Yumuşayan ışıkla uysallaşan gökyüzünün akşamüstleri bakır rengine döndüğü kızıl bir mevsimin başlangıcındayız. Mahcup güneş, ürperen boğazda, tenhalaşan kır kahvelerinde, loş cami avlularında, solgun tabiatta, telaşlı insanların koşturduğu kalabalık caddelerde, cilveli seslerin uğuldadığı renkli çiçek pazarlarında, gümüşi pullarıyla parıldayan balıkların dizildiği ıslak tezgâhlarda kırılarak dolaşmaya başladığında en sevdiğim iklime kavuşmuş olacağım. Birkaç gün sonra, bütün günahları temizlemeyi seven eylül, hepimizi birazcık daha ağaran saçlarımızdan okşayarak bağışlayacak. Biliyorum, hep öyle yaptı. Dönüşü olmayan mahmur yaz aylarının masalsı zamanından sıyrılıp zarafetle canlanan bu ‘hülyalı’ mevsimi hep sevdim ben.
Doğrusu neden ona hüzünlü dediklerini pek anlamam. Bütün iklimlerin prensesi olan sarışın sonbahar serseri kız kardeşim gibiydi bir zamanlar. O yaklaşırken geleceğe dair hayallerim köpürürdü, heyecanlanırdım. Yılların hoyrat kaybını yılbaşlarında sorgulayanların tersine sonbahar benim için her daim kendisini yenileyen hayatın başlangıcı oldu. Malum, eylülle birlikte şehirler canlanır. Sanıldığının aksine fena halde şımarık olan bu mevsimde insanlar yeni kitaplar, filmler, oyunlar, sergiler hakkında konuşmaktan, farklı işler, arayışlar peşinde koşmaktan, taze ümitlerle beslenmekten hoşlanırlar. Ben de böyleydim.
Bir tatil günü canınızı sıkmak istemem ama artık tam böyle hissetmiyorum. Bu türden fazla ‘şeffaf’ yazılar yazdığım vakit, hiç değilse söylenen yakınlarımı memnun etmek için daha ‘neşeli’ bir ruh haliyle yazabilmek isterdim lakin o ben değilim. Affetsinler. Bu aralar yazma fikrine de pek bayılmıyorum zaten.
bir güvercin uçurup kıtalar arasından
çağırdın beni
geçerek birer birer sürgün kanyonlarını
derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına
yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta