Allah’ın selamı üzerinize olsun.
Konumuz; insanın sebepler açısından dıştan gelen eğitimle ve kendini eğitme yoluyla zekâ olarak geldiği noktada elde ettiği, ahmaklık, şeytanlık ve aptallık (saflık) halleridir.
Ahmaklık ve şeytanlık halleri genellikle yersiz, vakitsiz ve gereksiz olarak, önceden ihtimali gelebilecek tehlikelere karşın kullanılmak veya kullanılmamak üzere, gelişmemiş olan zekâsını, insanın bilinçli olarak düşünce yoluyla geliştirip yükseltmesinden veya geliştirmeyip köreltmesinden kaynaklanır.
Aptallık (saflık) hali ise; insanın, doğal (sünnetullah) olarak gelişmemiş olan zekâsını okuyup düşünerek (tefekkür) yerinde, zamanında ve gerekli olduğu yerde vasata getirmesinden kaynaklanır. Aslında gerçek en üstün zekâ budur, çünkü vasata gelen zekâ sağlıklı, isabetli, yerinde ve zamanında düşünme (düşünce) kabiliyeti geliştirerek dingin, sağlıklı, geniş ve kapsayıcı bir kapasite ile en yüksek bilinçlere ulaşabilir.
Yani, insanın sünnetullah gereği zekâsını gerektiği yer ve zamanda sağlıklı ve isabetli kullanabilir durumda geliştirmesinin iki yolu vardır:
Biri: Düşünerek (tefekkür ederek) .
İkincisi: Hem okuyup hem de düşünerek.
Elbetteki en ideal olanı ve en iyi, en güzel ve en doğrusu ikincisidir.
Ahmakıyet zekânın tefriti, şeytaniyet zekânın ifratı, aptaliyet ise vasatıdır.
Ahmakıyet = Düşük (tefrit) Zekâ: En belirgin özelliği; gerçek anlamda ne kendini başkasının yerine ve nede başkasını kendi yerine asla koyamamaktır. İnsanın sadece menfaat, heva, heves, üreme (nesli devam ettirme) gibi amaçlarla bu dünyaya geldiğine kendini kilitlemiş ve bunlara odaklı bir yaşam sürdürür. Sadece, kendi menfaat, heva ve hevesi oranında geliştirdiği kuvve-i şeheviyesini, nefsinin istek ve arzuları istikametinde kullanacak kadar bir düşünce kapasitesi vardır. Bu dar düşünce kapasitesi kendini tanımaya yeterli olamadığı için, ne eşyayı ve nede başkasını tanıyamadığından dolayı kendinden emin olamamakla, genel ve daimi bir korkaklık ve üzüntü hisleri içinde dış dünyaya duyargalarını kapatarak, yaşamını bu fasit daire içinde sürdürmesi gerektiğini kabul edip, hayatını öyle sürdürmeye çalışır.
Şeytaniyet = Yüksek (ifrat) Zekâ: En belirgin özelliği; menfaat söz konusu olduğu zaman başkasını kendisinin yerine koymaktır. Nedensiz korku ve endişe duymak.
Orta (vasat) Zekâ = Aptaliyet (saflık) = şecaat.
Şeytaniyette ifrat zekâvet vardır; her şeyden endişe eder ve herkesten şüphe ve işkillilik ile hemen hemen hiçbir şeye ve kimseye inanmaz, çünkü inandığı zaman ileride başına, o inandığı şey veya kimseden bir kötülük geleceğini vehmettiği için, onda korku ve endişe hâkimdir, bu sebeple onda kendi enaniyetinden başkasına teslimiyet ve tevekkül yoktur ve dolayısı ile o serbest olamaz, yani hakiki manada özgür olamaz, ancak kendi enaniyetine bağlı olarak hususi manada mukayyet ve gelip geçici bir surette kısmi özgürlük vardır.
Ahmakıyette; tefrit zekâvet olması sebebiyle, kendi zekâsına güvenerek her hangi bir şeye veya kişiye inanmak istese de inanamaz ve bundan dolayı onda korkaklık, üzüntü ve pısırıklık hâkimdir. O kendi enananiyetine dahi teslim olup ve tevekkül edemez, dolayısı ile her şeye ve herkese bağlı kalmakla hiç serbest olamaz, yani değil hakiki manada hiçbir surette ve manada özgür olamaz.
Ahmakıyet ve şeytaniyette teslimiyet yoktur ve bu sebeple hakiki kulluk da olamaz.
Aptaliyette ise; safiyet vardır, her şeye ve herkese inanabilir, çünkü o Allah’tan başka hiçbir şeyden ve kimseden korkmaz, bu hal hakiki şecaat (korkusuzluk ve endişesizlik) demektir. Hiç kimsenin, hatta şeytanın hakkında bile kötü düşünce, düşmanlık ve kin beslemez; o, herkesi ve her şeyi acıyarak ve merhamet ederek sever. En azılı zalime bile, yaptığı zulmü önceden idrak edip bilemediğinden dolayı, çekeceği ızdırap ve vicdan azabı için acır. Tam teslimiyet, tam tevekkül ve saadet-i dareyn ile birlikte gelen serbestiyet, yani hakiki bir özgürlük vardır.
Normal zeka kullanımını, kendi çabası ile vasatın üstüne çıkaran insan, hafızasındaki bilginin nereden veya kimden geldiğini unutabilir veya karıştırıp kendinden olduğu sanrısına kapılabilir; oysa vasatta kalan, hafızasındaki bilginin nereden ve kimden geldiğini çok iyi bilir, çünkü o kendi hafızasına güvenmeyip, hafızasını külli hafızaya teslim edip dahil etmiştir. O şunu iyi bilir ki: “Aptala malum (ilham) olur” (veya abdala malum olur) ve aptallığı buruk bir sevinç duygusu eşliğinde kabullenip ve bu aptallığından memnun olarak o Rabbine sınırsız şükürler eder, çünkü Allah ifrat zekilere veya kendi zekâsına güvenenler ile zekâsını gerektiği yer ve zamanda kullanmayanlara ilham etmez.
Bizler kendimizi bildiğimizden bu yana hep; “Şeytan gibi, cin gibi ol, kimseye aldanma, kimseye güvenme, kimseye inanma” gibi sözleri beynimize kazınırcasına, adeta dikte edilerek büyüdük ve şimdi de hemen her kes, en azından pek çok kimse, çocuklarını bu ve benzeri tavsiyelerle yetiştirmeye çabaladığını görüyoruz. Aslında bu bir nevi paranoya öğretisidir. Bu tavsiyeleri özümseyerek yetişmiş ve uygulayan insanlar, bu sebeple tam iman edebilmiş olamıyorlar, çünkü tam iman ancak üç-beş yaşındaki bir çocuk gibi saf ve temiz olmadıkça gerçekleşemez.
İsa’ya (as.) öğrencileri (havariler) sorarlar: “Allah’ın huzurunda en büyük kimdir? ” derler. İsa yanına küçük bir çocuğu çağırıp, onu ortaya çıkararak şöyle der: “Size doğrusunu söyleyeyim, şu halinizden dönüp bu küçük çocuklar gibi saf ve temiz olmazsanız, Allah’ın huzuruna asla giremezsiz. Kim bu çocuk gibi içi güzel ve alçak gönüllü olursa Allah’ın huzurunda en büyük odur.” Yani, Allah’a en yakın odur ki; küçük bir çocuğun kalbi gibi, kalbini saf ve temiz eyleye.
İsa Aleyhisselamın kastettiği tasavvuftaki nefsi ıslah mertebelerinden son mertebe olan ‘safiyet-i nefs’ halidir.
Bu da İslam Ahlakında kuvve-i şeheviye (psikoloji) , kuvve-i gadabiye (nevroloji) ve kuvve-i aliyemizi (nöro-psikoloji) ifrat ve tefritlerden (şizofreni ve depresyondan) kurtarıp vasata getirerek; yani dengeye, yani kendi içimizdeki birliğe, yani kendi içimizdeki hassaların tevhidine ulaşmaya tekabül eder.
Yalnız âcizane şunu belirtmek isterim ki; ‘aptal’dan kastımız, nuraniyet kazanmış, aynı anda birden fazla mekânda olabilen, Allah’ın sevgili kulları ‘abdal’lar değildir, Şah-ı Geylani’nin bahsettiği ve: “Allah’ı arıyorsan bir kenarda veya köşede kalmış Allah’ın mahzun, masum ve garip kullarında ara” dediği kimselerdir. İşte böyle saf ve temiz insanların aptal sıfatı ile tanımlanması onların avam tarafından anlaşılamaması neticesi ve abdal kelimesi bozularak bu günkü manasına dönüştürülmüş olabilir. Belki de aptallar bir süre sonra, abdal oluyorlardır inşallah. Allah’u âlem.
Allah hepimizi abdal, yani Allah’ın karşısında her daim yeni bir hiçliğe ulaşarak, hakiki abd’lığa layık olma çabalarımızda, her daim yardımcımız olsun inşallah. Âmin.
En doğrusunu Allah bilir.
Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederiz. O’nun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. O her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yapar.
29. Ağustos. 2006 - İzmir
Ali OskanKayıt Tarihi : 15.4.2009 04:14:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ali Oskan](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/04/15/i-duz-yazi-ahmakiyet-seytaniyet-ve-aptaliyet.jpg)
Saygım ve muhabbetimle
TÜM YORUMLAR (2)