Anamdan doğduğum gün tanıdım aşkı. Seneler önce bir şubat gecesi doğmuşum ben. Yumuk gözler, kırışık sapsarı bir surat. Kilomda epeyce fazlaymış. Anam öyle der. Kokum cennetin kokusuymuş. Uyandığında ilk duyduğu şey kokum olmuş. Koklamış beni, koklamış dakikalarca. Sevmiş beni; insanı acıtan şey sevilir mi? sevmiş O. Sen dokuz ay karnında taşı sonra da sev. Sen ki gece gündüz, her saniye ağrılarla ömrünü bitir. Yiyeme, içeme, uyuyama sonra da sev. Garip olsa gerek diye düşündüm, sevmek çok garip. Onca kilonun altında ezilen ayaklar, gün geliyor vücudu taşıyamaz oluyormuş yorgun düşüyormuş insan. Her şey çok garip diye düşünüyordum.
Anam, “oğlum bilemezsin” dedi “ana olmayan anlayamaz bu duyguyu.” Anlamadım tabi, ama aşk bu her hal dedim aşk denen bu. Ananın çocuğunda cennetin kokusunu duyması, sımsıkı sarılması yavrusuna, tüm kötülüklerden sakınması aşk bu dedim.
İlk anamda tanıştım aşk ile, ben de ona sarıldım. Aşktı ya anam bırakmadım. Bir parçasıydım onun; yüreğinden kopan bir parçası. Taşımaya koyuldum o parçayı.
Başka analarda tanıdım o yolculukta. Bir tanesi vardı daha ömrünün baharında yüreği kan içinde. Havada ateş böcekleri gibi uçuşan mermilerden kızını korurken can vermiş. Siper olmuş yavrucağına. Kanlar içinde vücudu, delik deşik. Kendi hayatını yavrusununkine değişmiş. Canın anlamsızlığını öğrendim aşk karşısında. Bir yaşama değişilen başka bir yaşam. Ölümün sunduğu bir hediye oluvermiş kızının hayatı.
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bak bir ülkeme:
Başsız başsız adamlar...
Ağlayın, su yükselsin!