlu anların hatıraları ile geleceklerinin belirsizliğinden doğan kaygıları arasında, bitevi gidiş-gelişler sırasında, bir türlü ortada duramamanın sancısını çekiyorlar, yani ya ifrattalar veya tefritteler.
Kimileri: Geçmişteki elem ve kederli yaşantılarını hatırlayarak melankolik dramalaştırmakla; gelecek için olmayacak hayaller peşinde koşmak arasında gidip geliyorlar.
Bu yaşadıkları uzun süreli psikoz ve nevrozlar sonucunda beyinlerinin bilhassa yorum ve karar verici merkezlerindeki nöronların sinaptik bağlantılarında kısa devreler oluşuyor ve dolayısıyla akıl ve kalplerinin (limbik sistem ve neo cortex) dengesi bozuluyor. Bunlar gibi psiko-nörolojik haller de belirli bir süre devam ettiği takdirde, bu kez nöro-psikoza dönüşüyor ve bitevi kısır döngülere sebep oluyor.
Kimileri: Mal mülk tutkusunu, evladına miras şekline tevil ederek kendini kandırmış ve çevresini de kandırmaya çalışıyor ve Allah’ı da kandırmaya teşebbüs ediyor, kimileri de para tutkusunu tasarruf perdesiyle örtmeye çalışıyor.
Sevgili Üstad münafıklığın psikolojisini öyle harikulade bir şekilde tarif etmiş ki, bu hallerin hangisinin bu günkü davranış bilimlerinden nevrozların sahasına ve hangisinin psikozların sahasına girdiğini kolayca tespit edebiliriz.
“Hateme (mühürledi) tabiri, onların delaletlerini resmeden temsili bir biçime işarettir. Şöyle ki: Kalp gözü, sanki cevherlere (her şeyin hakikat ve özleri) bir hazine olmak üzere, Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır, Ne zamanki iradelerini kötüye kullandılar o zaman bozuldu ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı mühürlendi ki, o bulaşıcı hastalıktan başkaları zarar görmesin.”
Bunlardan sonra sondan bir önceki soru ve cevaba geldiğimizde konu biraz açılır gibi oluyor:
“Sual: Kâfirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azaplara netice veren şerlerden fayda ve gaye gözetme ihtiyacının olmadığına ne diyorsun? ”
“Cevap: Temel kurallardandır ki, ara sıra oluşan küçük şer için büyük hayır terk edilmez; terk edildiği takdirde, büyük şer olur. Binaenaleyh, birinin diğerine göre hakikat olan şeylerin ispatını göstermek, Allah’ın ezeli hikmetinin gereğidir. Bu gibi hakikatlerin meydana çıkması, ancak şerrin varlığıyla olur. Şerden, haddi aşmamak için, fazla korkutmak ve ürkütmek lazımdır. Fazla korkutmanın vicdan üzerine tesiri, bu korkutmanın doğruluğunu kabul etmekle olur. Fazla korkutmanın doğruluğunu kabul ise, harici bir azabın varlığına bağlıdır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi harici ve ebedi hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan fazla korkutmayla tesir altında kalır. Öyle ise, dünyada olduğu gibi ahirette de, ateşin varlığından yapılan fazla korkutmak, ürkütmek; yerli yerinde yapılmıştır.”
Buradan anladığımıza göre mühürlenme olayının bir korkutma olduğu, bunun değişmesi zor olmakla birlikte yinede değişme ihtimali olabileceği ve bir ilahiyatçı ağabeyimden aldığım cevaba göre de bu mühürlenmenin değişmez bir şey olmadığı idi ve dolaylı olarak hemen hemen her ikisi de bir kapıya çıkıyor. Yani kul isterse mührün kalkması imkân dâhilindedir. Fakat biz bu mühürlenme meselesine bir de kaza ve kader penceresinden bir göz atsak sanırım daha iyi olacaktır.
Kaza ve kader açısından Ehl-i Sünnet görüşüne göre şu şekildedir: İnsan, Allah’ı tefekkür etmekten kaçtıkça zamanla O’nu reddeder ve bu hal üzere devam ettikçe aklı ve kalbi de tedricen kilitlenmeye başlar ve adım adım kilitleninceye (mühürleninceye) kadar gider. İşte tedricen olan bu mühürlenme fiilini isteyen kuldur ve bu istek doğrultusunda o fiili yaratan da Allah’tır. Bu fiilleri yaratan kendisi olduğu için Allah’ın “Onların kalplerini mühürledik” demesi, Allah’ın bunu cebren yaptığı anlamına gelmez, zira onlar bunu kendileri talep etmişlerdir.
Birde 9. ve 10. Ayetlerin tefsirine bir göz atarsak bu kez gizli kâfirlerin (münafıkların) tarifiyle karşılaşırız, bu ayetlerin meali:
“ 1 - Allah ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Hâlbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. 2 - Onların kalplerinde nifak hastalığı vardır. Ayetler peş peşe inip İslam inkişaf ettikçe Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır. Ayetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzünden onlara pek acı bir azap vardır.”
Sevgili Bediüzzaman (Allah ondan razı olsun) bu iki ayetin tefsirinde onların nasıl adım adım mühürlenmeye gittiklerini ve bunun; onların ayrı ayrı 7 aşamalı talepleri doğrultusunda 7. Aşamada gerçekleştiğini 7 cümle ile şöyle tarif eder:
“BİRİNCİSİ: Allah’ı kandırmak gibi imkansız bir şeyin talebinde bulundukları için ahmaklaştırılmışlardır.
İKİNCİSİ: Menfaat niyetiyle yani nefislerine fayda sağlayacağım deyip mü’minlere zarar vermeye çalışırken, kendilerine zarar dokundurdukları için aşağılık hale getirilmişlerdir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Menfaati zararlardan ayıramadıkları için cahilleştirilmişlerdir.
Onlar akıl ehlinden değildirler ve keza hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü, hayvanlar zararlı şeylerden sakınırlar, demek onlar ihtiyarı ve şuurları olmayan cansız maddeler sınıfındandırlar.
DÖRDÜNCÜSÜ: Mizaçları pis, sıhhatlerinin çıkış noktası hasta, yaşam pınarları kurumuş, v.s. gibi rezaletleriyle alçaltılmışlardır.
Fi kulubihim meradun. Yani, nifak ve hasetten kalplerinde, ruhlarında öyle bir hastalık vardır ki, o hastalık hakkı batıl, hakikati hurafe kabul etmeye sebeptir. Zaten bozuk olan bir kalpten, bozuk bir ruhtan böyle rezaletlerin çıkması bellidir.
Ne zaman ki onlar şuur hissini istihdam ederek akli muhakeme ile amel etmediler; anlaşıldı ki, ruhlarında bir hastalık vardır. En azından onun zararlı bir hastalık olduğunu bilmeleri lazımdır ki, o hastalıktan dolayısı ile gelen hükümlere itimat etmesinler. Çünkü o hastalık çirkini güzel, acıyı tatlı gösterir. Zarfiyeti ifade eden fi kelimesinden anlaşılır ki, onların marazları kalbin yüzeyinde değildir bilakis içyüzünde olan bir hastalıktır. Kalbun ünvanından anlaşılır ki, kalbin yüzeyinde bulunan bir hastalık, bedenin bütün fiillerini sekteye uğrattığı gibi; kalbin içyüzünde bulunan bir hastalık da nifak ile hastalandığı zaman, ruhun fiilleri de istikamet üzere hareket edemez. Çünkü hayatın ekseni ve makinesi kalptir. fi kulubihim (kalplerinde) kelamının meradun (hastalık) kelimesi üzerine takdimi iki yönle iç içeliği ifade eder: Biri hastalık başka uzuvlarda değil, ancak kalplerdedir; diğeri, o kalpler de ancak münafıkların kalpleri olup, başkalarının kalpleri değildir. Bu iki iç içelikten sözü dokundurmakla anlaşılır ki; iman nurunun, insanın fiil ve eserleriyle sıhhat ve istikameti vermek, şanındandır. Ve yine anlaşılır ki, bozukluk kalptedir.... Tenkiri, meçhuliyeti ifade eden tenvin ise ((yani meradun da ki un takısı bilinmeyen, tanınmayanı ifade etse (Ali Oskan)) : o hastalık pek gizli olduğundan, ne görünmesi ve ne de tedavisi mümkün olmadığına işarettir.
BEŞİNCİSİ: Şifa talebiyle hastalıklarını arttırdıkları için, zelil edilmişlerdir.
Feza’dehumullahu meradan. Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla, hiddet ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler, o zannettikleri ilaç, kalplerini bozan bir zehirdir... Evet, intikamını almak isteyen kırık ve yaralı bir el, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.
Ne zaman ki münafıklar yaptıkları amelden bir hastalık olduğu kanaatiyle kaçınmadılar, bilakis o amellerini beğenerek o hastalığın fazlaca talebinde bulundular; Cenab-ı Hak da talepleri üzerine, onların hastalıklarını arttırdı.
Onlar hastalıklarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar, adeta ihmal etmeleri yüzünden artmasını talep ettiler.
ALTINCISI: Elemden başka bir netice vermeyen zorlu bir azap ile tehdit edilmişlerdir.
Ve lehum azabun elimun. Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında pek çok isyan ve günahlar olduğu gibi, geçici bir lezzet bile yoktur.
Azap onların vücutlarını öyle kaplar ve kapsar ve içlerine öyle siner ki, sanki onların vücutları bir azap külçesi kesilir. O azap külçesinden fışkıran ahlar, inlemeler, kederlenmeler sanki azabın kendisinden meydana gelir. Yani çağıran, bağıran, acılar saçan azabın kendisi sanılır.
YEDİNCİSİ: İnsanlarca alametlerin en çirkini olan yalan ile teşhir edilmişlerdir.
Bima’kanu yekzibun. Yani, yaptıkları yalandan pişman olup nedamet etmedikleri takdirde, insanlar arasında yalancılıkla teşhir ve bir alametle mühürlenmeleri lazımdır ki, başkaları onlara itimat edip hastalıklarına maruz kalmasınlar.
...Yalan küfrün esasıdır, yalan nifakın birinci alametidir, yalan Allah’ın güç ve kuvvetine bir iftiradır, yalan Allah’ın hikmetine zıttır. Yüksek ahlakı tahrip eden yalandır, İslam alemini zehirlendiren yalandır, insanlar aleminin hallerini tahrip eden yalandır, insanları kemalattan geri bırakan yalandır, Müseylime-i Kezzap ile benzerlerini alemde rezil ve rüsvay eden yalandır,.
Hülasa, yol ikidir: Ya sükut etmektir, çünkü söylenilen her sözün doğru olması gerektir; veya doğruluktur.
Çünkü, İslamiyetin esası doğruluktur, imanın özelliği doğruluktur, bütün kemalata ulaştırıcı doğruluktur, yüce ahlakın hayatı doğruluktur, ilerlemenin ekseni doğruluktur, İslam âleminin nizamı doğruluktur, insan cinsinin mükemmel sıfat ve güzel huylarının kıblesine ulaştıran doğruluktur, Ashab-ı Kiramı üstün duruma getiren doğruluktur, Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı beşer mertebelerinin en yükseğine çıkaran doğruluktur.”
En doğrusunu Allah bilir.
Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara: 32)
Allah’a emanet olunuz.
18. Temmuz. 2005
Ali Oskan
Ali OskanKayıt Tarihi : 13.1.2009 05:57:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ali Oskan](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/01/13/i-duz-yazi-kalpler-nasil-muhurlenir-2.jpg)
Saygılar muhabbetler..........
TÜM YORUMLAR (1)