Hayatın Penceresi Şiiri - Ahmet Zekai Yı ...

Ahmet Zekai Yıldız
213

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Hayatın Penceresi

Sonbahar. Sonun başlangıcı. En sevdiğim, içimin kıpır olduğu bu mevsimde, insan gözünün görebileceği tüm renklerin sergilendiği bir tablodur dünya. Başkaca nedenler de var sevmek için. Siz yeter ki yaşama sevincinizi yüksek tutun. İnsanların karıncalar gibi hummalı bir çabayla kışa hazırlanmalarından etkilenip duygulanmaz mısınız? Sapları toplanmış mısır tarlalarındaki kuklaların yalnızlığı, bostan bozumlarında bahçelerden eşek, katır, traktör ve öküz arabalarıyla eve taşınan ürünün bolluğu; pekmez, salça, konserve ve ekmek yapan kadınların bitmeyen, tükenmeyen çalışkanlığı ve balta ile odun kesenlerin “Hıh” deyişleri...Bolluk ve bereket zamanıdır bu mevsim. Doğanın cömertliği, hiçbir ayırdım yapmadan inanılmaz fırsatlar sunar herkese. Örneğin siz hiç mantar topladınız mı dağlarda gün boyu yürüyerek. Ben en çok mantar toplamayı severim çünkü. Melki, kızılca mantar, saçaklı mantar, kuzu göbeği, dede bölük, cuncula, horoz mantarı, dil buran, bey mantarı ve ayı mantarı...İlk kez mi duyuyorsunuz bu isimleri. O zaman sakın ha! .Tanımıyorsanız yemenizi hiç önermem. Sizi bilmem ama ben bu mantarların hangisiyle karşılaşsam, yerde altın bulmuş gibi gözlerim parlar. Yaban eriği, kedi üzümü, ahlat, alıç ve yer elması toplamayı da çok seviyorum. Balık avına hayır demezsiniz sanırım. Suyun olduğu her yerde ve özellikle sonbaharda.

Dökülün yapraklar,
Mevsim sonbahar.
Uçup gidin rüzgarla,
Yalnız kalsın ağaçlar.

Eski köy evlerini bilirsiniz. Bilmiyor musunuz? O zaman bilenlere tatlı bir nostalji olacağını düşündüğüm, küçük bir gezinti yapmamız gerekiyor sizinle. İsterseniz ben yolu tarif edeyim. Siz ben olmadan kendiniz gezinin. Bunun için hemen bir dağ köyüne gitmelisiniz. Bu Orhaneli’nin, Harmancık’ın, Keles’in ve ya Büyükorhan’ın bir köyü olabilir. Hatta Osmangazi’ye, Nilüfer’e bağlı bir dağ köyü de olabilir. Hiç fark etmez. Köy meydanına geldiğinizde camiin şadırvanındaki taburelere oturarak namaz vaktini bekleyen temiz yüzlü ihtiyarlar göreceksiniz. Biraz dikkatle ve yakından bakarsanız; yüzlerinde altmış, yetmiş belki de seksen senelik bir geçmişin dışavurumu olan yorgunluk çizgilerini okuyacaksınız. Caminin karşısında çok hoş kahvehane var. Şu bakkalın üstündeki teras tırabzanlarını sarmaşıkların süslediği, asma üzümlerinin gölge için çardaklandığı kahvehane. Bir yol yorgunluğu çayı pek keyif verecektir. Afiyet olsun.
Oradan kalkıp köye hakim bir yerde bulunan eve gidiyorsunuz. Ağaçtan yapılmış ve çift kanatlı, üzeri kiremit örtülü çatısı olan kocaman bir avlu kapıdan içeri giriniz. Kapı açılırken büyükçe bir çan “löm löm” şeklinde sesler çıkartarak size hoş geldiniz diyecektir. Karşınıza kaldırım taşları döşeli geniş bir avlu çıkacaktır. Ama avluda evin sadık koruması Karabaş’ın saldırısına karşı son derece uyanık olmalısınız. Ama sakın korkmayın. Koyun ve keçi dışkıları üzerinde yürürken, derinden ve keskin bir mayıs kokusu tüm vücudunuzu saracaktır. Şöyle etrafınıza bakının. Odunluk, samanlık ve depo gibi eve yardımcı üniteler olmalıdır. Sağ tarafta bir ekmek fırını, sol tarafta ise üzerinde diren saplanmış bir miktar ot bulunan öküz arabası duruyor. Siz o fırından yeni çıkmış, buharı tüten ve içine sarı kızın tereyağı konmuş pidelerden yemediniz mi? Tansiyon mu var? Yapmayın. Bir tadına bakın hiç olmazsa.
Avlu kapısına sırtınızı verip karşıya bakarsanız kar gibi kireç badanalı iki katlı büyük yapıya yönelin. Bu içinde kalabalık bir nüfusu barındıran malikanedir. Ağaç kapının demir tokmağına üç kez vurunuz. Sıvası toprak olan giriş katında bir mutfak(yer ev) , kiler ve ahır bulunmaktadır. Siz oralara girmeyin. Basınca gıcırdayan merdivenlerden çıkarak doğruca hayata(salon) ulaşın. Oldukça geniş ve ferahtır. Geldiğiniz bu katta yatak odaları ve hela vardır. Hela binaya sonradan iliştirilmiş gibi duran ahşap bir bölüm olup hayvan dışkılarının tarla ve bahçe için biriktirildiği gübürlüğün tam üstündedir. Hayatın tamamı ahşaptır. Ev yapılırken birleşik aile düzeni gereği, erkek çocuk sayısına göre yatak odası sayısı üç ile beş tane olabilir. Diyeceksiniz ki bu büyük yapıda hiç banyodan söz edilmedi. Yoksa banyo yok mudur? Yanıldınız. Tam anlamıyla banyo denilemez ama her yatak odasında sedirin altında duş kabine benzer ve domuzluk adı verilen bölüm vardır mutlaka. Hayatın penceresinde biber, patlıcan, bamya ve et benzeri gıda maddelerinin asılmış olması lazım. Et yok mu dediniz. O zaman siz fakir birinin evindesiniz demektir. Ha anladım, et yok ama hayvan iç yağları var. Hem de üç dört tekerlek. Tamam siz çok büyük bir olasılıkla Koca İbrahim amcanın evindesiniz. Hoş geldiniz.
Koca İbrahim fil gibi aç bir şekilde işten eve gelince, hanımı çarçabuk bu yağlardan bir miktar eriterek, içine tuz ve sarımsak ilave ettikten sonra kuru ekmeklerin kuşbaşı doğrandığı tepsiye dökerek hazırladığı tirit aşını önüne koyardı. Koca İbrahim çabucak hazırlanan bu yemeği çok severdi. Zira sofrada yemek beklemeyi hiç sevmez, olası gecikmelerde evi birbirine katardı.
Komşusuna su kuyusu kazdığı bir gün, eve döndüğünde evde babası dışında kimseyi bulamaz. Mutfağı karıştırır fakat yiyecek adına hiçbir şey yoktur. Çok sinirlenir. Acele bir şeyler yemelidir. Tam o sırada evin avlusunda gördüğü kabak keçiyi gözüne kestirir. Keçiyi yemek için öyle bir bahane bulmalıdır ki babası durumu anlamasın. Sonunda minareyi çalmaya kılıf hazırlamış ve planını zeytinyağından kıl çeker gibi uygulamayı başarmıştır. Keçinin kafasına eline geçirdiği keser ile sertçe vurur. Hayvan yerde baygın yatarken babasına seslenir. “Buba! ..Bizim şu gabak çepiş mankafa olmuş. Kafasını vurmuş ölmüş. Napacaz? Koca İbrahim’in babası telaşla gelerek hayatın penceresinden avludaki keçiye bakar. Ölmeden keseydin ya! . Mında gitmiş mal. En eyi çepiş uydu. Allah’ın salağı.. Bi de napcaz deye soryo. Olan olmuş olum. Götü de dereye at gali. Gurt, guş zebeplensin.
Bunun üzerine Koca İbrahim, sırtladığı baygın haldeki keçiyi bahçeye götürür ve keser. Sinekler kurt atmasın diye hazırladığı çukura saklar. Gece olmuş, tüm ev halkı uykuya dalmıştır. Koca İbrahim için gün yeni başlayacaktır. Çünkü keçiyi yemeyi aklına koymuştur bir kere. Bahçeye geldiğinde büyük bir ateş yakar. Parçaladığı keçinin etlerini külbastı yaparak yarı pişmiş, yarı çiğ yemeye koyulur. Bir süre sonra koca keçi Koca İbrahim’in midesindeki yerini almıştır. Bu güzel ziyafetten sonra, sıra mutlu ve huzurlu bir uyku çekmeye gelmiştir. Eve gelir ve sessizce yatağına yatar. Ertesi gün babası bahçeye gittiğinde bir de ne görsün? Kabak keçinin derisi bahçedeki ceviz ağacının dalında asılı duruyor. Deriyi kaptığı gibi bir hışımla eve gelir. Ve Koca İbrahim’e sorar. “Hani çepişi dereye atcaktın. Bu ne peki? Öteki hayvanlara da bulaştırcan marazı. Bi dene çepiş derisini satıp da netcen a salak o’lum. Al şunu da eyi bi yere göm.” Koca İbrahim babasının keçiyi yediğinin fark etmemesine sevinerek gider deriyi gömer.


Yürüdüm kar üstünde.
Kağıda yazı yazar gibi yürüdüm.

Kendir’de,
Alaçam’da,
Tepel’de,
Kışta baharda
Aç, açık yürüdüm.

Nazım’ın yedi yıl mahpus baktığı,
Bulut gölgeli Uludağ’larda,
Yayasalarda çarıksız yürüdüm.

Kekik kokan keşiş kayasından,
Menekşeli Akkuş tepesine;
Issız Asar deresinden,
Çam türkülü Kocayayla’ya
Tekesini yitirmiş dağlı gibi,
Seni aradığım dünyayı
Yalnız yürüdüm.

Koca İbrahim, adı üstünde iri kıyım kendi halinde bir adam. Kendi halinde diyorum çünkü, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, bu nedenle de herkes tarafından sevilirdi. Tek bir sorunu vardı 77’lik Koca İbrahim’in. Doyamamak. Doyduğunu bilemezdi. Ne kadar yerse o kadar mutlu hissederdi kendini. Karnının doyduğunu göbeğinin gerilmesinden anlayabilirdi. Karnı doydu muydu, uykudan başka bir şey düşünmezdi. Ağzından sıkça duymaya alıştığım ve uzun yaşamanın sırrı olarak söylediği ”Ayağını sıcak tut başını serin, düşünme derin derin,” sözünü hiç unutmadım.
Bir gün Pideci Yusuf’un pide salonunun bitişiğindeki tekel bayiinin önünde arkadaşlarla oturuyorduk. Koca İbrahim birkaç kez ağdırarak geçti önümüzden. Yaşlı ve kilolu olduğu için böyle yürüyebiliyordu. Onun pide salonundaki pidelerle sorunu vardı ve büyük olasılıkla da parası yoktu. Sanırım üçüncü geçişiydi önümüzden. Birden durdu ve güleç bir yüzle bana bakarak, “Haydi bakalım akraba! .Bir pide söyle de sıcacık yiyiverelim,” dedi. Kıramadım. Hemen yan taraftaki pide salonuna iki porsiyon kuşbaşılı pide söyledim. Siparişi duyan pideci Yusuf abi, eliyle Koca İbrahim’i göstererek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Önce anlamadım ne söylemeye çalıştığını. Sonra gülerek,altı porsiyon demek istediniz herhalde, deyince… Ha, evet, elbette altı porsiyon diyerek pideci Yusuf’u doğruladım.
O zamana kadar konuşmalara kayıtsız kalan Koca İbrahim, altı porsiyon sözünü duyar duymaz birden kapıya dönerek, ne o başka misafirlerimiz mi gelecek? diye sordu. Aslında işin farkındadır ama onun deyişiyle engastan (yalancıktan) öyle davranmaktadır. Bu soruya, “Yok be! İbrahim amca, beşi senin biri benim,” dedim. Zaten bunu teyit ettirmek amacında olan Koca İbrahim’in sevinci gözlerinden okunmaktadır. Ve o keyifle, “Heh! .heh! . hee! .”.diye gülerek; “Beşibiryerde gibi yani,”der. Bunun üzerine tüm pide salonundakiler gülüşürler.
Koca İbrahim, önüne konan beş porsiyon pideyi on beş dakikada midesine indiriverir. Pideleri yerken çıkardığı mutluluk mırıltıları insana, sevdiği bir şeyi yemekte olan kedileri anımsatıyordu. Ben henüz bir porsiyon pidenin yarısını yiyebilmiştim ki o beş porsiyonun tamamını bitirmişti. Önümde kalan pideyi verdim. Onu da yedi. Bir maşrapa ayranı iki dikişte içerek,sağ kolunun gömleğiyle ağzını sildi ve gök gürültüsünü andıran bir sesle geğirdi. Daha yemek isteyip istemediğini sordum. Eliyle sakallarını sıvazladıktan sonra, biraz utanarak; Sağ ol evladım. Allah ne muradın varsa versin. Geçmişlerinin ruhuna deysin. Allah sofrana Halil İbrahim bereketi versin,dedi. Bunun üzerine biraz da şaka olsun düşüncesiyle, Halil İbrahim değil İbrahim amca Koca İbrahim bereketi versin, deyince…Ha! .şöyle, Hay! .yaşa, ağzına sağlık evladım, diyerek ayağa kalktı. Üç beş adım yürümüştü ki, geriye döndü. Gülümseyerek kaldırdığı elini birkaç kez salladı. Ve pide salonundan ayrıldı.
Bu onu son görüşüm olmuştu. El sallayışıyla bunu anlatmak istiyormuş meğer. Beş ay sonra tansiyona bağlı beyin kanamasından vefat etmiş. Toprağı bol olsun. Çünkü kıt olan hiçbir şey ona yakışmıyor.

Bilmezsin yoksulluğun çorbasını.
Taş koyarlar et yerine kaynayana.
İsten kapkara olmuş kör tasını,
Yalatırlar aş yerine doymayana.

Ahmet Zekai Yıldız
Kayıt Tarihi : 23.1.2007 16:43:00
Hikayesi:


Koca İbrahim'in anısına armağan ettiğim bir deneme yazısıdır. Hayat:Eski Türk evlerinde büyük bölümü ahşap olan zemin üstü 1. katın büyük salonu için kullanılan yerel bir sözcük.

Ahmet Zekai Yıldız