Hasbî Dostlarla Hasbihâller

Nihat Malkoç
1604

ŞİİR


30

TAKİPÇİ

Hasbî Dostlarla Hasbihâller

ARAŞTIRMACI, ŞAİR VE YAZAR AHMET SEZGİN'LE DİL, ŞİİR VE EDEBİYAT ETRAFINDA KEYİFLİ BİR SÖYLEŞİ

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ

M. Nihat MALKOÇ: Hocam kendinizden kısaca bahseder misiniz? Kimdir Ahmet Sezgin?

Ahmet SEZGİN: 1966 yılında Samsun/ Terme’de doğdum. Evci/ Miliç İlkokulundan sonra Terme İmam-İmam-Hatip Lisesini bitirdim. 1988’de Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’nden “Peyami Safa’nın Yalnızız Romanı Üzerine Bir İnceleme” adlı lisans teziyle mezun oldum.
1989 yılında İstanbul/ Kartal Anadolu Lisesi’nde Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak öğretmenlik mesleğine başladım. Askerlik hizmetini Ankara/ Polatlı Topçu ve Füze Okulunda asteğmen öğrenci ve Millî Eğitim’de asteğmen öğretmen unvanıyla yaptım.
1998 yılında Terme Lisesinde öğretmenken Milli Eğitim’den istifa ettim ve 2010 yılına kadar birçok dershanede öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Bir dönem vakıf ve sendikacılık faaliyetlerinde aktif olarak görev aldım.
Hâlen Terme’de Temel Kır Kız Anadolu İmam-Hatip Lisesinde görev yapmaktayım. Çeşitli okul ve kurumlarda eğitim ve kültür alanında seminerler verip imza günü ve söyleşilerde bulunmaktayım. Türkiye Yazarlar Birliği üyesiyim. Evli olup iki çocuk babasıyım.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, bugüne kadar edebiyatın hangi türlerinde eserler verdiniz?

Ahmet SEZGİN: Bugüne kadar şiir, deneme, antoloji (güldeste, seçki, derleme) ve biyografi türlerinde 8 kitabımız yayımlandı. İnceleme, hikâye, hatıra türlerinde de kitap çalışmalarımız var.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiire başlayışınızın belli bir hikâyesi var mı? Nereden çıktı şiir yazmak? Durup dururken mi yoksa sizi şiire çeken bir sebep mi hâsıl oldu?

Ahmet SEZGİN: İlkokul öğretmenim Naile Binatlı’nın okuduğu şiirlerle Türkçe kitaplarındaki bazı şiirler çok hoşuma gidiyordu. Özellikle de Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” isimli şiirini hiç unutmuyorum. Elektriği olmayan bir köyde geçen çocukluk dönemimde annemden ve dayımlardan dinlediğim ninniler, maniler, ilâhiler, türküler de çok etkiliyordu beni. Babamın yurt dışından getirdiği türkü kasetleriyle radyodan dinlediğim türküler de bendeki şiir sevgisinin tohumlarını atmıştı sanırım.
Lisede Temel Ayçiçek Hocamın Türk dili ve edebiyatı derslerinde okuyup tahlil ettiği şiirler, yüreğime çok dokunuyordu. Yunus Emre’nin ilâhileri, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Karacaoğlan’ın güzellemeleri, Dadaloğlu’nun koçaklamaları, Fuzuli’nin “Leyla ile Mecnun”u, Bâki’nin “Kanuni Mersiyesi”, Nef’i’nin “Harname”si, Nedim’in İstanbul ile ilgili kasidesi, Âşık Veysel’in “Kara Toprak” şiiri, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, Cenap Şahabettin’in “Elhan-ı Şita”sı, Ahmet Haşim’in “Merdiven”i, Mehmet Emin Yurdakul’un “Bırak Beni Haykırayım” şiiri, Yahya Kemal’in “Akıncılar” ile “Sessiz Gemi”si, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş”ı, Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum”u, Mehmet Akif’in “İstiklal Marşı”, “Çanakkale Şehitlerine” ve “Bülbül” isimli şiirleri bende şiire karşı büyük bir muhabbet ve hayranlık oluşturmuştu. Gençlik döneminde yaşanabilecek platonik aşkın coşkusuyla şiir denemeleri de yapmaya başlamıştım lise üçüncü sınıftan itibaren.
Temel Ayçiçek Hocamın güzel şiir okumam ve güzel kompozisyon yazmamla ilgili takdirleri, Ferhat ağabeyimin aldığı Mehmet Akif’in “Safahat” kitabını 1983 yılında okumamla Alaeddin Engin Hocamın evinde Necip Fazıl’ın “Çile” isimli şiir kasetini dinlemem, beni Türk dili ve edebiyatı öğretmenliğini tercih etmeye ve yazar olma hevesine itti. Üniversite öğrencisiyken sınıf arkadaşım Şair Durdu Şahin’in şiirlerimi çok beğenip Samsun/ Gürses gazetesiyle Osmaniye’de çıkan Güneysu dergisinde sürpriz olarak yayınlatması bende olduğu söylenen şairlik yeteneğini iyice ortaya çıkarmış oldu.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, şiirinizi besleyen kaynaklar nelerdir? Şiirlerinizde ağırlıklı olarak hangi temaları işlersiniz? Bunu nasıl belirlersiniz?

Ahmet SEZGİN: Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum olay ve durumlarla okuduğum şiir ve yazıların zihin ve gönül dünyamdaki derin etkileri, önce şahsiyetimin, sonra da kültürel değerlerimin süzgecinden geçerek ya “fikirleşmiş duygu”ya ya da “duygulaşmış fikir”lere dönüşmekte. Kısaca şiir kaynaklarım; millî ve manevi değerlerim, o değerlerin ışığında kâinat ve insan kitabına bakışım, gönül ürpermelerim, geçmişten bugüne yazılan şiirler, dilimizin zengin imkânlarıdır diyebilirim.
Hocam, şiirlerimde en çok “aşk, merhamet, hüzün, hasret, yalnızlık, sabır, ölüm, çile, zulüm, Hak, vatan, yozlaşma, yitik değerler” gibi ferdi ve sosyal temaları işledim. Şu konuda şiir yazayım diye düşünmüyorum. Konuşma ve nesirle ifade edemediğim duygu ve hassasiyetler, şiir olarak ortaya çıkıyor genellikle.

M. Nihat MALKOÇ: Değerli hocam, bugüne kadar, edebiyatın en yaygın türlerinin başında gelen şiire emek verdiniz. İlgi ve bilgi alanınıza giren şiiri nasıl tanımlarsınız?

Ahmet SEZGİN: Sizin bir edebiyatçı-şair olarak çok iyi bildiğiniz gibi, edebiyat türleri içinde en etkili, en yaygın, en özgün, en zarif ve sanatlı olanı hiç şüphesiz şiirdir. Belki aynı oranda en çileli sanat dallarından biridir. Tanımı en zor ve şairlerin sayısı kadar çok olan edebî türdür şiir. Bence şiir, yakıcı bir aşkla ruhta çakan şimşeğe estetik bir formda kelimelerle ruh verilmesidir.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, şiir sizin hayatınızın neresinde duruyor?

Ahmet SEZGİN: Çocukluğumdan itibaren şiiri çok sevdim hocam. Lise yıllarımdan itibaren de hem okuyup hem de yazarak şiir, hayatımda önemli bir yer etti. Hem Türk dili ve edebiyatı öğretmeni hem bir şair olarak da şiiri okuyan, yazan, okutan, anlamaya, hissettirmeye, sevdirmeye, tahlil etmeye, değerlendirmeye gayret ettim sürekli.
Şiir; benim için zihnî ve meslekî bir faaliyetten ziyade en çok da gönlümün merkezinde durdu daima. Çünkü doğrudan ruha hitap eden şiirlerde insanların sevgileri, sevinçleri, umutları, hüzünleri, dertleri, hicranları, sitemleri, inançları, özlemleri ve zevkleri terennüm edilmektedir. İsmet Özel’in dediği gibi “İnsan, mısralarda, şiirlerde hiç kimsenin elinden alamayacağı bir yurt bulur. Böyle bir yurdu olmasından güven duyar.”

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, bildiğim kadarıyla şiirde daha çok heceyle yazmayı tercih ediyorsunuz. Sizi heceyle yazmaya yönelten ve bunda ısrarcı kılan nedir?

Ahmet SEZGİN: Evet, hocam, şu ana kadar yazdığım şiirlerin çoğu hece ölçüsüyle oldu. Bunun çok bilinçli gerçekleştiğini ifade etmem zor. Bununla birlikte tahsil döneminde okuduğum ve zevk aldığım şiirlerin çoğunun ölçülü şiirler olmasının ve Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmamın bunda büyük etkisi olabilir. Halk ve divan şairlerimizin ölçülü ve kafiyeli şiirler yazması, boşuna tercih edilmiş bir anlayış değildir elbette. Bu şiirlerin müzikal değerlerinin, yani ahenk unsurlarının çok zengin olması, okurlara hem kulak zevki vermekte hem de hafızada kalma ihtimalini artırmakta. Bestelenen şarkı ve türkülerin de ölçülü şiirler olması tesadüf değildir. Ancak aşırı dolup taştığımda serbest tarzda şiirler yazdığımı fark ettim sonradan. Ölçü ve kafiye düzeninin büyük bir işçilik ve emek gerektirdiğini siz de çok iyi bilirsiniz hocam. Ben, her iki tarzda da güzel şiirler yazılabileceğine inanıyorum. Kafiye ve ölçünün tuzağına düşmeden yazılan ölçülü şiirleri daha çok seviyor, okuyor, ezberliyorum. Ama birinin diğerine kurban edilmemesinin, şiir zenginliğimiz açısından önemli olduğuna da inanıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Bir şair olarak bir şiirin yazılma hikâyesinden bahseder misiniz? Ahmet Sezgin bir şiire nasıl oturur, süreç nasıl ilerler?

Ahmet SEZGİN: Hocam, bildiğiniz üzere çok kolay ve çok fazla şiir yazabilen bir şair değilim ben. Yazdığım şiirlerin hiçbirini oturup düşünerek yazmadım. Mutlaka çok derinden etkilendiğim olay ve durumların yüreğimde uzun süre durup yara açması gerekmekte. İlk olarak tamamen irticalen not alıyorum bu yüreğimde çakan şimşekleri. Bu, bazen o kadar sarsıcı ve hızlı oluyor ki, bu şimşekleri kaydetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla böyle anların vakti ve mekânı da olmuyor elbette. Bu karalamalar, biraz daha demlenmeyi bekliyor epeyce. Ondan sonra şiirin işçilik kısmı, yani dil ve üslup bakımından estetik bir form kazandırılması dönemi başlıyor.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, şiirleriniz bugüne kadar hangi dergilerde yayımlandı?

Ahmet SEZGİN: Bazı şiirlerim; Güneysu, İslamî Edebiyat, Ay Vakti, Anadolu’da Çınar, Berceste, Yeni Dünya, Simav Anadolu, Sevgi Yolu, Mesaj, Bilgi Pınarı, Arkesanat gibi dergilerde yayımlandı.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, ilk şiir kitabınız “Güllerimi Ver Anne”, şairlerle şiir severler tarafından beklediğiniz ilgiyi gördü mü?

Ahmet SEZGİN: “Güllerimi Ver Anne” kitabımız hakkında Abdurrahim Karakoç, Yusuf Dursun, M. Halistin Kukul, Baha Rahmi Özen gibi çok değerli şairlerimizin tanıtım yazıları yazmaları beni çok mutlu etmiştir. Ayrıca kültür-sanat eleştirmeni Bünyamin Yılmaz’ın gazetede şiir kitabımızdan sitayişle bahsetmesi, Şair A.Vahap Akbaş’ın kitabımızdan dolayı bize tebrik ve teşekkür mektubu yazması, “Meçhul Kaptan” müstearıyla Niyazi Gedik Hocamın çıkardığı şiir kaset ve CD’sinde “Güllerimi Ver Anne” isimli şiirimize yer vermesi, bu şiirimizi ulusal TV kanallarında okuması beni ayrıca onurlandırmıştır.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, herhangi bir şiiriniz, türkü veya şarkı formunda bestelendi mi? Bestelendiyse hangi şiirleriniz, kimler tarafından hangi formda bestelendi? Neler hissettiniz?

Ahmet SEZGİN: Evet Hocam, “Anladım ki” isimli ölçülü şiirim, Şair-Bestekâr Osman Çolak Hocam tarafından türkü formunda güzel bir şekilde bestelenip okundu. Şiirimizin kanatlandığını görmek, şiirimizi türkü olarak dinlemek beni çok heyecanlandırıp mutlu etti.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, şiirimizin bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Günümüzde beğendiğiniz şairler var mı? Varsa kimler?

Ahmet SEZGİN: Türk şiiri; geçmişten bugüne çeşitli dönem ve edebî anlayışlarda Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Fuzûlî, Bâki, Nâbî, Nedim, Nef’î, Şeyh Galip, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Köroğlu, Hacı Bektaşi Veli, Âşık Veysel, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, M. Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil, Attila İlhan, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, M. Akif İnan, Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç gibi büyük şairler yetiştirmiştir. Günümüzde şiir kitapları pek basılıp satmasa da, sosyal medyada şiir okuyandan fazla şiir (!) yazan müteşair bulunsa da yayınlanan birçok kitap ve dergideki şiirlere, her yıl çıkarılan antoloji ve yıllıklara, şiirle ilgili etkinliklere baktığımızda edebiyatımızın en güçlü, nitelikli ürünlüleri yine şiirdir diye düşünüyorum. Şairler, her şeye rağmen itibar sahibi günümüzde. Türkçenin en büyük hamisi, zenginliği ve gücü şiirdir. Çünkü “Dil, şiirle inşa edilir.”
Hocam, şiirlerini büyük zevkle okuduğum, yaşayan çok kıymetli şairlerimiz var elbette. Sezai Karakoç, İsmet Özel, Yavuz Bülent Bakiler, Nurullah Genç, Mustafa Özçelik, Tayyip Atmaca, Yusuf Dursun, Bestami Yazgan, Gökhan Akçiçek, İbrahim Tenekeci, Mustafa Köneçoğlu…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, şiirin belli bir toplumsal vazifesi var mıdır? Sizce şiir niçin yazılır?

Ahmet SEZGİN: Hocam, has şiirin çoğu zaman toplumsal bir vazifesi olmuştur. Bir milletin ihtişamını, duyarlılığını, mutluluğunu, öfkesini, inançlarını, ideallerini, inceliğini ve estetiğini anlamak istiyorsak şiirlerine bakmalıyız. Şair, milletin gören gözü, duyan kalbi, konuşan dilidir. Sadece milletin sözcüsü değil; aynı zamanda rehberidir, çarpan yüreğidir şair. Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi “Şairleri haykırmayan bir millet, / Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Gerçek şairler, hissedip de ifade edemediğimiz bir duyguyu ölçülü veya serbest tarzda, insana zevk verecek biçimde en güzel işleyen kişilerdir. Has şiirler, her zaman toplumsal mesajlar vermese de insanî duyguları (ferdi temaları) milletin diliyle en güzel şekilde terennüm ederek dil, ruh, estetik duyarlılık bakımından kalplerde sarsıcı şimşekler çakabilir.
Şairler; dil, kültür, inanç ve zevkinden beslendiği, bağrından çıktığı milletinin karakteri, aynasıdırlar. Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi şairler “Gelecek felâketleri sezip çığlık çığlığa haber vermek, halkı uyarmak, ona yön göstermek, bunu da kalplere ve ruhlara işleyecek bir güçle yapmak ödevindedir.”

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, bugüne kadar kaleme aldığınız en iyi üç şiirinizi sıralamanızı istesek sıralananız nasıl olurdu?

Ahmet SEZGİN: Şairin kendi şiirleri için seçme yapması, hem çok zor hem de çok öznel bir değerlendirme olur. Ancak hem yazarken hem de okurken çok etkilendiğim, okurların da çok sevdiğini düşündüğüm şiirlerim şunlar: “Güllerimi Ver Anne”, “Aşka Çağrı”, “İsyan Gazeli”, “Düştü”, “Hüzün Yağmurları”.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, siz birçok şiir yarışmasında ödüller alan, birçok televizyon, radyo, kaset, CD, sosyal medya gibi ortamlarda şiirleri okunan, çeşitli ansiklopedi ve antolojilerde şiirlerine yer verilen; kitap fuarlarına, şiir şölenlerine, televizyon ve radyo programlarına, kültür-sanat-şiir etkinliklerine katılıp oralarda şiirlerini seslendiren, edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlanan, şiirleri bestelenen çok yönlü bir şairsiniz. Fakat edebî mahfillerde bu kadar etkin oluşunuza rağmen, sanırım şiir yazma konusunda titiz bir dil işçiliği tavrınız da var. Bazı şairler(!) gibi seri şiir(!) üretmiyorsunuz. Belli bir üslûp çerçevesinde, başka bir tabirle, az ve öz yazıyorsunuz. Bugüne kadar sadece iki şiir kitabı yayımlamanız da bunun göstergesi olsa gerek. Son şiir kitabınız "Hüzün Yağmurları" , ilk şiir kitabınız olan "Güllerimi Ver Anne"den tam 21 yıl sonra, henüz birkaç ay evvel Klaros Yayınları arasında okuyucuyla buluştu. Bu kitap, baştan sona yeniden mi yazıldı, yoksa değişik edebî mecralarda yayımlanan şiirlerinizi bir araya mı getirdiniz? İki şiir kitabı arasında niçin bu kadar uzun bir aralık var? Biraz da bu son şiir kitabınızla ilgili bilgi verir misiniz?

Ahmet SEZGİN: Evet Hocam, dediğiniz gibi az şiir yazan bir şairim. Öz ve güzel yazdığım iddiasında olamam ama bunun için gayret ediyorum. İlk şiir kitabımdan 21 yıl sonra ikinci şiir kitabımın yayınlanmasının birkaç sebebi var: 1999 yılında ilk baskısını yapan “Güllerimi Ver Anne” isimli kitabımın ikinci baskısı, ilâveli olarak 2007 yılında yayımlanmıştı. Zaten az şiir yazan biri olduğum için ikinci bir şiir kitabı çıkaracak kadar yeni şiirim de olmamıştı 2007 yılından sonra. Siz, onlarca şiir ödülü kazanmış bir şair olduğunuz halde hiçbir şiir kitabı yayınlamadınız. Daha doğrusu bir güçlü ve şiire duyarlı yayınevi çıkıp size “Şiir kitabınızı parasız basalım hocam.” dememiştir muhtemelen. İşte hocam, bu sebeple biz de uzun zaman bir şiir kitabı çıkarmayı düşünmemiştik zaten. Klaros Yayınlarından anlamlı bir teklif gelince çok beğenilen eski şiirlerimle yeni şiirlerimi bir araya getirerek bir şiir kitabımız daha yayımlanmış oldu. Uzun bir zamandır şiirlerimizi toplu olarak okumak isteyen ama ilk kitabımızı bulamayan şiir sever dostlarımızı da çok mutlu eden bir kitap oldu “Hüzün Yağmurları”.

M. Nihat MALKOÇ: Şiir yazmaya hevesli gençlere, bu çetin ve sabır gerektiren yolda neler önerirsiniz?

Ahmet SEZGİN: Şiir yazmaya hevesli gençlerimize, öncelikle geçmişten bugüne meydana gelen zengin şiir geleneğimizi iyi takip edip büyük şairlerimizin en değerli şiirlerini titizlikle okumalarını, şiir diline, üsluplarına dikkat etmelerini tavsiye ediyorum. Türkçemizi sevip en doğru şekilde öğrenmelerini, az ve öz yazmalarını, şiirlerini hemen beğenip yayımlamamalarını, arının peteğini balla doldurması gibi sabırla şiir yolcuğunu sürdürmelerini öneriyorum onlara. Türk dili ve edebiyatı öğretmenleriyle şiir ustalarının samimi eleştirilerini önemsemelerinin de çok ufuk açıcı olacağına inanıyorum. Kendilerini şiir yazmak zorunda hissetmesinler ama mutlaka güzel şiirleri okuyup yazsınlar, hatta bazılarını ezberlesinler.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, söyleşimiz şiir merkezli olsa da aslında siz önemli bir araştırmacı yazarsınız. Ben sizi ilk defa "Aşk Medeniyetine Yolculuk" isimli kıymetli deneme kitabınızla tanıdım. Kitabınızı büyük bir keyifle, bir günde (tabir caizse bir solukta) okudum. Kitap okurken hoşuma giden yerlerin altını çizmek gibi bir huyum var. Sizin kitabınızı bitirdiğimde altını çizmediğim satır sayısının çok az olduğunu fark ettim. Biraz da "Aşk Medeniyetine Yolculuk"unuzdan bahseder misiniz? Bu özgün eser nasıl ortaya çıktı?

Ahmet SEZGİN: “Aşk Medeniyetine Yolculuk” isimli kitabımızla ilgili çok güzel bir tanıtım- değerlendirme yazısı da yazmıştınız hocam. Çok teşekkür ederim size. Bu kitaptaki 41 denememizi oturup birkaç yıl içinde yazmadım. Mesela bu kitapta yer verdiğimiz ölümle ilgili denememiz, “Yedi Güzel Adam”ın çıkardığı “Mavera” dergisinde yayımlanmıştı 1990 yılında. Çeyrek asır içinde yazıp bir kısmını çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığım kültür-medeniyet eksenli denemelerimizi tekrar gözden geçirerek, bazılarını da son bir yıl içinde kitabın çerçevesini belirledikten sonra kaleme alarak özgün bir deneme kitabı çıkarmış olduk. Deneme türünde şiirlerle süsleyerek, samimi, akıcı ve sade bir üslupla önemli konuları işlemiş olmamız, gerek okullar nezdinde gerekse kültür-edebiyat dünyasında büyük ilgi görmesine vesile oldu sanırım. Birçok ilde, onlarca lisede okuma projesi çerçevesinde okutuldu bu kitabımız. Kültür ve Turizm Bakanlığı da halk kütüphaneleri için bir miktar satın aldı bu kitabımızdan.

M. Nihat MALKOÇ: Birkaç ay evvel "Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız" (Derleme), "Kırk Yazardan Kırk Hikâye" (Derleme), "Ortaokullar İçin Hikâye Seçkisi" (Derleme), "Hüzün Yağmurları" (Şiir) adıyla peş peşe dört kitap birden çıkardınız. Niçin ayrı ayrı zamanlarda değil de bir anda ve bir arada çıktı bu kitaplar?

Ahmet SEZGİN: Hocam, ilkokul, ortaokul ve gençler için hikâye seçkileri çalışmalarımız, bir bakanlık danışmanından gelen, bana büyük bir heyecan veren büyük bir okuma projesi teklifiyle başladı. 2 yıl boyunca günde 7-8 saat, tatil döneminde ise 13-15 saat araştırarak, okuyup yazarak 3 hikâye seçkisini yayına hazır hale getirmiştik zaten. Pandemi sebebiyle kitapların bakanlıkça yayınlanması gecikince biz, kendi imkânlarımızla ilkokul ve ortaokullar için hikâye seçkilerimizi yayımladık. Gençler için hazırladığım, çok büyük emek verdiğim “Gençler İçin Hikâye Antolojisi” isimli kitabımız, proje teklifinin geldiği bakanlıkta yayımlanmayı bekliyor.
“Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız” isimli derlememiz ise aslında 2002 yılında ön sözü bile tarafımızdan yazılmış bir kitap çalışmasıydı. Fırsat ve maddi imkân bulup da yayımlamak nasip olmamıştı yıllarca. Yüz yüze eğitimin yapılamadığı, tedbir amaçlı evlerimize kapandığımız bu koronavirüs sürecinde bu derleme kitaplarımızı tamamlayıp yayımlama imkânını bulduk. Şiir kitabımızın yayınlanması teklifi de aynı döneme denk gelince 2020 yılında dört kitabımız birden okuyucuyla buluşmuş oldu. Bu özel ve zor dönemi okuyup yazma açısından, kültürel ve manevi bakımdan verimli ve hayırlı değerlendirmiş olduk Allah’a şükürler olsun. Rabbim, bu kitaplarımızı hayırlara vesile kılar inşallah.

M. Nihat MALKOÇ: Yahya Kemal Beyatlı'dan Nihat Sami Banarlı'ya, Mehmet Kaplan'dan Tahsin Banguoğlu'na, Refik Halit Karay'dan Sezai Karakoç'a, Peyami Safa'dan Rasim Özdenören'e, Cemil Meriç'ten Erol Güngör'e, D. Mehmet Doğan'dan Oktay Sinanoğlu'na kadar birçok şair ve yazarın dille ilgili duygu ve düşüncelerini bir araya getiren "Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız" adlı derleme kitabınız çok önemli bir boşluğu dolduruyor. Bildiğim kadarıyla bugüne kadar dille ilgili birçok yazı yazılsa da bu yazılar böyle kapsamlı bir kitapta bir araya getirilmemişti. Bu kitabın kütüphanelerimizde çok önemli bir boşluğu dolduracağına inancım sonsuzdur. Böyle bir derleme yapma fikri nerden aklınıza geldi? Kitabı hazırlarken nasıl bir yol izlediniz? Kitabın hazırlanış süreciyle ve kitapla ilgili neler söylemek istersiniz?

Ahmet SEZGİN: Bu kitabımızla ilgili güzel düşünce ve dilekleriniz için çok teşekkür ederim hocam. Bir zamanlar dünyanın en zengin şiir ve müzik dili olmayı başarmış Türkçenin öz yurdunda garip muamelesine tabi tutulması, fakirleştirilmesi, milletimize ve medeniyetimize yabancılaştırılması, saldırıya uğraması, yozlaştırılması, kirletilmesi, musikisinin bozulması, Türk dili ve edebiyatı eğitiminin ülkemizde bütün kademelerde içler acısı olması sebebiyle Türkçemizin feryat etmesi; hem bir Türk dili ve edebiyatı öğretmeni hem de bu dille konuşup yazan bir şair-yazar olarak beni derin bir şekilde yaraladı.
Öztürkçecilik (tasfiyecilik) hareketiyle dilin fakirleşmesi ve bir “uydurma dil”in oluşturulması, yabancı kelime hayranlığıyla dilimizin kirletilmesi ve yabancı dil işgali, yabancılaşma, yabancı dille eğitim hastalığı ve “Türkçeden kaçış”, noktalama ve imlâ hataları, anlatım bozuklukları, telaffuz, vurgu ve tonlama yanlışları, basın yayın organlarındaki akıl almaz özensizliklerle lisanımızın bozulması, günlük dille şarkı ve dizilerdeki sözlerin argolaşması, internetin yaygınlaşmasıyla “dijital dil”in oluşması, kavram kargaşası, terim türetme ve sözlük yapma gibi dil meseleleri; beni derin derin düşündürdü yıllarca. Bu büyük kültür davası ve meselesine hal çareleri aramaya, yakılmak istenen Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali “Tarafımız, dostluğumuz belli olsun.” diye bir şeyler yapmaya mecbur kıldı. Çünkü din-dil ve tarih şuuru olmadan millî bir şahsiyet kazanamayacağımızın, “ses bayrağımız” olan dilimizi koruyup zenginleştirmeden, kültür ve medeniyetimizin taşıyıcısı ve koruyucusu Türkçemizi bütün güzellikleriyle doğru bir şekilde yeni nesillere öğretmeden fert ve millet olarak güçlü olamayacağımızın şuurundaydım.
İstedim ki, bu kitapta yer verdiğim Türkçe meseleleri ve davasıyla ilgili metinlerin her biri; bütüncül ve ilmî bir dil anlayışıyla yüreklere dokunsun, okuyanları derinden sarssın, düşündürsün, dertlendirsin, gaflet uykusundan uyandırıp ayağa kaldırsın. Şairin “Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz.” diye ifade ettiği bu derin dil yarasına, ilim ve kültürün ışığında Türkçe sevgisi ve bilinciyle bir millî neşter vurulsun istedim. Öyle hayal ettim ki bu kıymetli yazılar, herkesin millî ve manevi değerlerimize sahip çıkacak bir dil şuuruna ererek zengin, güzel ve sade Türkiye Türkçesiyle konuşma ve yazmasına vesile olsun; malzemesi zengin ve güzel Türkçe olan Türk edebiyatı ve musikimizi sevdirsin, dil duyarlılığıyla birlikte Türkçenin saygınlığı artsın.
Millî kültür şuuru ve Türkçe aşkıyla hazırladığım “Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız” isimli araştırma-derleme kitabımız; kültür ve medeniyet hayatımızın en önemli davalarından olan Türkçe meselesinde liyakatli ve itidalli olduklarına inandığımız değerli akademisyenle dil ve kültür davasını kendisine dert edinmiş yazar, fikir adamı ve şairlerin Türkçe şuuru ve meseleleriyle ilgili çoğu kitap olmak üzere, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan, birbirinden değerli deneme, makale, fıkra türü yazılarıyla şiirlerinden oluşmaktadır. Kitaptaki yazıların çoğu, Türkiye Türkçesinin meseleleri, çözüm yolları ve dil şuuruyla ilgilidir.
“Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız” isimli kitabımız; “Türkçe Sevgisi ve Şuuru-Dil Davamız”, “Dil Meseleleri-Türkçenin Feryadı”, “Öztürkçecilik Adıyla Dilde Tasfiyecilik-Fakirleşme”, “Yabancı Dil İstilası-Yabancılaşma”, “Yabancı Dille Eğitim Faciası”, “Dil Yanlışları-Anlatım Bozuklukları”, “Türkçe Eğitim ve Öğretimi Meselesi”, “Türkçe Sevgisi ve Meselesiyle İlgili Şiirler” ana başlıklarıyla 8 bölümden oluşmaktadır. (Bu derlemenin içinde toplam 110 düz yazı, 14 adet de şiir metni bulunmaktadır.)
“Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız” isimli derlememizde daha çok yazar ve akademisyene yer verebilmek için dil konusunda hassas olan yazarların Türkçe şuuru ve meseleleriyle ilgili en özgün, güzel, akıcı ve kısa yazılarından -dil davasıyla ilgili çokça yazan 5 istisna dışında- birer metin almayı uygun gördüm. Değerli akademisyenlerimizin Türkçe meseleleriyle ilgili kıymetli ama resmî, bol kaynaklı ve akademik dille yazdıkları bilimsel makalelere Türkçenin feryadını ve dil davamızı çok geniş kesimlere duyurabilmek için kitabımızda fazla yer vermedim.
Türkçe şuuru, davası ve meseleleriyle ilgili olarak 1997 yılında başlayan bu derleme çalışmamız, 2003 yılında ağırlıklı olarak tamamlandığında bin sayfayı aşan bir hacme ulaşmıştı. O zamandan bugüne gelinceye kadar yeni yazıları da göz önüne aldığımızda bütün yazıları defalarca okuyup çok titiz bir şekilde elemeye tabi tutmamız zaruret oldu.
20 yıllık geniş, titiz ve çileli bir araştırmanın ürünü olan “Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız” isimli derleme çalışmamızın; başta eğitim, ilim, kültür, sanat, basın-yayın camiası olmak üzere toplumun bütün kesimlerinde Türkçe sevgisi ve duyarlılığıyla birlikte “millî kültür ve ana dil bilinci”nin oluşmasında; dil davamıza, çok önemli bir memleket ve kültür meselesine sahip çıkılmasında önemli bir katkısı olur inşallah.

M. Nihat MALKOÇ: "Türkçenin Feryadı ve Dil Davamız" kitabının hem "Ön Söz"ünde hem de "Giriş" kısmında genel anlamda dille, özel anlamda Türkçeyle ilgili çok önemli tespit ve teşhisleriniz var. Başta, kitabı okuma imkânı bulamayanlar ama merak edenler için ve bu dil tarlasını her gün ekip biçenler için sizin Türkçeyle ilgili hassasiyetinizi ve dil hakkındaki görüşlerinizi özetle de olsa öğrenmek istiyoruz.

Ahmet SEZGİN: Hayata, dünyaya, kendimize dil aracılığıyla anlam veririz. Düşüncelerimizi, duygularımızı, inançlarımızı, kimliğimizi, kâinatı dil vasıtasıyla anlatırız. Ana dilimizle düşünür, ana dilimizin mantığıyla hayatı görüp “medeniyet tasavvuru” geliştiririz. Dilimiz; edebiyatımız, musikimiz, gönül sesimiz, tarihimiz, millî mirasımız, ilmimiz, irfanımız, haysiyetimiz, kimliğimiz, medeniyetimiz kısaca kültür köprümüz, ana yurdumuz, söz ve “ses bayrağımız”dır. Dil; duygu, düşünce ve kültürün aynasıdır.
Dünyanın en büyük ilim adamlarından biri kabul edilen, aynı zamanda çok kıymetli fikir adamı Oktay Sinanoğlu, Türkçenin hayatî önemini çok veciz bir üslupla şöyle ifade ediyor: “Türkiye’nin kurtuluşu Türkçenin kurtuluşuna bağlıdır; Türkçe giderse, ne Türkiye kalır ne Türk Dünyası ne de Türk.”
“Mankurtlaşmak”, yani kimliğimizi ve hafızamızı kaybetmek istemiyorsak “dil yâre”siyle ağlayan Türkçenin feryadına yürekten kulak verip “dil davası”nı dert edinelim. Dilimizi haysiyetimiz olarak görelim. Millî değerlerimize sahip çıkarak ve dil şuuruyla Türkçemizi doğru öğrenerek güzel konuşup yazmaya özen gösterelim. Yahya Kemal’in “ağzımızda, anamızın dili gibi helâl ve güzel olmalıdır” dediği Türkçemize; Türkçenin imkânlarını hakkıyla ve en güzel şekilde kullanan kıymetli ediplerimize ve bizlere anne sütü gibi tatlı ve temiz dil zevkini verecek güzel eserlere sahip çıkalım. Kültürümüzün kaynağı dilimizi koruyup zenginleştirelim.
Dil davamıza sahip çıkalım ki, “Türk’ün en muhteşem türküsü” olan Türkçemiz, kıyamete dek sevgiyle, şiirle ve şuurla söylensin.

M. Nihat MALKOÇ: Aslında kitabınızın adında geçen "Türkçenin Feryadı" ifadesi çok şey anlatıyor bize. Bu ifade bile kitabın muhtevası ve bakış açısıyla ilgili bir fikir veriyor biz okurlara. Demek ki söz bayrağımız olan bu dil, doğal mecrasından uzaklaştırılmaya çalışıldı. Sözün bu noktasında tarihî süreçte Türkçenin başına gelenlerden bahsedebilir misiniz? Bu güzel ve zengin dili yarınlarımızın teminatı olan gençlere öğreten ve sevdiren bir eğitimci olarak Türkçenin dünü, bugünü ve yarını hakkında neler söylemek istersiniz?

Ahmet SEZGİN: Türk milleti, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dilini de hem İslamlaştırmış hem de zenginleştirmiştir. Bu dönemde Türkçe; başta Arapça ve Farsça olmak üzere birçok dilden kelime ve kavram alıp çok zengin bir “medeniyet dili”, büyük bir “şemsiye dil” olmuş; “ses bayrağımız” olarak beş kıtada dalgalanmıştır. Türkçe, altı yüz yıl Anadolu'nun, Balkanların, Kuzey Karadeniz'in, Kafkasların, Arap Yarımadasının hatta bütün Kuzey Afrika'nın bile ortak dili olmuştur.
Türkçe; Ahmet Yesevi ile “hakikat dili” vasfını kazandıktan sonra çok güçlü bir ilim, kültür, sanat ve edebiyat dili de olmuştur. Türk milleti; Türk-İslâm medeniyetinin de dili olan Türkçe ile Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacip, Yunus Emre, Karacaoğlan, Âşık Paşa, Fuzûli, Bâkî, Nâbî, Süleyman Çelebi, Pir Sultan Abdal, Nefî, Nedim, Şeyh Galip, Evliya Çelebî; Namık Kemal, Ahmet Hâşim gibi büyük edipler yetiştirmişti.
Arapça ve Farsça tamlamaları çokça kullanan Divan edebiyatı ile aşırılığa kaçan Türkçe; 1878’de kabul edilen Osmanlı Anayasası’yla “devlet dili” ilan edilerek koruma altına alınmıştı. Millî Edebiyat Döneminde Ömer Seyfettin öncülüğünde çıkan “Genç Kalemler” dergisi ve başlattığı “Yeni Lisan” hareketi sayesinde de “sade ve orta yolu” bulabilmişti. Millet tarafından anlamı bilinen, Türkçenin atasözlerine, deyimlerine, türkülerine, masallarına, manilerine, bilmecelerine girmiş, kısaca halk edebiyatına mal olmuş kelimeler Türkçe kabul edilmişti. Bu sade ve orta yolu tâkip eden Reşat Nuri, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Mehmet Âkif, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi, Peyami Safa, Halide Edip, Refik Halit, Falih Rıfkı, Memduh Şevket, Faruk Nafiz, Fazıl Hüsnü, Cahit Sıtkı, Sait Faik gibi edebiyatçılarla Türkçe, şaheserler vermeyi başarmış; “çağın bilgi, ilim, sanat birikimini yansıtacak şekilde” zengin ve pürüzsüz bir dil olmuştur.
Binlerce yıllık mazisi olan; kendisiyle kültür, sanat, fikir, ilim alanında yüz binlerce kıymetli eser verilen, kelime türetme gücü ve ses özellikleri son derece zengin, yapısı çok sağlam, kelime hazinesi yüz binleri bulan, diller arasında en çok atasözü ve deyimlere sahip olan, dünyada çok geniş sahada en çok konuşulan diller arasında yer alan ana dilimiz güzel Türkçenin yüz yıllar boyunca yaşadığı sıkıntıları olmuştur. Ancak büyük bir medeniyet krizini yaşadığımız Cumhuriyet döneminde Türkçenin yaşadığı felaketler, en önemli kültür meselesi haline gelmiştir.
Bin yıllık köklü Türkçenin zengin ve güçlü dönemi, yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde başlatılan “öztürkçecilik” hareketiyle sona erdi. Bir “kültür soykırımı” gerçekleştirilerek milleti millet yapan, kültürün en önemli unsurlarından olan dilin “kültür köprüsü” özelliği de yok edilmeye çalışıldı. Bu yeni dille, baba ile evlâdın, mâzi ile hâlin arası tamamen açıldı.
16 imparatorluk, 38 de devlet kuran bir büyük milletin çocukları, kendi kültür ve dilinden dolayı Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılmıştır. 700 yıllık zengin dilimiz de, “Osmanlıca” diye yaftalanıp önce “öztürkçe”yle fakirleştirilmiş, sonra da Fransızca, Latince ve İngilizcenin işgaline maruz bırakılarak yozlaştırılıp yabancılaştırılmıştır. Dilimizi yabancı dillerin işgalinden kurtaracağız denilerek tarihî-dinî hafızamızla, köklerimizle bağlarımız koparılmıştır.
XX. yüzyılın sonlarına doğru Türkçe, İngilizce kelimelerin işgaline uğrayarak “Türkingilizce”ye dönüşme tehlikesini yaşamaya başladı. İngilizce kelimelerle konuşma ve yazma modası, önce “yabancı dil öğrenme fetişizmi”ne, sonra da “yabancı dille eğitim” yapma hastalığına dönüştü. Dilimiz gittikçe yozlaştı, bozuldu.
Dilimize felsefe, sosyoloji, psikoloji, siyaset, uluslararası ilişkiler gibi sosyal bilimlerin tamamında; hatta dinî ilimlerde bile tercüme kokan terim ve kelimeler ile yabancı dillerden kavramlar hâkim oldu. Tıp terimleri ise, Latince terminolojinin işgali altında.
Yirmi birinci yüzyılın başında Türkçe Sözlük’te yer alan kelime sayımız yüz bini aştı ama bu kelimeleri bilip kullanan kişi sayısı çok az. Türk klasiklerini sözlük yardımı olmadan anlayabilecek kaç üniversitelimiz; bin kelimeyle konuşup yazan kaç lise mezunumuz var acaba?
D. Mehmet Doğan: “Türkçenin geleceği ile ilgili karamsarlığımı ancak şiirler ümide tebdil edebiliyor.” diyor. Türkçe; her türlü meselelerine rağmen bir ilim, düşünce, kültür-sanat dilidir günümüzde. Ancak dilimizi koruyup zengin bir şekilde işlemezsek, Türkçenin feryadına kulak verip dil davamıza sahip çıkmazsak çok büyük bir kültür yabancılaşması, istiklâlimizi de tehlikeye düşürecektir.

M. Nihat MALKOÇ: Öğrenmenin en yoğun, en etkili ve en kalıcı olduğu ilkokul düzeyindeki çocukların dil gelişimi, Türkçe sevgisi, sözlü ve yazılı olarak kendilerini ifade etme becerisi edinmeleri geleceğimiz açısından hayatî bir ehemmiyete sahiptir. Siz bu gerçekten yola çıkarak, çocuklarımızın abur cubur yemek kadar tehlike arz eden niteliksiz metinler okumamaları için, tabir caizse, onlara bir "okunacak hikâyeler listesi" hazırladınız. "Kırk Yazardan Kırk Hikâye" adını verdiğiniz, 8-10 yaş aralığındaki çocuklara hitap eden 160 sayfalık bu kitapta Mevlâna'dan Ahmet Kabaklı'ya, Reşat Nuri Güntekin'den Muzaffer İzgü'ye, Cahit Zarifoğlu'ndan Mustafa Özçelik'e, M. Yaşar Kandemir'den Gökhan Ayçiçek'e kadar birçok yerli ve millî yazarın çocuklara dil zevki veren seçkin metinlerini bir araya getirdiniz. Bu kitabı hazırlarken hangi pedagojik endişeleri ve gayeleri dikkate aldınız?

Ahmet SEZGİN: “Kırk Yazardan Kırk Hikâye” isimli kitaptaki ürünlerin; 8-10 yaşlarındaki çocukların dil gelişimi ve anlama seviyelerine uygun, iyi kurgulanmış, anlayabilecekleri sade bir dille yazılmış, Türkçeyi doğru ve güzel kullanmalarını sağlayan, hayal güçlerini harekete geçiren, duygu ve düşünce dünyalarını, hayata bakış açılarını zenginleştiren; onlara okuma ve Türkçe zevkiyle birlikte doğru düşünme ve davranma alışkanlıkları kazandıran; çocukları eğitirken eğlendiren, gerçekçi, ilgi çekici, akıcı ve güzel hikâyeler olmasına büyük özen gösterdim.

M. Nihat MALKOÇ: Biz öğretmenlerin ve velilerin bugün en çok şikâyet ettiği konu, öğrencilerin (çocukların) yeterli düzeyde kitap okumamasıdır. Siz bunu kendinize dert edinmiş olmalısınız ki "Ortaokullar İçin Hikâye Seçkisi" adıyla Abdülhak Şinasi Hisar'dan Ahmet Hikmet Müftüoğlu'na, Ömer Seyfettin'den Sait Faik Abasıyanık'a, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan Sabahattin Ali'ye, Mustafa Kutlu'dan Bestami Yazgan'a kadar birçok büyük hikâyecinin eserlerini içeren 255 sayfalık ortaokul düzeyinde bir kılavuz kitap hazırladınız. Bu kitap, ne okuyacağını bilemeyen öğrenciler için bir yol haritası niteliğinde rehberlik vazifesi görecektir. Kitaba alacağınız hikâyeleri ve yazarlarını seçerken nelere dikkat ettiniz? Kitap muhataplarına (10-14 yaş arası okuyucu kitlesine) ulaşabildi mi?

Ahmet SEZGİN: “Ortaokullar İçin Hikâye Seçkisi”nde yer verdiğim toplam 65 hikâyenin sevgi, saygı, edep, nezaket, dostluk, kardeşlik, aile bağları, misafirperverlik, vefa, sadakat, merhamet, şefkat, iyilik, yardımlaşma, takdir ve teşekkür etme, pişmanlık, fedakârlık, alçakgönüllülük, duygudaşlık, affetme, hoşgörü, adalet, doğruluk, dürüstlük, çalışma azmi, sorumluluk, yaşama sevinci, mutluluk, özgüven, ümit, sabır, cesaret, kahramanlık, özgürlük, insan ve hayvan hakları; Allah, vatan, millet, bayrak, dil sevgisi gibi millî, manevi ve insanî değerleri işleyerek çocukların kişiliklerini geliştirici, ruhî ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayıcı özelliklerini dikkate aldım. Özellikle de Türkçe Dersi Öğretim Programı’ndaki kazanım ve temalara uygun hikâyeler seçmeye gayret ettim.
“Ortaokullar İçin Hikâye Seçkisi”ni hazırlamaya başlarken birikim ve zevkine güvendiğim onlarca Türkçe öğretmeniyle öğretmen-yazardan çok beğendikleri, ortaokullar için uygun gördükleri hikâye isimleri aldım. Seçkide daha çok hikâyecimize yer verebilmek, okurlarımızı sıkmamak için yazarlarımızdan seviyeye uygun, etkili, güzel ve kısa birer hikâye (öykü) almayı uygun gördüm. Bu hikâye seçkisinde yer verdiğim yazarlar, 3’ü hariç modern Türk edebiyatına mensup sanatçılarımızdır. Hikâyelerin çoğu, yaşayan hikâyecilerimize ait ürünlerdir.
Hocam, bu seçkiler eğitim camiasıyla yazarlarımızdan büyük bir ilgi gördü. Ancak pandemi sürecinde yüz yüze eğitim yapılamaması sebebiyle bu kitaplar çocuklarımıza pek ulaşamadı. İnşallah ebeveynlerle aileler, okuma hususunda duyarlı davranıp çocuklarımızı bu güzel hikâyelerle buluştururlar.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin şairliğinizin ve yazarlığınızın yanında gazete yazarlığınız (köşe yazarlığı) da var. Bugüne kadar değişik yerel gazetelerde güncel ve edebî kategorilerde birçok yazılar yazdınız. Biraz da bu yönünüzden söz eder misiniz?

Ahmet SEZGİN: İlk yazılarım, Samsun/ Gürses gazetesinde 1985’te yayımlandı. Daha sonra Millî Gazete, Akit, Vakit, Yeni Akit, Vahdet gibi ulusal gazetelerde ara sıra deneme, fıkra, kitap tanıtım, anı, inceleme türü yazılarım yayımlandı.
Bir ara Samsun/ Olay gazetesinde köşe yazıları yazdım. 2000–2005 yılları arasında İsmet Gültekin tarafından çıkarılan Terme Birlik Mefkûre gazetesinde “Kültür Köprüsü” isimli köşemde yazılar yaptım. 2006 yılında Terme Bilgi Gazetesi’nde Gazeteci-Yazar Eyüp Şentürk’ün ısrarıyla başladığım yazılarımı “Kültürden İrfana” isimli köşemde yazmayı sürdürmekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: Araştırmacı, şair ve yazar Ahmet Sezgin'in bugüne kadar hayal ettiği; fakat bir türlü gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı?

Ahmet SEZGİN: Hikâyelerimi, hatıralarımı, inceleme yazılarımı ayrı ayrı yayımladıktan sonra uzun yıllar üzerinde kafa yorduğum bir eğitim romanı yazmayı hayal ediyorum. Bunların dışında İstiklal ve İslâm Şairi Mehmet Akif’i çok yönlü tanıtan bir kitapla “yolumuzu aydınlatan yıldızlar”ın biyografilerini de yazmayı düşünüyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Kıymetli hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bize vakit ayırdığınız ve de sorularımızı samimiyetle cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Ahmet SEZGİN: Değerli hocam, benim için de çok güzel bir söyleşi oldu. Çok mutlu oldum. Bu güzel ve tafsilatlı sorularınızdan dolayı ben de size çok teşekkür ederim. İnşallah güzellik, şuur ve hayırlara vesile olur bu sohbetimiz.

TRABZONLU MERHUM SANAT YÖNETMENİ AYTEKİN ÇAKMAKÇI'YLA HİÇBİR YERDE YAYIMLANMAMIŞ SÖYLEŞİ
M. Nihat Malkoç: Aytekin Ağabey hayatınızı, özellikle de çocukluk yıllarınızı kısaca anlatır mısınız bize?
Aytekin Çakmakçı: Trabzon kökenli bir ailenin çocuğuyum. Babamın denizci olması nedeniyle İstanbul’a tayini çıktı. O zamanlar annem bana hamileydi. Abilerim Trabzon'da doğdu. O zaman İstanbul'da okurken okul harçlığı çıkarmak için abimle ikimiz küçük işler yapardık. Yaşımıza uygun şekercilik, niyetçilik gibi. İlerleyen yıllarda abimin yaptığı el arabası ile kavun karpuz satardık mahalle aralarında. Annem bize derdi ki "İki kardeş birbirinizin elini bırakmayın". Yaşımız küçük ya. Neyse hayat böyle sürerken yaş ilerledi; lise ikiden lise üçe geçtim.
M. Nihat Malkoç: Görüntü yönetmenliğine giden yol nasıl açıldı size? Daha evvel böyle bir merakınız var mıydı?
Aytekin Çakmakçı: Gençlik yıllarımda bir arkadaşım, "Kameracı asistanlığı var, yapar mısın?" dedi. "Nedir o?" dedim. "Fotoğrafçılıkla ilgili bir film var, hem fotoğraf öğrenirsin hem para kazanırsın." Yaz tatilinde yaparım, dedim. İki filmi peş peşe bir tatilde bitirdik.
M. Nihat Malkoç: Babanız bu merakınızı nasıl karşıladı?
Aytekin Çakmakçı: Babam dedi ki "Artık okul başlıyor." Sinemacılığı sevmemişti zaten. Bu sinema belâsından kurtar kendini, dedi. Ben dedim ki, okulu bırakacağım, mesleğe devam edeceğim, dedim. Babam çok şaşırdı ve sinirlendi. Öyle şey olmaz, dedi. Abilerin okuyor, sen de okuyacaksın.
M. Nihat Malkoç: Siz babanızdan böyle sert bir tepki bekliyor muydunuz?
Aytekin Çakmakçı: Sinemacılığın ne olduğu belirsiz, sinemacılık televizyon olduğu için bilinmiyor. Ön yargılı davrandı. Yargısında hak vardır. Bu bir tercih meselesiydi. Kovarım seni evden, dedi; kovdu.
M. Nihat Malkoç: Evden kovulunca ne yaptınız?
Aytekin Çakmakçı: Erman Film'e gittim ve anlattım durumu orda çalıştığım üstlerime. Onlar da Erman Film'in deposunda kalmamı sağladılar, koşul yarattılar. On sekiz gün Erman Film'in deposunda yattım, kalktım. Üstüme kilitliyorlardı hanın kapısını. Sabah işe gelince kapıları açıyorlardı.
M. Nihat Malkoç: Evdekiler arayıp sormadı mı sizi?
Aytekin Çakmakçı: On sekizinci gün eniştem geldi. "Baban kalp krizi geçirdi, eve gel" dedi. Babam kalp hastasıydı zaten. Neyse koşa koşa eve gittim. Babam çilingir sofrasını kurmuş. Üzerinde çizgili pijamalar vardı, bir de atlet. Tam bir ataerkil. Dedim beni kandırdınız. Sonra babam "Otur haburaya ......yiyenun uşağı" dedi. "Nereye gidersen git ama..." dedi, "Bu kadını ağlatma."
M. Nihat Malkoç: Annen hiçbir tepki göstermedi mi?
Aytekin Çakmakçı: Bu arada annem dizlerime kapanmış ağlıyordu. O güne kadar da bizim aileden hiç kimse bir gece dahi dışarıda kalmış değil. En küçük benim. İlk defa aileden biri dışarıda kalıyor. Yani onlar da babama karşı bu direnişe şaşırdı. Ben de şaşırdım sonra, nasıl böyle bir şey yaptım diye. Kolay bir şey değil. Ataerkil baskısı altındasın. Ben okumayacağım, sinemacılık yapacağım, bunun pişmanlığını yaşamıyorum ama sıkıntılarını dersen, sıkıntılarını yaşadım. Ama iyi ki kararımda durmuşum. Neyse, bunun sonucunu sonra anlatayım.
M. Nihat Malkoç: Babanızın bu tavrı uzun sürdü mü? Sonra neler yaşandı?
Aytekin Çakmakçı: Ben öylece sinemacılığa başlamışım. Ama babam benimle konuşmuyor. Aramızda mesafe var. Bu beni çok rahatsız ediyor. Bu arada benim yazın çalıştığım filmde kadınlar matinesi vardı. Mahallenin kadınları, kadınlar gününde ev hazırlığı yapar, erzak hazırlardı. Bir de büyük beyaz mendiller vardı. Büyük beyaz mendiller alınır, ağlarken göz yaşları silinirdi. Çünkü hep ağlandığı için büyük mendiller sırılsıklam olurdu. Kriterleri şöyleydi onların; hangi film daha çok ağlatıyorsa o film iyi filmdi. Yani iyi film, kaliteli film öyle oluyordu. Böylece mahallemize gelen ilk çalıştığım filme gittiler. İşte jenerik başlıyor. Ben diyelim ki ellinci sıradayım. Yani orda amelelik yapıyorum. Malzeme taşıyorum. Bir çeşit kamera amelesi. Ellinci sırada adım yazıyor ama bu durum mahalleye şöyle yayıldı. Şehir efsaneleri böyle doğuyor ya: "İzzet Günay, Hülya Koçyiğit, Aytekin Çakmakçı üçü yan yanaymış." Bunun gibi lanse edildi. Aytekin, İzzet Günay ve Hülya Koçyiğit ile yan yana yazıldı. Biz gördük diyorlar ve yemin de ediyorlardı. Ama aradaki mesafeyi söylemiyorlardı.
M. Nihat Malkoç: Bu durum sizde ve babanızda bir değişim meydana getirdi mi?
Aytekin Çakmakçı: Bir anda ben çok meşhur oldum. Anneme ziyaretler başladı. Şöhretin annesi konumuna geldi. Babam eve gelirken "Gözün aydın, oğlun meşhur olmuş. Bizimki hayta, hâlâ adam olmadı" gibi deniyordu. Babam, tabi gururlanmaya başladı. Bana karşı tavırları değişmeye başladı. Annem tavuklu pilav yapardı. Sıradan başlardı. İşte "iki kaşık pilav, bir parça tavuk" öyle tanzim ederdi. Aynısını yaptı. Beni geçti. Bu sefer babama geldi. Babam dedi ki "Aytekin yoruluyor, ona bir kaşık daha fazla koy" O, babamın beni sinemacılığa kabul ettiği andı. Ben çok mutlu oldum. Sinemacılık yapıyordum ama baskı ile alınmış bir izindi. O, ilk en büyük mutluluğumu yaşadığım andı. Sonra yolculuk böyle başladı.
M. Nihat Malkoç: Birde liseyi dışarıdan bitirme meselesi vardı galiba.
Aytekin Çakmakçı: İlerleyen zamanda sinemacılığa girdikten sonra açık öğretimde liseyi bitirdim. O diplomaya da çok ihtiyacım yoktu. Sonuna kadar gelmişiz. Annemin baskısıyla diplomayı aldım. Kamera asistanlığı yaparken set fotoğrafçılığı eğitimi vermeye başlamıştım. Askere gittim, geldim. Aynı devam ediyor, set fotoğrafçılığı, kamera asistanlığı. Bu arada çektiğim fotoğraflar çok beğenilmeye başlandı. İşte "Tatlı Dillim, "Canım Kardeşim" gibi filmlerin fotoğrafları çok beğenilmeye başlandı. Teklifler almaya başladım fotoğrafçılık üzerine. Fotoğrafçılık, görüntü yönetmenliğinin ana yapısını oluşturan metafordu. Sonra böyle sürdü gitti hayatım.
M. Nihat Malkoç: Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?
Aytekin Çakmakçı: Ben onu ıskaladım. Sünnet düğünümde büyük abim bana bir tane ucuz basit bakalit bir fotoğraf makinesi hediye etti. O makineyle fotoğrafçılığı öğrenmedim ama fotoğraf diye bir düşünce belirmeye başladı bende. Yani düşünce olarak büyümeye başlayınca "Fotoğrafçılık nedir?" diye elime geçen dergilerden, gazetelerden araştırıp takip eder oldum. O hediye beni artık fotoğrafı düşündürmeye sevk etti. Sonra işte bana teklif yapan bir arkadaş da mahalleden arkadaşım prodüksiyon asistanıydı. O, "Hem para kazanırsın hem fotoğraf öğrenirsin" dedi. Cazip geldi bana. Balıklama girdim işe. Başlayış öyle başladı, öyle de yürüdü.
M. Nihat Malkoç: Sizin bir de reklâm kameramanlığı süreciniz var. Biraz da o konuya girelim mi?
Aytekin Çakmakçı: Sonra reklâm kameramanlığı başladı. Reklâm kameramanlığı, reklâm fotoğrafçılığı ile aynı anda yürüdü. Fakat kafamda hep sinema, drama yapmak var. Bir teklif geldi o ara. Küçük bütçeli bir film. Çok arzu ettiğim bir film değil. Eşime "Böyle bir teklif var" dedim. Bir yandan da reklâmda maaşlıyım. İşimden ayrılırsam iş bulamam korkusu var. Desteğe ihtiyacım var yani.
M. Nihat Malkoç: Eşiniz nasıl karşıladı bu teklifi?
Aytekin Çakmakçı: Eşim "Her gece tavana bakıyorsun. Git çek, olursa olur; olmazsa olmaz. Ama bir daha yaptım, olmadı dersin" dedi. Böyle deyince ben cesaretlendim. "Tamam, film çekiyorum" dedim. O film bitti. Bekleyiş içerisindeyken kısa bir sürede, on gün kadar kısa bir mesafede ikinci bir iş geldi. Sonra 10-15 gün arayla üçüncü iş geldi. Yavaş yavaş benim ilgim dramaya doğru kayıyor. Bundan da mutlu oluyorum ama bir yandan da kaygılarım var. Yani bu sorun olacak. Neyse her gelen filmin standardı yükseliyordu. Hem bütçe hem içerik hem de prodüksiyon bakımından bu iş, hayatıma müdahale etmeye başladı. Dramada epey çevre edindim. Sonra "Yılanların Öcü" geldi. "Yılanların Öcü" ile ilk "Altın Portakal"ımı aldım. En iyi görüntü yönetmeni ödülü. Böylelikle kaderim çizilmiş oldu. Sonra o yolda devam etmeye başladım. Reklâmdan uzaklaştım.
Nihat Malkoç: Bu meslek hayatınızda, meslekte en çok zorlandığınız durum neydi?
Aytekin Çakmakçı: O yıllarda sinema üzerine yabancı dergiler ve kitaplar vardı. Mesleğimde ilerlemek için o dergilere ihtiyacım vardı. Yabancı dilim de yok. Yabancı dil öğrenebilmek için Amerikan Görüntü Yönetmenliği Derneği'ne üye oldum. Belli bir ücreti var. Bedava üye yapmıyorlar. Çünkü her ay bir dergi gönderiyorlar. Derginin de bir ücreti var.
Nihat Malkoç: Görüntü yönetmenliğinin nitelikleri nelerdir?
Aytekin Çakmakçı: Sinemada görüntü yönetmeninin görevi kartpostal çekmek, oyuncuyu güzel çıkarmak değil. Dramada, trajedinin talep ettiği görüntüyü ve atmosferi yaratmak görüntü yönetmeninin birinci görevidir. Bunda başarılı olmak zorundadır. Bunu başardığı takdirde görüntü yönetmeni görevini lâyıkıyla yapmış demektir. Aynı işi yapan iki tür insan var. İki türe de görüntü yönetmeni deniyor. Görüntü yönetmenliğini gerçekten hak eden, unvan olarak hak eden sadece bir kesim, azınlıkta olan görüntü yönetmenleridir. Şimdi bir kısım görüntü yönetmenleri var, çektiği görüntülerle filme hizmet verir. Sadece görüntü çeker. Gerçek manada görüntü yönetmeni, yarattığı fotoğrafla, atmosferle, tasarımla hikâyeyi anlatmayı amaçlıyorsa ve bunda başarılı oluyorsa işte o gerçek görüntü yönetmenidir.
M. Nihat Malkoç: Şu an günümüze baktığımızda bu sektördekileri nasıl buluyorsunuz?
Aytekin Çakmakçı: Duygularını zayıf buluyorum. Eskiden bir duygusallık sete hakimdi. Herkes ilgili ilgisiz, çekilen filmin duygusunu hissederdi. Yani kendinde hissederdi. Bugün kimsenin hiçbir şey umurunda değil. Bir heyecan yok. Belki yönetmenin heyecanı vardır, diğerlerinin yok.
M. Nihat Malkoç: Sahnedeki mekânı nasıl belirliyorsunuz?
Aytekin Çakmakçı: Yönetmen dekupaj (kesip ayırma) yapıp kenara çekilir. Onların tasarımdan eyleme dönüşmesi ve yaratım safhası, görüntü yönetmeninindir. Yani yönetmen bunları parçalara ayırır, görüntü yönetmeni bunları hayata döker.
M. Nihat Malkoç: Bir reklâm filminin ortaya çıkışını en baştan itibaren kısaca anlatır mısınız?
Aytekin Çakmakçı: Projede müşteri temsilcileri vardır. Bir de yönetim grubu vardır. Yönetim grubu projeyi kafasında şekillendirir. Metinlerini yazar. Onların işi metin yazmaktır. Sonra ne çekilecekse initilasyon grubu vardır. Ressamlar vardır. Yaratım grubu dertlerini anlatır. Onlar yapılır, sonra onaylanır. Proje teklife gider. Müşteri temsilcisi teklife gider. İkna etmeye çalışır. Kendisinin ikna kabiliyeti yüksek olmalıdır. Tabi onlar kreatif sanatları okumuş olmaları gerekir.
M. Nihat Malkoç: En çok sevdiğiniz ya da çekerken zevk aldığınız filminiz hangisidir?
Aytekin Çakmakçı: "Biri ve Diğerleri", "Mum Kokulu Kadınlar", "Muhsin Bey", "Arabesk", biraz hüzünlü bir set arkasıydı. Ertem Eğilmez kritik bir durumdaydı. Yani her an öldü ölecek gibiydi. Biz onun düşüncelerini alıp sete gidip uygulama yapıyorduk. Sonra ona filmi izletiyorduk. "Şurası olmamış, burası olmamış" diyordu bize. Talimatlar veriyor veya vermiyor.
M. Nihat Malkoç: Korku filmi çektiniz mi, çekmeyi düşündünüz mü?
Aytekin Çakmakçı: Hayır.
M. Nihat Malkoç: Son zamanlarda çıkan "Müslüm" filmini izlediniz mi?
Aytekin Çakmakçı: Onu ayrı tutuyorum. Müslüm diye değil. Görüntü yönetmeni ile kameraman arasındaki farkı ortaya koymuşlar. Yani çok güzel işlemişler, çok da başarılı olmuşlar. Tam da kameramanla görüntü yönetmeni arasındaki fark için güzel bir örnektir.
M. Nihat Malkoç: Yönetmenliğini yaptığınız belgesel filminiz var mı?
Aytekin Çakmakçı: "Bir Trabzon Hikâyesi(2011)" adlı belgesel filmini yapmıştım.
M. Nihat Malkoç: Görüntü yönetmenliğini yaptığınız sinema filmleri hangilerdir?
Aytekin Çakmakçı: Hangi birini söyleyeyim ki..."Acı (1984), Darbe(1984), Kara Bahtım - Kem Talihim(1984), Kan(1985), Kul Sevdası(1985), Sevmek Günah mı?(1985), Yaşamadım ki Ben(1985), Anadan Ayrı(1985), Yılanların Öcü(1985), Gizli Yara(1985), Sarı Belâ(1985), Güldür Yüzünü(1985), Güneşe Köprü(1986), Suçumuz İnsan Olmak(1986), Çağdaş Bir Köle(1986), Prenses(1986), Sen Türkülerini Söyle(1986), Umut Sokağı(1986), Bir Avuç Gökyüzü(1987), Muhsin Bey(1987), Biri ve Diğerleri(1987), Alnımdaki Bıçak Yarası(1987), Bomba(1987), İpekçe(1987), Yedi Uyuyanlar(1988), Arabesk(1988), Düttürü Dünya(1988), Sessiz Fırtına(1989), Ekran Aşıkları(1989), Tatar Ramazan(1990), Kurt Kanunu(1991), Uzlaşma(1991), İmdat ile Zarife(1991), Cazibe Hanım'ın Gündüz Düşleri(1992), Kurşun Adres Sormaz(1992), Kurt Kanunu(1992), Kız Kulesi Aşıkları - Hera İle Leandros(1993), Sessiz Çığlık(1994), Bize Nasıl Kıydınız?(1994), Yumuşak Ten(1994), Günah Tohumu(1994), Mum Kokulu Kadınlar(1996), Hollywood Kaçakları(1996), Ali(1996), Işıklar Sönmesin(1997)
M. Nihat Malkoç: Görüntü yönetmenliğini yaptığınız televizyon filmlerinden de bahseder misiniz?
Aytekin Çakmakçı: Yalnız Efe(1987), Atlı Karınca(1989), Ahi Evran(1989), Hacı Bektaş-ı Veli(1989), Deniz Gurbetçileri(1991), Danimarkalı Gelin(1993), Barışta Savaşanlar(2000)
Nihat Malkoç: Son olarak da bugüne kadar aldığınız ödülleri sormak isterim.
Aytekin Çakmakçı: Altın Portakal Ödülü(Yılanların Öcü – Kan-1986), İfsak Sinema Ödülü (1992), Altın Koza Ödülü(Mum Kokulu Kadınlar – Işıklar Sönmesin-1996), Altın Kelebek TV Ödülü(Baba Evi-1998), İstanbul Film Festivali Sinema Onur Ödülü (2013), Sinefest Emek Ödülü (2014), Altın Koza 100.Yıl Emek Ödülü (2014), Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Sanat Ödülü (2015), Türsak Tüm Zamanların En İyi 10 Görüntü Yönetmeni Ödülü (2015), İLEV İletişim Ödülü (2017)
M. Nihat Malkoç: Kıymetli vakitlerinizi bize ayırdığınız ve de sorularımızı büyük bir samimiyetle cevapladığınız için çok teşekkür ederim.
Aytekin Çakmakçı: Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ederim.
Not: Birkaç yıl evvel bu söyleşiyi gerçekleştirdikten sonra uygun bir yerde yayımlama imkânı bulamadığımız için bir kenarda unuttuk. Öylece kaldı. Aytekin Çakmakçı Ağabey beklenmedik bir zamanda vefat edince söyleşiyi tozlu dosyalardan çıkarıp yeniden düzenleyerek sizlerle paylaşmak istedim. Kendisine çok kıymet verdiğim ve sohbetinden büyük keyif aldığım merhum Aytekin Çakmakçı Ağabey'e Allah'tan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun.

ŞAİR CELALETTİN KURT'LA ŞİİR ETRAFINDA BİR RÖPORTAJ…

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ
M. Nihat MALKOÇ: Hocam kendinizden kısaca bahseder misiniz? Kimdir Celalettin Kurt?

Celalettin KURT: Adım, Celâlettin KURT... Doğduğumda Elbistan nüfus kütüğüne 15 / 01 / 1960 tarihini kayıt düşmüşler. İlim Kahramanmaraş, ilçem Dulkadiroğlu Beyliğine mekân olan Elbistan... İlk, orta, lise tahsilimi Elbistan’da, yüksek tahsilimi İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsünde tamamladım. İlk öğretmenlik görevime Niğde’nin Ortaköy ilçesinde başladım. Güzel dostlukların içinde Ortaköy’de beş sene çalıştıktan sonra, Trabzon’un şirin bir ilçesi olan Beşikdüzü’ne tayin edildim. Gerçek mânâda hayatın, dostluğun, arkadaşlığın lezzetini Beşikdüzü’nde tattım. Üç sene Beşikdüzü Kız öğretmen Lisesinde görev yaptıktan sonra da memleketim Elbistan’a geldim ve tamamı Elbistan Anadolu lisesinde olmak üzere 19 yıl öğretmen ve idareci olarak çalışarak, 2007 yılında emekli oldum.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar edebiyatın hangi türlerinde kalem oynattınız? Celalettin Kurt Külliyatının içinde hangi eserler mevcut?

Celalettin KURT: Şiir ve nesir çalışmalarımın ilk kıpırtıları ortaöğretim dönemime rastlar. Lise yıllarımda okulumuzda kültür-edebiyat kolu olarak duvar gazeteleri çıkarıyorduk... Duvar gazetelerinin yönetmenliği ise bana aitti... Bu vesileyle ilk şiir çalışmalarımı okul duvar gazetemizde neşrettik... Amatör bir heyecanla yazdığım şiirler; yeşil çuhalı duvar gazetelerinin panolarını süsledi... İlk çalışmalar gönül dünyamda hep güzel anlar yaşattı bana...

Liseli yılların ardından yüksek tahsil nedeniyle şehr-i İstanbul’la karşı karşıya geldim. Medeniyetler şehri olan bu şehirde; acılı, sancılı ve hasretli yıllar yaşadım. Tam da yaşadığımız dönem Türkiye’nin en fetretli ve anarşili dönemiydi... İşte bu çehrede acının, hasretin terennümleri daha fazla dökülmeye başladı mısralarıma... İlk tanışıklığım Türk Edebiyatı dergisi oldu ve ilk şiirim orada yayınlandı... Ondan sonra onlarca edebiyat dergisinin sayfalarında şiirlerim yayınlanmaya başladı...

Ve öğretmenlik yıllarımın ilk yıllarında bir gurup edebiyat sevdasıyla Trabzon’da “Uzun Sokak” dergisini çıkarttık... Elbistan’a gelmemle birlikteyse “Gündönümü-Şardağı-Uzun Çarşı” isimli dergiler benim yönetmenliğimde yayın hayatına atıldı... Bir dönem ulusal bazda çıkan “GÜNDÜZ” isimli gazetede köşe yazılarımı yayınladım ve hâlen “Elbistan Kaynarca” gazetesinde köşe yazıları yazıyorum. Eserlerime gelince; çoğu şiir olmak üzere, araştırma, şiir, hikâye alanında 20 eserim yayınlandı, şuan bir roman çalışmasının içindeyim, baskıya hazır üç eserim hazır bekliyor.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiire başlayışınızın belli bir hikâyesi var mı? Şiirle hemhâl oluşunuz, ömrünüzün hangi dilimine rastlıyor?

Celalettin KURT: Yukarıdaki soruda verdiğim cevap bu sorunuza da geçerli, ilk şiir ve deneme intibalarım edebiyat öğretmenimiz Hüsamettin Yinanç Bey’in benim sorumluluğuma okul duvar gazetesini vermekle başladı… O hâl beni çok büyük bir motivasyonun içine soktu ve sorumlu kıldı… O gün başladığım özellikle şiir serüvenine hâlen aşkla devam ediyorum…

M. Nihat MALKOÇ: Belki rutin bir soru olacak; ama şair Celalettin Kurt’a şiir nedir?” diye bir soru sorsam nasıl bir cevap verir? Şiiri nasıl tanımlar?

Celalettin KURT: Sanat; sesin, sözün, rengin ve çizginin bir estetik içerisinde güzellikler bütününe ulaşmasıdır. Sanat güzelliklerle besleniyorsa amacına ulaşır. Güzelliğin çizgisinde şekillenmeyen hiçbir unsur, sanat alanında değildir, olamaz... Seste soluk, sözde öz, renkte ton ve çizgide biçim yoksa ortaya sanat olgusu çıkmaz... Ses soluklu, söz özlü, renk tonlu ve çizgi biçimli kılınırsa; gerçek sanat olgusu o zaman ortaya çıkar.

Allah; insan melekesine çok şeyler sığdırmıştır. Bu melekelerin bazıları beceri ve kabiliyetlerdir. İnsan beceri ve kabiliyetlerini iyiye, güzele, doğruya yönlendirirse mutlak olan sanatı yakalar. Kötü, çirkin ve karanlık düşüncelerle yapılmaya çalışılan sanat, sanat değildir. Sanat mutlak hakikat doğrultusunda güzeli aramaksa sanata sevgi katmak gerekir. Sevginin unsurları sanata katılım sağlamazsa, yapılan sanat her zaman kısır kalır. Sanatı güçlü ve soluklu kılmanın yolu, bütün idrâklerde sevgiyi barındırmak ve beceriyi yüklemek olmalıdır.

Şiiri insan ruhunu ve idrâkini güzel tesirlerle süsleyen bir buudlanma olarak görüyorum. Milyonlarca şairi olan bir memlekette, her şairin târif konusunda farklı tezahürlerinin olduğu kanaatindeyim. Yüzlerce şiir tarifinin içinde, şiirin net ve gerçek bir târifi var mıdır? Bence net ve gerçek bir târifin üstüne oturmamıştır şiir… Ölümlerin soylu ve soysuzluğu gibi, şiirlerin de soylu ve soysuzluğuna inananlardanım… Ölümlerin nasıl güzel olanları mukaddesse, şiirlerin de güzel olanları mukaddestir.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiir sizin hayatınızın neresinde duruyor? Şiirsiz yaşayamayanlardan mısınız?

Celâlettin KURT: Şair; herkesin söylemediğini söyleyen ve söylemlerini topluma yansıtan insandır. Şairin söylediği şiirse, vakti geldiğinde haksızlığa karşı aykırılığı, güzellik karşısında saflığı ortaya koymalıdır. Günübirlik yaşayan şairlerin, insanlara karşı müspet mânâda faydaları olamaz... Şair; mensubu olduğu toplumu göz ardı etmeden ve toplumuna olan sorumluluklarını unutmadan şiirlerine bir takım söylemler yüklemeli, söylemleriyle topluma, estetikten fikre, duygudan düşünceye kadar çeşitle alanlarda yön vermelidir.

Şiir şâir idrâkinde ana rahmine düşen bir cenin gibi vakti geldiğinde doğmak zorundadır. Bunun içinse, nasıl ana rahmine düşen ceninin beslenme kaynaklarına ihtiyacı varsa, bu şiir içinde böyledir. Şiiri duymak, hissetmek ve doğurmak için, dünden bugüne uzanan bir süreçte şiirin tarihi kaynaklarını çok iyi bilmek gerekir. Gelenekle beslenmeyen, geleceğe kapısını açmayan şair ufkunun dar olacağı muhakkaktır. Bu mânâda şiir konusunda benim durduğum yer; gelenekle geleceğin buluştuğu şiir köprüsüdür.

M. Nihat MALKOÇ: Son yıllarda hormonlu gıdaların yanında, ne yazık ki hormonlu şiirler de girdi hayatımıza. Organik şiirle hormonlu şiiri nasıl ayırt edebiliriz? Sizce iyi bir şiirin olmazsa olmazları nelerdir?

Celalettin KURT: Şair yüklendiği görev gereği günübirlik, statik bir hayat tarzını seçemez… Seçen şairler bahsettiğiniz hormonlu hâle bürünenlerdir. Şair içinde bulunduğu toplumu göz ardı etmeden ve yaşadığı topluma karşı sorumluluklarının olduğunu unutmadan, şiirlerine bir takım soylu söylemler yüklemelidir. Bu söylemler yukarıda söyledim yine söylüyorum; şair topluma estetikten fikre, duygudan düşünceye kadar yön vermelidir. Velhâsıl şair; beslendiği kaynakları iyi bilen, öz kaynakları iyi değerlendiren, herkesten farklı olarak yüreğine ve duygularına sevdalar yükleyen bir gönül adamıdır. Şair bazen sükûtta bir derviş, an geldiğindeyse hançeresi yırtılmış bir volkan ağzı gibidir.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiir yazmak için, tabir caizse efkâr saatleriniz var mı? Şiir mi sizi çağırır, siz mi şiiri çağırırsınız? Tam da bunu sormuşken şu soruyu da sıkıştırmak istiyorum araya. Şiirin ne kadarı ilham, ne kadarı emektir?

Celalettin KURT: Özel bir efkâr saatim yok şiir yazmam için, şiiri kovalamam o beni kovalar, yakaladığında da yazdırır. Ancak sükût saatleri şiirlerim için en uygun saatlerdir, herkesin el etek çektiği, gecenin sessizliğe büründüğü vakitler her şaire uygun bir zaman dilimi olduğu gibi, benim içinde bu zaman dilimi önemlidir.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam sizin TRT repertuarına girmiş birçok şarkı sözünüz var? Bu işte çok iyi bir noktaya gelmiş kişi olarak size şunu sormak isterim: Bestelenmek için yazılan şiir ile, okunmak için yazılmış şiir arasında fark var mı? Bu bağlamda şunu da sormak isterim; her şiir bestelenebilir mi? Bu soruları cevapladıktan sonra biraz da, bestelenmiş şiirlerinizden bahsetseniz...

Celalettin KURT: Şu an kaydıyla TRT Türk Sanat Müziği Repertuvarına giren sekiz eserim oldu, bunların tamamı Sivaslı Bestekâr Erol Basara Bey tarafından çok çeşitli makamlarda bestelendi… Bunların haricinde söz ve müziklerini benim yaptığım Polatlı Belediyesi Kahramanlık Türküleri beste Yarışmasında birincilik ve mansiyon ödülü alan iki eserim de TRT kayıtlarına girdi… Bestelenecek şiir konusuna gelince, mesele zarf ve mazruf meselesi… Şiirin muhtevası kadar tekniğinin de sağlam olması gerekir. Tabi ki her şiir bestelenmeye müsait değildir. Ancak şunu da diyebilirim; serbest nazımlı şiirlerden daha çok, hece vezniyle yazılan şiirlerin bestelenmeleri daha kolaydır. Piyasada Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Fatih Kaya Kuzucu, Muharrem Aslan, Cengiz Demir ve Deniz Kaya isimli sanatçıların albümlerinde hem sözlerini benim yazdığım hem de söz ve müziklerini yine benim yaptığım sayısı onun üzerinde eserim var.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bildiğim kadarıyla edebiyatın yanında musikiyle de uğraşıyorsunuz. Bağlama çaldığınızı biliyorum. Bunun edebî kişiliğinize katkısı var mı? Güfteleriniz çok, peki hiç beste yapmayı denediniz mi?

Celalettin KURT: Sadece bağlama çalmıyorum, ud, piyano, tambur gibi müzik aletleriyle de hemhâlım… Elbette müzikle şiir, müzikle edebiyat iç içedir. Hatta birbirlerini tamamlayan unsurlardır.
Şiirde ritim, musiki, iç kafiye olmadan şiir bir kıvam bulmadığı gibi, müzikte bu tarz şiirler olmadan kalıcılığa bürünmüyor. Yani üstün bir söz yapısı vücuda gelmeden güzel besteler yapılmıyor. Bugün özellikle bestelere dikkat kesildiğinizde söz kurguları çok anlamsız besteleri görmeniz mümkündür. Şiir ve müzik birbirlerini mükemmeliyet içinde tamamlamalıdır. Müziğin alfabesini, müziğin matematiğini bilmem şiirlerime çok yansıyor. Beste yapmayı denediniz mi diye soruyorsunuz, çocuklar ve büyüklerin dünyasına hitap eden iki yüze yakın bestem zaten var. Diyanet Vakfı Yayınlarından çıkan ve geçenlerde ikinci baskısını yapan “Gül Yüzlü Çocuk” eserimde 40 adet çocukların dünyasına armağan ettiğim eser bulunmaktadır.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam siz aynı zamanda çocuklar için de yazıyorsunuz. Zaman zaman çocuklar için yazan bir kişi olarak bunu ben çok önemsiyorum. Çocuklar için yazmak nasıl bir duygu?

Celalettin KURT: Çocuk edebiyatı, hele de bizim gibi eğitimcilerin dünyasında apayrı bir yer tutar.
Senelerce çocukların eğitim dünyasında olan birisi olarak, o dünyadan beslenme kaynaklarını yakalamamak bir şair için kayıp bir noktadır. Bu vesileyle o dünyaya bigâne kalmadan o sahada da eserler vermemiz mümkün oldu çok şükür. Diyanet Vakfı Yayınlarından çocuk edebiyatı alanında üç eserim yayınlanarak bu sahada karınca kararınca bizde bir hizmet zincirinin içinde olduk… Eserlerin ikisi çocuk şiirleri, diğeri çocuklar için bestelediğim kırk şarkıdan oluşan bir çocuk şarkıları kitabıdır.
Yine “Mavi Kuşun Rüyası ve Çiçekler Artık Solmasın” isimli kitaplarımda Türk Diyanet Vakfı Yayınlarından çıkan eserlerimdir.
M. Nihat MALKOÇ: Hocam bildiğim kadarıyla daha önceki yıllarda dergi yayın yönetmenliği de yaptınız. Hangi dergilerin başında aktif olarak bulundunuz? Bugüne kadar hangi dergilerde yazdınız? Bunlardan bahseder misiniz?

Celalettin KURT: Dergi serüvenimiz bir hayli eski, ilk dergi girişimine Trabzonlu İbrahim Hakkı Gündoğdu ile “Uzun Sokak” dergisiyle başladık, Trabzon’dan tayinimin çıkmasıyla Elbistan’da “Şardağı” dergisini 25 sayı, sonra “Uzun Çarşı” dergisi, yine Elbistan’da genç istidatlarını bir arada toplamak maksadıyla “Gündönümü ve Gül Vakti” edebiyat sayfalarını çıkardım… Taşrada dergicilik zor, imkânlar, kâğıt masrafları, çıkan dergileri özellikle de postalama masrafları taşrada dergiciliği akim ve atalet içinde bırakan sebeplerden… Bu dezavantajlar olmasa, taşradan da edebiyat dünyasına soluk verecek dergiler her zaman neşvü nemâ bulur.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar hangi büyük şair ve yazarlarla yollarınız kesişti? Kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Bu çerçevede unutamadığınız bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız?

Celalettin KURT: Kahramanmaraşlı birisi olarak, hâliyle şairistan denilen bir beldede yaşayınca öncelikle Karakoçlar akla gelen ilk isimler. Abdurrahim Karakoç ve Bahaettin Karakoç ağabeyler, bizim şiir mayamızı ilk çalanlardır diyebilirim… Yine üçüncü bir isim olarak yine hemşehrimiz Ali Akbaş bu isimlerin yanına ekleyebileceğim bir isim… Bunlar şiir mayamıza gen çalanlardır. Haricinde gerek şiir şölenlerinde bir arada olduğumuz gerekse dergi sayfalarını şiir dostluğu yaptığımız, şiirlerimizi paylaştığımız yüzlerce isimden oluşan şairleri saymak mümkün…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiirimizin bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Doğru yolda mıyız? Günümüzde beğendiğiniz şairler var mı? Varsa kimler?

Celalettin KURT: Şiirimizin günümüzde çok ileriye gittiği söylenemez, umut vaat eden genç istidatları görmekle birlikte, bunların sayılarına baktığımızda çok azımsanacak kadardırlar. Bizler de şu sosyal medya çıkalı çok yazmamızdan ötürü seçici olamıyoruz, şiirlerimizin üstündeki işçilikten kaçınıyoruz… Şiir her ne kadar yüreklerimizin karışmasıyla yazılmış olmalarına rağmen, ötesinde kuyumcu titizliğinde bir işçilikte istiyor. Bunu sanıyorum şiirden esirgiyoruz…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiirin belli bir toplumsal misyonu var mıdır? Sizce şiir niçin yazılır? Bireysel bir iç dökme zaruretinden mi, yoksa toplumsal bir ihtiyaçtan mı? Kendinizi de merkeze koyarak bu sorumuzu cevaplamanızı istesek… Günümüzde gençlerin şiire ilgisi ne kadar?

Celalettin KURT: Geleneğimizde usta-çırak ilişkisi, gerek sanat, gerekse zanaat sahalarında daimi olarak sürüp gitmiştir. Bugünden yarına da bu gelenek çizgisi sürüp gitmelidir. Bir eğitimcinin tedrisatından geçmeyen öğrenci nasıl hedefine ulaşamazsa, bir sanatçının tedrisatından geçmeyen sanatçı ve zanaatkârda yapmak istediklerini bi hakkın yerine getiremezler.

İletişim çağının çok süratli geliştiği çağımızda, gençlerimizin şiir, sanat ve okumaya olan alâkalarını pek yeterli bulmuyorum. Okumak ve yazmak eylemi; aslında çok kutsal bir eylemdir. Günümüz nesli televizyon ve internet kavramlarının tuzağından kurtulup, okuma ve yazma eylemine ulaşamıyorlar. Tabi bu hâl hiç iyi değil, çok kötü bir yanılsamadır. Bu durum Allah’ın “oku” emrine de uymamaktadır. Buna rağmen şunu da söylemek gerekirse; üniversite ve lise bünyesinde genç kalemlerin çıkardıkları dergiler ve ürünlerini neşretme sevdaları beni ümitli kılmaktadır.

Sanat ve edebiyat alanında yeni eserlerin ortaya çıkması ve yeni Türk klasiklerinin oluşması için, özellikle gençlerimizin internet salonları ve benzeri mekânlardan uzaklaşmaları, başta Türk klasikleri olmak üzere dünya klasikleriyle de tanışmaları gerekmektedir. Okumayan nesil boşlukta, gaflette ve hatta ihanette kalır. Gençlerimiz ne zaman okuma eylemlerini gerçekleşmeye başlarlarsa, şiirin,
Sanatın, edebiyatın misyonu da o zaman bir rota bulmuş olur.
M. Nihat MALKOÇ: Hocam biraz da günümüzde iyice yaygınlaşan ve neticeleri çok tartışılan şiir yarışmaları mevzusuna girsek… Siz de zaman zaman şiir yarışmalarına katılarak çok önemli ödüller alıyorsunuz? Şiir yarışmalarında duygular mı, üslûplar mı yarıştırılıyor? Bu bağlamda bugüne kadar kazandığınız ödüllerden de bahsetseniz…

Celalettin KURT: İyi bir şair olmada ölçü, dergi sayfalarında şiirler neşretmek ve şiir yarışmalarında ödüller almak değildir. Şiir alanında aldığım onlarca ödülü, şiir adına biraz daha güzeli aramamızda, zoru kucaklamamızda bir etken olarak görüyorum… Yine söylüyorum çok ödül almak ve çok şiir yayınlamak şairlerin iyi şair olduklarına delâlet değildir. Önemli olan kalıcı, dünyamıza hoş seda bırakacak eserler ortaya koymaktır.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar kaleme aldığınız en iyi beş şiirinizi sıralamanızı istesek sıralananız nasıl olurdu?

Celalettin KURT: En iyi beş şiir demek belki doğru tasnif olmaz, ancak çok sevdiğiniz beş şiir derseniz daha doğru olur kanaatindeyim… “Yoroz” ,“Dibâce-i Aşk”, “İstanbul Sesleri”, “O Amcalar Umutlarımızı Çaldılar Yarı Mavi”, “Gel Ey Gözlerine Destanlar Yazdığım Aydiba” başlıklı şiirlerimi daha içten okuyorum…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam sosyal medyayı, özellikle Facebook’u sık kullanan bir şairsiniz. Paylaşımlarınızdan çok da istifade ediyoruz. Dar anlamda sosyal medyanın, daha geniş anlamda söylemek gerekirse internetin edebiyata katkısı var mı?

Celalettin KURT: Çok olduğunu söyleyemem, lâkin şiirlerin okuyucuya ulaşımı açısından çok büyük bir avantaj bunu inkâr etmemek gerekir. Lâkin sık sık bir şeyler yazıp yayınlama düşüncesi de çıkan ürünlerin kalitesini düşürüyor dersek, kendi kendimize bir özeleştiri de yapmış oluruz…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam sizin de memleketiniz olan Kahramanmaraş’ın Türk edebiyatına kazandırdığı Necip Fazıl, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil, Abdurrahim Karakoç, Bahaettin Karakoç, Rasim Özdenören gibi çok büyük şair ve yazarlar var. Ne var bu Maraş’ın havasında suyunda? Bir Maraşlı olarak bunun sırrını çözebildiniz mi?

Celalettin KURT: Bilmiyorum bizim topraklara “Şairistan” diyorlar. Havası mı suyu mu etkiliyor, ben hâlâ bunu çözemedim… Ama bir gerçek var ki, kalıcılık açısından edebiyat tarihimize kayda girmiş iz bırakan şairlerimiz bu topraklarda alabildiğine çok… Bu da bizleri hâliyle memnun ediyor tabii…

M. Nihat MALKOÇ: Hocam emeklilik hayatı nasıl geçiyor? Bu süreçte zamanınızın geniş olması edebî alandaki üretiminize olumlu yansıyor mu? Emekliliği tavsiye eder misiniz? J

Celalettin KURT: Yapım itibâriyle üretken bir insanım, boş durmayı çok sevmem… Hele de şiir, sanat, edebiyat, mûsiki ekseninde boş durmayı kendime ihanet sayarım. Bu yüzden üretmeyi, ortaya ürün koymayı kendime görev addettim. Emeklilikte vakitte bol olunca, şiir, hikâye ve müzik ekseninde elimden geldiğince kendimce güzel eserler ortaya serdetmeye çalışıyorum… Zaman hızlı bir şekilde geçip gidiyor, bu hızlı sürecin içinde söz uçuyor her zaman, ancak yazı kalıyor mantığıyla bende çoğu şair ve yazar gibi üretmeye çalışıyorum… Bahaettin Karakoç ağabey “acelem var” diyordu ya deli tay gibi koşup giden zaman içinde, yarınlara bir şeyler bırakabilmek için, benim de acelem var. Evet acelem var.

KARİKATÜRİST-GAZETECİ-YAZAR HİKMET AKSOY’LA PAZAR SOHBETİ

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ

Güler yüzlü ve dost insan Hikmet Aksoy, Trabzon’un yaşayan en eski sanatçılarından biridir. O, bir koltuğunda birden çok karpuz taşıyabilen ender sanatçılardandır. Zira O, “gazeteci, bankacı, karikatürist, yazar” gibi sıfatları künyesine alın teriyle yazdırmış başarılı bir kişidir. Ömrünü sanata adayan, özellikle karikatür sahasında ölmez eserler ortaya koyan Aksoy, Trabzon sanat tarihinin son dönemini çok iyi bilen insanlardandır. O, bizim için adeta canlı bir tarihtir. Bu güzel simadan Trabzon’un sanat geçmişini dinlemek ayrı bir zevktir.
Hayata çizgilerin arkasından eleştirel bir gözle bakan karikatürist Hikmet Aksoy, 1953’ten beri sanat hamurunu o mahir elleriyle yoğurmaktadır. O, İstanbul’da öğrencilik yıllarında kendini karikatürün içinde buldu ve bu sahadaki önemli isimlerle bir araya geldi. O’nun sanatta öğrencilik konumundan ustalık konumuna yükselişi örnek bir serüvendir.
Hikmet Aksoy sadece karikatürle ilgilenmedi; hemen hemen sanatın her alanına derin alâka duydu. Özellikle gazetecilik O’nun için bir sevda mesleğidir. O, Trabzon’da Hâkimiyet, Hizmet, Kuzey Haber gibi birçok gazetede kalem oynattı.; doğru bildiklerini eğilmeden ve bükülmeden dile getirdi. Yine Trabzon’da Taka Mizah Sayfasını başlatan O’dur. Hikmet Aksoy’un yaşam öyküsüne bakınca O’nun az zamanda ne çok iş yaptığını görürüz.

Karikatür öyle bir sanattır ki bazen bir kitapta anlatılamayacak bir olayı bir karede anlatabilir; tabii ki karikatürü çizenin usta olması şartıyla… İşte Trabzon’un usta çizeri Hikmet Aksoy, bir kitapta anlatılamayacak kadar derin meseleleri bir karede ifade edebilen başarılı bir karikatüristttir. Bunu, bugüne kadar çizdiği binlerce karikatürle ispatlamıştır.

Trabzon basınının duayen isimlerinden biri olan yazar ve karikatürist Hikmet Aksoy, geçimini gazetecilikten kazanmadı. Aksine kazancının çoğunu gazetecilik yoluna harcadı. Bu yüzden hiç kimseye vefa borcu olmadı. Aksoy, vatanî görevini tamamladıktan sonra, Ziraat Bankası’nda görev aldı. Bankacılık ve kooperatifçilik hizmetleri sırasında da basından hiç kopmadı ve yerel/ulusal basında fıkra, makale, fotoğraf, röportaj ve karikatürleri yayınlamdı.

Trabzon’un yetiştirdiği güçlü yazar ve çizerlerden biri olan Hikmet Aksoy, sanat yaşamında elli yılı geride bırakarak bugünlere geldi. O; yazmak ve çizmek, daha doğrusu yeni şeyler üretmek, zamana mührünü vurmak, dünyada hoş bir seda bırakmak gayretinde durdurak bilmiyor. Gençler zamanlarını boşa geçirirken, bu yaştan sonra hayatta makam mevki beklentisi olmayan bu kıymetli sanatçımızın azmi ve kararlılığı alkışlanmaya değerdir.

Bugünkü Pazar Sohbetimizde, Trabzon’dan yola çıkarak ülke genelinde karikatürün duayenlerinden biri olma başarısını gösteren, kıymetli insan Hikmet Aksoy’la hasbıhal edeceğiz. Ona merak ettiklerinizi soracağız, bize samimi cevaplar vereceğinden eminiz…

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Bey hayat hikayenizden biraz bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - İkinci Büyük Savaş’ın arifesinde, 1937 yılında Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde doğmuşum. Babam Rahmetli –biraz da savaşı dikkate almış olacak ki – güçlü, kemikli, gelişmiş olsun; askere öyle gider diye nüfusa kaydımı 1 Kasım 1939 tarihinde yaptırmış. İlkokul ve ortaokulu Vakfıkebir’de okudum. Ortaokul sıralarında gazeteciliğe ilgim başladı. O da şöyle: Kore Savaşı var o sıralar… Babam fırıncı olduğu için ekmeği satarken gazete kağıdına sarıyoruz. Tabii ki, kilo işi gazeteler alırdık. O gazetelerde hep Kore Savaşı’na ilişkin haberler olurdu. Bir de babamın aldığı Cumhuriyet, Yeni Sabah, Hürriyet gibi gazetelerden savaş haberlerini okurken kafamın içinde hep “Ah, ben de bir gazeteci olabilsem” diye bir sevdalanma vardı. Nitekim, o dönemde –Sanıyorum Hürriyet’te- bir 'muhabir aranıyor' ilanı gördüm. Hemen mektup yazdım, haftaya posta ile gelen muhabir kartıyla Vahap Okay’ın “Kolay İlan” gazetesine muhabir olmuştum. Ticarî kimlikli bu gazeteye ne haber gönderebildim, ne de bir katkım oldu.

1953 yılında taraftarı olduğum Vefa futbol takımı Karadeniz turnesinde Trabzon’a gelince gazeteci olma heyecanım daha çok arttı. Aynı yıl Vefa Spor Dergisi’nin muhabiri olarak Trabzon’dan spor haberleri göndermeye başladım. Başlangıç bu oldu. Arkasından Trabzon Ticaret Lisesi’nde okurken Tercüman gazetesinin muhabirliği geldi. Giresun Ticaret Lisesi’ne naklettiğim öğrencilik dönemimde işi o kadar gazeteciliğe döktüm ki, 1957’de yapılan milletvekili seçimlerinde Tercüman gazetesinin “Doğu Karadeniz Seçim Ekibi’nde yer aldım. Tercüman gazetesinin birinci sayfasında seçim ekibi içinde fotoğrafımı görünce mutluluktan uçacak gibi oldum. Bu bir doping oldu benim için. Öğrencilik ve gazetecilik… Ötesini varın siz düşünün... O çağda/yaşımda gazetecilik benim için bir yaşam tarzı olmuştu.

İlerleyen yıllarda Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Gün gazeteleri ile Kim, Akis dergilerinin muhabirliğini yaparken, bir yandan da karikatürle ilgileniyorum. Aslında 1950’li yıllardan bu yana kendi anlayışıma göre karikatürler çiziyorum, ama bunları yayımlamak olanağım yoktu o zamanlar... Çizip bir kenara atıyordum.

1958 yılında İstanbul’da yayımlanan Akbaba mizah dergisine karikatürlerimden örnekler gönderdim. Derginin sahibi Yusuf Ziya Ortaç Bey, yazdığı özel mektupta kimi çizgilerimin düzeltilerek karikatürlerimin yayımlanacağını yazdı ama izleyemediğimden ne oldu bilemiyorum.
Trabzon yerel basını ile ilgim Ticaret Lisesi’nde okurken oldu. Halk, Hakimiyet ve Hizmet gazetelerine haberler yazdım. 959 yılında yüksek öğrenim için İstanbul’a gittiğimde aklım hep gazetelerde idi. Hangisinde çalışabilirim diye önce ziyaretler yaptım. Tercüman, Hürriyet, Cumhuriyet, Vatan gazetelerinde sıcak ilgi ile karşılandım. Aklım hep spor gazeteciliği alanında çalışmaktı. O dönemin, günümüz Fanatik, Foto Maç benzeri gazetesi “Günlük Spor” gazetesinde işe başladım. Bir yandan spor muhabirliği yapıyor, bir yandan da spor mizahı adına karikatürler çiziyordum. Sonraları “Türkiye Spor” gazetesi ile Dünya ve Vatan gazetelerinde çalıştım.

Artık yaşamım öğrencilikten çok, gazetecilik alanında geçiyordu. Bu arada kısa süreli de olsa Hürriyet’te çalışırken yedeksubay öğretmen olarak vatanî görevimi yaparken Simav ilçesinin Pazarlar (Şimdi ilçe oldu) köyünde iki yıl boyunca aylık köycü, eğitici “Köy Raporu” adıyla bir gazete yayımladım. Bir köyde gazete yayımlanması, o dönem basında büyük yankı uyandırdı.. Tabii ki karşılığını da zamanın Milli Eğitim Bakanı’ndan özel takdirname ve Kütahya Valisi’nden ve Milli Eğitim Müfettişinden “Üstün Başarılı” rapor olarak aldım.

M. Nihat MALKOÇ: - Sizin bir de gazetecilik ve yazarlık yönünüz var. Bugüne kadar hangi yayın organlarında yazılar yazdınız? Karikatürler çizdiniz?

Hikmet AKSOY: - Trabzon basınında Hakimiyet, Hizmet, Son Haber, Büyük Liman, Karadeniz, Kuzey Haber, Türksesi, Hürses, Akçaabat Haber, Akçaabat Postası, Akçaabat Yeni Haber, Büyükliman Postası gazetelerine güncel yazılar yazdım. Karikatürler çizdim. İstanbul basınında Büyük Gazete, Günlük Spor, Dünya, Son Havadis, Yeni İstanbul gazeteleri ile Tef ve Şaka mizah dergilerine karikatürler çizdim. Bunlar içinde en uzun soluklu olan Karadeniz ve Kuzey Haber gazetelerindeki çizimlerim oldu.

M. Nihat MALKOÇ: - Sözün gücünün yanında bir de karikatürün gücü vardır. Bu iki ifade biçimini karşılaştırırsanız neler söylersiniz. Karikatürün gücü sözün neresindedir?

Hikmet AKSOY: - Sözün uçup gidiciliği yanında karikatürün asırlar boyu kalıcılığı var. Sözünüzü siz/biz/hepimiz farklı dillerle anlatırız. Ama karikatürde tek dil vardır. O dil evrenseldir. Karikatür ulaştığı her ülkede o ülkenin dili olur. Başka bir ifadeyle karikatür evrensel bir dildir. İşte karikatürün gücü burada… Karikatürist gittiği ülkede dil bilmese de
çizgileriyle derdini anlatır. Bunu Belçika’da, Hollanda’da yaşamış bir sanatçıyım.

M. Nihat MALKOÇ: - Gerek Trabzon özelinde, gerekse Türkiye genelinde topluma mal olmuş gazeteci, şair, yazar ve genel anlamda söylemek gerekirse sanatçılardan kimlerle tanışma ve dostluk kurma imkanınız oldu?

Hikmet AKSOY: - Trabzon basınında Hakimiyet gazetesinin sahibi şair/yazar Ömer Turan Eyüboğlu'yla tanışma mutluluğunu yaşadım. Yeniyol gazetesinin son dönem sahibi Halit Muzaffer Korlu, Trabzon basınına ömrünü adayan Şevket Çulha, Cemal Azmi Tellioğlu, Emin Şefik Yılmaz, Ziyad Nemli, Ömer Güner, Mehmet Tan, Ahmet Selim Teymur, Rasim Şimşek, Ayhan Kıyak ile gazetecilik uğraşım nedeniyle sıcak dostluk bağlarım/ilişkilerim oldu.

İstanbul basınında hemşehri olarak elimden tutan öykücü/gazeteci/yazar Naim Tirali ile Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, yazarlar Tarık Buğra, Kadircan Kaflı, Cevat Refi Ulunay, İbrahim Cüceoğlu, İbrahim Örs, karikatür sanatçıları Semih Balcıoğlu, Ferruh Doğan, Cafer Zorlu, Ayhan Başoğlu, Osman Filiz, Güngör Kabakçıoğlu, Oğuz Aral, Atila Özer, Eflatun Nuri anıları paylaştığım ünlüler oldu. Şu an aklıma gelmeyenler de var tabii. Bugün ise yaşayan pek çok sanatçı, yazar, gazeteci dostum/arkadaşım var. Onların adlarını vermeye gerek var mı?

M. Nihat MALKOÇ: - Karikatür çizerliğiniz yanında, sizin bir de yazarlık yönünüz var. Bugüne değin aşağı yukarı kaç yazı yazdınız? Hikmet Aksoy niçin yazı yazar? Yazı yazmaktaki maksadınızı birkaç cümleyle dile getirir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Yazı yazmayı da en az çizmek kadar önemsiyorum. Çünkü, kimi zaman çizgiyle anlatılamayan güç konular çıkıyor önüme. O zaman bir imdat kapısı olarak yazmayı yeğliyorum. Örneğin, kaleme aldığım çok sayıda kısa mizah öyküm var. Aslında yazmak da çok zor bir olay. Ciddi anlamda Türkçeyi iyi bilmeniz gerekiyor. Bu güven duygusu varsa o zaman yazmak herkes için görevdir bir yerde. Gazeteciliği seçen her kişi kuşkusuz eli kalem tutmalı, yazmalı… Sosyal/kültürel olayların ve sorunların yazıyla dile getirilmesi göründüğü gibi kolay değil elbet. Önce günümüzde “köşe yazısı” diye tanımlanan “fıkra” türü yazıların güncel olayları işleyişi yanında, kuşkusuz bir edebi tat da taşıması/içermesi gerekir diye düşünüyorum.

Gençliğimde bu tür güncel fıkralar yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa, Refii Cevat Ulunay, Falih Rıfkı Atay gibi kalem ustalarının çoğu yazılarının bugün bile okunurluğu “çalakalem” yazmayışlarındandır. Yazdıkları her sözcüğün cümle içinde yerine oturup oturmadığını titizlikle araştıran bu yazarların “kalıcılığı” bu nedenledir. Benim açımdan –güncel de olsa- konunun derinliğini yakalamak ve gelecekte olabilecek gelişmeleri de dikkate alarak yanılgı payını en aza indirgeyip yazmak gibi bir titizliği hep yaşarım. Konum ise çoğunlukla toplumsal olaylar ve insanın iç dünyası olur. Kaç yazı yazdığımı merak etmedim. Meslekte 59. yılımı yaşıyorum. Her yıl ortalama -daha fazla ama - 100 yazı yazsam en az 6000’e yakın yazı eder. Ama bunlar içinde edebî tat açısından, kalıcılık açısından kaçının önemsendiğini bilemiyorum. Ama kimileri var ki, Türkiye’nin siyasal ortamındaki kısır döngünün tekrarlanır olması nedeniyle güncelliğini koruyor dersem yanlış söylemiş olmam herhalde. Gerisini siz hesaplayınız.

M. Nihat MALKOÇ: - Bildiğim kadarıyla her gün Türkiye’nin bir çok yerel gazetesine hiçbir maddi karşılık beklemeden karikatür servis ediyorsunuz. Hangi gazeteler bunlar? Biraz da bundan bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - Hangisinden söz edeyim. Bugün itibariyle 78 yerel gazete… Her biri Anadolu’muzda açan birer kır çiçeği... Buram buram Anadolu insanının güzelliğini, mertliğini yansıtan gazeteler... Benim her ilde en azından 10 kişi üzerinden hesaplarsak sayısı 1000’e yaklaşan dostum var Anadolu’da. Gazetelerin adları ile yayımlandığı iller şöyle: Yeni Adana (Adana), Türkeli (Afyon), Güncel (Ağrı), + Aksaray (Aksaray), Amasya (Amasya), Gerçek, Nehir (Antalya), Mücadele (Aydın), Yeni Haber (Balıkesir), Bartın (Bartın), Çağdaş Batman (Batman), Bayburt Postası (Bayburt), Ekspres (Bolu), Yenigün (Burdur), Ekohaber (Bursa), Olay (Çanakkale), Yenigün (Çankırı), Hizmet (Denizli), Öz Diyarbakır (Diyarbakır), Objektif (Düzce), Sonhaber, Hudut, Önder (Edirne), Palandöken, Albayrak (Erzurum), Milli İrade (Eskişehir), Hakimiyet, Sabah (Gaziantep), Yeşil Giresun, İleri (Giresun), Kuşakkaya (Gümüşhane), Hakkari Postası (Hakkari), Hatay (Hatay), Isparta (Isparta), Bizim Gazete (İstanbul), Yeni Asır, Ege Telgraf (İzmir), Kaynarca (Kahramanmaraş), Yeni Haber (Karabük), Karaman’ın Sesi (Karaman), Kastamonu (Kastamonu), Kayseri Anadolu Haber (Kayseri), 71haber.net (Kırıkkale), Hürfikir (Kırklareli), Memleket(Kırşehir), Kent (Kilis), Özgür Kocaeli, Bizim Gazete (Kocaeli), Yeni Meram, Manşet (Konya), Yeni Kütahya (Kütahya), Hakimiyet (Malatya), Manisa’da Gündem (Manisa), Mardin Haber (Mardin), İmece (Mersin), Yenigün, Devrim (Muğla), Haber (Niğde), Gerçek (Ordu), Zümrüt Rize (Rize), Yenigün (Sakarya), Mücadele, Manşet (Siirt), Bizim Karadeniz (Sinop), Hakikat, Demokrat (Sivas), Yeni Urfa (Şanlıurfa), Trakya (Tekirdağ), Yeni Tokat (Tokat), Akçaabat Yeni Haber (Trabzon), Emek (Tunceli), Olay (Uşak), Bölge (Van), Haberci (Yalova), Yozgat Haber, Yeni Gün (Yozgat), Yeni Ufuk (Zonguldak), Haber (Hollanda), Florida Türk Sesi (USA)...vb.

Madem ki sordunuz, bu konudaki amacımı da açıklayayım. Yerel basında düne değin hiç karikatür yayımlayan gazete yoktu. 1996 Karadeniz fıkraları yanında başlattığım karikatür servisiyle bu sanatı tanıtmayı, sevdirmeyi ve yerel basına karikatür yoluyla katkı vermeyi amaçlıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - 1996 yılında Karadeniz Fıkraları Ajansı’nı kurmanızdaki asıl gayeniz neydi? Bu ajans bugüne kadar ne yaptı?

Hikmet AKSOY: - 1980’li ve 90’lı yıllar Karadeniz Fıkraları’nın en çok kirletilmek istendiği yıllar oldu. Özellikle Slovak, Fransız, Amerikan vb. yabancı kaynaklı fıkralar Karadeniz insanına uyarlanarak büyük bir kirlilik harekatı başlatıldı. Yaygın basında yaşanan bu olumsuzluğu önleme adına 1996 yılında Karadeniz Fıkraları Ajansı’nı kurarak kişisel bir karşı duruş hareketi başlattım. O dönemin Trabzon Valisi – rahmetli - İsmet Gürbüz Civelek’in de çok büyük desteğini gören bu çıkışımla Valilikle ortak bir Karadeniz fıkraları kitabı yayımladık. Daha sonra kişisel çabamla Ajansın yayını olarak “Made in Karadeniz/Fıkralar”, “Temel Dedi ki”, “Kemençe Çalıyım mi?” adlı kitapları yayımladım. Bu kitapların hiçbirini satışa sunmadık. Söz konusu kitaplar Trabzon’da beş yıldızlı bir otelde konaklayan müşterilere bedava dağıtıldı, dağıtılıyor da…

M. Nihat MALKOÇ: - Bugüne kadar hangi kitaplarınız yayımlandı? Yayımlanmaya hazır kitap dosyalarınız var mı?

Hikmet AKSOY: - Az önce adlarını belirttiğim kitaplarım yanında, yine mizah alanında olmak üzere “Karikatür’ün Trabzon Boyutu” adlı bir başka kitabım var. Araştırma/inceleme alanında “Her Yönüyle Vakfıkebir” , “Vakfıkebir İlçesi ve Çevresi” , “Trabzon Basını”,
“Kırmızı Paçalı Güvercin” , “Faik Ahmet Barutçu” , “Bir Ömür Bir Şehir” adlı kitapları yayımladım. Halen elimin altında basımı bekleyen, mizah alanında 2, araştırma/inceleme alanında olmak 1 olmak üzere 3 kitap dosyam var. Karikatürlerimi ve güncel olmayan yazılarımı ayrı ayrı kitaplarda toplayacak iki çalışmamı hazırlamayı sürdürüyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - Hayatta tahammül edemediğiniz şeyler var mı? Sizin için hayatın olmazsa olmazları nelerdir?

Hikmet AKSOY: - Yalancıdan nefret ederim. Kindar insanlardan çok çekinirim, uzak dururum. Politikada çirkin çekişmeleri hiç sevmem. Yaşamın hep sevgi odağında dönüşmesini özlerim/isterim.

M. Nihat MALKOÇ: - Bir sanatçı olarak politikanın neresinde duruyorsunuz? Memleketin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?

Hikmet AKSOY: - Politikayı, kimi politikacıyı sevmiyorum. Çünkü, kimi politikacılar öylesine olumsuzluklar sergiliyorlar ki, neresini, hangi yönlerini seveyim/sevelim? Herhalde bugünkü politik manzaranın yapımcıları ne sokaktaki vatandaş, ne serbest meslek sahibi, ne sanatkar, ne de diğer meslek gruplarıdır bence…

M. Nihat MALKOÇ: - Sayfa editörlüğünü yaptığınız “Türk basınının en uzun ömürlü mizah sayfası” olma özelliğini kazanan TAKA mizah kültürü sayfasının serüveni ne zaman başladı, ne zaman sonlandı?

Hikmet AKSOY: - Bu, çok uzun bir konu. 1981 yılında Karadeniz Gazetesinin sayfalarında başlattığım TAKA mizah kültürü sayfasının Türk Basın Tarihi’nde en uzun süreçte yayımlanmış olması sadece benim için değil, Trabzon basını için de bir gurur kaynağıdır. Sayfanın 30 yıllık yayımlanma sürecinde Trabzonlu çizerler Harun Yavruoğlu, Muammer Kotbaş, Adnan Taç söz konusu bu sayfanın yönetimine katkı verdiler. Görev değişimlerinde gazeteci Asım Kemal Güner de arada boşluk bırakmayarak uzun solukluluğu sağladı. TAKA’nın son döneminde “Kürkçü Dükkanı” örneği yeniden sayfanın yönetimini üstlenme durumunda kaldım. Bana göre bu son dönemin mizah adına çok daha başarılı olmasına karşın, gazete yönetiminin mizaha giderek uzak durması hevesimi kırdı. Büyük üzüntüler yaşamama karşın istemeyerek de olsa TAKA’nın yayınını sonlandırdım. Bugün Trabzon basınında büyük bir mizah boşluğu yaşanıyor.

M. Nihat MALKOÇ: - Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Hikmet AKSOY: - O kadar çok anı var ki, hangisini paylaşayım. Yerel gazetecilik adına
Kuzey Haber’de örnek alınacak çıkışlar yaptık 1980’li yıllarda. Hep çağdaş yeniliklerin peşinde koştuk. Gazeteci arkadaşlarımın çoğu bilmez, gazete satma adına ve okuyucuyu daha kahvaltısında gazetesi ile buluşturma adına gazete dağıtıcısı arkadaşla apartman apartman dolaşıp abone yapmış olmak ne kadar da güzelmiş, şimdi anlıyorum. Japonya’da gazeteler evlere servis edilirken, biz hâlâ okuyucu bayiden gelip gazetesini alsın gibi bir keyfilik içindeyiz.

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Aksoy’un bir günü nasıl geçiyor? Bize rutin bir gününüzü anlatır mısınız?

Hikmet AKSOY: - Sabah saat 05.30’da mutlaka uyanmış ve kalkmış olurum. Her güne sorunsuz başlamayı arzularım. Sabahleyin ilk iş olarak internetten gazetelerin ne gibi haberler verdiğine bakarım. Çünkü önce çizeceğim karikatürün konusunu bulmak durumundayım. Bu arayışım saat 12.00’ye değin sürer. Sonra saat 13.00 olunca çizmeye başlarım. Karikatürüm en geç saat 15.00 olunca biter ve iş gazetelere servis etmeye gelir. Günün boş kalan zamanında kitaplığımda kitap okurum, gelen giden dostlarımla sohbet ederim. Akşamları mutlaka kitap okurum. Bu okumaları her seferinde üç kitap üzerinden sürdürürüm. Gece saat 01.00’de yatarım. 'Yemek yemez misin?', dersen; Zengin sofraları sevmem. Sofrada sadece bir tür yemek yemeyi severim.

M. Nihat MALKOÇ: - Trabzon’u çok seven ve ömrünü bu ilin şirin bir ilçesi olan Vakfıkebir’de geçiren kişisiniz. Sizce Trabzon şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda sizce öncelikle ve özellikle neler yapılmalıdır?

Hikmet AKSOY: - Tam da yarama bastınız. Yıllar yılı bu kentte yaşanan sportif olaylar Türkiye sınırlarını aşıp dünya ölçeğinde yankılanıyor. Ticaret dünyamız da öyledir diyelim. Ama kültür sanat adına bu kentte kısır bir döngü yıllar yılı yaşanıp gidiyor. Sanatçılar ilgisizlik nedeniyle bu kentten hep göç etmek durumunda kaldılar. Bunun örnekleri pek çok. Kültür sanat adına öncelikli olarak bir Kültür Sarayı’nın bir an önce yapılmasını bekliyorum. Kültür ve sanat yaşamını Trabzon’a göre daha az soluyan kentlere bu tür sanat yapıları kuruldu/kuruluyor. Bizde ise sanatçılara “Sanatevi” verilerek bir geçiştirme yaşatılıyor. Niçin birileri çıkıp “-Bizim Kültür Sarayımız ne zaman yapılacak?” demiyor ya da diyemiyor?

Trabzon’un sporda, ticarette kazandığı ünü, kültür ve sanat alanına da taşımasının kolaylığını nedense kimse görmek istemiyor. Yıllar yılı yazıyoruz, söylüyoruz, bu kentte bir büyük kültürel, sanatsal şenlik düzenlenmeli… Arabesk gösterileri her yıl tekrarlayarak kendi kendini aldatma yerine Karadeniz insanının benliğinden gelen mizah olgusunu/coşkusunu sergileyecek bir uluslar arası mizah şenliğini nedense düşünemiyoruz. Bu özlem elbette bir dönem sonra gerçekleşecek, ama niçin zaman yitiriyoruz? Uluslar arası Trabzon Mizah Şenliği’nin içeriğini “kısa mizah öykü yarışması, uluslar arası karikatür yarışması, mizah yazarları imza günü, mizah filmleri gösterileri, yazarlarla söyleşiler, yerel sanatçıların atma türkü yarışması” gibi etkinliklerle zenginleştirebilir/doldurabiliriz. Bunları 10-15 yıldır yazıyor, söylüyoruz ama bakıyorum hep kısır bir döngünün içinde dönüp duruyoruz.

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Aksoy’un bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkanı bulamadığı bir hayali var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Hayal kurmak kimilerine göre güzel şey… Ama yaşam için hep hayal kurup beklemek diye bir şey yok. Yaşam çalışmak, durmadan çalışmaktır bana göre… Kişisel olarak gerçekleştirebileceğim umutları yaşarım. Başarabildiklerim hep bu tür peşine takıldığım umutlarım oldu.

M. Nihat MALKOÇ: - Trabzon basınında bugüne kadar karikatürist, muhabir, yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olarak değişik kademelerde çalışan biri olarak Trabzon yerel medyasının bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

Hikmet AKSOY: - Yarım yüzyıl öncesine göre bugün Trabzon basını çağdaş teknolojiyi kullanır olması kuşkusuz güzel bir gelişme… Ama itiraf edeyim ki, 1960’lı yılların gazetecilik heyecanı maalesef yok. Gazetelerin çağdaş teknikle basılır olması yanında içerik açısından aynı gelişmişliğini söyleyemeyiz. Gazetelerimiz haberleri okurlarına servis ederken, satış noktasında hareketliliğini tamamen kaybediyor. Gazeteler bayiler yoluyla okura sunuluyor. Oysa, gazeteler Batı’da okuyuculara çoğunlukla dağıtıcılar aracılığıyla elden ulaştırılıyor. Bu konuda sözlerimin bir yerinde belirttiğim okuyucu ile gazeteyi buluşturma yöntemi de yeterli değil bana göre… Çünkü, okuyucu öncelikle gazetede kendi aradığını bulmalı. Kadın için olsun, erkek için olsun farklı ilgi alanlarına gazetelerde yer verilmeli. Hangi gazetemizde Kadın, Çocuk, Gençlik, Sanat/Kültür, Yerel Magazin, Mizah gibi sayfalar sürekli düzenleniyor? Hangi gazetemizde çarşı-pazardaki fiyatlar yazılıyor? Kim evlendi, kim öldü, kimin çocuğu doğdu, kim hangi sosyal etkinliği yaşadı?.. Daha nice konuda haber yapan gazete var mı? Hep polisiye, adliye haberleri, olumsuzluklar…

M. Nihat MALKOÇ: - Sanatçıyı yaşatan ve ona yeni eserler verme konusunda şevk ve heyecan veren, değişik kurum ve kuruluşlarca verilen ödüllerdir. Biraz da aldığınız ödüllerden bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - Meslek yaşamımda pek çok kuruluştan ödül aldım. Gençliğimde gazetecilik yarışmalarına girip ödül almayı yeğlerdim. Özellikle de gazetecilik alanındaki kuruluşların ödülünü almaktan mutluluk duyardım. Ama zaman geçince -gençler varken- yarışmaya girmek biz yaşlılar için doğru değil. Nice zamandır bu tutumumu sürdürüyorum. Bu tutumum –Dış ülkelerdeki yarışmalar dışında- devam ediyor. Ama bu kez meslek kuruluşlarımızın takdirleriyle -adayım demeden- ödül almak bir başka mutluluk benim için.

Ödüller vardır, sizin yaşamınızın, gençliğinizin gereği yarışıp alırsınız. Bunu herkes yapmalı. Kendini “Ben de varım!..” diye göstermeli ve hak ettiği ödülü almalı. Ama meslekte belli bir deneyime, olgunluğa ulaşıldığında da birlikte yaşadığınız/yaşattığınız kuruluşunuzun size ödül vermesi ise yaşam heyecanınıza doping oluyor. Birkaç yıldır ben bunu yaşıyorum. Sayısı 50’yi aşan ödüllerim arasında 2010 yılında aldığım “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Meslek Hizmet Ödülü” benim açımdan çok büyük önem taşıyor. Çünkü, bu ödülü bana da verin demiyorsunuz. Cemiyet’in “Seçici Kurulu” 70 yaşına ulaşmış ve meslekte 50 yılını doldurmuş olup halen çalışan gazeteciler arasından seçim yaparak bu ödülü veriyor. Tabii böyle bir ödül almaktan mutluyum. Bu ödülü kendim kadar, Trabzon Basını için aldığımı da belirtmek isterim. Geçtiğimiz Mayıs ayının son günü İstanbul Gazeteciler Derneği’nce karikatür sanatına yurt düzeyinde verdiğim emeğimin/desteğimin karşılığı olarak “Medya Işıkları” ödülüne layık görüldüm. Şimdi bu ödülün mutluluğunu yaşıyorum. Geçen ay Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’miz karikatür konusundaki çabamı “Juri Özel Ödülü” ile değerlendirdi. Önceki yıllarda Balıkesir Gazeteciler Cemiyeti ödül vererek emeğimi alkışladı. Ödüller yanında yurdun çeşitli üniversitelerine çağrılarak Karadeniz mizahını ve karikatürü anlatmış olmam da bana mutluluk veriyor.

M. Nihat MALKOÇ: - Benim sormadığım, fakat sizin söylemek istediğiniz başka bir şeyler varsa bunları okurlarımıza iletir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Gazetecilik yaşamımda olsun, karikatür ve yazarlık uğraşımda olsun sağlığım elverdiği sürece devam etme kararındayım. Bu yaşımda çalışmayı seviyorum. Sevdiğim iş; yazmayı, çizmeyi her gün yaptığım için beyinsel olsun, bedensel olsun dinç görünüyorum. Ömrümün son demine değin bu eylemimi sürdürmeyi istiyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - Değerli Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve sorularımı içtenlikle cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Hikmet AKSOY: - Asıl ben teşekkür ederim. 1960’lı yıllarda emeğim geçen güzel Hizmet Gazetesinin sevgili okurlarıyla sizin bu röportajınızla yine buluşmuş oldum.

KARİKATÜRİST-GAZETECİ-YAZAR HİKMET AKSOY’LA PAZAR SOHBETİ

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ

Güler yüzlü ve dost insan Hikmet Aksoy, Trabzon’un yaşayan en eski sanatçılarından biridir. O, bir koltuğunda birden çok karpuz taşıyabilen ender sanatçılardandır. Zira O, “gazeteci, bankacı, karikatürist, yazar” gibi sıfatları künyesine alın teriyle yazdırmış başarılı bir kişidir. Ömrünü sanata adayan, özellikle karikatür sahasında ölmez eserler ortaya koyan Aksoy, Trabzon sanat tarihinin son dönemini çok iyi bilen insanlardandır. O, bizim için adeta canlı bir tarihtir. Bu güzel simadan Trabzon’un sanat geçmişini dinlemek ayrı bir zevktir.
Hayata çizgilerin arkasından eleştirel bir gözle bakan karikatürist Hikmet Aksoy, 1953’ten beri sanat hamurunu o mahir elleriyle yoğurmaktadır. O, İstanbul’da öğrencilik yıllarında kendini karikatürün içinde buldu ve bu sahadaki önemli isimlerle bir araya geldi. O’nun sanatta öğrencilik konumundan ustalık konumuna yükselişi örnek bir serüvendir.
Hikmet Aksoy sadece karikatürle ilgilenmedi; hemen hemen sanatın her alanına derin alâka duydu. Özellikle gazetecilik O’nun için bir sevda mesleğidir. O, Trabzon’da Hâkimiyet, Hizmet, Kuzey Haber gibi birçok gazetede kalem oynattı.; doğru bildiklerini eğilmeden ve bükülmeden dile getirdi. Yine Trabzon’da Taka Mizah Sayfasını başlatan O’dur. Hikmet Aksoy’un yaşam öyküsüne bakınca O’nun az zamanda ne çok iş yaptığını görürüz.

Karikatür öyle bir sanattır ki bazen bir kitapta anlatılamayacak bir olayı bir karede anlatabilir; tabii ki karikatürü çizenin usta olması şartıyla… İşte Trabzon’un usta çizeri Hikmet Aksoy, bir kitapta anlatılamayacak kadar derin meseleleri bir karede ifade edebilen başarılı bir karikatüristttir. Bunu, bugüne kadar çizdiği binlerce karikatürle ispatlamıştır.

Trabzon basınının duayen isimlerinden biri olan yazar ve karikatürist Hikmet Aksoy, geçimini gazetecilikten kazanmadı. Aksine kazancının çoğunu gazetecilik yoluna harcadı. Bu yüzden hiç kimseye vefa borcu olmadı. Aksoy, vatanî görevini tamamladıktan sonra, Ziraat Bankası’nda görev aldı. Bankacılık ve kooperatifçilik hizmetleri sırasında da basından hiç kopmadı ve yerel/ulusal basında fıkra, makale, fotoğraf, röportaj ve karikatürleri yayınlamdı.

Trabzon’un yetiştirdiği güçlü yazar ve çizerlerden biri olan Hikmet Aksoy, sanat yaşamında elli yılı geride bırakarak bugünlere geldi. O; yazmak ve çizmek, daha doğrusu yeni şeyler üretmek, zamana mührünü vurmak, dünyada hoş bir seda bırakmak gayretinde durdurak bilmiyor. Gençler zamanlarını boşa geçirirken, bu yaştan sonra hayatta makam mevki beklentisi olmayan bu kıymetli sanatçımızın azmi ve kararlılığı alkışlanmaya değerdir.

Bugünkü Pazar Sohbetimizde, Trabzon’dan yola çıkarak ülke genelinde karikatürün duayenlerinden biri olma başarısını gösteren, kıymetli insan Hikmet Aksoy’la hasbıhal edeceğiz. Ona merak ettiklerinizi soracağız, bize samimi cevaplar vereceğinden eminiz…

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Bey hayat hikayenizden biraz bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - İkinci Büyük Savaş’ın arifesinde, 1937 yılında Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde doğmuşum. Babam Rahmetli –biraz da savaşı dikkate almış olacak ki – güçlü, kemikli, gelişmiş olsun; askere öyle gider diye nüfusa kaydımı 1 Kasım 1939 tarihinde yaptırmış. İlkokul ve ortaokulu Vakfıkebir’de okudum. Ortaokul sıralarında gazeteciliğe ilgim başladı. O da şöyle: Kore Savaşı var o sıralar… Babam fırıncı olduğu için ekmeği satarken gazete kağıdına sarıyoruz. Tabii ki, kilo işi gazeteler alırdık. O gazetelerde hep Kore Savaşı’na ilişkin haberler olurdu. Bir de babamın aldığı Cumhuriyet, Yeni Sabah, Hürriyet gibi gazetelerden savaş haberlerini okurken kafamın içinde hep “Ah, ben de bir gazeteci olabilsem” diye bir sevdalanma vardı. Nitekim, o dönemde –Sanıyorum Hürriyet’te- bir 'muhabir aranıyor' ilanı gördüm. Hemen mektup yazdım, haftaya posta ile gelen muhabir kartıyla Vahap Okay’ın “Kolay İlan” gazetesine muhabir olmuştum. Ticarî kimlikli bu gazeteye ne haber gönderebildim, ne de bir katkım oldu.

1953 yılında taraftarı olduğum Vefa futbol takımı Karadeniz turnesinde Trabzon’a gelince gazeteci olma heyecanım daha çok arttı. Aynı yıl Vefa Spor Dergisi’nin muhabiri olarak Trabzon’dan spor haberleri göndermeye başladım. Başlangıç bu oldu. Arkasından Trabzon Ticaret Lisesi’nde okurken Tercüman gazetesinin muhabirliği geldi. Giresun Ticaret Lisesi’ne naklettiğim öğrencilik dönemimde işi o kadar gazeteciliğe döktüm ki, 1957’de yapılan milletvekili seçimlerinde Tercüman gazetesinin “Doğu Karadeniz Seçim Ekibi’nde yer aldım. Tercüman gazetesinin birinci sayfasında seçim ekibi içinde fotoğrafımı görünce mutluluktan uçacak gibi oldum. Bu bir doping oldu benim için. Öğrencilik ve gazetecilik… Ötesini varın siz düşünün... O çağda/yaşımda gazetecilik benim için bir yaşam tarzı olmuştu.

İlerleyen yıllarda Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Gün gazeteleri ile Kim, Akis dergilerinin muhabirliğini yaparken, bir yandan da karikatürle ilgileniyorum. Aslında 1950’li yıllardan bu yana kendi anlayışıma göre karikatürler çiziyorum, ama bunları yayımlamak olanağım yoktu o zamanlar... Çizip bir kenara atıyordum.

1958 yılında İstanbul’da yayımlanan Akbaba mizah dergisine karikatürlerimden örnekler gönderdim. Derginin sahibi Yusuf Ziya Ortaç Bey, yazdığı özel mektupta kimi çizgilerimin düzeltilerek karikatürlerimin yayımlanacağını yazdı ama izleyemediğimden ne oldu bilemiyorum.
Trabzon yerel basını ile ilgim Ticaret Lisesi’nde okurken oldu. Halk, Hakimiyet ve Hizmet gazetelerine haberler yazdım. 959 yılında yüksek öğrenim için İstanbul’a gittiğimde aklım hep gazetelerde idi. Hangisinde çalışabilirim diye önce ziyaretler yaptım. Tercüman, Hürriyet, Cumhuriyet, Vatan gazetelerinde sıcak ilgi ile karşılandım. Aklım hep spor gazeteciliği alanında çalışmaktı. O dönemin, günümüz Fanatik, Foto Maç benzeri gazetesi “Günlük Spor” gazetesinde işe başladım. Bir yandan spor muhabirliği yapıyor, bir yandan da spor mizahı adına karikatürler çiziyordum. Sonraları “Türkiye Spor” gazetesi ile Dünya ve Vatan gazetelerinde çalıştım.

Artık yaşamım öğrencilikten çok, gazetecilik alanında geçiyordu. Bu arada kısa süreli de olsa Hürriyet’te çalışırken yedeksubay öğretmen olarak vatanî görevimi yaparken Simav ilçesinin Pazarlar (Şimdi ilçe oldu) köyünde iki yıl boyunca aylık köycü, eğitici “Köy Raporu” adıyla bir gazete yayımladım. Bir köyde gazete yayımlanması, o dönem basında büyük yankı uyandırdı.. Tabii ki karşılığını da zamanın Milli Eğitim Bakanı’ndan özel takdirname ve Kütahya Valisi’nden ve Milli Eğitim Müfettişinden “Üstün Başarılı” rapor olarak aldım.

M. Nihat MALKOÇ: - Sizin bir de gazetecilik ve yazarlık yönünüz var. Bugüne kadar hangi yayın organlarında yazılar yazdınız? Karikatürler çizdiniz?

Hikmet AKSOY: - Trabzon basınında Hakimiyet, Hizmet, Son Haber, Büyük Liman, Karadeniz, Kuzey Haber, Türksesi, Hürses, Akçaabat Haber, Akçaabat Postası, Akçaabat Yeni Haber, Büyükliman Postası gazetelerine güncel yazılar yazdım. Karikatürler çizdim. İstanbul basınında Büyük Gazete, Günlük Spor, Dünya, Son Havadis, Yeni İstanbul gazeteleri ile Tef ve Şaka mizah dergilerine karikatürler çizdim. Bunlar içinde en uzun soluklu olan Karadeniz ve Kuzey Haber gazetelerindeki çizimlerim oldu.

M. Nihat MALKOÇ: - Sözün gücünün yanında bir de karikatürün gücü vardır. Bu iki ifade biçimini karşılaştırırsanız neler söylersiniz. Karikatürün gücü sözün neresindedir?

Hikmet AKSOY: - Sözün uçup gidiciliği yanında karikatürün asırlar boyu kalıcılığı var. Sözünüzü siz/biz/hepimiz farklı dillerle anlatırız. Ama karikatürde tek dil vardır. O dil evrenseldir. Karikatür ulaştığı her ülkede o ülkenin dili olur. Başka bir ifadeyle karikatür evrensel bir dildir. İşte karikatürün gücü burada… Karikatürist gittiği ülkede dil bilmese de
çizgileriyle derdini anlatır. Bunu Belçika’da, Hollanda’da yaşamış bir sanatçıyım.

M. Nihat MALKOÇ: - Gerek Trabzon özelinde, gerekse Türkiye genelinde topluma mal olmuş gazeteci, şair, yazar ve genel anlamda söylemek gerekirse sanatçılardan kimlerle tanışma ve dostluk kurma imkanınız oldu?

Hikmet AKSOY: - Trabzon basınında Hakimiyet gazetesinin sahibi şair/yazar Ömer Turan Eyüboğlu'yla tanışma mutluluğunu yaşadım. Yeniyol gazetesinin son dönem sahibi Halit Muzaffer Korlu, Trabzon basınına ömrünü adayan Şevket Çulha, Cemal Azmi Tellioğlu, Emin Şefik Yılmaz, Ziyad Nemli, Ömer Güner, Mehmet Tan, Ahmet Selim Teymur, Rasim Şimşek, Ayhan Kıyak ile gazetecilik uğraşım nedeniyle sıcak dostluk bağlarım/ilişkilerim oldu.

İstanbul basınında hemşehri olarak elimden tutan öykücü/gazeteci/yazar Naim Tirali ile Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, yazarlar Tarık Buğra, Kadircan Kaflı, Cevat Refi Ulunay, İbrahim Cüceoğlu, İbrahim Örs, karikatür sanatçıları Semih Balcıoğlu, Ferruh Doğan, Cafer Zorlu, Ayhan Başoğlu, Osman Filiz, Güngör Kabakçıoğlu, Oğuz Aral, Atila Özer, Eflatun Nuri anıları paylaştığım ünlüler oldu. Şu an aklıma gelmeyenler de var tabii. Bugün ise yaşayan pek çok sanatçı, yazar, gazeteci dostum/arkadaşım var. Onların adlarını vermeye gerek var mı?

M. Nihat MALKOÇ: - Karikatür çizerliğiniz yanında, sizin bir de yazarlık yönünüz var. Bugüne değin aşağı yukarı kaç yazı yazdınız? Hikmet Aksoy niçin yazı yazar? Yazı yazmaktaki maksadınızı birkaç cümleyle dile getirir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Yazı yazmayı da en az çizmek kadar önemsiyorum. Çünkü, kimi zaman çizgiyle anlatılamayan güç konular çıkıyor önüme. O zaman bir imdat kapısı olarak yazmayı yeğliyorum. Örneğin, kaleme aldığım çok sayıda kısa mizah öyküm var. Aslında yazmak da çok zor bir olay. Ciddi anlamda Türkçeyi iyi bilmeniz gerekiyor. Bu güven duygusu varsa o zaman yazmak herkes için görevdir bir yerde. Gazeteciliği seçen her kişi kuşkusuz eli kalem tutmalı, yazmalı… Sosyal/kültürel olayların ve sorunların yazıyla dile getirilmesi göründüğü gibi kolay değil elbet. Önce günümüzde “köşe yazısı” diye tanımlanan “fıkra” türü yazıların güncel olayları işleyişi yanında, kuşkusuz bir edebi tat da taşıması/içermesi gerekir diye düşünüyorum.

Gençliğimde bu tür güncel fıkralar yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa, Refii Cevat Ulunay, Falih Rıfkı Atay gibi kalem ustalarının çoğu yazılarının bugün bile okunurluğu “çalakalem” yazmayışlarındandır. Yazdıkları her sözcüğün cümle içinde yerine oturup oturmadığını titizlikle araştıran bu yazarların “kalıcılığı” bu nedenledir. Benim açımdan –güncel de olsa- konunun derinliğini yakalamak ve gelecekte olabilecek gelişmeleri de dikkate alarak yanılgı payını en aza indirgeyip yazmak gibi bir titizliği hep yaşarım. Konum ise çoğunlukla toplumsal olaylar ve insanın iç dünyası olur. Kaç yazı yazdığımı merak etmedim. Meslekte 59. yılımı yaşıyorum. Her yıl ortalama -daha fazla ama - 100 yazı yazsam en az 6000’e yakın yazı eder. Ama bunlar içinde edebî tat açısından, kalıcılık açısından kaçının önemsendiğini bilemiyorum. Ama kimileri var ki, Türkiye’nin siyasal ortamındaki kısır döngünün tekrarlanır olması nedeniyle güncelliğini koruyor dersem yanlış söylemiş olmam herhalde. Gerisini siz hesaplayınız.

M. Nihat MALKOÇ: - Bildiğim kadarıyla her gün Türkiye’nin bir çok yerel gazetesine hiçbir maddi karşılık beklemeden karikatür servis ediyorsunuz. Hangi gazeteler bunlar? Biraz da bundan bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - Hangisinden söz edeyim. Bugün itibariyle 78 yerel gazete… Her biri Anadolu’muzda açan birer kır çiçeği... Buram buram Anadolu insanının güzelliğini, mertliğini yansıtan gazeteler... Benim her ilde en azından 10 kişi üzerinden hesaplarsak sayısı 1000’e yaklaşan dostum var Anadolu’da. Gazetelerin adları ile yayımlandığı iller şöyle: Yeni Adana (Adana), Türkeli (Afyon), Güncel (Ağrı), + Aksaray (Aksaray), Amasya (Amasya), Gerçek, Nehir (Antalya), Mücadele (Aydın), Yeni Haber (Balıkesir), Bartın (Bartın), Çağdaş Batman (Batman), Bayburt Postası (Bayburt), Ekspres (Bolu), Yenigün (Burdur), Ekohaber (Bursa), Olay (Çanakkale), Yenigün (Çankırı), Hizmet (Denizli), Öz Diyarbakır (Diyarbakır), Objektif (Düzce), Sonhaber, Hudut, Önder (Edirne), Palandöken, Albayrak (Erzurum), Milli İrade (Eskişehir), Hakimiyet, Sabah (Gaziantep), Yeşil Giresun, İleri (Giresun), Kuşakkaya (Gümüşhane), Hakkari Postası (Hakkari), Hatay (Hatay), Isparta (Isparta), Bizim Gazete (İstanbul), Yeni Asır, Ege Telgraf (İzmir), Kaynarca (Kahramanmaraş), Yeni Haber (Karabük), Karaman’ın Sesi (Karaman), Kastamonu (Kastamonu), Kayseri Anadolu Haber (Kayseri), 71haber.net (Kırıkkale), Hürfikir (Kırklareli), Memleket(Kırşehir), Kent (Kilis), Özgür Kocaeli, Bizim Gazete (Kocaeli), Yeni Meram, Manşet (Konya), Yeni Kütahya (Kütahya), Hakimiyet (Malatya), Manisa’da Gündem (Manisa), Mardin Haber (Mardin), İmece (Mersin), Yenigün, Devrim (Muğla), Haber (Niğde), Gerçek (Ordu), Zümrüt Rize (Rize), Yenigün (Sakarya), Mücadele, Manşet (Siirt), Bizim Karadeniz (Sinop), Hakikat, Demokrat (Sivas), Yeni Urfa (Şanlıurfa), Trakya (Tekirdağ), Yeni Tokat (Tokat), Akçaabat Yeni Haber (Trabzon), Emek (Tunceli), Olay (Uşak), Bölge (Van), Haberci (Yalova), Yozgat Haber, Yeni Gün (Yozgat), Yeni Ufuk (Zonguldak), Haber (Hollanda), Florida Türk Sesi (USA)...vb.

Madem ki sordunuz, bu konudaki amacımı da açıklayayım. Yerel basında düne değin hiç karikatür yayımlayan gazete yoktu. 1996 Karadeniz fıkraları yanında başlattığım karikatür servisiyle bu sanatı tanıtmayı, sevdirmeyi ve yerel basına karikatür yoluyla katkı vermeyi amaçlıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - 1996 yılında Karadeniz Fıkraları Ajansı’nı kurmanızdaki asıl gayeniz neydi? Bu ajans bugüne kadar ne yaptı?

Hikmet AKSOY: - 1980’li ve 90’lı yıllar Karadeniz Fıkraları’nın en çok kirletilmek istendiği yıllar oldu. Özellikle Slovak, Fransız, Amerikan vb. yabancı kaynaklı fıkralar Karadeniz insanına uyarlanarak büyük bir kirlilik harekatı başlatıldı. Yaygın basında yaşanan bu olumsuzluğu önleme adına 1996 yılında Karadeniz Fıkraları Ajansı’nı kurarak kişisel bir karşı duruş hareketi başlattım. O dönemin Trabzon Valisi – rahmetli - İsmet Gürbüz Civelek’in de çok büyük desteğini gören bu çıkışımla Valilikle ortak bir Karadeniz fıkraları kitabı yayımladık. Daha sonra kişisel çabamla Ajansın yayını olarak “Made in Karadeniz/Fıkralar”, “Temel Dedi ki”, “Kemençe Çalıyım mi?” adlı kitapları yayımladım. Bu kitapların hiçbirini satışa sunmadık. Söz konusu kitaplar Trabzon’da beş yıldızlı bir otelde konaklayan müşterilere bedava dağıtıldı, dağıtılıyor da…

M. Nihat MALKOÇ: - Bugüne kadar hangi kitaplarınız yayımlandı? Yayımlanmaya hazır kitap dosyalarınız var mı?

Hikmet AKSOY: - Az önce adlarını belirttiğim kitaplarım yanında, yine mizah alanında olmak üzere “Karikatür’ün Trabzon Boyutu” adlı bir başka kitabım var. Araştırma/inceleme alanında “Her Yönüyle Vakfıkebir” , “Vakfıkebir İlçesi ve Çevresi” , “Trabzon Basını”,
“Kırmızı Paçalı Güvercin” , “Faik Ahmet Barutçu” , “Bir Ömür Bir Şehir” adlı kitapları yayımladım. Halen elimin altında basımı bekleyen, mizah alanında 2, araştırma/inceleme alanında olmak 1 olmak üzere 3 kitap dosyam var. Karikatürlerimi ve güncel olmayan yazılarımı ayrı ayrı kitaplarda toplayacak iki çalışmamı hazırlamayı sürdürüyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - Hayatta tahammül edemediğiniz şeyler var mı? Sizin için hayatın olmazsa olmazları nelerdir?

Hikmet AKSOY: - Yalancıdan nefret ederim. Kindar insanlardan çok çekinirim, uzak dururum. Politikada çirkin çekişmeleri hiç sevmem. Yaşamın hep sevgi odağında dönüşmesini özlerim/isterim.

M. Nihat MALKOÇ: - Bir sanatçı olarak politikanın neresinde duruyorsunuz? Memleketin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?

Hikmet AKSOY: - Politikayı, kimi politikacıyı sevmiyorum. Çünkü, kimi politikacılar öylesine olumsuzluklar sergiliyorlar ki, neresini, hangi yönlerini seveyim/sevelim? Herhalde bugünkü politik manzaranın yapımcıları ne sokaktaki vatandaş, ne serbest meslek sahibi, ne sanatkar, ne de diğer meslek gruplarıdır bence…

M. Nihat MALKOÇ: - Sayfa editörlüğünü yaptığınız “Türk basınının en uzun ömürlü mizah sayfası” olma özelliğini kazanan TAKA mizah kültürü sayfasının serüveni ne zaman başladı, ne zaman sonlandı?

Hikmet AKSOY: - Bu, çok uzun bir konu. 1981 yılında Karadeniz Gazetesinin sayfalarında başlattığım TAKA mizah kültürü sayfasının Türk Basın Tarihi’nde en uzun süreçte yayımlanmış olması sadece benim için değil, Trabzon basını için de bir gurur kaynağıdır. Sayfanın 30 yıllık yayımlanma sürecinde Trabzonlu çizerler Harun Yavruoğlu, Muammer Kotbaş, Adnan Taç söz konusu bu sayfanın yönetimine katkı verdiler. Görev değişimlerinde gazeteci Asım Kemal Güner de arada boşluk bırakmayarak uzun solukluluğu sağladı. TAKA’nın son döneminde “Kürkçü Dükkanı” örneği yeniden sayfanın yönetimini üstlenme durumunda kaldım. Bana göre bu son dönemin mizah adına çok daha başarılı olmasına karşın, gazete yönetiminin mizaha giderek uzak durması hevesimi kırdı. Büyük üzüntüler yaşamama karşın istemeyerek de olsa TAKA’nın yayınını sonlandırdım. Bugün Trabzon basınında büyük bir mizah boşluğu yaşanıyor.

M. Nihat MALKOÇ: - Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Hikmet AKSOY: - O kadar çok anı var ki, hangisini paylaşayım. Yerel gazetecilik adına
Kuzey Haber’de örnek alınacak çıkışlar yaptık 1980’li yıllarda. Hep çağdaş yeniliklerin peşinde koştuk. Gazeteci arkadaşlarımın çoğu bilmez, gazete satma adına ve okuyucuyu daha kahvaltısında gazetesi ile buluşturma adına gazete dağıtıcısı arkadaşla apartman apartman dolaşıp abone yapmış olmak ne kadar da güzelmiş, şimdi anlıyorum. Japonya’da gazeteler evlere servis edilirken, biz hâlâ okuyucu bayiden gelip gazetesini alsın gibi bir keyfilik içindeyiz.

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Aksoy’un bir günü nasıl geçiyor? Bize rutin bir gününüzü anlatır mısınız?

Hikmet AKSOY: - Sabah saat 05.30’da mutlaka uyanmış ve kalkmış olurum. Her güne sorunsuz başlamayı arzularım. Sabahleyin ilk iş olarak internetten gazetelerin ne gibi haberler verdiğine bakarım. Çünkü önce çizeceğim karikatürün konusunu bulmak durumundayım. Bu arayışım saat 12.00’ye değin sürer. Sonra saat 13.00 olunca çizmeye başlarım. Karikatürüm en geç saat 15.00 olunca biter ve iş gazetelere servis etmeye gelir. Günün boş kalan zamanında kitaplığımda kitap okurum, gelen giden dostlarımla sohbet ederim. Akşamları mutlaka kitap okurum. Bu okumaları her seferinde üç kitap üzerinden sürdürürüm. Gece saat 01.00’de yatarım. 'Yemek yemez misin?', dersen; Zengin sofraları sevmem. Sofrada sadece bir tür yemek yemeyi severim.

M. Nihat MALKOÇ: - Trabzon’u çok seven ve ömrünü bu ilin şirin bir ilçesi olan Vakfıkebir’de geçiren kişisiniz. Sizce Trabzon şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda sizce öncelikle ve özellikle neler yapılmalıdır?

Hikmet AKSOY: - Tam da yarama bastınız. Yıllar yılı bu kentte yaşanan sportif olaylar Türkiye sınırlarını aşıp dünya ölçeğinde yankılanıyor. Ticaret dünyamız da öyledir diyelim. Ama kültür sanat adına bu kentte kısır bir döngü yıllar yılı yaşanıp gidiyor. Sanatçılar ilgisizlik nedeniyle bu kentten hep göç etmek durumunda kaldılar. Bunun örnekleri pek çok. Kültür sanat adına öncelikli olarak bir Kültür Sarayı’nın bir an önce yapılmasını bekliyorum. Kültür ve sanat yaşamını Trabzon’a göre daha az soluyan kentlere bu tür sanat yapıları kuruldu/kuruluyor. Bizde ise sanatçılara “Sanatevi” verilerek bir geçiştirme yaşatılıyor. Niçin birileri çıkıp “-Bizim Kültür Sarayımız ne zaman yapılacak?” demiyor ya da diyemiyor?

Trabzon’un sporda, ticarette kazandığı ünü, kültür ve sanat alanına da taşımasının kolaylığını nedense kimse görmek istemiyor. Yıllar yılı yazıyoruz, söylüyoruz, bu kentte bir büyük kültürel, sanatsal şenlik düzenlenmeli… Arabesk gösterileri her yıl tekrarlayarak kendi kendini aldatma yerine Karadeniz insanının benliğinden gelen mizah olgusunu/coşkusunu sergileyecek bir uluslar arası mizah şenliğini nedense düşünemiyoruz. Bu özlem elbette bir dönem sonra gerçekleşecek, ama niçin zaman yitiriyoruz? Uluslar arası Trabzon Mizah Şenliği’nin içeriğini “kısa mizah öykü yarışması, uluslar arası karikatür yarışması, mizah yazarları imza günü, mizah filmleri gösterileri, yazarlarla söyleşiler, yerel sanatçıların atma türkü yarışması” gibi etkinliklerle zenginleştirebilir/doldurabiliriz. Bunları 10-15 yıldır yazıyor, söylüyoruz ama bakıyorum hep kısır bir döngünün içinde dönüp duruyoruz.

M. Nihat MALKOÇ: - Hikmet Aksoy’un bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkanı bulamadığı bir hayali var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Hayal kurmak kimilerine göre güzel şey… Ama yaşam için hep hayal kurup beklemek diye bir şey yok. Yaşam çalışmak, durmadan çalışmaktır bana göre… Kişisel olarak gerçekleştirebileceğim umutları yaşarım. Başarabildiklerim hep bu tür peşine takıldığım umutlarım oldu.

M. Nihat MALKOÇ: - Trabzon basınında bugüne kadar karikatürist, muhabir, yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olarak değişik kademelerde çalışan biri olarak Trabzon yerel medyasının bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

Hikmet AKSOY: - Yarım yüzyıl öncesine göre bugün Trabzon basını çağdaş teknolojiyi kullanır olması kuşkusuz güzel bir gelişme… Ama itiraf edeyim ki, 1960’lı yılların gazetecilik heyecanı maalesef yok. Gazetelerin çağdaş teknikle basılır olması yanında içerik açısından aynı gelişmişliğini söyleyemeyiz. Gazetelerimiz haberleri okurlarına servis ederken, satış noktasında hareketliliğini tamamen kaybediyor. Gazeteler bayiler yoluyla okura sunuluyor. Oysa, gazeteler Batı’da okuyuculara çoğunlukla dağıtıcılar aracılığıyla elden ulaştırılıyor. Bu konuda sözlerimin bir yerinde belirttiğim okuyucu ile gazeteyi buluşturma yöntemi de yeterli değil bana göre… Çünkü, okuyucu öncelikle gazetede kendi aradığını bulmalı. Kadın için olsun, erkek için olsun farklı ilgi alanlarına gazetelerde yer verilmeli. Hangi gazetemizde Kadın, Çocuk, Gençlik, Sanat/Kültür, Yerel Magazin, Mizah gibi sayfalar sürekli düzenleniyor? Hangi gazetemizde çarşı-pazardaki fiyatlar yazılıyor? Kim evlendi, kim öldü, kimin çocuğu doğdu, kim hangi sosyal etkinliği yaşadı?.. Daha nice konuda haber yapan gazete var mı? Hep polisiye, adliye haberleri, olumsuzluklar…

M. Nihat MALKOÇ: - Sanatçıyı yaşatan ve ona yeni eserler verme konusunda şevk ve heyecan veren, değişik kurum ve kuruluşlarca verilen ödüllerdir. Biraz da aldığınız ödüllerden bahseder misiniz?

Hikmet AKSOY: - Meslek yaşamımda pek çok kuruluştan ödül aldım. Gençliğimde gazetecilik yarışmalarına girip ödül almayı yeğlerdim. Özellikle de gazetecilik alanındaki kuruluşların ödülünü almaktan mutluluk duyardım. Ama zaman geçince -gençler varken- yarışmaya girmek biz yaşlılar için doğru değil. Nice zamandır bu tutumumu sürdürüyorum. Bu tutumum –Dış ülkelerdeki yarışmalar dışında- devam ediyor. Ama bu kez meslek kuruluşlarımızın takdirleriyle -adayım demeden- ödül almak bir başka mutluluk benim için.

Ödüller vardır, sizin yaşamınızın, gençliğinizin gereği yarışıp alırsınız. Bunu herkes yapmalı. Kendini “Ben de varım!..” diye göstermeli ve hak ettiği ödülü almalı. Ama meslekte belli bir deneyime, olgunluğa ulaşıldığında da birlikte yaşadığınız/yaşattığınız kuruluşunuzun size ödül vermesi ise yaşam heyecanınıza doping oluyor. Birkaç yıldır ben bunu yaşıyorum. Sayısı 50’yi aşan ödüllerim arasında 2010 yılında aldığım “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Meslek Hizmet Ödülü” benim açımdan çok büyük önem taşıyor. Çünkü, bu ödülü bana da verin demiyorsunuz. Cemiyet’in “Seçici Kurulu” 70 yaşına ulaşmış ve meslekte 50 yılını doldurmuş olup halen çalışan gazeteciler arasından seçim yaparak bu ödülü veriyor. Tabii böyle bir ödül almaktan mutluyum. Bu ödülü kendim kadar, Trabzon Basını için aldığımı da belirtmek isterim. Geçtiğimiz Mayıs ayının son günü İstanbul Gazeteciler Derneği’nce karikatür sanatına yurt düzeyinde verdiğim emeğimin/desteğimin karşılığı olarak “Medya Işıkları” ödülüne layık görüldüm. Şimdi bu ödülün mutluluğunu yaşıyorum. Geçen ay Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’miz karikatür konusundaki çabamı “Juri Özel Ödülü” ile değerlendirdi. Önceki yıllarda Balıkesir Gazeteciler Cemiyeti ödül vererek emeğimi alkışladı. Ödüller yanında yurdun çeşitli üniversitelerine çağrılarak Karadeniz mizahını ve karikatürü anlatmış olmam da bana mutluluk veriyor.

M. Nihat MALKOÇ: - Benim sormadığım, fakat sizin söylemek istediğiniz başka bir şeyler varsa bunları okurlarımıza iletir misiniz?

Hikmet AKSOY: - Gazetecilik yaşamımda olsun, karikatür ve yazarlık uğraşımda olsun sağlığım elverdiği sürece devam etme kararındayım. Bu yaşımda çalışmayı seviyorum. Sevdiğim iş; yazmayı, çizmeyi her gün yaptığım için beyinsel olsun, bedensel olsun dinç görünüyorum. Ömrümün son demine değin bu eylemimi sürdürmeyi istiyorum.

M. Nihat MALKOÇ: - Değerli Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve sorularımı içtenlikle cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Hikmet AKSOY: - Asıl ben teşekkür ederim. 1960’lı yıllarda emeğim geçen güzel Hizmet Gazetesinin sevgili okurlarıyla sizin bu röportajınızla yine buluşmuş oldum.

KÜLTÜREL DEĞİŞİME VE DÖNÜŞÜME DAİR ŞAİR-YAZAR MUSTAFA KADİR ATASOY'LA SÖYLEŞİ
Söyleşiyi Gerçekleştiren: M. Nihat MALKOÇ
M. Nihat MALKOÇ: Öncelikle kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız? Kimdir Mustafa Kadir Atasoy?
Mustafa Kadir ATASOY: 45 yaşındayım. Trabzon’da doğdum. Şiir yazıyorum, İngilizce ve Çekçeden şiir çevirisi yapıyorum. Zaman zaman gazete ve dergilerde yazıyorum. Üç kitap yayınladım. Geçmişte Kültür Bakanlığı, Başbakanlık ve Anayasa Mahkemesi’nde çalıştım.
M. Nihat MALKOÇ: izce Türkiye’nin değişim ve dönüşümünde kültürel önceliklerimiz neler olmalı?
Mustafa Kadir ATASOY: İnsanî değerlerin gerilediği garip bir sosyal çağda yaşadığımızı fark etmeliyiz. Attığımız her adımda bu değerlere ve insanın asıl kimliğinin ne olduğuna dair bir düşünüşümüz olmalı. Dünyayı cehenneme döndürmeye çalışanların aksi yönünde kalıcı, tesiri uzun sürecek işlerin peşinde koşmalıyız. Ancak kültürel bir noktadan hareketle bir üst tasarım gerçekleştireceğimizi fark etmeliyiz. Küresel kültürü sorguya çekmeliyiz. Bizi daha nazik insanlar yapıp yapmadığını, daha bilgili hale getirip getirmediğini sorgulamalıyız. Bugün bilgi el üstünde tutulan bir şey mi? Gerçekten bilgi çağında mı yaşıyoruz? Bunları sorgulamalıyız.
M. Nihat MALKOÇ: Son dönemde kültürel iktidar tartışması yapılıyor. Bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?
Mustafa Kadir ATASOY: Kültür gündemimizde fazla yer almayan bir alan. Maalesef bu böyle. Kültürel iktidar tartışmalarında kısa bir süre de olsa kültür gündeme geldi. Bu açıdan da faydalı oldu. Alev Alatlı’nın söylediği bir şey vardı. “Binlerce yılın inançları, değer yargıları, yaşam biçimleri, sanatları ile yoğrulan kültüre iktidar olunmaz” dedi. Ama son yirmi, otuz yılın küresel kültürü bunu başardı, kültürel iktidar kurdu Türkiye’de. Bir şeyler yapmadan önce bunu tespit etmemiz gerek.
Ben bu kültürel iktidar talebinden "yeni bir Mimar Sinan yetiştirelim, Katip Çelebiler, Mustafa Akkadlar çıkaralım"ı anlıyorum. Pop kültüre bir karşı duruşu anlıyorum. Totaliter bir şey çıkmaz bundan. Öte tarafta kültürel iktidar talebine karşı çıkanlar, çoğulcu demokrasiyle bağdaşmadığını söyleyenler küresel kültür işgalini umursamıyor gibiler. Biz ağaç kovuğundan çıkmadık. Bu ülkede elbet bir medeniyet davası güdülecek. Yoksa bu sürecin sonu fena.

M. Nihat MALKOÇ: Popüler kültürün kadim ve yerleşik kültürün yerine geçtiği (buna istilâ ettiği de diyebiliriz) bu milenyum çağında bu dengesizliği eski dengesine döndürmek için nasıl bir kültürel politika izlemeliyiz?

Mustafa Kadir ATASOY: Hepimizin 2021’i iyi okuması gerek. ABD için George Floyd ayaklanmaları, dükkânların yağmalanması ne ifade ediyor bunu görmemiz gerek. ABD'de insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi gibi kavramlar artık kâğıt üzerinde. Zaten bir şey ya kâğıt üzerindedir ya da kültürü gelişmiştir. Bizim yeni kültürel çerçeveyi bu noktadan hareketle geliştirmemiz gerek.

Tayyip Bey beş yıl önce yaptığı bir konuşmada kültürde ve eğitimde başarılı değiliz demişti. Mesele şu ki kültürde ve eğitimde başarısızsanız hiçbir alanda başarılı sayılmazsınız. Kültürel iktidar talebinin altı henüz doldurulmadı, öylece konuşuldu ve kaldı. Futbolda takımlar ne yapar? Bir oyun tarzı belirlerler ve bu oyunlarını geliştirmeye çalışırlar. Kültürde bizim bir oyunumuz hâlâ yok.

M. Nihat MALKOÇ: Millet olarak hâlâ bir kültür politikası oluşturamadığımızdan yakınan aydınlarımızdan birisiniz. Sizce Osmanlı'nın mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir kültürel politika oluşturmalıydı?
Mustafa Kadir ATASOY: Fenerbahçe’nin cumhuriyet olarak anıldığı, Ulus’un pavyonlarla dolu bir semt olduğu günümüzden baktığımızda kuvvetli ezberlerin işe yaramadığını görüyoruz. İnsanî değerleri, erdemleri geliştirmeye daha çok önem verilmeliydi. Belki Fransız İhtilali’nden daha fazla Edmund Burke okuması yapılmalıydı. Geldiğimiz ezberci noktayı iyi analiz etmeliyiz. Sloganları olan kimselerle dolu her yer. Andrew Stroehlein dinin inanca dair bir şeyden çok bir kimlik unsuru olduğunu söylüyordu. Kemalizm için de geçerli, o da fikriyata dair olmaktan çok bir kimlik unsuru… İdeolojiler geniş kesimler tarafından birer düşünüşten daha çok kimlik unsuruna dönüştü. Bir çoğumuz Yılmaz Özdil’in 2500 liraya satışa çıkardığı Mustafa Kemal kitabı için "cildinde ve kutusunda kullanılan cilt bezi Japonya’da sırf bu proje için özel olarak üretildi. İsveç’ten Munken Pure kağıt getirildi. Almanya’dan Gmund Color kağıt getirildi, kitapta Arjantinli Sproviero tarafından tasarlanmış özel yazı tipi kullanıldı " şeklinde savunma yapmasına benzer bir akıl tutulması yaşıyor. Milliyetçilik, Halkçılık nerede? Halkçı parti lideri Etro gömlek giyiyordu. Peki İslamcılık nerede? Mülki idare amiri 9 bin liralık Valentino, muhafazakar mebus 12 bin liralık Balenciaga ayakkabı kullanıyor. Göçük altında kalan oğlunun cenazesine yırtık kara lastik ayakkabıyla gelen Recep Gökçe geçen ay vefat etti. Pahalı ithal ayakkabılar halkla irtibatın kalktığı ve inancın buharlaştığı Stroehlayncı kimliğe işaret etmiyor mu? Gösterişçi sözde muhafazakar İnstagram fenomenleri türedi. Mantığın, bilginin, erdemin öneminin giderek kaybolduğu bir çağdayız. Anıl Çeçen emperyalizme kucak açmış bir Neo-Kemalizm tehlikesinden bahsediyor.
M. Nihat MALKOÇ: Bugün dünyada bir medeniyetler çatışmasından söz edebilir miyiz? Şayet böyle bir çatışma varsa bunu medeniyetler ittifakına döndürmek mümkün müdür? Medeniyetler ittifakı kavramının reel dünyadaki yeri ve uygulanabilirliği konusunda neler söylemek istersiniz?
Mustafa Kadir ATASOY: Batı ve Müslümanlar bağlamında konuşacak olursak bir noktadan sonra her şey değişecek gibi görünüyor. Çünkü Müslümanların Batı ülkelerindeki nüfuzları çok artıyor. Marsilya’nın yaklaşık yüzde kırkı Müslüman kimliğe sahip. Problemler çatışmayla çözülecek gibi değil. Müslümanlar da Müslüman gibi davranabilmeli. Dosdoğru insanlar olabilmeli.
Savaşların, çatışmaların başka sonuçları da var. Ülkeler arasında etkileşimi arttırıyorlar. Bolşevik Devrimi sonucunda 2,5 milyon Rus vatandaşı Batı ülkelerine gitti. İki dünya savaşı arasında 450.000 Polonyalı Batı’ya göç etti. Dün Ortadoğu’da savaş çıktı ama bugün göçler büyük değişimlere yol açıyor. Batı ve İslâm daha da yakınlaşacak. Batı ülkelerinin bu trendi dikkate alacak bir yaklaşım geliştirmesi gerekiyor. Çatışma çözüm değil.
M. Nihat MALKOÇ: Yüzlerce yıllık kültür ve medeniyet birikimimizi başta Avrupa olmak üzere, dünyanın egemen güçlerine yeterince tanıtamadığımız için baskın kültürlerin gölgesine mahkum oluyoruz. Bundan kurtulmak için nasıl bir hamle yapmamız gerekir? Çıkış yolu nedir?
Mustafa Kadir ATASOY: Tanıtmak için nitelikli üretmek lâzım. Benim kavramım kültür savaşı değil kültür ihracı. Bu demokratik bir kavram. İhraç edebilmek için kaliteli üretim yapmak gerek. Bu çok önemli. Siz çocuğunuza bile bir şeyi zorla kabul ettiremezsiniz, sizden ancak ithal edebilir. O da nitelikli olanı talep ediyor.

Kültür dediğimizde önce insanî değerleri düşünmeliyiz. Saygıyı, yardımlaşmayı, çocuklara daha fazla değer vermeyi düşünmeliyiz. Kültürün kâğıt üzerinde kalmayacak politikasını geliştirmeliyiz. Devlet varsa politika vardır, olmalıdır, tabii ki kültürün politikası olacaktır. Millî eğitime dayatma diyor muyuz? Eğitim bizim için ne kadar önemli, değil mi? Bilginin kültürün bir fonksiyonu olduğunu görmek gerek. Böyle aldığımızda kültürel iktidar eğitim politikalarıyla ilgili oluyor. Cumhuriyet döneminde Oktay Sinanoğlu veya Aziz Sancar çapında kaç bilim adamı yetiştirdiğimizle ilgili oluyor. İkisi de uzun yıllar yurtdışında yaşamış olmalarına rağmen bu toprağa bağlı insanlar oldular. Sinanoğlu Türkçe davasının bayraktarı oldu. Sancar kazandığı para ödüllerini Kuzey Karolina’da bir “Türk Evi” kurma projesine harcadı. Bu noktadan bakıldığında millî eğitim tartışmaları yanlış bir zeminde yapılıyor. Aynı zamanda üst düzey bilim adamları oldular. Cumhuriyet devrinde böyle kaç örnek yetiştirdik, bu önemli…
Millî eğitim birbirine saygılı, kitap okuma alışkanlığı edinmiş bireyler yetiştirmeyi de başaramıyor. Millî eğitim “millî” de değil. Bir röportaj var televizyonda, Kıbrıs nerede diye soruyorlar vatandaşlarımıza. Kimisi Karadeniz’de diyor, kimisi Ege’de diyor, Kimisi Sicilya’da diyor. Biz eğer Kıbrıs’ı, Batı Trakya’yı gençlere anlatamayacaksak eğitimin de bir anlamı yok.
Sadece okullarla da ilgili değil. Bir TV sosyetesi var Türkiye’de… Diziler ve magazin programları genelde gençlere hedonist bir kültürü aşılıyor. Yalıda yaşayan, lüks arabaya binen, ama beyni meşgul olmayan bir model sunuyorlar. Bizim TV sosyetesi yerine TC sosyetesi geliştirmemiz lâzım. Kendi kültür lobimizi de oluşturmamız lâzım. Tabi uygulayıcılar çok önemli. Başarılı olmak için doğru isimlerle de çalışmak gerekiyor.
M. Nihat MALKOÇ: Türkler İslâmiyet'in kabulünden sonra yerleşik hayatla birlikte kendi özgün mimarî çizgilerini bulmuşlardı. Yani inşa edilen yapılarda barınma amaçlarının yanında, estetik gayeler de güdülüyordu. Bugün kadim Türk (Selçuklu, Osmanlı gibi) çizgilerinin hakim olduğu bir mimarîden söz etmek pek mümkün değil. Belli bir geleneğe dayanmayan, göze hoş gelmeyen, kozmopolit bir mimarî söz konusu. Buna bir çeşit mimarî kaos da demek mümkün. Bu kaostan nasıl kurtulabiliriz? 16. yüzyılın mimarî yükünü tek başına sırtlayan bir Mimar Sinan'ın yerini beş asırdan beri dolduramadık. Niçin bu çağın özgün bir Mimar Sinan'ı yok?
Mustafa Kadir ATASOY: Sondan başlayayım. Bir Rönesans sanatçısı Antonio Averlino “Sanatçı ana ise, sanat hamisi de babadır” der. Yani sanatçının arkasında kim var bu önemli. Mimar Sinan var olduysa bu onu bulup destekleyen bir akıl var olduğu içindi. Bizim dava ve fikriyatımız zayıf olduğu için mimar ve mimarî de yeterince var olamıyor. Bugün kıymetli mimarlar yetişiyor ama desteklenmedikçe var olamıyorlar. Batıda Gotik, Rönesans, Barok, Kübist, Modernist hepsinin altında farklı bir düşünüşün olduğunu bilmeliyiz. Romanesk sanat görece basitti. Kilise kendi davasını güdebilmek için Peter Parler gibi mimarları buldu. Davası olan insanlar gül pencereleri geliştirebildi. 12. yüzyıldan sonra uzun bir süre Avrupa köylüsünün görebileceği en etkileyici şey bir Gotik katedraldi. Bu çok önemli. Televizyon yok, otomobil yok, futbol yok… Kilise tebliğ yapmak, halkı etki altına almak istemiş. İnancın bir ifadesi… Michelangelo, Leonardo Da Vinci, Donatello, Rönesans sanatçıları Kilise’ye hizmet etmediler mi? Divriği Ulu Cami yapıldığında o dönemde Avrupa’da onunla yarışabilecek çok fazla sayıda “form eser” yoktu. Özgün bir formu var. Nedeni ecdadımızın hakikatinin, fikriyatının olması. Fikriyat eskiyi aynen almaktan, tekrar etmekten ziyade yeni formlarda dirilmeyi gerektiren bir şey. İmanı camide tazelemeli, mimarimizi ve şehirciliğimizi bir seviyeye taşıyabilecek adamları bulup desteklemeliyiz. Geçenlerde Yusuf Kaplan Bey Manhattan’daki mimarinin anlamsızlığından bahsediyor ama gençlerimiz Chrysler Building’i, Empire States’i, Lever House’u muhakkak öğrenmeli. Bilmeden, okumadan ithal etmek mümkün. Bir sonraki fikri, bir sonraki formu ortaya çıkarmak mümkün değil. İhraç etmek mümkün değil.
M. Nihat MALKOÇ: Son olarak kültürel değişim ve dönüşümün bugünü ve yarını hakkında başka neler söylemek istersiniz? Bu hususta yarınlardan umutlu musunuz?
Mustafa Kadir ATASOY: Rabindranath Tagore inancı tanyeri ağarmadan önce gün doğumunu hissederek öten kuşa benzetir. Bizim de güzel bir şarkı söylememiz gerek bugüne. Umutlu olmak zorundayız. Yellowstone Milli Parkı gibi dünyadaki en güzel orman alanları uzun zaman önce volkan lavlarının her şeyi yaktığı çöl gibi yerlerdi. Volkan külü en besleyici bir maddedir. Allah’ın hikmeti işte, kötü gördüğümüz şeyler için de değişim, dönüşüm kanunları geçerli. Evet, saygının, inceliğin, barışın yeşereceğini ümit ediyorum, hadlerin aşıldığı bir dünyada haddini aşanın zıddına dönüşmesi üzerine düşünüyorum.
M. Nihat MALKOÇ: Kıymetli vaktinizi bize ayırıp kültürel değişim ve dönüşüm konusundaki düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
Bana bu konuya dair düşüncelerimi okuyucularınızla paylaşma imkânı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim.

GAZETECİ NEVZAT YILMAZ’LA PAZAR SOHBETİ
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ
Trabzon’da ‘basın’ deyince akla gelen ilk isimlerden biridir Nevzat Yılmaz… Çünkü o, Trabzon’un en eski gazetecilerinden biridir. O, çocukluğundan beri gönlünü gazeteciliğe vermiştir. Ortahisar’daki küçük matbaasında büyük işler yapan bir dost simadır O…
Trabzon basınının emektarlarından biri olan Nevzat Yılmaz iyi bir dosttur. Onun sohbeti gıybetten uzaktır. Hiç kimse için kötülük düşünmez. Trabzon için yazılan bir satır yazı bile onu heyecanlandırır. Şair ve yazarların kitaplarının okurlara ulaşmasında bir köprü görevi görür. Burası bir çeşit dağıtım ofisi gibi vazife görür. Buraya gelen herkesin eline ya bir kitap, ya bir dergi tutuşturulur. Eskiden İstanbul’daki ‘Küllük’ neyse burası da odur. Trabzon’un Küllük’üdür Nevzat Yılmaz’ın matbaası… Burada söze edeple başlanır, futbol değil; edebiyat, kültür, sanat ve Trabzon’un geleceği konuşulur. Muhabbetler sevgiyle beslenir.
Bugünkü Pazar Sohbetimizde gazeteci-yazar Sayın Nevzat Yılmaz’la söyleştik…
M. Nihat Malkoç: Nevzat Bey kendinizden ve ailenizden bahseder misiniz?
Nevzat Yılmaz: Trabzon’un Akçaabat ilçesinde doğdum. Babam öğretmen olduğu için tayini Trabzon’a çıktı. Böylelikle biz de Trabzon’a taşındık. İlk, orta ve lise tahsilini Trabzon’da tamamladım. Gazetecilik ve matbaacılık mesleğine karşı büyük ilgim vardı. Ortaokulda okurken yaz tatillerinde bir matbaada çırak olarak çalışıyordum. 1972 yılında matbaa kurarak basın yayın hayatına atıldım. 1968 yılında başladığım basın sektöründeki çalışmalarıma bugüne değin devam ediyorum. Bugüne kadar çok sayıda kitabın basımına katkı sağladım. Mesleğe başladığım günden beri pek çok gazete ve dergide muhabirlik yaptım, köşe yazarlığı yaptım. Bugüne kadar değişik kurumlardan 11 ödül aldım. Gazetecilik ve meslekî yöneticilik alanında konferanslar verdim. Yerel televizyonlarda beş yıl boyunca aralıksız olarak kültür ve sanat programları hazırlayıp sundum.
İlk yazılarımı Trabzon’da İleri Gazetesinde yayımladım. 1978 yılında Trabzon Basın Birliği Fikir ve Matbaa İşçileri Derneği’nin kurucuları arasında yer alarak ilk dönem başkanlığını yürüttüm. 1980 yılında kurulan Trabzon Kültür Müdürlüğü Tiyatro ve Sosyal Faaliyetler Derneği kurucu üyeliğinde bulundum. 20 yıl boyunca Anadolu Basın Birliği Trabzon temsilciliğini yaptım. Aynı birliğin Trabzon Şubesini kurarak bir dönem de Trabzon şubesi başkanlığında bulundum. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti, Trabzon Karadeniz Yazarlar Birliği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiyim. Bu arada Trabzon Belediyesi Kültür Araştırma Kurulu’nda da görev yapmaktayım.
1981 yılında gazetecilik alanındaki başarılarımdan ötürü İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek’ten ödül aldım. 1981 yılı başında üç ayda bir olmak üzere yayımlanan “Kemençe” kültür, sanat, aktüalite, folklor ve mizah dergisini çıkardım. Anadolu Radyo ve Televizyon Yayıncılar Birliği Genel Merkez Kurucuları arasında yer aldım. Söz konusu birliğin Karadeniz Bölgesinin Şube Başkanlığını yaptım. Trabzon Turizm Derneği üyeliği gibi sosyal etkinliği olan kuruluşlarda bulundum. Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluşunda bulunarak bir dönem yönetim kurulunda da görev yaptım. Trabzon'da yayın yapan birçok radyo ve televizyonda kültür ve sanat programları hazırlayıp sunuculuğunu yaptım. 1991 yılının başında Trabzon Haber gazetesini çıkardım. Geniş kitlelere ulaşan bu haftalık gazete, yayınını hâlâ devam ettirmektedir. Çevrede oldukça olumlu bir etki yapan ve tarafımdan çıkarılmakta olan bu gazetede Trabzon'un belli başlı konuları ve sorunları işlenmektedir.
“Olaylarda Basın”, “Anayasal Basın”, “Makaleler” adında üç kitabım vardır.
M. Nihat Malkoç: Gazeteciliğe nasıl başladınız? Bunun bir hikâyesi var mı? Varsa anlatır mısınız?
Nevzat Yılmaz: Gazeteciliğe başlamam herhangi bir kişinin teşvik ve telkiniyle ilgili değildir. Bana hiç kimse ‘bu işi yap’ demedi. Sırf kendi isteğimle gazetecilik ve yazarlık mesleğini seçtim. Baştan beri bu işe meylim ve isteğim vardı. Kırk iki yıldan beri de aralıksız olarak bu işi yapıyorum. Emekli olduğum halde yine bu mesleğin içerisinde aktif olarak bulunuyorum. Çünkü gazetecilik mesleğini seviyorum. Bu gibi işler parayla değil, ancak sevgiyle yapılır. Zira bu iş, sanıldığı gibi kolay bir iş değildir; çok meşakkatlidir.
M. Nihat Malkoç: Trabzon’un yaşayan tanıklarındansınız. Bugüne kadar Trabzon kültüründe iz bırakmış kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Kimleri tanıdınız?
Nevzat Yılmaz: Ömrüm boyunca bu şehirde yaşadım, bu şehrin havasını soludum. Bu şehir beni adeta bir mıknatıs gibi kendine çekti. Bu şehirde yaşamaktan son derece mutluyum. Hayatım boyunca çok insan tanıdım, çok insanla şahsî dostluklarım oldu. Kimseyle şahsî husumetim olmadı çok şükür… Dostlarımın başarılarından mutluluk duydum, dostlarımın kayıplarını kendi kaybım gibi gördüm ve üzüldüm. Daima empati yapmaya çalıştım.
Çok sayıda gazeteci yazarın yetişmesine katkım oldu. Onlara imkânlarım dâhilinde sınırsız destekte bulundum. Kimseyi kıskanmadım, kimseye haset etmedim. Birlik, beraberlik ve dayanışma içinde herkese el vermeye ve destek olmaya gayret ettim. Matbaamın bulunduğu mekâna gelip gidenlerin sayısı yüzlercedir. Bunun dışında Trabzon için gece gündüz demeden çalışmış birçok şair, yazar ve araştırmacıyı şahsen tanıdım, onlarla dostluklar kurdum. Bunların bir kısmı aramızdan ayrıldı. Bunlar arasında Mahmut Goloğlu’yu, Ziyad Nemli’yi, Numan Sabit Osmançelebioğlu’yu, Cumhur Odabaşıoğlu’yu, Ali Rıza Yıldız’ı, Ömer Akbulut’u, Sabahattin Sınır’ı, Ayhan Kıyak’ı, Ömer Güner’i, Özgün Baran’ı, Şevket Çulha’yı ve Mustafa Tomaç’ı sayabiliriz. Onlara Allah’tan rahmet diliyorum. Hepsinin bu şehrin kültür, sanat ve edebiyatının gelişmesinde katkısı vardır.
M. Nihat Malkoç: Ortahisar’daki matbaanız şair, yazar ve kültür adamlarının buluştuğu bir çeşit merkez durumundadır. Yani İstanbul’da Küllük Kıraathanesi neyse, sizin matbaanız da Trabzon’da odur. Bu kıymetli insanları buraya çeken sizce nedir?
Nevzat Yılmaz: Çok sayıda yazar ve çizerin hayat bulduğu mekân olan Trabzon Haber Gazetesi ve Yılmaz Matbaacılık, dostluğun ve samimiyetin yaprak yaprak açtığı bir gönül ve muhabbet dergâhıdır. Kültür, sanat ve edebiyat sahasında kalem oynatan, kafa yoran birbirinden kıymetli şahsiyetleri buraya çeken şey samimiyettir. Buna Mevlana’nın deyimiyle “olduğu gibi görünme veya göründüğü gibi olma” da diyebiliriz.
Bizde her şeyden evvel önemli olan insanı insan olduğu için sevmektir. Bu bakış açısıyla hangi fikirden, hangi siyasî taraftan olursa olsun bütün insanlara aynı pencereden bakmaya çalıştım. Bunu ‘desinler’ diye de yapmadım. İnsanları fikirlerine göre ayırt etmedim, hiç kimseye farklı davranmadım. Herkese aynı mesafede olmaya çalıştım. Meslektaşlarım bu tutum ve davranışlarımdan mutlu ve huzurlu bir şekilde buraya gelirler, çaylarını içerler, muhabbetlerini yaparlar, fikir alış verişinde bulunurlar; sonra da gönül huzuru içinde giderler. Dostlarım benim en büyük sermayemdir. Onlar hayat ağacımın meyveleridir. Böyle bir hoşgörü penceresinden bakınca dostluk ve muhabbet kendiliğinden geliyor.
M. Nihat Malkoç: Trabzon’da okullara yıllık hazırlama konusunda çok önemli tecrübeleriniz var. Bugüne kadar hangi okullara yıllık hazırladınız?
Nevzat Yılmaz: Bugüne kadar onlarca okula yıllık hazırladım. O zamanlar bugünkü modern matbaa teknolojisi yoktu. Tipo baskı yapardık. Harfleri elimizle dizerdik. Hazırladığım yıllıklardan bazıları şunlardır: “Trabzon İmam-Hatip Lisesi (1979-1980 Öğretim Yılı), Trabzon Sağlık Koleji(1978-79 Öğretim Yılı), Affan Kitapçıoğlu Lisesi(1978-79 Öğretim Yılı), Akçaabat Lisesi(1978-1979 Öğretim Yılı Hatırası), Trabzon Lisesi 6 Fen A(1978-1979 Öğretim Yılı), Trabzon Lisesi 1976, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Yıllığı…
M. Nihat Malkoç: Sizin bir de fotoğrafçılık merakınız var. Biraz da bundan söz edebilir misiniz? Bu merak nasıl başladı, nasıl gelişti, şimdi hangi noktadadır?
Nevzat Yılmaz: Fotoğraf merakımın oluşması gazeteciliğe olan ilgimle paralellik arz etmektedir. Gazetecilikle fotoğrafçılık asılında birbirini tamamlayan iki unsurdur. Fotoğraf, haberin ayrılmaz bir parçasıdır. Fotoğrafsız haberler okuyucudan fazla ilgi görmez. Ben de gazeteciliğin içinde yer alan bir insan olarak fotoğrafçılığa da derin ilgi duydum.
Günümüzde fotoğrafçılık çok fazla gelişti ve ilerledi. Bizim zamanımızda böyle büyük fotoğraf imkânları yoktu. Onun için günümüzde, her iş gibi, fotoğrafçılık da kolaylaştı. Bugün bu alanda ayakta durmak ve rekabet etmek isteyen kişilerin, gelişen teknolojiye ayak uydurmaları şarttır. Artık o eski mantıkla ve teknolojiyle bu işi yapamazsınız.
Fotoğrafçılığı bugüne kadar fazlasıyla ilgi alanıma dâhil ettim. Bugüne kadar yedi kişisel fotoğraf sergisi açtım. Basılmaya hazır iki tane fotoğraf albümü kitabım var. Fotoğraf arşivimde 42 yıl içerisinde 12 bin civarında fotoğraf birikti. Bu fotoğraflara “Trabzon’un görsel tarihi” de diyebiliriz. 260 CD ve 642 adet 36’lık film arşivim bulunmaktadır.
M. Nihat Malkoç: Kişisel arşivinizin ve kütüphanenizin zengin olduğunu tahmin ediyorum. Biraz da arşivinizden ve kütüphanenizden söz edebilir misiniz? Bu arşivi ilerde nasıl değerlendirmek istiyorsunuz?
Nevzat Yılmaz: En büyük zenginliği mal ve para biriktirmekte görmeyen; kitaba, dergiye ve gazeteye önem veren bir insanım. Bugüne kadar kitaba, dergiye ve gazeteye verdiğim paralardan dolayı hiç pişman olmadım. Onları geleceğe yatırım olarak gördüm.
Dostlarıma bakıldığında tamamına yakınının gazeteci, yazar ve şair çevrelerinden olduğu görülür. Bizler arsaya, emlağa değil, kültür ve sanata yatırım yaptık. Maddî anlamda çok şey kazanamazsak da bugüne kadar, hepsi birbirinden kıymetli, dostlar kazandık. Ben dost halkamın genişliğiyle ve kültür seviyesiyle iftihar ediyorum.
Kişisel arşivim çok geniştir. Trabzonlu yazar dostlarımın bugüne kadar yazdıkları kitapların hemen hepsi arşivimde bulunmaktadır. Bu kitapların yarıdan çoğu da ismime imzalıdır. Bunların dışında zengin sayılabilecek bir gazete arşivim bulunmaktadır. Birçok kitap ve ansiklopedileri de işin içine kattığımızda arşivimin geniş olduğu söylenebilir. Bu arşivimi layıkıyla koruyacak ve gençlerin hizmetine açacak bir kuruma verebilirim.
M. Nihat Malkoç: Bildiğim kadarıyla emeklisiniz? Fakat yine de çalışmaya devam ediyorsunuz. Peki, Nevzat Yılmaz’ın bir günü nasıl geçer? Bir gününüzü bize anlatabilir misiniz?
Nevzat Yılmaz: Yıllardır gazetecilik mesleğinin içerisindeyim. Yaşımın belli bir noktaya gelmesine rağmen bu işi büyük bir keyifle yapıyorum. İşyerim de bu işle ilgili… Sevdiğim işi yapıyorum. Uzun yıllardan beri vergi mükellefiyim. Azdan az, çoktan çok; devletime vergimi veriyorum. Emekli olmama rağmen çalışmalarıma devam ediyorum.
Sabah dokuzda başlayan koşturmaca gece on bire kadar bir şekilde devam ediyor. Dur durak yok. Birçok derneğin ve vakfın yönetiminde aktif olarak bulunmaktayım. Onların toplantılarına katılıyorum. Yeni şeyler yapmak, Trabzon’a güzel hizmetler etmek için arkadaşlarla fikir alışverişinde bulunuyoruz. Saatler birbirini kovalıyor. Bir de bakmışsınız ki gecenin bilmem kaçı olmuş. Ardından tatlı bir yorgunlukla evinizin yolunu tutuyorsunuz.
M. Nihat Malkoç: Trabzon’u çok seven ve ömrünü bu şehirde geçiren bir kişisiniz. Sizce Trabzon şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda neler yapılmalıdır?
Hayatım bu kentte geçti ve geçiyor. Bu güzel şehri seviyorum. Bu kent bizim doğduğumuz ve doyduğumuz yerdir. Bu şehirde kültür anlamında yaptığımız ferdi çalışmanın bazen karşılığını bulamıyoruz. Bu herkes gibi beni de üzüyor. Trabzon şüphesiz ki her şeyin en iyisine ve en güzeline layıktır. Fakat bazen yapılan işlerden beklenen netice alınamıyor. Siyaset odaklı kültür, siyasete kurban gidiyor. Trabzon’da kütüphanelerimiz ihtiyaca cevap vermiyor. Diğer illere yapılan kültürel yatırımlar ne yazık ki buraya yapılmıyor.
Kültür ve sanat şehri olan Trabzon’umuza acilen büyük bir kültür kompleksinin ve bir kongre merkezinin yapılması gerekir. Birçok kültürel kurum, bu müessesede bir araya getirilmelidir. Atapark’ta parkın kenarına itilmiş durumda bulunan kütüphanenin bu kente ne kadar katkısı olur? Tartışma konusu olan bu kütüphane, külliye halinde yeniden başka bir yerde inşa edilebilir. Meslekî dayanışmanın özündeki birlikteliği sağlayan sanat evlerinin oluşturulması ve oluşturulan bu yerlerin siyasetten arındırılması gerekmektedir.
Nevzat Yılmaz:
M. Nihat Malkoç: Daha önceden Kemençe Dergisini ve Trabzon Haber gazetesini çıkardınız. Bundan sonra bu dergiyi ve gazeteyi devam ettirme düşünceniz var mı?
Nevzat Yılmaz: 1980’li yıllarda “Kemençe Kültür ve Sanat” adlı bir dergi çıkardım. Aynı dönemde “Basın Bülteni” adlı bir gazete de yayınlıyordum. Bunlarla birlikte “Trabzon Haber” gazetesini de yayımlıyordum. Haftalık yayımlanan bu gazete toplumun istek ve arzularına şekil vermede özellikli bir gazete olarak okuyucusuyla buluşmaktadır. Bu gazeteyi devam ettirmeyi düşünüyorum. Zor şartlar altında hayat bulan diğer gazeteler gibi, Trabzon Haber gazetesi de bu kente çok şeyler vermiştir, bundan sonra da vermeye devam edecektir.
M. Nihat Malkoç: Nevzat Yılmaz’ın bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?
Nevzat Yılmaz: Nevzat Yılmaz olarak zor günler geçirmeme rağmen bu özverili hizmetten kendimi uzak tutamadım. Bugün itibariyle belli bir potansiyel ve imkâna dâhil olmamla, geçmişin olumsuzluğunu daha iyi bir geleceğe dönüştürme heyecan ve arzusu daima belleğimde yer etmiştir. Hayalimdeki gerçeği oluşturmak her zaman olmuyor, paranın kendi alanının dışında ilginin de bu meslekte önemli bir yeri vardır, bunu unutmamak gerekir. Gazetecilik ve yazarlığın ucu yoktur; uçsuz bucaksız bir ova olan bu alanda kaybolmadan gitmek en özellikli düşünce ve yoldur. Bunu unutmamak mesleğin birinci parolasıdır.
M. Nihat Malkoç: Bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyorum.
Nevzat Yılmaz: Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum.

NURDAN TÜMBEK TEKEOĞLU’YLA “ÖYLE SEVDİM Kİ SENİ” FİLMİ ÜZERİNE…
M. Nihat MALKOÇ: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Kimdir Nurdan Tümbek Tekeoğlu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Aslen 1965, İstanbul doğumluyum. Avusturya Lisesi’ni, sonrasında ise Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdim. 40’ıma doğru Metro AG’nin Türkiye Temsilcilik görevini yürütürken, Marmara Üniversitesi’nde Üretim Yönetimi ve Pazarlama alanında yüksek lisans ve doktora yaptım. 1988- 2013 yılları arasında Galleria, Ram Dış Ticaret, Gelişim Yayınları, Güneş Gazetesi, Turquoise Dergisi, Egebank, Garanti Bankası, Bayraktar Holding, Siemens, Ritz Carlton, Metro AG gibi firmalarda orta ve üst yöneticilik kademelerinde çalıştım. 1983-1988 yılları arasında okuduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde daha sonra çalışmaya devam ettim. Profesyonelliğin ilkelerini öğrencilik yıllarında çalıştığım Tekfen, Vip,Vizitur, Setur, Entaş, Ufaş gibi firmalarda yarı zamanlı çalışarak öğrendim. 2010 yılında İstanbul Aydın Üniversitesi’ne yardımcı doçent olarak atandım ve 2012’de de Okan Üniversitesi’ne İş Geliştirme Direktörü ve yardımcı doçent olarak transfer oldum. Aynı zamanda eşimle ortağı olduğum Medya Ton Ltd. isimli şirketimizle belgesel ve uzun metrajlı film üretimi de gerçekleştiriyoruz. Toplumsal sorunlara vurgu yaptığımız ilk filmimiz İfakat ile yurtdışı ve Türkiye’de birçok ödüller aldık. Şimdi de 3 yıldır çalışmaları süren “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizin çekimleri için Trabzon’dayız. Medya Ton isimli şirketimiz ile Cisco, Praktiker, Arkas gibi şirketlerin kurumsal dergilerini eşim Orhan Tekeoğlu üretirken , ben de Alman kökenli Foreverclean Ltd., RWE, Tisva gibi kuruluşlara iletişim ve iş geliştirme danışmanlığı yaptım. Sivil toplum çalışmalarını da severek yapıyorum. Rotaryenim. Alman-Türk Ticaret Odası’nda, Kagider’de, Bümed ve ALD’de üyeliklerim var ve Türsak’ta Başkan Yardımcısıyım.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar birçok büyük şirkette reklam, halkla ilişkiler, pazarlama ve iletişim bölümlerinde üst düzey yöneticilik yaptınız. Bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bu başarılı iş kariyerinden sonra şimdi de sinemaya el attınız. Çok iyi bildiğiniz bir alandan sinemaya sert bir geçiş yapmış olmadınız mı? Sinemaya yapımcı düzeyindeki ilginiz nasıl başladı? Bu geçişin belli bir hikâyesi var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Benim geçişim bayağı eski, diyebiliriz. 2002 senesinde Türkiye Temsilciliğini yürüttüğüm Metro AG’nin ilk sosyal sorumluluk projelerinden olan kısa film yarışmasını Türsak’ın danışmanlığında 9 sene boyunca planladık ve organize ettik. Hatta Cumhuriyet Gazetesi bizi kısa film Oscar’ı ilan etti, zira arkamızdan Akbank ve benzeri nice firma kısa film yarışması düzenlemeye başladı. Birinci gelen öğrencileri New York Film Akademisi’ne gönderiyorduk ve hatta orada eğitim İngilizce olduğu için gitmeden 1 yıl önce de çocuklara İngilizce ders aldırıyorduk. Sonrasında ise yine Türsak’ın düzenlediği Altın Portakal’a 2 yıl ana sponsorluk ve her sene Aralık’ta düzenlediği Randevu Istanbul gibi büyük çaplı organizasyonlara Metro olarak ana sponsorluklar oldu. Dolayısıyla 10 yılı aşkın süredir zaten sinemanın içindeyim. Eşim Doğu Karadeniz kadınlarının doğaya karşı verdiği mücadeleyi anlatan İfakat belgeseli ile ilgili hayalinden bahsedince, konu kadın olduğu için ve ben de bu konulara eskiden beni duyarlı olduğum için finansmanı ve yapımcılığı ile ilgilendim. Çabalarımız çok iyi sonuç verdi ve yurt dışı ve yurt içi olmak üzere birçok ödül aldık. Şimdi de İfakat’tan aldığımız güçle 3 yıldır üzerinde çalıştığımız “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizin çekimlerine başladık. Özetle sinemaya sert değil, yumuşak geçiş yaptık. Aslında benim konum iletişim ve pazarlama olduğu için, ürün sinema filmi de olsa domates de olsa pazarlar ve satarım. Yapımcılık da aslında özünde bir pazarlama işi.
M. Nihat MALKOÇ: Filmde kimler rol alıyor? Bu isimleri seçmenizin özel bir tercih sebebi var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Alma Terzic, Angelie Jolie’nin “Kan ve Bal” isimli filminde oynamış olan ve dünyada takdir edilmeye başlanmış yükselen bir yıldız. Türk seyircisi Veda dizisinden tanıyor. Dedesi Türkiye’den Bosna’ya göç etmiş bir Boşnak. Kadının sorunlarına duyarlı ve önyargılardan nefret ediyor. Kendisi de Veda dizisini Istanbul’da çevirirken insanların kendisine önyargılı bakışlarını hissetmiş ve rahatsız olmuş. Oktay Gürsoy, Trabzonlulara benziyor ve o da bu rolü çok isteyerek, hevesle, heyecanla kabul etti. Ayşe’yi canlandıran Duygu Yıldız’ın babası Rizeli ve yöreye yabancı değil. Kayhan Yıldızoğlu filmde bilge bir insanı temsil ediyor ve zaten kendisi de bizzat bilge bir kişi, 170’den fazla filmde oynamış bir usta. Tevfik Erman, Trabzon Devlet Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Fatih Dokgöz, Ukrayna’da dizilerle yeni parlamaya başlayan Alina Golovenko da filmde rol alan diğer oyuncular.
M. Nihat MALKOÇ: Bilindiği gibi Karadeniz insanının renkli hayatıyla ilgili birçok film ve dizi çekildi. Bunlara her yıl yenileri de ekleniyor. Bu, adeta bir modaya ve furyaya dönüştü. Sizin çektiğiniz film bunların neresinde duruyor? Yani sizin filminizi özgün kılan özellikler nelerdir?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 2010’da hiçbir ticarî amacı olmadan çekilen İfakat, birçok dizi, belgesel ve uzun metrajlı film yapımcısına ilham oldu ve tüm dikkatleri yöreye çekti. Hatta Sümela’nin Şifresi’nde yapımcı olan Emin Albayrak, İfakat’ın birçok yapımcı ve yönetmene ilham verdiğini söyledi. Karadeniz’in sorunlarına temas eden çok az film yapıldı. Hep Karadeniz insanının özelliklerini komedi dili ile anlatan filmler var. Çernobil’e, kansere, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yöreye gelen eğitimli ve donanımlı Rus kadınlarına âşık olan yörenin erkekleri yüzünden ailesi dağılan Karadeniz kadınlarına, gurbet nedeniyle yaylalarda, dağ köylerinde son derece zor koşullarda çalışan kadınlara ciddi ve dramatik olarak kaç yönetmen ve yapımcı değinmiştir? Çok az olsa gerek. Ben sadece Volkan Konak’ın Cerrahpaşa ile ilgili yaptığı şarkıyı hatırlıyorum ve bir de arada sırada sırtında sepet taşıyan kadınlarla röportaj yapan TRT muhabirlerini. Ya siz?
M. Nihat MALKOÇ: Bundan önceki yıllarda Karadeniz insanını cahil, görgüsüz ve nefsine düşkün insanlar olarak gösteren birçok yerel temalı film ve diziler yapıldı. Umarım sizler ortaya koyacağınız bu filmle bu çürük zincirin bir halkası olmayacaksınız? Yöre insanını yanlış yansıtan bu filmlerle ilgili düşünceniz nedir?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Biz İfakat ile ciddi olduğumuzu gösterdik. Ağlayan kadınların çilesini dünyaya anlattık. Şimdi de ekmek parası için göç eden insanların yerinden yurdundan ayrılmanın verdiği elemi, acıyı, göç eden insanlara önyargılı davranışı, fakat bu önyargıyı silmeye çalışan ve hümanist Cemal’in tertemiz yüreğini, istemeden Olga’ya aşık olmasını ve ikilemlerini, Ayşe’nin üzüntüsünü, fakat boyun eğmeyip, Cemal’i terk edecek yüreğe sahip olmasını anlatıyoruz. Trabzon insanının kişilik özelliklerini yüceltiyoruz. Göç, önyargılar, parçalanmışlık bu filmin konuları. Ciddi olmasak Uluslararası Göç Örgütü (IOM) destek vermezdi.
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla “Öyle Sevdim ki Seni” filminin senaryosunu eşiniz Orhan Tekeoğlu yazmış. “İfakat” belgeselinin hikâyesi de Orhan Bey’e aitti. Bu filmin senaryosunun yazılış sürecinde katkılarınız ve müdahaleleriniz oldu mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Sadece danışmak istediği zaman sorularına yanıt verdim. Hikâyesini kendi yazdı.
M. Nihat MALKOÇ: Filmin oyuncuları bildiğim kadarıyla bu yörenin insanı değil. Doğal olarak da Doğu Karadeniz ağzını bilmiyorlar. Onları bu konuda belli bir eğitimden geçirdiniz mi? Aksi halde konuşmalar yapmacık olmaz mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Ayşe’yi canlandıran Duygu Yıldız’ın babası Rizeli. Fatih Dokgöz Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun başında ve eşi Trabzonlu ve yöre ağzını çok iyi biliyor. Cemal’i canlandıran Oktay Gürsoy da Trabzon’da Süleyman Hakan Aydın gibi eğitimcilerle çalıştı.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’da çekimleri başlayan “Öyle Sevdim ki Seni” filminin yapımcısısınız. Filmin yönetmeni de “İfakat” belgeseliyle tanıdığımız eşiniz Orhan Tekeoğlu. Çekimlerine başladığınız bu yapım bir aile filmi mi? Daha doğrusu bir aile organizasyonu mu? Bu filmi aile şirketiniz olan Medya Ton olarak mı çekiyorsunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Evet, aile yapımı. Zaten birçok yönetmene baktığınızda hep aile şirketleri ile film yapımcılığı yürütülüyor. Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim ve daha birçok yönetmenin arkasında eşleri var. Sponsorların katkısını da küçümsememek gerekiyor; ama halen yetersiz.
M. Nihat MALKOÇ: Daha önce sinema geçmişiniz yok. Böyle bir film fikri nerden doğdu? Bu fikrin çıkış noktası nedir? Niçin böyle bir film çekme ihtiyacı duydunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 10 seneyi aşkın bir sinema geçmişim olduğunu az önce anlattım. Eşim Orhan Tekeoğlu da zaten Gazi Üniversitesi Radyo-Televizyon mezunu. O da sinema tutkunu bir gazeteci. Niye böyle bir film çekme ihtiyacı duyduk? Çünkü kadın, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de eziliyor, ihmal ediliyor, duyguları, duyarlılıkları önemsenmiyor, hatta dövülüyor ve öldürülüyor. “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizde aslında sadece çalışmak için Trabzon’a gelen eğitimli ve masum Olga’ya önyargılı bakışı, dağ köyünde çalışmaktan kendine bakamayan, eğitimini tamamlayamamış ve dolayısıyla eşi Cemal’i eğitimli, kültürlü Olga’ya âşık olduğu için kaybeden Ayşe’nin dramını işliyoruz. Konu kadın. İfakat’ta da konu kadındı. Çalışmak için eşini gurbete gönderen İfakat gibi kadınlar içi ot dolu ve ağırlıklarının iki katı sepetleri dağ yollarında taşımak zorunda kalıyor, ineklerine bakıyor, çocuklarıyla ilgileniyor, süt, ayran, tereyağı üretiyor, yemek pişiriyor ve bitap vaziyette yatağına uyumak için giriyordu. Orhan Tekeoğlu bu kadınların içinde doğmuş, büyümüş ve memleketini önemseyen entelektüel bir gazeteci. Ben de sosyoloji okuduğum için her zaman toplumsal sorunlara ilgi duydum ve 25 yıl çalıştığım çeşitli firmalarda kız çocuklarının eğitimi, sinema gibi konularda sosyal sorumluluk projeleri geliştirdim.
M. Nihat MALKOÇ: Çekmekte olduğunuz film, basında “kırık bir aşk hikâyesi” olarak ifade edildi. Nedir bu kırık aşk hikâyesi? Filmin konusundan kısaca bahseder misiniz? Filmde anlatılanların gerçek bir olaydan alındığı iddiası doğru mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Orhan Tekeoğlu filmin senaryosunu yazmadan önce defalarca Trabzon’a geldi, hem hayat kadınları hem de mağdur olmuş Trabzon kadınlarıyla röportajlar yaptı. Dolayısıyla bu filmin konusu, sizin benim gibi gerçek. Kırık bir aşk hikâyesi, zira Olga’nın âşık olduğu Cemal, evli ve evli olduğunu bir türlü söyleyemiyor. Aslında Cemal, karısı Ayşe’yi de seviyor. Tamamen tesadüfen karşılaştığı ve yardım ettiği Olga’ya istemeden âşık oluyor.
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla bu sizin ve eşinizin ilk uzun metrajlı filmi olacak. Bu konuda yeterli birikiminiz var mı? “Ya başarısız olursam…” endişesi taşıyor musunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Allah’a sığınıyoruz. Allah çalışanın hakkını verir. Çok çalıştık ve halen çalışmaya devam ediyoruz. İyi bir ekibimiz var. Biz masum kadınların sesini dünyaya duyuracağız ve eminim Allah bu çalışmalara destek verecektir.
M. Nihat MALKOÇ: “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri ne zaman başladı, çekimler ne kadar sürecek, çekimler hangi mekânlarda yapılacak?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 15 Mayıs’ta başladı. 5-6 Haziran gibi sona erecek. Çekimler Ortahisar’da, Ganita’da, çarşıda, Bedesten’de, şehir içindeki birçok dükkânda, Boztepe’de, limanda, Santa’da gerçekleştiriliyor.
M. Nihat MALKOÇ: Filmin görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz “Salkım Hanımın Taneleri” filmi gibi önemli yapımlarda görev almış usta bir isim… “Solgun Bir Sarı Gül” filmindeki görüntü yönetmenliğiyle Altın Koza’da en iyi görüntü yönetmeni seçilmiş. Biraz da filmin perde arkasındaki kadrodan bahseder misiniz? Bu film de “İfakat” belgeseli gibi müstakbel ödüllere aday olacak mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Ercan Yılmaz eşim Orhan Tekeoğlu’nun Gazi Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı. Çok başarılı bir görüntü yönetmeni. Dolayısıyla iki arkadaş bir filmde çalışma imkânı buldular. Ayrıca Taylan Demir, Avşar kökenli ve 13 senesini sinemaya vermiş bir yürütücü yapımcı. Müzikler rahmetli Kazım Koyuncu ile çalışmış olan Selim Bölükbaşı’na ait. Şelale Baskıcı yardımcı yönetmen. Sanat Yönetmeni Erdem Özçelik, ses Yekta Danabaş, ışık şefi Hüseyin Öncü, Kostüm sorumlusu Hülya İri. Daha ne olsun? İyi bir ekibimiz var.
M. Nihat MALKOÇ: Bunu sormak için belki erken; ama filmin galasını nerede yapmayı düşünüyorsunuz? Trabzon mu, İstanbul mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Hem İstanbul, hem Trabzon. Trabzon galasını Varyap YKB Süleyman Varlıbaş yapacak, söz verdi.
M. Nihat MALKOÇ: Biraz da aile şirketiniz olan Medya Ton’dan bahseder misiniz? Niçin kuruldu, ileriye dönük neler yapmayı planlıyor?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: İnşallah nice belgesel ve uzun metrajlı filme imza atarız. Tabii her şey biraz da şans meselesi. Medya Ton, iletişim ve stratejik iş geliştirme alanlarında danışmanlık yapmaya ve kurumsal yayıncılığa devam edecek. Ağırlıklı olarak eşim Medya Ton’daki çalışmaları yürütüyor.
M. Nihat MALKOÇ: Bu filmden sonraki projeleriniz nelerdir? Sinemaya devam etmeyi düşünüyor musunuz? Belirlenmiş bir iş takviminiz var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Orhan Tekeoğlu bir hayal makinası. Hırvatistan’ın Zadar kentinde İfakat nedeniyle davet edildiğimiz bir festivalde Schindler’s List’in yapımcısı ile tanışmıştım ve bana hayal kurmanın daha zor olduğunu ve hayaller var ise, gerçekleştirmenin çok daha kolay olduğunu söylemişti. Cebinizde trilyonlarınız olabilir ve film çekmek isteyebilirsiniz; ama hayalleriniz yoksa bir hiçsiniz. Bir proje fikrimiz var, fakat kısmet diyoruz.
M. Nihat MALKOÇ: Bu yoğun tempo içerisinde bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyorum. Filminizin gişeleri zorlamasını temenni ediyorum.
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Teşekkürler. Aslında en zor soruyu atladınız. Bu film Herry ve Makyol’un ana sponsorluğu, TAV’dan Sani Şener’den bir maille gelen kurumsal sponsorluk bedeli, Turkmall, Beşler, Foneks, Cevahir, Ekşioğlu Hukuk Bürosu, Perfetti-Vivident, Oltan Gıda, Trabzon Ticaret Odası, Trabzon Büyükşehir Belediyesi, Sürmene Belediyesi, Arsin Belediyesi, Uluslararası Göç Örgütü, filme ürün ve hizmet sağlayan Tekno-Sa, Damat-Tween, Yeni İnci, Scooter, Vakko, Euromoda, Reki Ajans, Varyap, Twigy, Amazon İletişim, Körfez Köfte, Tekzen, Ford, Novotel, Carrefour, Tad Pizza, Okan Üniversitesi, e-tessettür.com, Collezione, Özdilek, Asiye Aydın, Nuri Aydın, Süleyman Aydın, Kıbrıs Eczanesi, BAKANIMIZ FARUK ÖZAK olmasa idi olmazdı.
Trabzonlu işadamları destek oldu, fakat küçük küçük destek oldular. Oysa bu projenin maliyeti çok yüksek. Özellikle Trabzon içindeki şirketlerin daha fazla destek olmasını beklerdik. Buradan yetkililere duyurulur.

USTA OYUNCU OKTAY GÜRSOY’LA “ÖYLE SEVDİM Kİ SENİ” FİLMİ ÜZERİNE…
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ
“Oyunculuk magazinlerde, ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir…”
O, 1984 doğumlu genç bir yetenek... Konservatuvarı başarıyla bitirmiş, oyunculuk altyapısını oluşturmuş. Genç neslin usta oyuncuları arasında farklı bir yerde duruyor. Kişilikli, ağır, yetenekli bir sanatçı... Bol boyalı magazin sayfalarına yem olan malum tiplerden değil.
O, her geçen gün sinemaya yönelik deneyimlerini artırıyor. Oyunculuk; onun hayatını, gününün yirmi dört saatini dolduruyor. Bu sahada, geleceği çok parlak görünüyor. Böyle giderse Türk sineması çok iyi bir oyuncu kazanmış olacak. Türk sinemasına çok büyük hizmetler edeceği besbelli. Sinemaya yönelik idealleri ve büyük hedefleri var.
O, bizden biri; halkın içinden çıkmış bir değer... Halk neredeyse o da orada. Fildişi kulelerde olmayacak hayaller kurmuyor. Kibirden ve gururdan azade... Tevazunun kanatlarıyla uçuyor. Gelecekte en güzel rollerde, aranılan bir oyuncu olacağından şüphe yok. Bugünden o ışığı yansıtıyor. Bu yolda emin adımlarla ilerliyor.
Çok genç olmasına rağmen filmografisi daha şimdiden kabarıklaşmaya başlamış bile. Atv'nin “Aşk ve Ceza” dizisinde dikkatleri çekti üzerine. “Karayılan, Hatırla Sevgili, Canım Ailem” onun başarılı olduğu yapımlar olarak dikkat çekiyor. Bu zincir çok daha uzayacak gibi...
İş disiplini onun olmazsa olmazı. Sözünün eri bir insan. Yorulmak nedir bilmiyor, setlerde dinleniyor. Kendine iyi bakıyor, düzgün yaşıyor. Gece kuluplerinde sabahlamak ona göre yaşam tarzı değil. “Oyunculuk magazinlerde, ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir…” diyor. Bu duruşu onun seyirci ve halk tarafından daha çok sevilmesini sağlıyor.
O bir aile çocuğu. Ailenin sıcaklığına kıymet veriyor. Geleneksel Türk aile yapısını muhafaza ederek kurtulacağımıza inanıyor. Yaptığı işlerin hakkını fazlasıyla veriyor.
Onun hayalleri, yaşından ve boyundan daha büyük... Fakat hayallerinin peşinden koşuyor. Bu uzun ve yorucu koşuda düşse de, düştüğü yerden kalkmasını biliyor. Kendine fazlasıyla güveniyor. Sıradan bir oyuncu olmak istemiyor. Sinemayla ilgili hedeflerini yurt içinden ibaret görmüyor. Yurtdışında iyi bir projede oynamak istiyor. Hatta Türkiye'ye Oscar ödülünü getirmek gibi bir hayali de var. Bu hayalini, yaptığı işlerle besliyor.
O, dizilerden daha çok önemli sinema projelerinde rol almak istiyor. Tarihî şahsiyetlerden Fatih Sultan Mehmet'i oynamak en büyük arzuları arasında yer alıyor. O, milletiyle ve milletin değerleriyle barışık bir insan.
Özelliklerini ve güzelliklerini dilim döndüğünce sıralamaya çalıştığım bu güzel insan, dizi ve sinema oyuncusu Oktay Gürsoy'dan başkası değil... Kendisi “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri için bir aydan beri Trabzon'da bulunuyor. Trabzon'da olmasını fırsat bilerek bu kıymetli oyuncuyu kendi dilinden ve daha yakından tanıyalım dedik. Bunun için kendisine röportaj yapma teklifini ilettik. Sağ olsun, yoğun sinema filmi çekimlerine rağmen bize olumlu cevap verdi. Biz de sizin adınıza ona bir kısım sorular yönelttik. Şimdi sizleri bu soru ve cevaplarla, bu sıcak ve samimi sohbetle başbaşa bırakıyorum....
M. Nihat MALKOÇ: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Kimdir Oktay Gürsoy?

Oktay GÜRSOY: 1984 Ankara doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimimi Ankara’ da tamamladıktan sonra 2003 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Oyunculuk Bölümünü kazandım ve profesyonel sanat yaşamıma adım atmış oldum.

M. Nihat MALKOÇ: Oyunculuğa nasıl başladınız? Oyunculuk, idealiniz miydi? Biraz da bu süreçten bahseder misiniz?

Oktay GÜRSOY: Küçüklüğümden beri taklit yapmaktan ve insanları güldürmekten çok hoşlanmışımdır. Lise dönemine geldiğimde bir arkadaşım bu yeteneğimi fark edip bana neden oyunculuk yapmadığımı sordu. O soru gelene kadar oyunculuğu profesyonel anlamda hiç düşünmemiştim. O günden sonra oyunculuk en büyük idealimi oluşturdu. Bunu gerçekleştirmek için oyunculuk üzerine çeşitli araştırmalar yaptım. Arkasından konservatuvar sınavını kazanıp oyunculuğa ilk adımımı atmış oldum.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar hangi filmlerde ve dizilerde oynadınız? Filmografinizden bahseder misiniz?

Oktay GÜRSOY: İlk olarak 2012 yapımı, Cengiz Bozkurt ile başrolünü paylaştığım “Öz Hakiki Karakol” adlı sinema filminde “Yakışıklı” karakteri ile rol aldım. Bu film ile beyaz perdeye ilk adımımı atmış oldum. İlk dizi deneyimim ise 2006 yılında yayınlanan Hatırla Sevgili’de Salim karakterini canlandırarak başladı. Arkasından 2007 yılı yapımı Karayılan dizisi Paşa Bey rolü, 2008 yılı yapımı Canım ailem dizisi Kenan karakteri (namı diğer Erkek Güzeli), 2010-2011 Aşk Ve Ceza dizisinde Cem karakteri, 2011 Evvel Zaman Hikayesi’nde Tarık karakteri ve 2012 Dila Hanım dizisinde Metin Selamoğlu karakteri ile televizyon dizileri devam etti. TV filmleri olarak da 2007 yılı yapımı olan İstiklal-Şehit Kamil, Şahin Bey ve Gelinin Binbaşıya Ağıdı üçlemesi yer aldı.

M. Nihat MALKOÇ: Film ve dizilerde en çok hangi karakteri oynamaktan keyif aldınız? Niçin?

Oktay GÜRSOY: Ben keyif almadığım hiçbir projede yer almadım. Bütün karakterler benim için özel olmuştur. Fakat çeşitlilik anlamında beni hazsal olarak en fazla tatmin eden karakter Canım Ailem dizisindeki Kenan karakteri olmuştur.

M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla beste yapıyor, oyun yazıyor, senaryo yazıyor, oyunculuk yapıyorsunuz? Yani tabir caizse bir koltukta birçok karpuz taşıyorsunuz. Bu çok yönlülük neyin nesi? Bu durum, oyunculuğa odaklanmanızda sorun teşkil etmiyor mu? Yoksa bu farklı alanlar sanatınızı besliyor mu? Ne dersiniz?...

Oktay GÜRSOY: Konservatuvarı kazandığımda bir sanatçının birden fazla yeteneğinin olması gerektiğine inanıyordum ve bu nedenle kendimi o yönde geliştirdim. Tam aksine odaklanmada sorun yaşamadım, bu çeşitliliğin oyunculuk yönümü daha çok beslediğine inanıyorum. Bu arada çocukların ve ailelerinin hastası olduğu çizgi film Pepee’de de seslendirme yapıyorum. Pepee’nin Eniştesini merak edenler varsa işte o benim…

M. Nihat MALKOÇ: Oyunculuktaki hedefleriniz nelerdir? Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

Oktay GÜRSOY: Kariyer anlamında her zaman yüksekleri hedefledim; hem Türkiye’de hem de yurtdışında adımdan söz ettirecek bir oyuncu olmak istedim. En büyük hedefim ise bir Türk oyuncu olarak Oscar’ı almak.

M. Nihat MALKOÇ: Konservatuvar eğitimi almış bir oyuncusunuz. Yani gerekli donanımınız ve altyapınız var. Okullu olmanızın sanatınıza ne gibi olumlu yansımaları oldu? Bu işin eğitimini almadan oyunculuk yapanlarla(alaylılarla) ilgili görüşünüz nedir?

Oktay GÜRSOY: Eğitim şart diye başlamak istiyorum sözlerime. Her meslekte olduğu gibi oyunculukta da eğitim çok önemli. Olumsuz bir şey katmadığı aşikar, olumlu olarak yansıyan şeyleri ise profesyonel bir oyuncu oluyorsunuz ve nerde ne yapacağınızı iyi biliyorsunuz. Alaylı, ya da okullu olarak ayrım yapmak istemiyorum. Her iki tarafta da çok yetenekli oyuncuların çıktığını biliyoruz, okullu olmak ya da olmamak önemli değil, önemli olan kendini geliştirmek ve mesleğini ciddiye almaktır. Bazıları unutuyor; ama hatırlatmak istiyorum; oyunculuk magazinlerde ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir, oyunculuk bir meslektir.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin seyirciyle ilk buluşmanız “Hatırla Sevgili” dizisiyle oldu? Bunun anlatılmaya değer ilginç bir hikâyesi var mı?

Oktay GÜRSOY: Evet, oldu. Ben Konservatuvarın 4. sınıfında okurken “Hatırla Sevgili” dizisi oynuyordu ve Mutluluk filminin tren sahnesi Konya da çekilecekti. Mutluluk filmi cast direktörü okula geldi. “Tren sahnesinde üniversiteli gençleri oynayacak oyunculara ihtiyacımız var” dedi. Ben de gittim. Orada filmin yönetmeni Abdullah Oğuz benimle çok ilgilendi. Cast direktörü mail adresini verdi. Aradan biraz zaman geçti ve ben birkaç fotoğraf yolladım.Yolladım; ama ben hâlâ okuyorum. Maile koca harflerle de yazdım; ben Konya da okuyorum diye. Yani “benim dizide olma ihtimalim sıfır” diye düşünürken, o sırada “Hatırla Sevgili” dizisi yapımcısı Tomris Giritlioğlu beni görmüş. Beni yanına çağırdı ve benim oyunculuk maceram öyle başladı.

M. Nihat MALKOÇ: Bir oyuncu olarak önünüze “sinema, tiyatro ve dizi” seçeneklerini koysalar siz hangisini öncelikle tercih edersiniz? Niçin?

Oktay GÜRSOY: Sinema, çünkü hedeflediğim yurt dışı hayaline ancak sinema filmlerinde oynayarak ulaşabilirim.

M. Nihat MALKOÇ: Unutamadığınız yerli ve yabancı filmlerden üçer tane saymanızı istesek bu sıralama nasıl olurdu?

Oktay GÜRSOY: Yerlilerden “Eşkıya, Selvi Boylum Al Yazmalım, Kanun Namına”; yabancılardan “The Pink Panther, Siyah Kuğu, İhtiyarlara Yer Yok”

M. Nihat MALKOÇ: Dünyada ve Türkiye’de çok beğendiğiniz ve kendinize örnek(model) olarak aldığınız oyuncular kimlerdir? Bunların hangi yönü bu kanaate varmanızda etkilidir?

Oktay GÜRSOY: Model aldığım bir oyuncu yok; ama adlarını altın harflerle tarihe yazmış oyuncuların filmlerini izliyor ve üzerinde kişisel çalışmalar yapıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Türk sinemasının ve dizi(televizyon dizisi) dünyasının bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Oktay GÜRSOY: Türk Sineması eskiden daha aktif bir sektörmüş; ama şu an yeniden kendi kimliğini bulmaya başlayan bir Türk Sineması olduğunu görüyoruz. Birçok kaliteli filmler vizyonda boy göstermeye başladı ve rekabet arttıkça kalite de artacaktır. Dizi sektörü olarak Türkiye gayet iyi bir yerde. Hem yurt içi, hem de yurt dışında adından çokça söz ettiriyor, sadece gereğinden fazla uzun. Yani altı günde bir sinema filmi çekiyoruz ve çok yoruluyoruz; ama gelecekte diziler daha kısa ve çeşitlilik bakımından daha da zengin olacaktır.

M. Nihat MALKOÇ: Oynadığınız karakterleri özümsemekte güçlük çektiğiniz oluyor mu? O role bürünme, o rolü yaşama süreci zor olmuyor mu? Durup dururken öfkelenme, durup dururken duygusal bir moda geçme nasıl bir çabanın ürünüdür? Film olduğunu bile bile, yapmacıktan bu davranışları gerçekleştirmek nasıl bir ruh hâlidir? Yoksa sanatçılar çok kişilikli insanlar mıdır? Rolünüze alışmak için belli bir alışma süreci geçiriyor musunuz?

Oktay GÜRSOY: Hayır hiçbir zoruk çekmedim. O rolü üzerime giyene kadar zaten bir çalışma yapıyorum; ama bazen biraz zaman aldığı oluyor tabii, o da çok normal. Yapmacıktan yapılan bir durum değil, o esnada Oktay olmuyorum ben, o kişi oluyorum. O yüzden seyirciye sunduğun herşey gayet doğal ve o kişinin duygu ve davranışları oluyor. Anlık duygu geçişini sağlamak oyunculuğun temel yapı taşıdır, onu kusursuz hale getirmek için kişisel çalışmalar yapıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Gelelim asıl konumuza. Yani “Öyle Sevdim ki Seni” filmine. Bu filmde kimler rol alıyor? Oyuncu kadrosunu nasıl buluyorsunuz?

Oktay GÜRSOY: Alma Terziç, Kayhan Yıldızoğlu, Fatih Dokgöz gibi isimler yer alıyor. Hepsiyle çalışmak çok rahat ve oldukça da zevkli.

M. Nihat MALKOÇ: Biraz da filmin teknik ekibinden bahseder misiniz? Yapımcı, yönetmen, görüntü yönetmeni vs.…

Oktay GÜRSOY: Yapımcımız Nurdan Tümbek Tekeoğlu,Yönetmenimiz Orhan Tekeoğlu, Görüntü Yönetmenimiz Ercan Yılmaz, Yardımcı Yönetmenimiz Şelale Baskıcı ve Sanat Yönetmenimiz Erdem Özçelik ve daha adını sayamadığım çok değerli set ekibimiz ile çok keyifli ve çok güzel bir film yaptık.

M. Nihat MALKOÇ: Çekmekte olduğunuz film, basında “kırık bir aşk hikâyesi” olarak ifade edildi. Nedir bu kırık aşk hikâyesi? Filmin konusundan kısaca bahseder misiniz? Filmde anlatılanların gerçek bir olaydan alındığı iddiası doğru mu?

Oktay GÜRSOY: Belki de hiçbir zaman tamir edilemeyecek bir aşkın öyküsü diyebilirim. Gerçek bir yaşam olması doğrudur; ama film izleyici ile buluştuğunda aynı zamanda herkes kendi yaşantısından birşeyler bulacaktır bu filmde.

M. Nihat MALKOÇ: “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri ne zaman başladı, çekimler ne kadar sürdü, çekimler hangi mekânlarda yapıldı?

Oktay GÜRSOY: Film çekimleri 15 Mayıs 2013'te başladı. Film çekimleri ortalama 21 günde tamamlandı. Çekimler,Trabzon ve Santa'da yapıldı.

M. Nihat MALKOÇ: Sanırım Karadeniz’le ilgili bir filmde ilk kez oynuyorsunuz? Bu filmdeki rolünüz nedir? Kimi oynuyorsunuz? Bu rol için özellikle mi seçildiniz? Sizi tercih etmelerinde özel bir sebep var mı?

Oktay GÜRSOY: Evet, ilk defa bir Karadeniz filminde oynuyorum. Ben bu filmde Cemal karakterini canlandırıyorum.Yapımcımız ve yönetmenimiz beni bu role uygun görmüşler ve ben de senaryoyu sıcak buldum. Öylece yollarımız bu projede kesişti.

M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla Karadenizli değilsiniz. Ankara’da doğup büyüdünüz. Bu bölgenin ağız özelliklerine aşına değilsiniz. Bölgenin konuşma tarzını öğrenmek için özel bir eğitim aldınız mı? Bu rolü oynamakta zorlandınız mı?
Oktay GÜRSOY: Evet, Ankaralıyım. Karadeniz ağzına çok yabancıydım; fakat Trabzon'a gelip bir ön çalışma yaptım, halkın arasına karıştım; ama en önemlisi bana Trabzon ağzını öğreten kişi Trabzon Fen Lisesi Müdür Yardımcısı Süleyman Hakan Aydın oldu. Benimle çok ilgilendi, senaryoyu Trabzon ağzına çevirdi, ses kaydı yaptı. Ben yaklaşık iki hafta Süleyman Hocamın kontrolünde çalıştım. Umarım üstesinden gelmişimdir.

M. Nihat MALKOÇ: Alma Terzic’le başrol oynamak nasıl bir duygu? Çekimler boyunca nasıl diyaloglar yaşandı? Alma Terzic nasıl bir oyuncu, nasıl bir insan? Bize biraz da başrol arkadaşınızı anlatır mısınız?

Oktay GÜRSOY: Onunla aynı sahneyi paylaşmak oldukça zevkli. O tam bir profesyonel ve çok iyi bir oyuncu. Alma Terzic ile gayet iyi anlaşıyoruz, ikimizin de enerjisi tuttu ve gerçekten samimi bir ikili olduğumuzu düşünüyorum. Güleç yüzlü ve çok doğal bir insan...

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’u ve Trabzonluları nasıl buldunuz? Bölge insanıyla ne gibi diyaloglar yaşadınız? Sizi etkileyen neler oldu? Karadeniz insanı ve Karadeniz coğrafyası hakkındaki son düşünceleriniz nelerdir?

Oktay GÜRSOY: Trabzon harika bir yer. Gerçekten Trabzon'a bayıldım. Trabzon halkı da başta soğuk gibi geldi; fakat onları tanıdıkça, onların içine girdikçe ne kadar iyi kalpli ve sevecen olduklarını gördüm. Sahiplenici yanları ağır basıyor; ama bir o kadar da duygusallar.

M. Nihat MALKOÇ: Film çekimleri sırasında yaşadığınız ilginç anılar oldu mu? Varsa birini bizimle paylaşabilir misiniz?

Oktay GÜRSOY: Çekim mekanlarından birinde bir kavga sahnesi çekerken yanlışlıkla bir vatandaş girdi ve bizim kavgamıza hiç aldırış etmeden, gayet normal bir şeymiş gibi davranıp reyondaki ceketlere bakıyordu. Bütün ekip bir anda durup adamı izlemeye başlamıştık. O olay çok komikti.

M. Nihat MALKOÇ: Bu filmden sonraki projeleriniz nelerdir? Belirlenmiş bir iş takviminiz var mı? Sırada hangi diziler ve filmler var?

Oktay GÜRSOY: Yeni sezonun açılması ile birlikte gelecek olan teklifleri değerlendireceğim.

M. Nihat MALKOÇ: Bu yoğun tempo içerisinde bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyorum. Filminizin gişeleri zorlamasını temenni ediyorum.

Oktay GÜRSOY: Asıl ben size teşekkür ederim.

ŞAİR ÖZGÜR ÇOBAN İLE HAYATI VE SANATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Söyleşen: M. Nihat MALKOÇ:

M. Nihat MALKOÇ: Özgür Hocam kendinizden biraz bahseder misiniz? Kimdir Özgür Çoban?

Özgür ÇOBAN: Öncelikle sizin gibi değerli bir şair ağabeyimin şahsımı böyle bir söyleşiye lâyık görmesi benim için büyük bir mutluluk… Bu vesile ile size ve Halk Edebiyatı dergisine teşekkür ediyorum.
“Şair, yazar ve de kul” desek çok gelir ama biraz söz kalabalığı etmekte fayda var. 1976 yılında Akşehir’de doğan bir Afyonkarahisarlıyım. Selçuk Üniversitesinden mezun olduktan sonra, zaman zaman kesintiye uğrasa da 1999’dan beri Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yapıyorum. Onun dışında Beylikdüzü Belediyesinde basın yayın ve halkla ilişkiler müdürü olarak görev yaptım. Ayrıca Gürcistan’da bir üniversitede ülkemizi temsilen Türk dili okutmanı olarak çalıştım. Şu anda İstanbul’da Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde Şehit Türkmen Tekin KAİHL’de edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra “Müzikle Şiir Aşkı” adını verdiğimiz konser tadında şiir dinletileri ve edebiyat üzerine şairane konuşmalar yapıyorum.
Yıldızların Konuşma Sanatı, Diksiyondan Mikrofona, Lisandan İnsana isimli üç nesir kitabımın yanı sıra Anneme Yalanlar, Kördüğüm Gibi ve Özgürce Şiirler isimli üç de şiir kitabım var. Ahmet Bilge ve Yunus Emre isimli iki oğlum var. Benim gibi bir edebiyatçı olan İpek Hanım ile evliyim.

M. Nihat MALKOÇ: Şiir yazmaya nasıl başladınız? Bunun kayda değer bir hikâyesi var mı? Varsa bize anlatır mısınız?
Özgür ÇOBAN: Fuzûlî “Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kîl ü kâl imiş ancak” diyor. Şiir üstündedir aşk… Her şairin şairlik hikâyesinden önce bir âşıklık hikâyesi vardır. Sorunuzun cevabı belki de şu rubaimdedir:
"Bir sırdım yüreğinde zahir ettin sen beni
Hem neşe hem kederde mahir ettin sen beni
Eli kalem tutmayan lâftan sözden anlamaz
Bir özgür çoban idim şair ettin sen beni"
M. Nihat MALKOÇ: Şiirlerinizi genellikle hece ölçüsüyle, halk şiiri nazım şekillerini kullanarak yazıyorsunuz. Bu konuda bir üstadınız oldu mu? Halk şiirinde, başka bir tabirle söylemek gerekirse hece tarzı şiirde, eski yeni kimleri beğenirsiniz?
Özgür ÇOBAN: Aruz ve serbest denemelerim olsa da Türkçe şiire en çok hece vezninin yakıştığını düşünüyorum. Yavuz Bülent Bakiler üstadımız ile bir sohbetimizde, kendisi çok fazla hece yazmasa da, "millî veznimiz olması hasebiyle heceyi asla bırakma" telkini olmuştu. Benim için kıymetlidir onun düşünceleri… Ayrıca gönlüm hep heceden yana oldu. Abdurrahim Karakoç üstadımız da “hecelerin ve gecelerin şairi” diye bir nitelendirme yapmıştı benim için.
"Tezattır neşeyle özgürce şiirler
Yoldaştır geceyle özgürce şiirler
Esiri olunca bir körpe kuzunun
Söyledim heceyle özgürce şiirler"

Belki kimsenin dizinin dibinde çıraklık etmedim ama edebiyat okumam sebebiyle bir değil onlarca ustam oldu diyebilirim. Sadece sevdiğim şairleri sayarken hece ile sınırlandırmak istemiyorum. Dîvan edebiyatından Fuzûlî ve Nedim’in yeri ayrıdır bende… Nedim’den gerisi Fuzulî… Ayrıca Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek... Mehmet Akif Ersoy’a çok ayrı bir muhabbetim ve hürmetim vardır. Son dönemde Karakoç ve Bakiler üstatlarımızın yanı sıra Cemal Safi ve Bestami Yazgan’ı da saymak isterim. Aslında bu meseleye her güzel şiir ustamdır diye bakıyorum. Çıraklık biterse şiir biter, sanat biter. Yunus Emre zaten üstatların üstadı…
"Geceler nedimimdir gündüzler bana düşman
Bazen galip olurum bazen yaşarım hüsran
Biraz Yunus Emre’yim biraz Mehmet Fuzulî
Biraz da Karac’oğlan ama her zaman noksan"
Aslında yayımlanmış şiir kitaplarım Halk edebiyatı çizgisinde olsa da, şu anki sanat anlayışım, beni sadece bu tarz ile sınırlandırmak eksik kalır. Bir yanım Halk, bir yanım Dîvan edebiyatına, bir yanım da çağdaş edebiyatımıza maildir. Heceyi günümüzle yoğurup Türkçeyi mazisine sadık kalarak hak ettiği yere getirmeyi bir vazife olarak görüyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin birçok ürünle taçlandırdığınız, verimli geçen hayat kitabınızda bir de Gürcistan sayfası veya sayfaları var. Gürcistan'a gidiş sebebiniz neydi? Orada neler yaptınız?
Özgür ÇOBAN: 2013 yılında Millî Eğitim Bakanlığımız yurt dışı okutmanlık sınavı açmıştı. Ben de bu minvalde Ahıska’daki Samtskhe –Javakheti Devlet Üniversitesi Türkoloji bölümünde 2014 yılında Türkçe dersleri vermek üzere misafir öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Muhammet Abi gibi Halil Sarvarov gibi gönlü ay yıldız için çarpan Ahıska Türkleri ile yakın temaslarım oldu. Ayrıca oradaki Müslüman Gürcüler ve ana dili Azerbaycan Türkçesi olan Türkler ile sıkı münasebetlerim oldu. Tiflis Büyükelçiliği ve Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumlarımızın da desteği ile orada da şiir dinletileri ve konuşmalar yapma fırsatım oldu. Yeni Gürcü dostlar edindim. 2019 yılında bu üniversitedeki beş yıllık resmî görevim bitince İstanbul’a döndüm.

M. Nihat MALKOÇ: Sizce şiir nedir, nasıl olmalıdır? Bu çerçevede belli bir şiir tanımınız (veya poetikanız) var mı? Bunun yanında sizce şiirin ne kadarı emek ne kadarı ilhamdır?
Özgür ÇOBAN: Aşkın tarifi olmaz belki maşukun tarifi olsa da… Şiirin tarifi olmaz şairin tarifi olsa da… Şiir gibi olmalıdır şiir dediğin… Sanat anlayışıma dair çok ciddi kafa yorduğumu söyleyebilirim. Şiire gönül yordum, sanata kafa yordum… Sadece şiir anlayışıma dair “Şairane Konuşmalar” isimli bir eser düşünüyorum. Belki beş sene sonra çıkar; çünkü eser yayımlamada aceleci davranmıyorum.
Şiir bence Allah vergisinden ziyade, alın teridir. Kabiliyet olmadan şairlik, emek olmadan üstatlık mümkün değil…
"Sevgilinin ardından bakanlar şair olur
Göz pınarından kanlar akanlar şair olur
Aşka türkü yakanlar ve bir tek mısra için
Her gece yatağından kalkanlar şair olur"

M. Nihat MALKOÇ: Şiirinizi besleyen kaynaklar nelerdir? Şiirlerinizde ağırlıklı olarak hangi temaları işlersiniz? Niçin?
Özgür ÇOBAN: Benim şiirimi daha çok hayatım besliyor. Yaşadıklarım, okuduklarım ve hayallerim… “Üç ilham kaynağım var: Aşk, hüzün ve İstanbul” demiştim Kördüğüm Gibi’de. Ben daha çok beşerî aşkı kaleme alıyorum ama millî ve manevî konulara da kayıtsız kal[a]mıyorum. Niyet isimli rubaide şöyle niyet etmiştim:
"Yaradan’ın kuluyum ümmetin şairiyim
Kalbi Anadolu’yum milletin şairiyim
Bulurum diye bir yâr dolaştım diyar diyar
Gurbetin sağ koluyum hasretin şairiyim"
Elle tutulur gözle görülür bir naat yazma hayalim var uzun yıllardır. Ayrıca Anadolu kokan bir Türkiye şiirine yıllardır kafa yoruyorum. Bir de İstanbul’a dair asırlar sonrasına kalacak bir şiir yazabilsem gözüm açık gitmez.

M. Nihat MALKOÇ: Siz aynı zamanda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenisiniz. Yani öğretmen kökenli bir şairsiniz. Öğretmenliğinizin şiire müspet anlamda kattığı şeyler var mı?
Özgür ÇOBAN: Olmaz olur mu? Şiir bizim işimiz… Hatta hem işimiz hem aşkımız. Daha doğrusu önce aşkımızdı sonra işimiz oldu. Ben bazı şair ağabeylerim için üzülüyorum, meselâ Kadir Güven… Çok güzel şiirler yazan bir ustamız… Kendi kendime benim aldığım edebiyat eğitimini Kadir Abi alsaydı ne şiirler yazardı, diyorum. Eğitim almamasına rağmen çok güzel şiirler kaleme alıyor. Eğitim şart ama Allah vergisi ön şart…

M. Nihat MALKOÇ: Şairler, şiirleri arasında ayrım yapmakta zorluk çekse de sizin yazdıklarınız içerisinde en çok beğendiğiniz, iyi ki yazmışım dediğiniz üç şiiriniz hangisidir? İsim olarak belirtir misiniz? Bunlardan hangisiyle anılmak istersiniz?
Özgür ÇOBAN: Sürmenin Hesabı, Tadım Tuzum Yok ve bazı gece yarısı rubaileri… Sürmenin Hesabı ile anılmaya başlandım ama asıl anılacak kadar güçlü şiirlerimi bundan sonra yazma niyetindeyim, artık kırklara karıştık.

M. Nihat MALKOÇ: Şiirde kendini bulmuş, üslup sahibi bir şairsiniz. Kemiyet ve keyfiyet bakımından önemli miktarda da şiirleriniz var. Bir şiirin yazılma sürecinden bahseder misiniz? Özgür Çoban bir şiire nasıl oturur, süreç nasıl gelişir, nasıl tamamlanır?
Özgür ÇOBAN: Özgün bir üsluba kavuştuğumu ifade eden sizin gibi birçok değerli isim oldu. En son bunu üniversiteden hocam ve abim gibi sevdiğim Mehmet Kırbıyık söyledi. Kendisi Dîvan edebiyatı profesörü… Takdir edersiniz ki Necati Bey, Yahya Efendi, Ahmet Paşa gibi üstatlara vakıf olan bir eski edebiyatçının takdirine mazhar olmak kolay değildir. Kemiyet olarak şiirim çok da, keyfiyet olarak yeterli seviyede değil ama bundan sonra çıkacaklar inşallah alnımızın ve yüzümüzün akı olacak.
Fuzûlî’nin“Küfr-i zülfün salalı rahneler imanımıza” fehvasınca önce yârin ya da yaşanmışlıkların sinemizde yaralar açmasıyla şiirin hikâyesi başlıyor. Sonrasındaki ilk gelişte kâğıda geçirmezse bu duygunun med cezirleri beni yazmaya zorluyor. Notlarımı alıyorum. Bazen bırakıyorum öylece aylarca bazen yıllarca kalıyor ilk günler tamamla(ya)mazsam şiiri. Şiirin iskeletinin çıkması şairin önünü görmesine zemin hazırlıyor ama asıl iş bundan sonra başlıyor. İnce işçiliği şiirin beni çok yorar, tatlı bir yorgunluk ama… Bir de insan şiirde mükemmeliyetçi olunca… Duyguları, hatta düşünceleri ve kelimeleri saatlerce, günlerce, aylarca, bazen de yıllarca işlemek gerekir. Tekrar tekrar döner bakarım, kimi zaman bitti dediğiniz yerde yeniden başlar şiir… Şiiri şiir eden de bu işçilik sürecidir.
"Su vermişiz goncaya dermişiz gazelini
Ahirete bıraktık günlerin güzelini
Şiirin çilesini böyle çeker mi insan
Ferhat gibi öder mi Şirin'in bedelini"

M. Nihat MALKOÇ: Çıkardığınız ilk şiir kitabı hangisidir? Bu ilk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissetmiştiniz? Bu duyguyu bizimle paylaşır mısınız?
Özgür ÇOBAN: İlk kitabım, üniversite son sınıftayken 1999 Mayıs’ında yayımlanan “Anneme Yalanlar” idi. Hece vezniyle olsa da serbest denemelerimin de yer aldığı millî ve manevi değerlere atıfta bulunan bir aşk kitabıydı.
Eser ortaya koymanın hazzı bir başkadır. Hayatımda bu kadar çok heyecanlandığım çok az sahne vardır. İnsanın emeğinin zahiren bir nüvesini görmesi çok güzel bir duygu… Matbaadan Mehmet Çınar dayımla almaya gitmiştik. Bayrak Matbaası'nda basılmıştı.

M. Nihat MALKOÇ: "Baktığın Yerdeyim" adlı şiirinizde "Sevda tohumları ektim de yazdım!/Geceler boyunca tektim de yazdım!/Yürekten güldüm mü bilemiyorum,/Masaldır zannetme, çektim de yazdım!" diyorsunuz. Bu şiirinizden yola çıkarak sormak istiyorum: Şiirlerinizde hayaller mi, yaşanmışlıklar mı ağır basar? Şiirleriniz hayalle hakikat kavşaklarının neresinde durur?
Özgür ÇOBAN: “Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim, İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.” diyen M. Âkif üstadımızdan bir yönüyle ayrılıyorum. Ben de görüp de söylüyorum ama hayallerimle yoğuruyorum. Hayat, hayallerden ağır bassa da “insan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” "Hayattan Hayale" isimli rubaimde bu sorunun cevabını vermiştim:
"Düştüm kara sevdaya muhale şiir yazdım
Bir umuttu gönlümde visale şiir yazdım
Senin bakıp geçtiğin benim alın terimdir
Hayattan ilham aldım hayale şiir yazdım"

M. Nihat MALKOÇ: Siz de çok iyi bilirsiniz ki, şiir yayımlanmadığı sürece şairin kontrolü altındadır. Fakat yayımlanınca, hele de iki kapak arasına alınınca şairin inisiyatifinden çıkar. Ona isteseniz de hiçbir müdahalede bulunamazsınız. Bu bağlamda geriye dönüp baktığınızda keşke yazmasaydım, yayımlamasaydım dediğiniz şiirler oldu mu?
Özgür ÇOBAN: Fikrî anlamda yayımlamasaydım dediğim şiir olmadı ama edebî anlamda çok büyük bir pişmanlık yaşamasam da “Anneme Yalanlar” isimli kitabımı acaba yayımlamak için çok mu acele ettim acaba diye düşündüğüm olmuştur. Büyük şairler de insandır, eksikleri olur elbette. Nitekim geçmişte şiirlerinde gerekli değişikler yapıp yeni baskılarında değiştiren ustalar da olmuştur. Ben de değişiklik yapmaktan çekinmiyorum ama şiirin ilk hâli ile okuyanları görünce ister istemez keşke yayımlamasaydım, dediğiniz anlar olmuyor değil. Daha dün akşam ilginç bir hadise yaşadım. Sosyal medyada bir canlı yayına Yavuz Bülent Bakiler’in Anadolu şiirini okuyarak başlayacaktım. Yıllar önce okurken kitabın üstüne not almışım: Yataklarında yerine döşeklerinde olsa diye. Aradım üstadımızı “Abi size bir şiiriniz hususunda bir eleştirim var: Acaba burada yataklarında yerine döşeklerinde demek Türkçe açısından daha uygun olmaz mı?” dedim. O da “Haklısın, yeni baskılarında değiştirelim.” dedi. Ben de bugünkü programda müsaadeniz olursa “Hastalarım vardı ölüm yataklarında” mısraını “Hastalarım vardı ölüm döşeklerinde / Ne doktor yüzü gördüm ne ilaç…” şeklinde okuyacağım, dedim. O da “Tamam” diyerek kendi büyüklüğünü gösterdi.

M. Nihat MALKOÇ: Usta şair Yavuz Bülent Bakiler “Özgür Çoban’ın şiirde hep bir yükseliş içinde olacağına inanıyorum. Şiirlerinde arı duru bir Türkçe kullanıyor ki bu çok önemli…” diyor. Merhum Abdurrahim Karakoç da “Şiirlerini okuduğumda onun ‘gecelerin ve hecelerin şairi’ olduğuna karar verdim.” diyor. Merhum Cemal Safi de sizin şiirinizle ilgili olarak “Hece vezni ve koşma tarzının örneklerini şair Özgür Çoban’dan duyarken sevinçliyiz.” demektedir. Böyle büyük üstatların övgüsüne mazhar olmak nasıl bir duygu? Bu sizin şair olarak sorumluluğunuzu artırmıyor mu? Ne dersiniz?
Özgür ÇOBAN: Sizin gibi şair abilerimizle birlikte Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü gibi nitelikli çalışmalarda adımın geçmeye başlaması edebiyat dünyasında bundan sonra daha çok ilgi göreceğimiz anlamına geliyor.
Şiirlerim hakkında böyle yorumlarda bulunmaları benim için iftihar vesilesidir ama üstatların tek başına teveccühü beni önemli bir şair yapmaz. Esas olan şiirdir. Saf altını arayan bir sarraf gibi saf şiiri arayıp bulmadan şair olunmaz.
"Hakk’a çıkmadan arka şair olunmaz gönül
Yaşça varmadan kırka şair olunmaz gönül
Saf bir şiir söyleyip takdirini ‘almadan’
Ol yâr elinden hırka şair olunmaz gönül"

M. Nihat MALKOÇ: Birkaç sene evvel tetkik etmem ve fikrimi belirtmem için tarafıma gönderdiğiniz "Gece Yarısı Rubaileri" adlı henüz yayımlanmamış şiir kitabınızı büyük bir keyifle okumuştum. Sonuçta da rubailere dair kanaatlerimi belirtmiştim size. Peki halk edebiyatı nazım biçimleriyle şiirler yazarken ne diye rubai nazım şekliyle yazmaya yöneldiniz? Hem rubailer aruz ölçüsüyle yazılır; fakat siz heceyle yazdınız. Bunun sebepleri ve Gece Yarısı Rubaileri'nin akıbeti hakkında neler söylemek istersiniz?
Özgür ÇOBAN: Şiirde benim için zirve olan bu eser, daha çok gece yarısında yazdığım dörtlüklerden oluşuyor. Gürcistan, İran, Azerbaycan gibi farklı coğrafyaların yanı sıra Türkiye’nin birçok ilinde kaleme aldığım rubaileri içeriyor. Rubai diyorum çünkü hece ile yazsam da aruz hassasiyeti gösteren bir şairim. Hatta içinde Nedim’den iktibas ettiğim bir mısraın bulunduğu bir tane aruzla yazılmış rubai de var. Dörtlük kelimesi sanki heceyle yazılan o dörtlüklerin edebî ağırlığını kaldıramayacakmış gibi geldi bana… Ayrıca rubainin bir derinliği var sanki. Bu sebeple rubainin mukteza-yı hâle daha uygun olacağına kani oldum.
Basımı hususunda saygın bir yayınevi ile prensipte anlaşmıştık, hatta iç tasarımını bile yaptılar. Sonra benim siyasî duruşum sebebiyle basmaktan vazgeçtiklerini ifade ettiler, gerekçe belirtmek istemediklerini söylediler. Zaten siyasi bir referansla da görüşmemiştik. İnsanlarla ömür boyu siyasî olarak aynı yerde durmak zorunda mıyız? Kimsenin güce ve güçlüye tapmak gibi bir mecburiyeti yok. Senin doğrun belki benim yanlışım oldu. Ben kendi hakikatimin peşindeyim. Ayrıca esas olan hakikattir, siyaset değil. Hakikati sadece edebiyat ile aramanın yetersiz kaldığını gördüğüm gün de siyasete girmekten çekinmem. Hâsılı ben de meselenin üzerinde çok durmadım. Hayırlısı olsun, şiirlerimi anlayacak kapasitede bir yayınevi değilmiş, diye düşündüm. En saygınlarımız böyle, gerisini siz hesap edin. Açıkçası kitap çıkarmayı maharet saymadığım için başka bir yayınevi ile daha görüşüp sözlü olarak anlaştık ama sonrasında da korona süreci başladı. Yıldızların hayatı zor geçer. İşlerimin ağır ilerlemesine çok alışığım.

M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde hece şiiri üvey evlât muamelesi görüyor; miadını doldurduğu söyleniyor. Ciddi edebiyat dergilerinin çoğu sayfalarında hece şiiri yayımlamıyor. Sizce hece şiiri bitti mi? Bu durum ve tutum karşısında neler söylemek istersiniz?
Özgür ÇOBAN: Benim nazarımda edebiyat bir bütündür, parçalanamaz; vatan gibi… Şair ve yazarlara siyasî bir gözlükten bakmayı çok şık bulmuyorum. Ahlâkî değerleri hiçe sayan uç noktalardaki bazı yazar ve şair müsveddelerini saymazsak. Serbest şiirin daha çok itibar gördüğü muhakkak ama serbest şiirin henüz rüştünü ispatladığını düşünmüyorum. Şurada ne kadarlık mazisi var ki… Şöyle aradan birkaç asır geçsin, zamanın mihenk taşında bir boyunun ölçüsünü alsın, ondan sonra konuşalım. Çok güzel serbest tarzda şiir yazanlar var ama sanki bir elin parmağını geçmiyor. Bunlar Batı’nın oyunları, diyormuşum. Ben hecenin çok yaşayacağına inanıyorum. Serbest de yaşasın fakat hecenin ikinci plana itilmesi birinci sınıf dergilere ve edebiyatçılara yakışmaz. Aruz da, serbest de, hece de bizim… Ama hece daha çok bizim, daha çok biziz. “Alp Er Tunga öldü mü” ki hece ölsün?

M. Nihat MALKOÇ: Şairliğinizin yanında, bir de müzik alanında kayda değer çalışmalarınız var. Buna şiir seslendirmelerini ve şiir albümlerini de ekleyebilirsiniz. Biraz da bunlara değinir misiniz? Bugüne kadar müzikle irtibatlı ve iltisaklı neler yaptınız?
Özgür ÇOBAN: “Müzikle Şiir Aşkı” ismiyle yapmış olduğumuz programlarda şarkı ve şiir iç içe… “Şiir bir numara ama müzik iki numara değil” oldu şiarımız. Ben kendi çapımda bazı müzik dersleri de aldım. 2002 yılında almaya başlamıştım bağlama dersini ama devam ettiremedim. Şan ve piyano kurslarına da gitmişliğim var, hatta gitar… Bizdeki enstrümanlar bir müzik öğretmeninin evinde yoktur: Birkaç tane ney, iki gitar, iki bağlama, bir yan flüt, bir klavye, sipsi… Mikser, mikrofonlar ve hoparlörler ilk aklıma gelenler… Doğrudan ve dolaylı bestelenmesine sebep olduğum birçok şiir… Sadece kendi şiirlerimden 100’den fazlası bestelenmiştir. Müziği bilmezseniz programı kontrol edemiyorsunuz. Hazırlıklarına devam ettiklerimi saymazsak sadece kendi şiirlerim ve bestelerimizden oluşan ve aşağıdaki mısralardan ismini alan bir şiir albümüm var:
"Sorma bilmiyorum şimdi nerdeyim
Bir gün ayaktayım bir gün yerdeyim
Sen mi gözlerini ayırmıyorsun
Yoksa ben mi hep baktığın yerdeyim"

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar Türkiye'de birçok okulda şiir ve müzik programları (dinletileri) gerçekleştirdiniz. Öğrencilerin büyük ilgi ve sevgisine mazhar oldunuz. Biraz da bu ilgi ve sevginin kaynağından bahseder misiniz? Buna ramazan programlarını da dâhil edebilirsiniz. Bu programlar niçin bu kadar sevildi?
Özgür ÇOBAN: Çok şükür, çok güzel işlere imza attık ama bunun on katı daha kalıcı ve güzel işler/eserler ortaya koyabilirdik. Müslümanlar sanattan pek anlamıyor, anlayanlar da bu işlerin başına getirilmiyor. Şiir zaten sanatın zirvesi… Sanattan anlamayan, şiirden ne anlasın. Her zaman diyorum “Şiir liyakat ister, iltimas değil” diye… Sus, işine bak; diyor büyüklerim. Çok basit bir tespitimi paylaşayım: Sizin gibi birçok şiir yarışmasında yüzün üzerinde ödül aldığını bildiğim bir şair abimizin daha kitabı yok! Neden? Çünkü bunu basacak kapasitede ne yayınevi ne belediye ne kamu kuruluşu var da o yüzden… Yaklaşık yirmi senede yakın olduğumuz camia (uzak olduklarımız da bizim) iki tane sanatçı çıkardı, üçüncü bir isim yok. Kimler o isimler diye sormayın. İsmi lazım değil, sebebi de…
Kendi çapımda bir şeyler yaptıysam; önce Allah’a, sonra gayretime, üçüncüsü de samimiyetime borçluyum. Şiire benim kadar kafa yoran kaç şair var, doğrusu merak ediyorum. Bir kişi daha vardı, o da rahmetli oldu: Bekir Sıtkı Erdoğan. Sosyal medyada nasılsam gerçekte de öyleyim. Mahrem denilecek hususlar dışında şeffaf biriyimdir. Abartı olmasın ama yurt dışındaki birkaç ülke dâhil Türkiye’de 1000’in üzerinde dinleti veya konuşma yapmışımdır. Maalesef kalitenin toplumumuzda ciddi bir karşılığı yok. Büyük bir şairin sanatlı sözleri, güzel bir kızın mavi gözleri kadar itibar görmüyor Türkiye’de. Bütün bunlar şiiri bırakacağımız anlamına gelmez. Biz şiiri bırakmayı denedik de şiir bizi bırakmadı. Şairlik göğsümüzde taşıdığımız köstekli bir saat gibidir, bizim için modası hiç geçmeyecek.

M. Nihat MALKOÇ: Bir koltukta birçok karpuz taşıyabilen ender sanatçılardan birisiniz. Bildiğim bir başka özelliğiniz de bugüne kadar diksiyon üzerine yaptığınız nefis çalışmalar. Edebiyat öğretmeni olsanız da bu alanda çalışma fikri nereden çıktı? Diksiyon konusunda kaleme aldığınız kitaplardan ve uygulama çalışmalarından bahseder misin?
Özgür ÇOBAN: Bu mesele başta biraz tevafuk olsa da, zamanla şairliği diksiyon ve hitabetle tamamlamak gerektiğini fark ettim. Eğitimci ve yazar Oğuz Saygın, İstanbul’da birlikte çalışmayı teklif ettiğinde o da benim alt yapımın buna çok müsait olduğunu söylemişti. Ayrıca şair olunca zaten dil ve Türkçe hassasiyetim her zaman üst safhadaydı. Bir de insanın yazdığı şiirleri güzel seslendirebilmesi ekmek kadayıfı üstüne konulan Afyon kaymağı gibi oluyor. Burada memleketime dair bir ürün yerleştirme kullanılmıştır hemşehrim.
Geçmişteki radyo ve TV programcılığı tecrübelerimle işimi iyi yapma gayretim birleşince bu sahada Diksiyondan Mikrofona, Lisandan İnsana ve Yıldızların Konuşma Sanatı isimli üç kitaba imza attım. İstanbul Türkçesi ve Hitabetten Siyasete isimli iki kitap da yolda… 2005’ten beri bu alanda eğitimler veriyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Tanıdığım ve bildiğim kadarıyla sıcak kanlı ve dobra bir insansınız. Bu özelliğinizin tezahürü olarak sizin bir de çoğu şairlerden müteşekkil, kültür sanat adamlarıyla ve yazarlarla ciddi dostluklarınız var? Bu dostlardan ve dostluklardan söz eder misiniz?
Özgür ÇOBAN: Bir yanım da Konyalı sayılır benim, o yüzden Hazret-i Mevlâna’nın öğütlerini dinlemeye çalışıyorum. “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!” diyor ya, işte öyle… Rahmetli Abdurrahim Karakoç’u çok severdim. Hak ve halk adamıydı. Nurullah Genç ile de doksanlı yılların sonundan beri tanışıklığımız, biraz da hukukumuz var. Üç bant bilardo oynamışlığımız bile vakidir. İki gün önce cebinden aradım, müsait değildi. Bir saat sonra, buyur kardeşim diye döndü. İnsanlar ulaşılamaz olduğu için değil parlak olduğu için yıldızdır. Yusuf Dursun da çok sevdiğim bir ustamız. Bestami Yazgan benim için bir abi gibidir. İstanbul’da olmanın bir güzelliği de edebiyat dünyasının kalbinin attığı yer olması... Sezai Karakoç dâhil birçok isimle tanışma ve sohbet etme imkânı buluyorsunuz. Yavuz Bülent Bakiler de özeldir benim için. Onu konuşurken dinlediğinizde korkarsınız ama tanıyınca ne kadar güzel huylu, halim selim ve hatırşinas bir insan olduğunu görürsünüz.
"Fark etmedi deryayı mahiler Yavuz Bülent
Sana sunmuş sevdayı sakiler Yavuz Bülent
Türkçenin efendisi Allah’ın bendesiydi
Yunuslar Necatiler Bakiler Yavuz Bülent"

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa paylaşır mısınız?
Özgür ÇOBAN: Abdurrahim Karakoç üstadımızı 2000 yılında Ankara Sincan’daki evinde ziyarete gittiğimde ‘Vur Emri’nden ‘Dosta Doğru’ya kadar bütün kitaplarını yanıma almıştım. Sanat anlayışına dair şairane bir söyleşi gerçekleştirdikten sonra eserlerini imzalattım. Ne kadar garip bir imzası var, diye kendi kendime düşünmeye başladım. Onun gibi bilge bir insanın bu garip imzasının farklı bir hikâyesi olması gerekirdi. Bu duygular içerisinde kendisine “Abi bu imzanın bir anlamı var mı?” diye sordum. O da “Bir gün arabayla yolculuk ederken etrafı seyrediyordum. Geçtiğimiz yerler bozkırdı ve kayda değer bir bitki yoktu. Baktım ki bir ağaç… Yapayalnız… ‘Yazık!’ dedim kendi kendime, en azından yanında bir ağaç daha olsaydı da ona arkadaşlık etseydi. Onun bozkırda tenhalığına çok üzüldüm ve bundan sonra benim imzam da bu ağaç olsun diye düşündüm. O gün bu gündür bozkır üstünde yalnız bir ağaç şeklidir benim imzam.” diye cevap verdi. Bu hadise gönül dünyamda öyle yer etmiş ki tam on yedi yıl sonra bu durumu ifade eden ‘İmza’ isimli bir rubai yazdım.
"Pas tutmuş gönülleri ihya eyleyen sendin
Nefreti muhabbetle imha eyleyen sendin
Yuvasız bir kuş duysan uykuyu düşman bilen
Yalnız bir ağaç görsen imza eyleyen sendin"

M. Nihat MALKOÇ: Özgür Çoban'ın bir günü nasıl geçer? Bize rutin bir gününüzü anlatabilir misiniz?
Özgür ÇOBAN: O gün dersim varsa sabah 08.00 civarında okula giderim. 16.00’ya kadar okulda olurum. Maaş karşılığı dışında okulda ihtiyaç olmadıktan sonra ders almamaya çalışıyorum. Gürcistan’daki sakin günlerimi saymazsak son yirmi yıldır çok koşturuyorum. Dersimin olmadığı günlere edebiyata dair şairane konuşmaları ve şiir dinletilerini koyuyorum. Kültür, sanat ve müzik programlarına dinleyici olarak da katılmayı seviyorum. Kültür, sanat ve edebiyata dair dışarıda bir işim yoksa hep evdeyim. Geceleri okuma ve yazmaya vakfediyorum. Bazen kendi haline bıraktığım da olmuyor değil. Ömrüm kendimi kasmakla geçti.

M. Nihat MALKOÇ: Şiir yazmaya hevesli gençlere, bu çetin ve sabır gerektiren yolda neler önerirsiniz? Yarınlara kalacak şiirler yazmak için nasıl bir yol izlesinler?
Özgür ÇOBAN: Şiir, İstanbul gibidir. Onu fethetmek herkese nasip olmaz. Şiir; güzel, zeki ve ahlaklı bir Anadolu kızıdır; kalbinin kapılarını üstüne kefenini giymiş, sevdası uğruna ölümü göze alan Alparslanlara açar. Kısa sürede bir yerlere gelme gibi bir hedefleri varsa şiirle hiç uğraşmasınlar. 15-20 sene şiir için kısa sayılabilecek bir süredir. İlk kitabımın 21 yıl önce çıktığını hatırlatmak isterim.
Geçmişten günümüze üstatları okusunlar ve hazmetsinler. Edebiyat teorisine dair eserleri ihmal etmesinler. Bir de her şeyi bilmesinler. Hayatı okuyamayanın güçlü bir sanatı da olmaz. Şunu da unutmasınlar:
"Hâline tercümandır şeyda bülbül şairin
Nereye medfun olur sonu meçhul şairin
Ne yâr ne de ağyardan kabul görür dünyada
Hayatından ziyade mevti makbul şairin"

M. Nihat MALKOÇ: Özgür Çoban'ın bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?
Özgür ÇOBAN: Hayal kurmayı çok severim. Bu yüzden hayal edip gerçekleştiremediğim çok şey var. Ama vazgeçtiğim nadir olur. En basitinden Marmara Üniversitesinde İslâmî Türk Edebiyatı sahasında yapmakta olduğum doktoram ders dönemini bitirmeme rağmen yıllardır yabancı dil yüzünden bekliyor. Yıldızlar yükselişi engellenemeyen, sadece geciktirilebilen insanlara denir.

M. Nihat MALKOÇ: Değerli Özgür Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve de sorularımı içtenlikte cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Özgür ÇOBAN: Açıkçası sizin gibi saygın bir şair abimizden böyle bir teklif gelince emir telakki ettim. Bir röportajda ilk defa bu kadar kaliteli ve yerinde sorulara muhatap oluyorum. İşinize olan saygınız sebebiyle sizi tebrik ederim. Allah sizlerin ufkunu, nutkunu ve yolunu açık etsin.

EĞİTİMCİ YAZAR SALİH CENGİZ AYDEMİR’LE PAZAR SOHBETİ

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ

M. Nihat MALKOÇ: Değerli Hocam kendinizden biraz bahseder misin?

Salih Cengiz AYDEMİR: 1955 Trabzon doğumluyum. Dördüncü nesil bir eğitimci kuşaktan olup, Trabzon Dumlupınar İlkokulunu, Atatürk Ortaokulunu ve Trabzon Lisesini Fen Kolundan 1974’te bitirerek ilk ve orta öğrenimimi Trabzon’da tamamladım. 1975 yılında üniversite sınavlarına girdim. Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünde iki yıl okudum. Öğretmenlik branşım olan İngilizceyle bu okulda daha fazla ilgilendim. Siyasî dönemlerde okullardaki boykotlardan kaynaklanan çeşitli olumsuzluklar dolayısıyla bu okuldan ayrıldım. Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Enstitüsü İngilizce Öğretmenliği Bölümünü okuyarak söz konusu okulu 1981’de bitirdim. Öğretmen olarak Artvin ili emrine verildim. Daha önceki enstitüdeki öğrencilik yıllarımda söz konusu engellerin neden olduğu derslerdeki aksamalar sırasında, Trabzon ili Çağlayan beldesi Başkurt Köyü ilkokulunda iki ayı aşan bir süre de vekil öğretmen olarak çalıştım.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar hangi okullarda öğretmenlik yaptınız?

Salih Cengiz AYDEMİR: Artvin İmam Hatip Lisesi, Bolu Mengen Lisesi, Aşçılık Anadolu Lisesi, Denizli Babadağ Mehmet Zorlu Lisesi, Denizli Anadolu Ticaret Lisesi, Denizli İmam Hatip Lisesi, Trabzon Yunus Emre Anadolu Lisesi, Trabzon Kanunî Anadolu Lisesi gibi okullarda çalıştım. Son olarak da Trabzon Fen Lisesi’nde görev yapmaktayım.

M. Nihat MALKOÇ: İngilizce öğretmeni olduğunuzu biliyoruz. Peki, İngilizceyi bilen bir kişi olarak yabancı yayınları(İngilizcede) takip edebiliyor musunuz?

Salih Cengiz AYDEMİR: Yabancı dilden bilimsel iki kitap tercümesi yaptım. İtalyanca ile de ilgilendim. Zaman buldukça da sosyal içerikli yabancı dilde şiir ve şarkıları izlemekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: Yazma maceranız ne zaman ve hangi vesileyle başladı?

Salih Cengiz AYDEMİR: İlkokuldayken Öğretmen Okulu Resim İş öğretmeni Sayın Mustafa Beşgen’den resim iş dersleri almıştım. Ortaokuldayken karikatür çizmek merakım vardı. O yıllarda sosyal içerikli çeşitli toplantılara katıldım. Bu toplantıları öğretmenlerimizle birlikte izlemekteydik. Daha sonra da toplumdaki yansımaları değerlendirmek üzere çeşitli ortamlarda bu konular üzerindeki tartışmaları dinliyor ve bu tartışmaların nasıl bir sonuca ulaşabileceğini düşünmeye başlıyorduk. Lise yıllarında bu konulardaki kanaatlerin olumlu veya olumsuz olarak toplumda ne şekilde tezahür etmeye başladığına şahit olmaya başladığımda, ‘gemisini kurtaran kaptandır’ mantığıyla olayların dışında kalmadan; bir taraftan sosyal gelişmeleri dikkatle izliyorduk. Türk milletinin geleceğine bu gelişmelerin ne şekilde etkileri olabileceğini düşünürken diğer taraftan da dünyalığımız olan, bir meslek kazanmak çabasındaydım. İnsan hakkında öğrendiğimiz, his, heyecan ve mantık yanında realist düşünmek özellikleri de bulunduğu düşünülür ise kanaatimce zor da olsa bu yolu izlemenin daha yararlı olacağına inanmaktaydım. İşte lise çağlarımda millî duyguların verdiği araştırma ve öğrenme gayretlerim beni Milli Türk Talebe Birliğinin düzenlediği Trabzon’daki liseler arası bir şiir yarışmasına katılmaya teşvik etmiştir. Lise ikinci sınıftayken, Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirini dikkatle ezberleyerek bu yarışmaya hazırlandım. Ve okulumuz adına iyi bir sonuç aldım. Lise yıllarımda İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu kültür yayınlarının okulumuzdaki dağıtımı ile ilgilendim.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar hangi yayın organlarında(gazete-dergi) yazdınız?

Salih Cengiz AYDEMİR: Üniversite yıllarımda muharrirliğim vardır. Bizim Anadolu Gazetesinde haberlerim yayımlanmıştır. Trabzon Karadeniz Gazetesi ve Türksesi gazetelerinde uzun süreler makalelerim yayımlandı. Şu sıralarda Trabzon Hizmet gazetesinde sürekli köşe yazılarım yayımlanmaktadır. Ayrıca Azerbaycan Millî Meclisi’nin yayın organı “Bulleten” Dergisi, makalelerim arasından seçilen, iki devlet tek Türk Milletinin ortak siyasî, sosyal ve tarihî değerlerini anlatan yazılarımı uzun süredir ayda bir kez olmak üzere yayımlamaktadır.

M. Nihat MALKOÇ: “Beri Gel” isimli kitabınızın adı çok ilginç… Kitabınıza bu adı vermekteki maksadınız neydi? Bu kitapta nelerden bahsediyorsunuz?

Salih Cengiz AYDEMİR: Öncelikle, “Beri Gel” kelimesi Türk kültürü açısından çok değişik alanlarda kullanılmaktadır. Bir kültür ortaklığı olarak değerlendirilirse; tasavvufta Yunus ve Mevlana tarafından, Türk Halk müziğinde ve askerî literatürde ortak bir kavram olarak Türk kültüründe farklı tanımı vardır. Yazdığım kitabımda da Türk siyasî tarihinde bu kültür değerlerini harmanlamaya çalıştım. Bu nedenle özellikle “Beri Gel” adı; kitabın bu kadar geniş hacimli olması yanında daha kolay okunması ve değerlendirilmesi açısından daha anlamlı bulunmuştur.
Kültürümüz belirli tarihleri not ederek değerlendirilirse anlamlı olur. Siz dört bin küsur yıl önce kurulan Türk devletinin kuruluş yıllarında Oğuz Han ve Hz. İbrahim arasında söz konusu olan ilişkileri değerlendirmekte bir tarih hatası yaparsanız, Hz. Peygamberin yaşadığı 571 ve 672 yılları arasını görmezden gelenleri taltif etmeye çalışırsanız Müslümanların bir vizyon oluşturmaları için gerekli ekonomik ve sosyal geri bırakılmışlığını genetik bir rahatsızlık olarak kabul ederseniz benim yazdığım eserin sizce bir kıymeti olmaz. İşte yazdığım bu eser bu anlamda bir denemedir. Elbette çok büyük maddî imkanlarla hazırlanması gereken bir kitap çalışmasından söz ettiğimin farkındayım. Ancak Hz. İbrahim Nemrut tarafından ateşe atıldığında bir kuş ağzıyla ve gagasıyla bir miktar su alarak bu ateşi söndürmeye çalışırmış. Hani Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması var ya... 'Ya tutarsa' demiştir ya... İşte kuşcağıza sormuşlar 'neden bunu yaparsın, anlamaz mısın ki bu kadarcık su ile bu ateş sönmez' Kuş şu cevabı verir, der ki “Niyetim belli oldu ya, işte bu bana yeter.” Çünkü bu zamanda niyetleri okumak ve onları istenildiği şekle sokmak üzere bilim dalları gelişmiştir. Ancak biz bunu bir aciz kuş misali yaptık. İnşallah Rabbimizin huzuruna çıktığımızda bu enstantaneleri hayırla yad eden bir kulu olduğumu kabul eder. İşte başka taltif beklemeden bu çalışmalarımı yaptım. Ve bu referansa göre de güncelleştirilen makalelerim çeşitli ortamlarda yayınlanmaktadır.

M. Nihat MALKOÇ: “Beri Gel” adlı kitabınız kültür dünyasında önemli yankılar uyandırdı. Bu kitabınızla ilgili Prof. Dr. İsa Kayacan gibi birçok kişi değerlendirme yazısı yazdı. Bu yazılar sizi yeni eserler vücuda getirmek için motive etti mi? Eleştirileri nasıl karşıladınız?

Salih Cengiz AYDEMİR: Öncelikle şunu söylemek isterim ki; bu hacimde, türlü yönleriyle Hun devletinin varisi bir Osmanlı devletinin mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyetini kültür boyutuyla bir kitaba sığdırabilecek yeteneğe sahip değilim. Ancak yukarıda da belirtmiş olduğum üzere bu aciz kulun Rabbi karşısında duyduğu bir sorumluluğun ona içten bilenenler karşısında bu mirasa dair övgülerin bir kitapta toplanması çalışmasıdır. Bu sırada Sayın Prof. Kayacan bu eserin yüzlerce gerçek kaynaktan yararlanılarak hazırlandığını ve herkesin kütüphanesinde bulunması gerektiğini belirtmiştir. Sayın Deniz Baykal da kitap için gönderdiği teşekkür yazısında şunları söylemiştir: “Sayın Salih Cengiz AYDEMİR, Gönderdiğiniz “Beri Gel” adlı kitabınızı aldım, Çok teşekkür ederim. Türk Milleti’nin “Milli Devlet” bilincine ulaşmasına kadar geçirdiği sosyal ve kültürel değişimlerini çok geniş bir yelpazede incelediğiniz kapsamlı bir çalışma. Kutluyorum. En iyi dileklerle, sevgiler, saygılar sunuyorum.
Muhteşem Kanunî Sultan Süleyman Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ali Baki, kitapla birlikte yayınlanan yazısında şunları ifade etmişti: Bu eserin, tarih boyunca bir medeniyet, kültür ve eğitim merkezi olan, Şehzadeler Şehri Trabzon’dan yazılmış olması ayrı bir sevinç kaynağıdır. Salih Cengiz Aydemir'in “Beri Gel” adlı eserinin, büyük bir boşluğu dolduracağına inanıyor, kendilerini kutluyor, bu tip eserlerin sayıca artmasının kültürümüze ve geleceğimize önemli bir katkı sağlayacağını özellikle belirtmek istiyorum. Trabzon Milletvekili, Trabzon eski Belediye Başkanı Sayın Asım AYKAN Beri Gel’in Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmasını uygun görerek bizzat beni, kitabı bakanlığa göndermek üzere Ankara’ya davet etmiştir. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Sayın Talat’tan Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’e ve Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan Milli Eğitim bakanlarımızdan Sayın Hüseyin Çelik ve sayın Çubukçu’ya kadar birçok milltevekilimiz ve işadamlarımızdan kitapla ilgili teşekkürler tarafıma ulaşmıştır.

M. Nihat MALKOÇ: “Beri Gel” adlı kitabınız birçok önemli kişiye ulaştı. Bu kitabınızı kimlere ve hangi önemli kurumlara gönderdiniz? Onlardan ne gibi tepkiler aldınız.

Salih Cengiz AYDEMİR: “Beri Gel” Türkiye’nin Amerika, İngiltere, Fransa’nın İstanbul ve Ankara konsolosluklarına da gönderilmiştir. Sponsorluğu, Memorial Hospital Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Turgut Aydın tarafından yapılan Beri Gel’in dağıtımı genelde matbaasından, Genel Kurmay Başkanlığına, İstanbul, İzmir, Ankara ve Trabzon il valilerine belediye başkanlarına, Kamu Sen üyelerine, milletvekili ve parti liderlerine gönderilmiştir. Türk devletleri kütüphanelerine de gönderilen “Beri Gel”in dağıtımı, Trabzon Kanunî Vakfı'ndan ve Trabzon Müftülüğünden de yapılmıştır. Bunun yanı sıra, İstanbul’daki üniversitelere ve sosyal kuruluşlara, Trabzon Ticaret Odasının da ilgileriyle halkımıza, Türkiye genelindeki kamu kuruluşlarına dağıtılmıştır.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin bir de “Efsane(Tarb-ı Efsun)Karlı Dağın Ardındaki Şehir” adlı basılmış kapsamlı bir kitabınız var? Buradaki 'Karlı Dağın Ardındaki Şehir' hangi şehirdir? Bu kitabınızın konusu nedir? Nelerden bahsediyorsunuz bu kitabınızda?

Salih Cengiz AYDEMİR: Bu şehir, tarih boyunca Orta Asya göçlerinin orijinindeki, dünya ticaretinde; Avrupa devletlerinin günümüzdeki sömürgeci nitelikleri henüz ortaya çıkmadığı zamanlarda merkezi önemi olan, Dede Korkut’un sevdalandığı ve söz söylediği, Alparslan Gazi'nin fetihleriyle ilgi alanı olan ve Doğu Roma devletinin Anadolu’daki son kalesi olan ve 2. Sultan Mehmet’in fethinden sonra “Tarabefzun” adını alan Trabzon’dur. Bu, şehrin temiz belde halini almaya başladığı bir tarih ve siyasî geçmişinin bilinen ve bilinmeyen yönleriyle araştırılarak kitapla edebî hale getirilen bir eserdir. Yakın Türk tarihinde; Manisa, Amasya ve Trabzon şehirleri Osmanlı devletini yönetecek devlet adamlarının yetiştirildiği bir mümtaz yere de sahiptir. Bu çalışmayla yetişecek nesillerin ruh ve akıl cevherini hangi değerler üzerine yoğunlaştırması gereğine, hangi gereğe inanılarak hangi başarılara ulaşan bir devlete sahip olduğumuza dikkat çekerken bu isim ve meydana gelen bu eser bu kitabı okuyanlara bir şeyler kazandıracağına inanmaktayım. Beri Gel”, gençliğin boşa meşgul edildiği bir takım felsefi düşüncelerle zihin jimnastikleri yapmaları yerine aklın buluşlarıyla hissedilebilen bir gerçeği tatmasını düşünerek, milletinin yaşadığı siyasi tarihin kültüründen bu tadı alabilecek bir nesili muhatap alan bir eser olarak yazılmıştır.

M. Nihat MALKOÇ: Üzerinde çalıştığınız yeni kitap çalışmalarınız var mı? Bundan sonra yayımlamayı planladığınız kitap projeniz var mı? Varsa eserin konusu ana hatlarıyla ne olacak?

Salih Cengiz AYDEMİR: Şu andaki çalışmalarım makaleler olmaktadır. Henüz bu yaklaşımların gençlik arasında tam anlamıyla yerleşmiş olduğu söylenemez. Yaptığım yazı çalışmaları da genelde bu klasik tarzda hazırladığım kitabımın güncel olaylar karşısında yapılan yorumları anlamındaki makaleler olmaktadır.

M. Nihat MALKOÇ: Kitaplarınıza baktığımızda önce gazetelerde köşe yazısı olarak yayımladığınız yazıları bir araya getirerek kitap oluşturduğunuz görülüyor? Yazılarınız gazetelerde kaybolmasın diye mi onları iki kapak arasına alıyorsunuz? Ne dersiniz?

Salih Cengiz AYDEMİR: Bu konuda açıklık getirmek isterim. Benim kitap yazarlığım makale yazarlığımdan sonradır. Ancak kitabın hazırlanışı süresi içerisinde hemen her safhasında televizyon ve radyolardaki kültür köşelerinde sürekli sohbetlerimiz olmuştur. Bu konuda bilgi alışverişlerimiz olmuş ve yazılarımın hazırlanışı esnasında ufkumu genişleten açıklamalara da ulaşabilmişim. Kitap bu koşullardan geçerek ikinci baskısının hazırlanması sonucunda “Beri Gel” adını almıştır. Kitap haline gelen eserim referans olmak üzere de günlük makale yazmaya halen devam etmekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar hangi şair ve yazarlarla kişisel dostluklarınız oldu?

Salih Cengiz AYDEMİR: 1974-75 yılları arasında Ankara Gerçek Dergisinde bu yazılarımın özünü teşkil eden doktrin üzerine dikkatli bir çalışma yaptım. Ve bu esnada Türkiye'nin önde gelen edebiyat ve siyaset simalarıyla tanıştım. Haliyle benim bu alanda bilgi edinmem de bu değerli kişiler sayesinde olmuştur. Ayrıca günümüzde henüz cumhuriyetimizin özünü teşkil eden kültür alanında somut bir gelişme vardır denilemez. Ancak bu gelişmelere yön verebilecek ehliyette kişiler bugün ülkenin yetkin yerlerinde bulunmaktadır. Devletimizin bekası için gösterilen çabaların ister istemez geliştiği bazı devirler vardır. Örneğin İkinci Mahmut dönemi bunun bir başlangıcıdır. Batının ideoloji ve bilim merkezi olmasının ardından ülkemizde halen etkisi bütün şiddetiyle hissedilen bir soğuk dalga devam etmektedir. Bu alandaki doktrin ve ideoloji ile yetişen şairler ve yazarlar vardır. Bunlarda etkin kalemlerdir. Ancak dört bin küsür yıllık bir doktrin temelinde 1810’larda ayırımcı bir yapısı bulunan Yeniçeri ocağının kapatılarak Asakir-i Mansureyi Muhammediye ile başlanan ve Mehmetçikle devam eden millî ideoloji dönemi başlamıştır.
Türkiye Cumhuyriyeti'nin kurulma safhasında da yüz elli islam bilim adamının ilgisiyle başlayan Müdafay-ı Hukuk hareketi bu doktrin temelinde insanını ve devletini yaşatmak üzere bir ideolojik yol benimsemiştir. İşte Cumhuriyet döneminde bu ekibin bir hareket bünyesinden çıkartılması üzerine ayak oyunları ile emperyalist devletlerin siyasî arenada göstermiş odukları varlıkları sözkonusudur. 1960 ve 1981 yılları arası bir şairin ifadesi ile Bizans çağa çağ Bizansa doğru emeklemekte” dediği bir dönem yaşanmıştır. Bu dönem Nedim'in İstanbul’u anlatan dizesinde belirttiği gibi “Sokaklarında maarif bilgileri akıyor” dediği gibi bir dönem yaşanmıştır. Hatipler sokaklarda ve salonlarda öğrenciler ülkeyi nasıl daha iyi yönetebilen kişiler olarak yetişebiliriz diyerek çeşitli yönlerde fikirler edindikleri ve bunları çeşitli ortamlarda anlatmaya çalıştıkları ve evlerde belirli belirsiz fikir kamplaşmalarının yaşandığı bir dönem geçirdik. Bu geçen dönem nasıl görülmez veya bu dönemlerde söylenenler nasıl kulak ardı edilebilir? İşte yapılması gereken bu etkinliğe temel teşkil eden milli doktrin esasında millÎ ideolojinin hangi olumlu ve olumsuz yönlerde gelişmiş olabileceğini ve şimdiki durumunu göz önnüne koyabilecek gerçek kaynakları gün yüzüne çıkartmaktı. Atatürk, “Oğuz” şiirinde “Bilinmeyen tarihi araştırın” diyordu. Bu demektir ki orada bizler aradığımız şeyleri bulabilirdik. Bu ortamda değerli şair ve yazarlar yetiştirmek gerekirdi ki yetişen şairlerimiz de yaşadıkları zorlukların bedbinliğini hayatlarında gösterdiklerine şahit olduk. Bu nedenle ülkemizde millî ideolojimiz ve sözünü ettiğimiz ideolojinin iyi işlenerek devlet politikalarıyla desteklenmesi gereği üzerinde durmayı öncelikli bir görev olarak kabul ederek bu eserden belki yararlanılır düşüncesine sahip oldum. Benim özellikle etkilendiğim şairler; Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Emin Yurdakul, Necmettin Halil Onan ve yazar Peyami Safa’dır. Beri Gel’in içeriği dikkate alındığında da bu münevverlerimizin kalem izleriyle karşılaşırsınız.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un dünü, bugünü ve yarını hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Bu şehirde yaşamak ve bu şehirde yazmak nasıl bir duygu?

Salih Cengiz AYDEMİR:Trabzon, tarihte dünya ticaret ve kültür merkeziydi. Çünkü insanlık henüz Batıyı tanımıyordu. Bu nedenle Batıya giden bütün yollar Kafkasya üzerinden Avrupa'ya açılıyor ve Trabzon önemli bir ticaret ve güvenle yaşanılabilir önemli bir merkez oluyordu. Bir başka özelliği de meyva ve çiçek aromalarıyla, gelen geçenlerin ilgisini çekmesiydi. Bu nedenle günümüze kadar insanı dünyaya bağlayan sevgilerde öncülük eden bir belde olmuştur. Burası tarihte Giresun limanından daha geniş kapasiteli, günde elli bin kişinin gelip geçtiği ve Sümela’daki hanlarda konaklayarak geçiş yaptığı bir yerdi. Bu şehir bütün dünya milletlerinin bildiği ve yakın ilgisini üzerine çektiği bir merkezdi. Trabzon, şair ve yazarlarımıza da ilham kaynağı olmuştur. İşte bu nedenle ben de doğup büyüdüğüm bu topraklara olan özlemimden aldığım cesaretle yazar oldum. Umut ederim ki bundan sonra yetişen kuşaklar Beri Gel’den alacakları bilgilerle çok daha güzel edebî ve kültürel çalışmalar yapacaklardır.

M. Nihat MALKOÇ: Salih Cengiz Aydemir bir gününü nasıl geçirir? Bir gününüzün nasıl geçtiğini bizimle paylaşır mısınız?

Salih Cengiz AYDEMİR: Aslında mesai saatleri sabah namazı saatlerinde başlar. Tefekkür etmenin en sağlıklı edinim sağladığı saatler bu anlardır. Çünkü bu zamandan sonra insanın en sıhhatli olduğu ve vucudundaki hücre yenilenmelerinin uzun bir uyku ardından gerçekleştiği bilinmektedir. İşte bir kişi, Müslüman fıtratı üzere doğduğu gibi, bir Müslüman olarak yaşamanın mutluluğunu da ancak bu temel görevi yerine getirdikten sonra daha iyi anlayabilir diye düşünürüm. Daha ilerki saatlerimde öğrencilerim arasında zamanım geçer. Hafta içerisinde makale yazılarımı düzenleyerek gazeteme gönderirim. Anne babamı hafta sonlarında ziyarete giderim. İki oğlum mühendis olarak Ankara ve İstanbul’da çalışıyor. Bir oğlum da İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde okuyor. Zamanımın diğer kısmını da ailem ve çocuklarımla ilgilenerek geçiririm. Yazılarımda gerek gördüğüm bilgileri edinmek için çeşitli kitapları incelerim. Bu arada günlük gazeteleri okurum.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam, yazan bir insanın sürekli okuyup kendini yenilemesi gerekir, aksi halde hep kendini tekrar eder durur. Siz iyi bir okuyucu musunuz? Şahsî kütüphaneniz var mı, varsa zengin içerikli mi? Araştırmacı bir yazar olarak neler okursunuz?

Salih Cengiz AYDEMİR: Edindiğim bilgilerimin özünde, dikkatinizi çekmiştir ki, klasik bilgiler üzerinde tefekkür ve öneriler vardır. Bunlar genelde geçiş dönemlerinde edindiğim bilgi ve bunlara dayalı duyarlılıkların sosyolojik ve psikolojik analizlerine dayalıdır. Bu alanda nedense çok fazla durulmamaktadır. Oysa bu konu üniversitelere bırakılamayacak kadar ciddi bir sosyal olaydır. Son zamanlarda ilgi alanımda tercüme ettiğim “Kuran Felsefesi” adlı bir kitap var. Bunun yanında “Karadeniz Bölgesi Üzerindeki Rus Saldırıları” adlı eserle ilgilenmekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: İmkânınız olsaydı kimin yerinde olmak isterdiniz? Yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?

Salih Cengiz AYDEMİR: Rabbime hamd ederim ki olmak istediğim en güzel şeyleri öncelikle ruhuma verdi. Bence bu güzellikler benim hayat görüşüm ve sözlerimdeki esin kaynağımdır. 'Hz. Peygamber döneminde yaşamak ister miydiniz?' diye sorabilirsiniz. İstemezdim; çünkü o dönemde iman gücü vardı ve bir peygamber vardı. Oysa delikanlılık o ruhu bu asırda yaşamak ve yaşatmaktır. Bu nedenle benim bu zamanda yaşamaktan çok arzu ettiğim bir şey yoktur. Dünya varlığı olarak da şükürler olsun, Rabbim bana kanaati verdi. Çalışarak kazanıyor ve gönül rahatlığıyla hayatımı devam ettiriyorum. Kişi ancak bu zamanda mutlu olabilir diye düşünüyorum. Çünkü dünya malına varis çok çıkar. O zaman da dünyayı ve dünyalığı insanlar arasında paylaşmak çileye dönüşür. Belki de bu gün yaşananlar bu çileden kaynaklanmaktadır. Dünya tarihinde görülmemiş zenginlikler, içerisinde bulunduğumuz zamanda insanlığa sunulmuştur. Ancak insanlar nasıl mutlu olabileceğini henüz tam anlamıyla araştırarak bulamamıştır.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar kaç kitabınız yayımlandı? Bunlardan bahseder misiniz?

Salih Cengiz AYDEMİR: Öncelikle kitap yazmak konusunda; ‘şu gün yazmaya başlayayım da şu kitap olsun’ denilerek yazılan eserler bulunabilir. Ancak bu benim yaptığım çalışmalar daha çok sıra dışı olmuştur. Bulunduğum ortamlarda bilgi ve kültür birikimlerim beni bu mecraya itmiştir. Bir arkadaşım bendeki kelime hazinesini keşfetmiş, yazmamı istemiştir. Bir başka arkadaşım sosyal girişkenliğim ve kişiler arasında yaşlı, genç iletişimi sağlamaktaki yeteneğimi keşfetmiş, bu yöndeki çabalarda desteklemiştir. Ve bu şekilde kitap yazma safhası ortaya çıkmıştır.
İlk çalışmam da beni Trabzon’da geçmişte ve günümüzde toplumun ilgi duyduğu saygın unsurları anlatan yazılar yazmam konusunda desteklemiştir. Trabzon’u baştan uca dolaşarak halkımızın geçmişten günümüze hangi kişilere niçin saygı duyduğu konusunda yazdım. Bu yazıları daha sonra Trabzon’un saygın yazarlarından Mustafa Yazıcı Bey’e, yayınlarının hazırlanması sırasında yararlanılmak üzere teslim ettim. Daha sonra Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetinin temeli Türk kültür ve Türk kahramanlığıdır” veciz sözünün ışığında Trabzon ve Selçuklu devleti arasında geçen siyasî ve sosyal ilişkileri değerlendiren yazıları inceledim. İstanbul’un fethinden sonra Rusya merkezli başlatılan Don ve Volga Kazaklarının Karadeniz bölgesi üzerinde yüz yıldan fazla bir süre devam eden saldırılarını tercüme eserlerden inceledim. Üniversite yıllarımda bulunduğum sosyal içerikli toplantılarda edindiğim felsefe ve İslam dinini inceleyen stratejik gelişmeleri de aynı dikkatle değerlendirerek bir kitap yazma aşamasına geldim.
İlk çalışmaya başladığımda, yazılarım kırk sayfa kadar iken Mustafa Yazıcı Bey tarafından değerli görülüp televizyon konuşmalarında konuyu Trabzon halkına sunmak imkânını bulduk. Daha sonra Yomra ve Arsin Kaymakamlığının talebi üzerine bu yazılarım, benim iznimle, çok değerli yazar arkadaşım Mustafa Yazıcı Bey tarafından Yomra ve Arsin ilçelerinde öğrencilere anlatıldı. Bundan sonraki çalışmalara da ivme katan bu gelişmeler üç yıl sonunda yazılımı hemen hemen bitmiştir denilerek, “Karlı Dağın Ardındaki Şehir (Tarab-ı Efsun)” olarak yayıma hazır hale getirildi. O zamanki Trabzon Belediye Başkanı sayın Volkan Canalioğlu'nun tarafıma ulaştırdığı, İzmir’e ilk giren kumandan Şerafettin Bey ile ilgili yazıları da bu kitaba ekledim. Bu kitap 2006’da Trabzon Eser Matbaasından 1000 adet basılarak genelde Trabzon’da olmak üzere, Türkiye’de dağıtıldı.
Tarabefsun, Evliya Çelebi tarafından yazılan, meşhur eseri olan Seyahatname'sinde Trabzon şehrine Türkler tarafından verilen ad olarak geçmektedir. Kitabımın bu baskısı kısa zamanda tükendi. Gördüğü ilgi üzerine, gelen talepleri de değerlendirilerek, Türk kültürünü genelde inceleyen bir eser olması gerektiği konusunu değerlendirerek bu eser üzerinde iki yıl daha çalıştım ve sonuçta “Beri Gel” kısa adıyla aynı eseri 576 sayfadan bin sayfaya çıkardım. Ankara Nobel Yayınlarında iki bin adet bastırılarak Türkiye ve yurt dışında dağıtımı yapıldı.

M. Nihat MALKOÇ: Sorma imkânı bulamadığım, fakat sizin bizimle paylaşmak istediğiniz bir şey var mı?

Salih Cengiz AYDEMİR: Sanıyorum sizden sormanızı umduğum ve sormadığınız bir konu kalmamıştır. Bana bu görüşlerimi açıklama imkânını verdiğinizden dolayı size ve Trabzon Hizmet gazetesine şükranlarımı sunarım.

M. Nihat MALKOÇ: Duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Salih Cengiz AYDEMİR: Allah Türk milletine ve sırtında taşıdığı cihan vizyonuna kavuşmak için insanlığa basiret ve kararlılık versin. Ben teşekkür ediyorum.

ŞAİR-YAZAR MUSTAFA ÖZÇELİK'LE ŞİİR VE EDEBİYAT ETRAFINDA BİR SÖYLEŞİ

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ
M. Nihat MALKOÇ: Hocam kendinizden kısaca bahseder misiniz? Kimdir Mustafa Özçelik?

Mustafa ÖZÇELİK: 1954 yılında Eskişehir’de doğdum. Türk Dili ve Edebiyatı alanında yüksek öğrenim gördüm. Ortaokul ve liselerde öğretmenlik yaptım. Meslek hayatımın son yıllarında Dumlupınar Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak dersler verdim. Yazarlık hayatım lise yıllarında Yunus Emre konulu bir yazı ile başladı. O zamandan bugüne çok şükür devam ediyor. Hep Anadolu’da yaşadım. Bunu bir şans, nimet olarak görmekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar edebiyatın hangi türlerinde eser verdiniz? Mustafa Özçelik Külliyatı içerisinde hangi eserler mevcut?

Mustafa ÖZÇELİK: Edebiyata lise yıllarında yayımlanan ilk yazım dışında esas olarak şiirle başladım. Sonraki yıllarda buna deneme, biyografi, masal, hikaye, araştırma-inceleme, antoloji türlerinde eserler eklendi. Şu ana kadar 8 şiir, 7 deneme, 6 inceleme, 6 biyografi/monografi, 13 hikaye/masal, 2 roman, 9 antoloji kitabım yayımlandı. Ayrıca Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine eserler çevirdim. Bunlardan bazıları Arapça, Farsça, Rusça gibi dillere çevrildi. Kazak, Türkmen, Azerbaycan Türkçelerinde yayımlandı.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiire başlayışınızın belli bir hikâyesi var mı? Şiirle hemhâl oluşunuz, ömrünüzün hangi dilimine rastlıyor? Bu çerçevede yayımlanan ilk şiirinizi ete kemiğe bürünmüş matbu halde gördüğünüzde neler hissettiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: İlkokul yıllarım tabiat güzellikleriyle dolu bir köyde geçti. O sakin hayat içinde pek çok saklı güzelliği keşfettiğimi düşünüyorum. Ortaokul-lise yıllarında ise Eskişehir’deydim. Burada gurbet, yalnızlık gibi hâlleri çok yoğun yaşadım. Bu durum beni kitaplara çekti. Okumaya, yazmaya karşı büyük bir ilgi uyandırdı. Pek çok genç edebiyat ilgilisi gibi yazmaya başladığım ilk edebi tür şiir oldu. İlk şiirim yayımlandığında çok mutlu oldum tabi. Ama üzerime yük olarak asla görmediğim, aksine onur duyduğum büyük bir sorumluk da yükledi. O günden beri yazmayı, verdiği bu kabiliyet için Allah’a karşı bir şükür sebebi hem de milletime ve insanlığa karşı büyük bir sorumluluk ve görev olarak bildim.

M. Nihat MALKOÇ: Başta çocukluğunuz olmak üzere, şiirinizi besleyen kaynaklar nelerdir? Şiirlerinizde ağırlıklı olarak hangi temaları işlersiniz? Bunu nasıl belirlersiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: Bir köy hayatı içinde tabiat, dağlar, ağaçlar, çiçekler, ırmaklar benim insanlardan daha çok hemhâl olduğum şeylerdi. Böylece tabiatın büyük bir kitap olduğunu keşfettim. Bunlar, bana hem tabiatı hem de iç dünyamı tanıma anlamında büyük katkı sağladı. Yine ailemde ve çevremde yaşanan dinî-millî değerler de kişiliğimi oluşturan temel unsurlar oldu. Önemli bir beslenme kaynağım da elbette kitaplardır. Ortaokul yıllarından itibaren başlayan okuma yolculuğum kesintisiz bir şekilde bugüne kadar devam etti. Şiirlerimde hakim tema elbette aşktır. Ama bu temayı hem beşerî hem ilahî olan manasıyla düşünüyorum. Aşk, insan olmamızın da şair olmamızın da en temel şartıdır. Çünkü Yunus’un ifadesiyle Âdem (insan) olmak, aşkla mümkündür.

M. Nihat MALKOÇ: Belki sıradan bir soru olacak; ama şair Mustafa Özçelik'e 'Şiir nedir?” diye bir soru sorsam nasıl bir cevap alırım? Şiiri nasıl tanımlarsınız?

Mustafa ÖZÇELİK: Ben şiiri her zaman için fıtratımızın sesi olarak gördüm. Güzellik, mana ve fayda bu sesin olmazsa olmaz üç özelliğidir bana göre. Oluşumu ise dıştan içe, içten dışa bir seyir takip eder. Bir buğday tohumunun ekmek haline geliş macerasına benzer şiirin yolculuğu. Gönül toprağına ekilir, sonra akıl eleğinden elenir. Ardından kelime libasına bürünür. Bu süreçte tasavvufta dile getirilen “çiğ iken pişmek” şeklinde bir kaderi yaşamış olur.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiir sizin hayatınızın neresinde duruyor? Şiirsiz yaşayamayanlardan mısınız?

Mustafa ÖZÇELİK: Şiire bir varoluş, kendimi ifade biçimi, hayatı yorumlama tarzı şeklinde bir anlam yüklediğim için hayatımın hep merkezinde tutuyorum. Bu her zaman şiir yazmak manasına gelmez ama şairlik her zaman bu hissiyatla yaşamayı gerekli kılar. Bu yüzden bir şairin şiir okumadığı ya da yazmadığı vakitlerde bile şiiriyeti olan bir bakışa, duruşa, hayata sahip olması gerekir diye düşünüyorum. Diğer yandan kendimiz yazmasak bile bütün bir yaratılış eserleri gören göze, hisseden kalbe, fikreden akla bizatihi şiir olarak görünür. Madem şiir her yerdedir öyleyse şiirsiz bir hayat da mümkün değildir.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bildiğim kadarıyla şiirde hep serbest tarzda yazmayı tercih ediyorsunuz. Sizi serbest tarzda yazmaya yönelten ve bunda ısrarcı kılan nedir? Heceyle yazmayı hiç düşünmediniz mi?

Mustafa ÖZÇELİK: Bu, doğrusu başta belirlediğim bilinçli bir seçim değildi. Okuduklarım, içinde yer aldığım edebî çevre, şiir yayımladığım dergiler serbest şiir anlayışını benimsedikleri için benim şiirim de o şekilde yazılmaya başlandı. Yola böyle çıkınca başka bir tarza dönemedim. Ama ses, hava olarak hece şiirin havası benim şiirimde yer alır. Özellikle son yıllarda yazdıklarım böyledir. İyi şiir, her ölçüyle yazılabilir. Sonuçta ölçü, şiirin bir vasıtasıdır çünkü. Şiiriyeti asıl olarak mana ve söyleyişte aramak gerekir.

M. Nihat MALKOÇ: Son yıllarda kalem tutan hemen herkes, sözüm ona, şiir yazıyor (daha doğrusu karalıyor). Bu kişiler sosyal medyada şiir bilgisi olmayanlar tarafından okunmaya bile tenezzül edilmeden beğenilince, o kişi bir noktadan sonra kendini şair-i âzam zannediyor. Şiir söz konusu olunca da mangalda kül bırakmıyorlar. Şiirimizi bu hastalıklı ruhlardan nasıl kurtarabiliriz? Bu bağlamda sizce iyi bir şiirin ve iyi bir şairin olmazsa olmazları nelerdir?

Mustafa ÖZÇELİK: Edebiyatın, sanatın irtifa kaybettiği bir dönemde yaşadığımızın farkındayım. En büyük kayıp usta-çırak münasebetinin ortadan kalkması oldu. Buna bir de dergilerin mektep olma hüviyetlerinin kaybolmasını ekleyebiliriz. Ben kendi çizgimde istikrarla yürümek istediğim için zamanın moda akımlarına/anlayışlarına hiçbir zaman itibar etmedim. Sosyal medyada binlerce kişi tarafından tek tıkla beğenilen değil az sayıda ama nitelikli okuyucular tarafından okunan bir şair olmayı manalı buluyorum. Bir de zamanın iyi olanla olmayanı eleyeceğinden eminim. Diğer yandan şiir, bir dil, hissiyat ve mana meselesidir bence. Türkçe, bütün incelikleriyle iyi ve doğru bilinmezse ve şair hissiyat yönünden derinlikten yoksunsa ortaya iyi şiir çıkmaz. Manadan yoksun şiir ise, yapma çiçekler gibidir. Şekli, rengi olsa bile kokusu olmaz. Ölü kelimelerle imge mezarlığına dönüşür.

M. Nihat MALKOÇ: Üslûp sahibi usta bir şairsiniz. Okuyucu tarafından kabul görmüş yüzlerce şiiriniz var. Bir şiirin yazılma sürecinden bahseder misiniz? Mustafa Özçelik bir şiire nasıl oturur, süreç nasıl ilerler, şiir hangi aşamalardan geçilerek tamamlanır?

Mustafa ÖZÇELİK: Siz de bir şairsiniz. Bu yüzden iyi bilirsiniz. Şiir, yazılmaz, şiir kendini yazdırır. Yani bir doğuş meselesidir. İlham esastır. Yaşadıklarınız, gözlemleriniz vs. içinizde önce bir tohuma dönüşür, orada kendi macerasını yaşadıktan sonra tohumun toprağın üzerine çıkması gibi şiir de kelimelere bürünüp dışarı çıkar. Bu süreçten sonra üzerinde tashih çalışmaları bazen gerekli olabilir. Sonra bu şiir oldu dediğinizde ise okurla buluşması için yayınlanma safhası başlar.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiirleriniz bugüne kadar hangi dergilerde yayımlandı? Bu dergiler arasında, adeta bir edebiyat mektebi olan Mavera sizin için ne ifade ediyor?

Mustafa ÖZÇELİK: İlk şiirim 1975 yılında Gelişme dergisinde yayımlandı. Ama sonraki şiirlerim Mavera dergisi kapanana kadar orada yayımlandı. Dolayısıyla Mavera benim yetiştiğim bir mekteptir. Burada bana emek veren hocalarım oldu. Bunların başında Cahit Zarifoğlu ve Erdem Beyazıt gelir. İkisini de rahmetle, minnetle anıyorum. Mavera’nın üzerimde büyük katkısı olmakla birlikte ben kendimi sadece o dergiyle sınırlamadım. Pek çok derginin hem okuru hem yazarı oldum. Bu yüzden batılı anlamda ideolojik bir gözlüğüm hiç olmadı. Tabi vatan, millet, ehl-i sünnet, tasavvuf anlayışı gibi olmazsa olmazlarım vardı ama bunlar bir tarafgirlik sonucu doğuran şeyler değil şahsiyeti oluşturan değerlerdi. O değerler penceresinden herkese ve her şeye gönül gözüyle, hikmetle, sevgi ve saygı ile bakmaya çalıştım.

M. Nihat MALKOÇ: Şairin en büyük motivasyon kaynağı eserlerinin sevilerek okunması ve değerinin geniş kitlelerce bilinmesidir. Zira "Marifet iltifata tabidir, iltifatsız meta zayidir" demiş eskilerimiz. Kendinizi, kıymeti bilinen şairlerden sayıyor musunuz? Zira bugüne kadar birçok kurum ve kuruluştan ödüller aldınız. Bu ödüller hakkında neler söylemek istersiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: Bize düşen eser vermektir. Ötesi bizim dışımızdadır. Takdir Hakk’ın ve halkın, yani okurundur. Ama popülerlikten uzak bir anlayışa sahip olduğum için geniş bir okur kitlem olduğunu söyleyemem. Ama buna hayıflanıyor da değilim. Evet, hem şiir hem biyografi hem de çocuk edebiyatı dallarında bazı kurum ve kuruluşlar tarafından ödüller verildi. Kendilerine elbette teşekkür ediyorum; lakin asıl ödül, bir okurun gönlünde hakikat ve güzellik adına bir karşılık oluşturabilmektir. Yunus Emre’nin ifadesiyle bir gönüle girebilmektir. Bence asıl ödül budur. Bu durum, Hak’ın razı olacağı şeyler yazmak manasına da gelir tabi.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam siz aynı zamanda çocuklar için de yazıyorsunuz. Zaman zaman çocuklar için yazan bir kişi olarak bunu ben çok önemsiyorum. Çocuklar için yazmak nasıl bir duygu? Onların seviyesine göre yazmak zor olmuyor mu? Bunu nasıl ayarlıyorsunuz?

Mustafa ÖZÇELİK: Çocuklar için yazmak, insana hem büyük bir sevinç veren ama aynı zamanda çok büyük bir sorumluluk yükleyen bir durumdur. Seviye meselesi bence bir sıkıntı teşkil etmiyor. Hele bir eğitimci iseniz fazla bir zorluk yaşamıyorsunuz. Zira ömrünüz onların arasında geçiyor. Ayrıca bir dilin yaş, seviye üstü bir tarafı vardır. Bunu yakalamışsanız çocukla buluşabilmişsiniz demektir. Diğer yandan her şair-yazar, içindeki çocukla beraber yaşar/yaşamalıdır. Bu fıtratın sesi ve bakışı demektir. Buna sahipsek seviye meselesinde problem yaşanmaz.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar hangi büyük şair ve yazarlarla yollarınız kesişti? Kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Bu çerçevede unutamadığınız bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız?

Mustafa ÖZÇELİK: Hayatımda tanıdığım pek çok kıymetli insan oldu. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, S. Ahmet Arvasi, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, M. Akif İnan, Bahaettin Karakoç, Mustafa Kutlu, M. Atilla Maraş, Cumali Ünaldı, Nurettin Durman aklıma ilk gelen isimler. Ama ben hayatta olmayanları da yolumun kesiştiği yazarlar olarak gördüm hep. En başta Yunus Emre, Dede Korkut, Fuzuli, Eşrefoğlu Rumî, Niyazi Mısrî, Şeyh Galip, Yahya Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Tarık Buğra, Cemil Meriç, Peyami Safa….ve daha pek çok isim okuma-yazma yolculuğumda hem rehberlerim hem yoldaşlarım oldular. Unutamadığım hatıralar elbette çoktur. Bunlardan bir örnek olarak Sedat Umran’la Ankara’da bir otel lobisinde sabaha kadar şiir üzerine yaptığımız sohbettir. Bu, şiire dair ömre değer bir sohbetti. O gece şiirlerini okumanın bir şairi tanımak için yeterli olamayacağını öğendim. Biyografi türü çalışmalara yönelmemde bir sebep de bu oldu.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiirimizin bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Doğru yolda mıyız? Günümüzde beğendiğiniz şairler var mı? Varsa kimler?

Mustafa ÖZÇELİK: Her çağın şiiri kendine göre ortaya çıkıyor. Ama bu çağın şiiri için çok olumlu şeyler söylemek pek mümkün görünmüyor. Hayatımız çok sekülerleşti. Hız ve hazın egemen olduğu bir dünyada duygu, düşünce değişimine bağlı olarak dil de değişti. Türkçe, zor zamanlar yaşıyor. Dil hassasiyetimizi kaybettik. Bu yüzden şiir adıyla yazılan metinler dil ve muhteva olarak oldukça zayıfladı. Duygu ve fikir manasında da ortada sıkıntı var. Şiirlerini okumaktan sevinç duyduğum şairler yok değil ama sayıca fazla olduklarını söyleyemem.Ama tercihim daha çok önceki dönemlerde yaşayanlardır.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam şiirin belli bir toplumsal misyonu var mıdır? Sizce şiir niçin yazılır? Bireysel bir iç dökme zaruretinden mi, yoksa toplumsal bir ihtiyaçtan mı?

Mustafa ÖZÇELİK: Şiir, öncelikle ferdi bir hadisedir. Lakin her fert, toplumun bir üyesi olduğuna göre şiirin de toplumsal bir misyonu elbette olmalıdır. Şair, bu yüzden milletinin gören gözü, işiten kulağı, seven kalbi,düşünen beyni olmakla yükümlüdür.Ama bu elbette şiir diliyle yerine getirilmesi gereken bir durumdur. Değilse o metin şiir olmaktan çıkar, bir propaganda metnine dönüşür.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam bugüne kadar kaleme aldığınız en iyi üç şiirinizi sıralamanızı istesek sıralananız nasıl olurdu?

Mustafa ÖZÇELİK: Bunu yapabilmek kolay değildir. Zira yazdığınız her metin sizin için önem taşır. Ama bazıları mutlaka öne çıkar diyorsanız ben de "Manolya", "Ellerimde Bir Demet Karanfil" ve "Asa" şiirlerimi söyleyebilirim.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam serbest şiirin günümüzde yaşayan en büyük isimlerinden birisiniz. Bugüne kadar şairlik hayatınızla ilgili birçok yazı yazıldı. Dergiler sizin hayatınızı konu edinen özel sayılar çıkardı, tez çalışmaları yapıldı. Biraz da bunlardan söz eder misiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: Şiirlerim hakkında bugüne kadar Fırat, Osmangazi, Erzurum Üniversitelerinde lisans bitirme, Ahi Evran Üniversitesinde ise Yüksek Lisans tezi yapıldı. Bugünlerde ise Marmara Üniversitesinde kitaplarımdaki millî değerler üzerine bir yüksek lisans tezi yapılmaktadır. Yine Düş Çınarı, Bir Nokta, Edebiyat Bülteni ve son olarak da Ihlamur dergisi hakkımızda özel sayı/dosya yayımladı. Çorum Belediyesi de bir vefa gecesi düzenledi.

M. Nihat MALKOÇ: Kıymetli hocam, söyleşimizin ana konusu şiir olduğu için söyleşi boyunca hep şiirden söz ettik. Fakat siz, şairliğinizin yanında çok önemli bir araştırmacı yazarsınız. Ana mevzularınız Mehmet Akif Ersoy, Nasreddin Hoca ve Yunus Emre olsa da; şiirden denemeye, romandan hikâyeye, biyografiden antolojiye kadar çok geniş bir konu dağarcığınız var. Konu seçerken neye dikkat edersiniz? Yazarlığınızla ilgili neler söylemek istersiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: Bizden önceki isimlerle bağ kurmadan yürürsek gelenekten kopmuş oluruz. Bu yüzden hiç birimizin tarihi kendimizle başlamaz. Tasavvuftaki silsile olayında olduğu gibi her şairin bağlanması gereken bir edebî silsile olmalıdır. Bu anlamda ilk keşfettiğim isim Yunus Emre ve Mehmet Akif oldu. Halen de her ikisini de yolumda ışık bilirim. Sonradan bunlara Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sezai Karakoç gibi başka isimler de eklendi. Hepsinden istifade ettim. Tür çeşitliliğine gelince, bu bir bakıma bir gereklilik olarak ortaya çıktı. Zira her edebî türün anlatım özellikleri farklılık arz eder. Kiminde duygu kiminde fikir öne çıkar. Konunun özelliği bazen şiiri bazen denemeyi gerekli kılar. Ben de edebiyatın hemen bütün edebî türlerinden istifade etmeye çalışıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam siz yaşayanlar arasında, birkaç Yunus Emre uzmanından birisiniz. Hemşehriniz olan Yunus'u yazmakla bitiremediniz. Hatta kaleminizin hep Yunus'a gitmesi nedeniyle olacak ki şair Şakir Kurtulmuş sizi "Dağın Önünde Yunus'la Buluşmayı Bekleyen Şair" olarak niteliyor. Sizi Yunus hakkında bu kadar çok yazmaya ve araştırmaya yönelten nedir? Yunus'ta ne buldunuz?

Mustafa ÖZÇELİK: Yunus, sadece şair değil. İnancımıza, düşüncemize, milliyetimize dair ne varsa hepsi Yunus’ta var. Her şeyden önce Anadolu coğrafyasındaki hem edebiyat hem tefekkür hayatımızın kurucu ismi. Bu yüzden o çeşmeden su içmeden ne şair olabiliriz, ne dilimizin ve dinimizin ehemmiyetini kavrayabiliriz. Diğer yandan onda müthiş bir derinlik var. Her edebî türe imkân sağlayacak bir zenginliği var. Eğer Yunussuz yola çıkmışsak yolda kalırız. O yüzden din ve dil manasında hepimizin yolu Yunus’un yolu olmalıdır. O bizi bir dağda bekler. Biz ona ulaşma gayretini gösterebilirsek o da bize mana dünyasını açacaktır.

M. Nihat MALKOÇ: Hocam emeklilik hayatı nasıl geçiyor? Bu süreçte zamanınızın geniş olması edebî alandaki üretiminize olumlu yansıyor mu?

Mustafa ÖZÇELİK: 28 Şubat şartları beni erken emekliliğe zorladı; ama olanda hayır varmış. Resmi görevimden ayrılınca bütün zamanlarım, özgürce değerlendirebileceğim vakitlere dönüştü. Okuma, yazma, konferans, seminer, panel vb. faaliyetler konusunda önümde büyük bir imkân açıldı. Kitaplarımın çoğu bu yüzden emeklilik döneminde ortaya çıktı. Çünkü bu süreci çok iyi değerlendirmeye gayret ettim. Eğer seyahatte değilsem sabah 9’dan akşam 5’e kadar okulda mesaideymişim gibi düzenli çalışıyorum.

M. Nihat MALKOÇ: Şiir yazmaya hevesli gençlere, bu çetin ve sabır gerektiren yolda neler önerirsiniz? Yarınlara kalacak şiirler yazmak için nasıl bir yol izlesinler?

Mustafa ÖZÇELİK: Bu konuda kendi tecrübelerimi aktarabilirim ancak. İşin temeli okumaktır; ama bunun çok nitelikli eserlerle gerçekleşmesi gerekir. Yine bu yolda popüler kaygılardan, tanınma, bilinme derdinden uzak olunmalıdır. Bu tavır, işin bereketini azaltıyor çünkü. Konu şiirse bütün bir Türk şiirini ve dünyanın önemli şairlerini okumaları gerekir. Ayrıca mesele sadece şiir yazmak meselesi değildir. Şair duruşuna, ahlâkına ve değerlerine sahip olmaktır. Meselâ bir Mehmet Akif’i biz iyi şair olduğu için sevmiyoruz. Duruşundan, ahlâkından dolayı seviyoruz.

M. Nihat MALKOÇ: Şair Mustafa Özçelik'in bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Mustafa ÖZÇELİK: Hayale olumlu bakıyorum. Yanlış olan hayalperestliktir. Bir şeyin hayali kurulmadan gerçeğine ulaşılamaz. Benim de elbette hayallerim var. Gerçekleşmeleri için uğraş veriyorum. Ama sonuçta her şey bir nasip meselesi. Mesela bir kitapçı dükkanımın olmasını hep hayal etmişimdir. Bursa’da yaşamayı çok istemişimdir. İkisi de olmadı; ama buna hayıflanmıyorum. Bazı şeylerin hasreti vuslatından daha güzel olabiliyor çünkü.

M. Nihat MALKOÇ: Kıymetli Üstadım, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bize vakit ayırdığınız ve de sorularımızı içtenlikte cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum. Size bundan sonraki hayatınızda rengini ve ahengini şiirden almış, sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum.

Mustafa ÖZÇELİK: Ben de size çok teşekkür ediyorum. Siz de özelde Karadeniz’in, genelde Türkiye’nin ışıklarındansınız. Güzel çalışmalara imza atıyorsunuz. Bu yüzden verimli edebiyat hayatınızın sağlıklı, bereketli şekilde sürmesini diliyorum.

ŞAİR ZÜLFİKAR YAPAR KALELİ’YLE PAZAR SOHBETİ
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:
M. Nihat MALKOÇ: Zülfikar Hocam kendinizden ve ailenizden biraz bahseder misiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Trabzon Erzurum devlet yolunun Gümüşhane’ye 25 km mesafede ve Gümüşhane’nin doğusunda, güneyi ağustos ayına kadar karı eksik olmayan bir kayanın koynuna yatmış, kuzeyinde Kale bulunan Keçikaya köyünde doğmuşum. Benim köyümün insanının tamamı gurbetçidir. Bu sebeple çok aydın insanı vardır köyümün. Gençleri hep okumuştur. Diğerlerinin de çeşitli memleketler görmüş olması dolayısıyla oldukça kültürlüdür insanımız. On çocuklu dürüstlük abidesi bir annenin birinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Babam, bizi okutabilmek için yaz kış çalışmaktan evinin yolunu unutan insan olmuştur. Babamdan dolayı yapmadığımız iş kalmamıştır. Geçim zor, ekmek aslanın ağzındaydı her zaman. Allah gani gani rahmet eylesin ikisine de. Onların dürüstlüğü ve azmi olmasaydı Zülfikar Yapar Kaleli de olmazdı.
M. Nihat MALKOÇ: Şiir yazmaya nasıl başladınız? Bunun bir hikâyesi var mı? Varsa anlatır mısınız?
Zülfikar Yapar KALELİ: Bizim zamanımızda öğrenciler Öğretmen Okuluna (bugün üniversite girişinde olduğu gibi) iki aşamalı sınavla alırlardı. Bu sebepten öğrenciler hep seçkin kişilerdi. 1969 yılında öğretmen okuluna girdim ben. O zamanlar sınıflar arasında rekabet çoktu. Sınıf gazeteleri çıkarılırdı ki bugünkü haftalık gazetelere eşdeğerdi. Bizim sınıfın gazetesinin adı Ergenekon’du. Nedenini hatırlayamıyorum ama bir iki sayıdan sonra “Türk’ün Sesi” diye adını değiştirmiştik. Türk’ün Sesi’nde; hamaset yüklü, kendimce çok güzel olduğunu düşündüğüm bir şiir yazmıştım on altı kıta. Okulun Müdür Baş Yardımcısı Ekrem Özkan’ın başkanlığında bir heyet gazeteleri kontrol ediyorlar. Ekrem Bey çok sert bir hocaydı. Bu yüzden öğrenciler ondan çekinirdi. Sınıfa girdiler, gazeteyi inceliyorlar. “Bu şiiri kim yazdı?” diye sordu. Korkmuştum, zorla ayağa kalktım ve ‘ben’ dedim. Beni duymamış olacak ki “Bu şiiri yazan çok okumalı çok. Çok okumalı ki iyi yazabilsin” dedi ve gittiler. Şiir gönlüme düşmüştü bir kere. Okudum, okudum, okudum. Çok okudum, az karaladım.
M. Nihat MALKOÇ: “Antoloji sitesinde kendinizi tanıtırken “Bana sorarsanız Kaleli, şiir bahanesiyle, ‘sır okyanusunda inci’ arıyor” ifadesini kullanmışsınız. Aradığınız inciyi bulabildiniz mi? “Sır okyanusunda inci aramak” ifadesini biraz açar mısınız?
Zülfikar Yapar KALELİ: Âşık Mevlüt İhsanî diyor ki: Ufuklarımızda gâhî Arzu, gâhî kamber, gâhî Leyla, gâhî Mecnun. Öyle ya her âşığın bir âhı vardır.
Mevlüt İhsanî bunu söyleyeli yarım asır geçti. Kendisi göçtü Hakk’a. O tok sesi hâlâ kulaklarımda. Mevlüt İhsanî de sırrın körfezinde inci arıyordu. Buldu mu dersiniz? Buldu sanırım. O en çok sevdiğiydi, onun aradığı mercek sanırım. Ki bu sebeple ona erken gitti.
Şiir şairin sır dünyası. Giz’li diyoruz ya… Şiir şairin özel dünyası, ne düşünür bilemez kimse onun içini. Bu yüzden şiir gizemli olmalıdır. Ki bu benim şiirimde mevcuttur. Okuyucu şiiri nasıl yorumlar bilemem ama benim dünyamda o şiir çok farklı şeyler anlatır. Şiir sitelerinde “şiirin hikâyesi” diye bir bölüm vardır, çok anlamsız bir bölüm. Siz şiirin hikâyesini isterken şairin ruhunu istiyorsunuz, özelini istiyorsunuz, gizemini istiyorsunuz. Şairin ruhunu istemeye, almaya kimin hakkı var. Okuyucu okuduğu şiirde kendini bulmalı, ondan kendine bir pay çıkarmalı ama herkesin payı farklı farklı olmalı. Çünkü herkesin istekleri, arzuları farklı. Şairle birebir aynı düşünmek zorunda olmadıkları gibi, şairin de okuyucuyla aynı düşünmesi düşünülemez. Şair şiirinde öyle kelimeler kullanmalı ki, bu her okuyucuda ayrı çağrışımlar yapsın, herkese ayrı haz versin.
Zamanımızda şairin olağanüstülükleri hep Tanrı’ya yönelik sayılmıştır. Oysa âşıkların buluşmalarının mümkün olmadığı sevgilileri yakar yüreklerini. Evet, okuyucu şiiri Allah’a yorarken bir başkası bir başka sevgiyi bulabilmelidir; şiir budur. Yoksa pazarcının malı gibi her şeyi sırıtan sözden şiir olmaz.
Ben “sır okyanusunda inci aramak” derken bu gizeme dikkat çekiyorum. Okyanusun incisi avcısına ne kadar değerliyse sırrın incisi de bana o kadar değerlidir. Her insan görebildiği, duyabildiği her şeye ulaşması mümkün. Bu herhangi bir gayretle olur. Şair için önemli olan sır âleminin incisini bulabilmektir. Bunun dışında kim ne arıyor beni ilgilendirmiyor. Karıncaya sormuşlar; “O elindeki suyla nereye gidiyorsun?” O da “İbrahim’in ateşini söndürmeye “ demiş. “Senin gücün buna yeter mi demişler, hiç olmazsa safım belli olur” demiş.
M. Nihat MALKOÇ: Şiirlerinizi hece ölçüsüyle, halk şiiri nazım şekillerini kullanarak yazıyorsunuz. Bu konuda bir üstadınız oldu mu? Halk şiirinde kimleri beğenirsiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Ben çok çocuklu bir ailenin çocuğuyum. Babam inşaat işleri yapardı. Ona yardımcı olabilmek amacıyla yazın gurbete giderdik kardeşlerimle. Genel olarak küçük işler olması münasebetiyle Kars olurdu gurbetimiz. İnşaatta gündüz çalışır, ellerimin paramparça olmasına aldırmadan akşam âşıklar kahvesine gider, gece geç saatlere kadar âşıkları bıkmadan, usanmadan seyrederdim. Yurdun her yerinden âşıklar kahvesine âşık gelirdi. Bu sebepten âşıkların çoğunu tanıdım. Bu tanıma sonradan tanışmaya ve sohbete dönüştü.
Bu âşıkların hepsini sevmişimdir. İçlerinden birini daha çok sevmişimdir. Onun yeri gönlümde çok özeldi, hâlâ da özelliğini koruyor. Âşık Mevlüt İhsanî. Mevlüt İhsanî âmâydı ama harika şiir yazardı. Sonradan ustayla çok çok sohbetlerimiz olmuştur. İzmit’e göçtükten sonra telefonla konuşurduk. Ölümüne yakın yine konuşmuştuk, hasta olduğunu söylemişti. Hak vaki olduğunda Ustaya ithafen “Ağladım” diye uzun bir şiir yazdım.
Teknolojinin bu kadar geliştiği bu zamanda şiirler artık seslendiriliyor, hatta kasetler yapılıyor, paralar kazanılıyor. Seslendirmelerde serbest yazılan şiirlerin çok daha iyi dinleyici bulduğu da muhakkak. Çünkü serbest şiirde kafiye baskısı olmadan okunuyor. Hece şiirinin bu zaaf yanı var. Bu sebeple hece şiirde kafiye baskısını en aza indirmek şarttır. Bunu başaran çok iyi şairlerimiz vardır. Hece şiiri yazanların eleştiriye açık yönleri, kıtanın üç ve dördünce dizesini, bağlı diğer iki dizesini doldurma yapmalarıdır. Şiirin her kıtasının her satırı birbirine bağlı olması gerektiği gibi her kıtasının da fikir birliği içinde birbirine bağlı olması gerekir. Ben buna oldukça dikkat ederim. Belki bu yüzdendir şiirimin sevilmesi.
M. Nihat MALKOÇ: Üslup sahibi bir şairsiniz. Yüzlerce şiiriniz var. Bir şiirin yazılma sürecinden bahseder misiniz? Kaleli bir şiire nasıl oturur, nasıl geliştirir, nasıl tamamlar?
Zülfikar Yapar KALELİ: Benim elimde veya cebimde not kâğıtlarım veya defterim vardır. Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, herhangi bir nedenle gönlüme düşen sözü bir veya iki dize olarak not ederim. Bu notlarımı eve gelence bilgisayarda “Şiir Atölyesi “ adındaki özel dosyama kaydederim. Burada günlerce, hatta aylarca kaldığı olur. Ama hep gözümün önünde durur. Zamanla buna bir dize, bir kıta eklediğim olur. Duygularım çok yoğunsa şiire dönüşür, yoğun değilse ısınmaya bırakılır, ta ki şiir olma vasfını kazanana kadar. Şiir bitmiş olsa da düzenlenmesi gereken yerleri olabileceği düşüncesiyle orada bir süre daha kalır. Bittiğine emin olduğum zaman şiircik “Basılmamış Şiirler” dosyasına aktarırım. Orada çok sık bakılmasa da arada bir bakılıp irdeleme fırsatım olur. Burada da işin bittiğine kanaat getirdiğim zaman şiiri okuyucunun beğenisine sunarım. Gelen teklif ve eleştirileri dikkate alırım. Haklı gördüklerimi şiirciğe uygular şiir haline dönüştürürüm.
M. Nihat MALKOÇ: Antoloji sitesinde 780 tane şiiriniz kayıtlı… Bunun dışında da çok sayıda şiiriniz var. Zülfikar Yapar Kaleli kolay mı yazıyor? Bu kadar çok yazan bir şair tekrara düşmüyor mu? Bir şiiri bir oturuşta mı yazıyorsunuz? Çok yazdığınıza dair eleştiriler var mı?
Zülfikar Yapar KALELİ: Antolojide 780 şiirimin olduğu doğrudur ancak yaşımın da azımsanmayacak kadar büyük olduğu ortadadır. Kırk dört yıldır şiir yazarım. Şiire başladığım yılla, şiirleri kıyaslarsanız her yıla on şiir filan düşer.
Tekrara düşme konusuna gelince: Evet, bazen şiiri yazıp bitirdiğimi sandığım zamanlar olur. Ama dedim ya şiir, “Şiir Atölyesi” tezgâhından “Basılmamış Şiirler” dosyasına gidince bitmiş olmaz. Onu defalarca okurum. Bazı yerlerinin daha önceden yazılmış olabileceği çağrışımı oluştuğu an, bütün kitapları tarayarak tekrar var mı ve nasıl yapılmıştır diye bakarım. Varsa muhakkak yeni kelimelerle tekrardan kaçarım. Gözümden kaçan tekrarlar var mıdır, olabilir. Ama bile bile tekrara düşmek gaflet olur.
Şiiri bir oturuşta yazmam mümkün mü? Ha bir oturuşta yazarsınız ama her yanı dökülen bir şiir çıkarırsınız ortaya ki bu bana uymaz. Bir şiirin yazımı bazen çok kolay olsa da bazen haftalar sürdüğü olur. Çünkü benim işim sadece şiir yazmak değil ki. Hayat devam ediyor. Aylarca şiir yazmadığım olmuştur. “Hocam yeni şiirin yok mu” diyenlere de “Akünün şarjı bitti, şarja verdim, dolunca yeni şiirler olacak” derim. Şair şiir yazmak istiyorsa her gün kendini yenilemesi gerekir. Ben bunu yapmaya çalışırım. Antolojide çok yazdığıma dair bir iki eleştiri aldığımı hatırlıyorum. Bu eleştiriyi çok genç birisinin yaptığını tespit ettim, kayda değer şiirini göremedim.
M. Nihat MALKOÇ: Sizin şairliğinizin yanında bir de yazarlık yönünüz var? Bugüne kadar nerelerde neler yazdınız? Yazılarınızı kitap haline getirdiniz mi?
Zülfikar Yapar KALELİ: Kuşakkaya Gazetesinde “Gönül Sohbetleri” yazdım. Bir yılı aşkın bir zamandır yazmıyorum. Yazılarımı internet ortamında çeşitli siteler aracılığıyla paylaşıyorum.
M. Nihat MALKOÇ: Gümüşhane’nin yaşayan tanıklarındansınız. Bugüne kadar Gümüşhane kültüründe iz bırakmış kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Kimleri tanıdınız?
Zülfikar Yapar KALELİ: Gümüşhane’nin kültür hayatında Turan Tuğlu ağabeyle, şair Talat Ülker Bey var, başı çeken. Talat Ülker, kendisinin dışında çoklarının gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Bunun yanında bu işe gönül vermiş öğretmenlerin ve çeşitli meslekten kişilerin varlığı da ümit vericidir. Şair Dilaver Cebeci’yi, Nurettin Özdemir ağabeyi, Şinasi Özdenoğlu’nu, Hışır Osman (Osman Nebioğlu)’ı, Âşık Zevrakî (Akif Timurhan)’yi, Tekkeli Hasan Soydaş’ı, Ahmet Erkan Kocatürk’ü, Tacettin Şimşek Beyi, Niyazi Karabulut’u, Ali Coşkun Hirik Dostumu, Fehmi Yakut’u tanır ve sever(d)im. Bir kısmı için “severdim” diyorum; çünkü bu dünyadan göçtüler. Onlara Allah’tan rahmet diliyorum. Tanıdığım ve sevdiğim şair, yazar ve gazetecilerin sayıları kadar çok ki... Hülasa Gümüşhaneli olup da son elli yılda yaşayanların hepsini tanıdım, sohbet ettim. Gümüşhane’nin kültür hayatından Vali Enver Salihoğlu gibi bir değerin geçtiğini de söylemeliyim.
M. Nihat MALKOÇ: Bir de sizin kültür-sanat adamlarıyla, şair ve yazarlarla sanal dostluklarınız var? Sanal dostluk nasıl bir şey? Sanal dostlarınızla, hayranlarınızla birebir buluştuklarınız oluyor mu? İnternetin bu konudaki katkısı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Evet. Sanal ortamda arkadaşlık kurduğum onlarca şair arkadaşım oldu. Bunların bir kısmı yılların acımasızlığına dayanamadı ve bitti. Büyük bir kısmıyla dostluğumuz hâlâ devam ediyor.
Güzel yurdumun çeşitli yörelerinde şiir etkinliklerine katıldım. Buralarda sanal âlemde arkadaş olduğum kişilerle birebir tanışma fırsatı buldum. Onlarla aramızdaki samimi havanın güzelliğini anlatamam. Bunlarla aramızdaki fikir birliği ve ayrılıkları hiç gündem edilmedi. Şimdi de hâlâ telefonla konuşur hâl hatır sorarız birbirimize.
Burada bir olayı zikretmeme izin verin lütfen. Ankara’da “Anadolu’dan Esintiler” şiir dinletisine davet edildim. Söylendiğine göre yüz doksan şair davet edilmişti. Altı Nokta Körler Vakfı’nın salonuna sığmadı gelen şairler. Üç yüz elli, dört yüz şair gelmişti çünkü. Salonun en arkasındaki sıraya oturdum. Girişin hemen arkası. İçeri gelenleri görüyordum. Kimler yoktu ki... Bir kadın girdi içeri, resminden tanırdım. Herkese elini uzatıyor, gülücükler dağıtıyordu. Arka sıradan uzandım elini tuttum, bırakmadım. Elini alamayınca yüzüme bakmak zorunda kaldı. “Ooo, Hocam, seni burada görecek miydim” dedi ve ağlamaya başladı. Ayaküstü konuşurken yanındaki kişinin kulağına bir şey söyledi. Adam biraz sonra bir simitçi sepetiyle tepeleme çikolata getirdi, dağıtmaya başladı. “Bu nedir?” diye soranlara şaire; “Hocamı burada gördüm ya, kurban olsun, herkes yesin” dedi. Bu mutluluğun pahası olur mu? Daha önceden tanıdıklarım, tanımadıklarım hepsi ordaydı. Zaman nasıl geçti hiç anlayamadık.
Ertesi gün Türk Edebiyatı’nın şiir dinletisi vardı, oraya gittik. Yanımda İLESAM Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız’ la beraber kalabalık bir grup vardı. Çok sıcak bir hava vardı. Salona girdik, dinleti devam ediyordu. Sunucu yayın akışını durdurdu, beni takdim ederek kürsüye çağırdı. Takdim şekli o kadar gurur okşayıcı idi ki, utandım.
Bunlar sanal âlemde kurulan dostlukların sadece küçücük bir örneği... Bu âlemde kızlarım oldu, evine gittiğim beraber yemek yediğim.
M. Nihat MALKOÇ: İlk çıkardığınız şiir kitabı hangisidir? Bu ilk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissetmiştiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: İlk kitabım “Şafak Türküsü” Ocak Yayınları arasında çıktı. Benim için Ocak Yayınlarının ayrı bir ehemmiyeti vardır.
Kitabın basımının her safhasında bulundum. Bittiğinde ayrı bir his kapladı içimi. Biraz da burukluk duyduğumu söylemeliyim. Çünkü kitap baskıya verilmeden önce, seksenden sonra ekmek parası derdine düşenlerden Ocak Yayınlarının sahibi değerli insan, Dr. Bahattin Ergezer; “Hocam kitaba önsöz yazayım” dedi. (keşke yazdırsaydım, belki bu burukluğu yaşamamış olacaktım.) Bahattin Bey’e “Şiir kitabında önsöz pek hoş durmuyor, önsöze gerek yok” dedim. “Öyleyse arka kapağa özgeçmişini yazalım” dedi. Kabul ettim istemeye istemeye. Tahsil hayatımı sordu, “Öğretmenim, yüksek okul mezunuyum” dedim. Sanki yüz hatlarının değiştiğini hissettim, ya da bana öyle geldi. Neyse kitap basıldı; ama bendeki bu buruk duygu hiç geçmedi. Fakülte bitirmeye karar verdim. Önce Türkçe Öğretmenliğinden diploma aldım. Sonra Açık Öğretimde İktisat Fakültesini bitirdim. Şuna inanıyorum ki; her şeye rağmen bir şeyleri başarmak çok güzel bir duygu…
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar kaç şiir kitabı çıkardınız? Şiir kitapları da insanın evlatları gibidir. Şiir kitaplarınızın hangisi size göre bir adım önde durmaktadır? Niçin?
Zülfikar Yapar KALELİ: Bu güne kadar, “Şafak Türküsü, Çivinin İki Yüzü, Güneşe Gölge Düştü, Düşler Üşüdü, Manzara, Kitapsız Şiirler, Akıl Yanıyor, Esence” olmak üzere sekiz şiir kitabı çıkardım. Bunun yanı sıra “Memleket Yazıları” adıyla gazetede yazdığım sohbetlerimle alakalı bir kitap ve “Göğümüzün Yıldızları” adıyla Anadolu’nun yetiştirdiği şahsiyetleri anlatan bir biyografi kitabı çıkardım.
Şiir kitaplarının öne çıkanı hangisidir diye hiç düşünmedim. İlk yayınlanan “Şafak Türküsü” seksenli yılların badireli günlerini anlatan şiirlerden oluşur. Bu sebepten oradaki şiirleri daha çok severim. Ancak en çok konuşulan “Esence” adlı kitap olmuştur.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa paylaşır mısınız?
Zülfikar Yapar KALELİ: Bu sorunuza cevap vermesem olmaz mı? Çünkü ben kendimden, hatıralarımdan çok bahsetmeyi seven birisi değilim. Benim övünç kaynağım hatıralarımdan çok annemin ve babamın dürüst yaşayışı ve dik duruşudur. Hatıralarım deyince aklıma annem düşer. O, hakkında çok şiirler yazdığım abide kadın düşer.
Dayanamam, ağlarım. Çünkü rahmetli annemle olan hatıralarım her şeyin, her duygunun üstündedir. Bunun için kendime çok sorular sormuşumdur. Bakın bir şiirimde demişim ki:
KALELİ’DEN KALELİ’YE SORULAR!
Sen ki, sana hayransın, yok içinde var sayar
Sen ki, nefsine mezar eştin mi ki Kaleli?
Sen ki, sekiz ayarsın, her geleni yâr sayar
Sen ki, kârın saydığın rüştün mü ki Kaleli?

Sen ki, sır deryasında inci arar, taş bulur
Sen ki, alır satarsın, kuruluğu yaş bulur
Sen ki, çok namuslusun, dost sana oynaş bulur
Sen ki, gönül ilinde piştin mi ki Kaleli?

Sen ki, derede durur, yamaçlara seslenir
Sen ki, baktığın yamaç gelin gibi süslenir
Sen ki, istemesen de gam bağrına yaslanır
Sen ki, dünya haline şaştın mı ki Kaleli?

Sen ki, hikmeti görür, elifinde, dalında
Sen ki, bunu kavramaz, hâlâ kendi halında
Sen ki, han olmalısın sevdiğinin yolunda
Sen ki, kendi kendini aştın mı ki Kaleli?

Sen ki, geride durup sakın öne söyleme
Sen ki, senden habersiz, sakın düne söyleme
Sen ki, haktan bahsetme, sakın yönü söyleme
Sen ki, Ak süt diyorsun, taştın mı ki Kaleli?

Sen ki, çakaldan çakal, vakur der bazıları
Sen ki, viran gönlünde beslersin tazıları
Sen ki, kuzu postunda yazarsın yazıları
Sen ki, çok vardan dara düştün mü ki Kaleli?

Sen ki, mantıktan uzak, aldanırsın, nerdesin?
Sen ki, gerçeğe örtü, hakikate perdesin
Sen ki, İlim, marifet olmadığı yerdesin
Sen ki, kızıl elmaya koştun mu ki Kaleli?
Ben hatırlayınca annemi, babamı hatırlamalıyım. İyisi mi bu sorunuza cevap vermeyeyim.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar başta antoloji.com olmak üzere birçok sitede şiirlerinizi okuyucularınızla paylaştınız. Hangi sitelerde yazdınız? Şiir severlerden nasıl tepkiler aldınız?
Zülfikar Yapar KALELİ: Şiirlerimi internet ortamında yayınlamamda ve bunca (sonradan dost da olacağım) arkadaşla tanışmamda Antoloji. com sitesinin çok büyük payı olmuştur. Şiirler bir süre yayınlandıktan sonra, şiir çalınma haberleri çıktı. Bu ya adını duyurmak için başkasına atılan çamurdu, ya şiir yazdım diye başkasını kopya etmekti. Günahı onların olsun. O yıllarda bana “Hocam, şiirlerini başka sitelerde paylaşabilir miyim?” diyenler çok oldu. Genel olarak buna belirli günler etki yaptı. Mesela; sevgililer gününde birbirlerine yollanan şiirler... Anneler günü, babalar günü, kadınlar günü gibi… O zaman Antoloji’deki şiir sayfamın başına bir taahhütname koydum ve aynen şunları yazdım.
TAAHHÜTNAME! ! !
Sevgili okuyucu;
Bu sayfalarda şiir adına Hakka ve hakikate yaraşır ne varsa; babamla annemin helal ekmeklerinin ve helal emeklerinin mütevazı bir semeresidir. Ne kadar hata ve yanlış varsa kabahatlisi benim.
Büyük sevdalara adanmış şair yürekli insanların arasında şiir yazmak zor değil. Zor değil, koskoca bir mazinin tül kanatlarında uyuyan, uyanınca geleceğin büyük Türkiye'sinin ufkunda tuğ olan ruhların ürperişlerini kâğıda dökmek.
Bu şiirler ‘çirkefin yorganına’ sığmadıkları için, ‘küfrün urganına’ çekilen, geleceğin hamisi gönül erlerinin hikâyesidir. Ben onların acısını ta iliklerimde hissettim. Onların bitmez tükenmez Eyyûbî sabrına şahit oldum.
Bu kadar ağır sorumluluğun, bu kadar ağır vebalin semeresi olan bu şiirlerden maddî bir çıkar beklemek, hem sevdiklerime ihanet, hem de inançlarımı inkâr olur. Bu yüzden; bu şiirleri isteyen istediği yerde, istediği şartta, istediği ortamda yazabilir, okuyabilir, yayınlayabilir, besteleyebilir, türkü veya şarkı yapabilir, kasete okuyabilir, radyoda çalabilir. Bunun için bizden ayrıca izin almaya gerek yoktur. Ancak bir ricam var, lütfen şairinin adıyla olsun. Hakkımız helâl olsun. NOT: Hiçbir şiirim noter onaylı değildir.
Antoloji. com’un dışında elliye yakın sitede şiirler yazdım. Ancak yüzden fazla sitede şiirlerim yayınlandı. Bu ya dost sitelerin birbirine şiir göndermesiyle, ya sevenlerin başka sitelere aktarmasıyla, ya da kendine site yapanların kendi sitelerine yazmasıyla oluştu. Şiirlerimin yayınlandığı sitelerden bazıları şunlardır:
Antoloji.com, Edebiyat Defteri, Facebook, siirkultursanat.com siirtutkusu.com, siirdefterim.com, izedebiyat.com, siirdemeti.net, sairistan.com, siirfirtinasi.net, viranekalpler.com, turkedebiyatı.net, sendeyim.com, siirceler.com, turkedebiyatı.com, comozanlar.biz, siirtutkusu.com, gulceedebiyat.net, forumsiirkeyfi.com, akademisiir.com, 1923turk.com, yaparkaleli.blogcu.com, uslanmam.com, edebiyatdunyasi.net, fikiryolu.com, goktepeliler.com, zulfikaryaparkaleli.blogspot.com, zulfikaryaparkaleli.azbuz.com, diyadinnet.com, yenihececiler.blogspot.com, dersimiz.com, gumushane.gen.tr, alternatifim.com, canim.net, sayhadergi.com,, cerezforum.com hepimizbiriz.com, baktabul.net, plus.google.com, nadirkitap.com, zyaparkaleli.blogspot.com, canim.net, formistan.com, genckolik.net, kadinname.com, blog.azbuz.ekolay.net, ulkucutavir.com, samanalevi.com, alternatifim.com, uslanmam.com, hepimizbiriz.com, gumushane.bel.tr, zyaparkaleli.blogcu.com, yorumla.net, ozanserafettin.net, kirmizipancar.com, tatliaskim.org, kecikaya.com, lavinyaoz.com, ata1919.org, ugurhaber.com,, zulfukaryaparkaleli.blogspot.com, formistan.com, zulfikaryaparkaleli.azbuz, ekolay.net, blog bakimliyiz.com, patolojiksairler.tr, siirlervesozler.com, sorubak.com, altayli.net, mervecelik.com, webhane.com, halksiir.com, vindir.net, masalca.net, ahmbay.com, kalemguzeli.net, orhanceylan.com, baylar.net, gunduzkitabevi.com.tr, zulfikaryapar.blogcu.com, gokyuzuedebiyati.org, harbiforum.org, islamisite.wordpress.com, turkiyeforum.com, kdogan.gen.tr, odevforum.com, gunlukmedya.com, zeleka.com, etraf.info, berkantayhan.blogcu.com, unutama.com, turkceogretmeniyim.com, ezberim.com, eralsa.blogcu.com….vb.
M. Nihat MALKOÇ: Bence hecenin yaşayan en büyük şairlerinden birisiniz. Fakat her nedense ön plana çıkmak istemiyorsunuz. Mesela şiirlerinizi dergilere gönderip yayınlatmıyorsunuz. Şiir yarışmalarına iştirak etmiyorsunuz. Bunun bir sebebi var mı? Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Şiir yarışmalarına katılmıyorum; çünkü yarışmaların hakkaniyetli olduğuna inanmıyorum. Şöyle ki; yarışma şiirlerini değerlendirecek komisyondaki isimlere bakıyorsunuz, şiiri yazmayı becerebilen insanlardan oluşmamış. Çünkü onları yazdıkları şiirlerden tanıyorsunuz. Büyük yerlerde yaşayan ve önüne gelen herkesin jüri üyesi olabileceği bir yarışmada sizin şiirinizin güzel olmasının hiçbir anlamı olmaz. Bunu Antolojinin düzenlediği naat yarışmasında gördüm. Bilgisine, becerisine, yazısına ve şiirine çok güvendiğim bir şair arkadaşım katıldı yarışmaya. Kendi deyimiyle “ bu şiir birincilik kazanır” dediği şiir değerlendirmeye sokulmaya değer bulunmamış. “ hadi bu da bulunsun, dediği ikinci şiiri mansiyon almış. Yarışmayı kim kazanmış dersiniz. Şiirini hiç beğenmediğim ama büyük şehirde oturan birisi… Şimdi soruyorum size, yarışmaya katılmamakta haksız mıyım? İnsan yaptığı işin takdir edilmesini arzuluyor.
Dergilere şiir gönderme işine gelince, bu biraz benim tembelliğimden, biraz da orada da aynı şeylerin varlığını görüyor olduğumdan kaynaklanıyor. Çok ciddi dergilerin varlığı da bir hakikat. Ancak hangi derginin ömrü kaç ay, kaç yıl bilemiyorsunuz ki…

M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri taşrada, Gümüşhane’de yaşıyorsunuz? Taşrada şair olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir? Şayet İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşasaydınız farklı bir konumda mı olurdunuz? Taşrada sanatçı olmak nasıl bir duygu?
Zülfikar Yapar KALELİ: Küçük yerde yaşamak kadar, yazmak da zor... Yaşamak zor; çünkü imkânlar kısıtlı. Yazmak zor; çünkü herkes sizin ta çocukluğunuzu biliyor. Sizi kabullenmek istemiyor. Atalar bu durumu: ”Damdan yetene danalık derler” diye tarif etmişler. Küçük yerde insanların hayalinde şiiriniz kalması gerekirken, simanız kalıyor. Büyük kentlerde kimse kimseyi bilmez, bu sebepten yazdıklarınız bilinir. Bunu en son katıldığım İstanbul Etiler’de ki Hasat Radyo’nun düzenlediği şiir söyleşisinde gördüm. Salona toplandığımızda şöleni düzenleyenler ‘hoş geldin’ ettiler. Şiir okuma zamanı gelip de adımız anons edildiğinde yüzlerin hep bizden tarafa çevrildiğini gördüm. Onlar bizi şahsen değil, şiirden tanıyorlardı.
Trabzon’da bir dinletiye katılmıştım. Davet eden şaire arkadaş sohbet sırasında şaka ile “oğlum bu ananın teceni değil, deniz bu deniz.” Dedim ki; benim memleketimde sağa bakınca yüz elli, sola bakınca iki yüz metre yer görebiliyorsunuz. Benim bakabildiğim alan ancak bu kadar. Ben burada yaşayıp sabah güneşin doğmasını bu engin denize bakarak seyretsem harika şiirler yazardım” dedim.
Büyük şehirlerde muhatap olacağınız sanat erbabının bolluğu yanında, şiiri veya yazıyı yayınlama imkânlarınız da o oranda çok. Ayrıca öyle ortamlarda genel etkileşimlerle, dinleyerek, paylaşarak çok şey öğrenir insan.
M. Nihat MALKOÇ: Öğretmen kökenli bir şairsiniz. Bir öğretmen emeklisisiniz. Emekliliğinizi nasıl bir hayat sürerek geçiriyorsunuz. “Keşke biraz daha çalışsaydım…” dediğiniz oluyor mu? Öğretmenlik yıllarını özlüyor musunuz? Emeklilik insanı yalnızlaştırıyor mu? Ne dersiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Öğretmen kökenli bir şair olduğum doğrudur, emekli olduğum da öyle. İnsan çalışırken imkânlar biraz daha iyi oluyor. Emeklilerin imkânları yok denecek kadar kısıtlı. Aldığınız maaş bırakın kitap bastırmayı, zaruri ihtiyaçlarınızın karşılanmasına bile yetmiyor. Emekli olmadan evvel Avrupa ülkelerinden gelen yaşlı turistlerin nasıl gezebildiklerini, hangi parayla gezebildiklerini düşünür oralarda yaşayanlara sorardım. Onların aldığı emekli maaşları bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelince, bizim paramız karşısında iki, hatta üç kat değerli oluyor. Onlar da çok rahat gezebiliyorlar. Bakıyorum bizim emeklilerimize. Millî gelirden aldıkları pay bile kanunlarla ortadan kaldırılmış “ölme ama sürün işte” denilmiş. Emekli olmak, ölünce gireceğin toprağa yakın yaşamaktır.
Bir öğretmen olarak sadece parasından dolayı keşke biraz daha çalışsaydım, diye hiç söylenmedim. Ben şuna inanıyorum. İnsan bir işi hakkıyla yapabiliyorsa yapmalı, yoksa milletin çocuklarını bilgi ve beceriden mahrum ederek para almayı asla düşünmüyorum, uygun bulmuyorum. Ya işinizi iyi yaparsınız ya da yapana bırakırsınız. Herkes yaş haddinden emekli olmaya kalkarsa (ki öyle yapıyorlar) bunca fakülte mezunu işsiz gençlerimiz ne olacak. Sonra da insanlarımızın psikolojisinin çok bozuk olduğundan, çok nahoş olayların olduğundan yakınıyoruz.
Öğretmenliğe geri dönmeyi hiç özlemedim. Çalıştığım yıllarda yetiştirdiğim öğrencilerimin çok iyi yerlerde olması beni mutlu etmeye yetiyor. Ancak şurasını da belirtmeden geçemeyeceğim. Bütün öğretmenler emeklerini öğrencilerine harcamış, kendi çocuklarına verecek hiçbir şeyleri kalmamış. Bu sebeple öğretmen çocuklarının çoğunlukla küçük memuriyetler yaptığı bir gerçektir. Emekliliğin (şayet küçük şehirde yaşıyorsa) insanı yalnızlaştırdığı bir hakikat. Bu durum büyük şehirlerde daha az hissedilir diye düşünüyorum. İnsan oralarda sosyal etkinliklere katılarak yalnızlığını bir nebze azaltabilir.
M. Nihat MALKOÇ: Zülfikar Yapar Kaleli’nin bir günü nasıl geçer? Bize rutin bir gününüzü anlatabilir misiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: Gümüşhane gibi küçük bir yerde gününü faydalı geçirmek o kadar kolay değil. Ya köye gidip toprakla uğraşmalısınız ya bilgisayar başında bir şeyler yazmanın gayreti içinde olacaksınız. Ya internette bir şairle tanışacak, dost bir şair bulup sohbet edeceksiniz; bazen çarşıya çıkıp her zamanki mutat dostlarla çay içeceksiniz. Hepsi bu kadar işte. Ben bazen “iyi ki yazı yazıyorum, şiir yazıyorum yoksa nasıl geçerdi bu ömür” diye düşünüyorum.
M. Nihat MALKOÇ: Gümüşhane’yi çok seven ve ömrünü bu şehirde geçiren bir kişisiniz. Sizce Gümüşhane şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda neler yapılmalıdır?
Zülfikar Yapar KALELİ: Bu sorunuza cevap vermesem olmaz mı? Çünkü vereceğim cevap birileri tarafından sivri dillilik olarak algılanır.
M. Nihat MALKOÇ: Zülfikar Yapar Kaleli’nin bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?
Zülfikar Yapar KALELİ: İnsan neler neler hayal ediyor ama imkânlar olmayınca hayali hayalde kalmaya devam ediyor. Bu güne kadar bir şekilde yazdığım şiirleri kitaplaştırmayı başardım. Bir şeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşadım bu yüzden. Hayaller dağlar kadar, imkânlar elde kazma, kaz kazabilirsen…
M. Nihat MALKOÇ: Değerli Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve de sorularımı içtenlikte cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Zülfikar Yapar KALELİ: Sayın Malkoç, sizinle konuşmaktan çok mutlu oldum. Yüreğimde ayrı bir yerinizin olduğunu bilmenizi isterim.


ARAŞTIRMACI-YAZAR MUSTAFA YAZICI’YLA PAZAR SOHBETİ

Röportajı Düzenleyen: M.Nihat MALKOÇ

Yazmak, kanaatimce uğraşların en güzelidir. Çünkü Yunus Emre’nin dediği gibi “Söz uçar, yazı kalır.” Sözü bakî kılmak için kaydetmek gerekir. Kitaplar bu anlamda vazgeçilmezdir. Yazarlar, sözü güzelleştiren ve yayan müstesna insanlardır. Bu güzide insanlardan birisi de, bugüne kadar 50’si münferit, 10’u ortak olmak üzere 60 eser ortaya koyan Trabzonlu Araştırmacı-Yazar Mustafa Yazıcı’dır. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde yazara “Yazıcı” derler. Bu anlamda Mustafa Bey’in soyadı kendisine çok uygun düşmüş. Gerçekten de çok iyi bir yazıcı kendisi... Bugüne kadar yazdıkları bunun en büyük delilidir.
Araştırmacı-şair ve yazar Mustafa Yazıcı aslında Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenidir. Yüksek İslâm Enstitüsü mezunudur. Bugüne kadar binlerce öğrenciye Türk-İslâm ahlâkı ve şuuru kazandırmıştır. Fakat bununla yetinmemiş, halka da açılmıştır. Kâinatı bir mektep olarak düşünmüş ve gönüllü halk muallimi olmuştur.
Kıymetli çalışmalarına birçok devlet büyüğünden yazılı ve sözlü teşekkür belgesi ve plaket(onurluk) verilmiştir. Yaşar Nuri Öztürk, kendisine yazdığı özel mektuplarda “Mustafa Bey anladığıma göre siz de kendi kendini aşanlardansınız” diyerek mühim bir gerçeğin altını çizmiştir. Hatta “Halkın Diliyle Yaşar Nuri Öztürk” adlı kitapta Mustafa Yazıcı’nın mektuplarına yer vermiştir. Gerek Trabzon, gerekse İstanbul basını çalışmalarına değinmiştir. Eserleriyle ilgili değişik yayın organlarında değerlendirme yazıları çıkmıştır.
Mustafa Yazıcı, İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” isimli eserde biyografisi verilen bir yazardır. Aynı eserin İngilizce çevirisinde de kendisine yer verilmiştir. Bu eser dünyanın belli başlı büyük kütüphanelerine gönderilmiştir. Bunun yanında Mustafa Yazıcı’nın KTÜ Faik Ahmet Barutçu Kütüphanesi’nde 42 tane kitabı mevcuttur. Bu kitaplar öğrencilerin istifadesine sunulmuştur. Yazar bugüne kadar değişik kişi ve kurumlardan 35 tane ödül almıştır. Yazıcı, yazma çalışmalarına devam etmektedir.
Mustafa Yazıcı 1968 yılından beri araştırıyor ve yazıyor. Bugüne kadar yüz farklı gazete ve dergide on binin üzerinde makalesi yayınlanmıştır. Bu yazıları okuyan bir nesil, onun fikirlerinden ve araştırmalarından yararlanmıştır. Bu yönüyle çok mühim bir misyonun(görevin) üstesinden gelmiş başarılı bir insandır. Bu kıymetli araştırmacı-yazarla sizler için uzun bir sohbet yaptık. Bu derin ve samimi sohbeti sizlere sunuyoruz:

Mustafa Yazıcı’nın Şahsımla İlgili Duygu ve Düşünceleri

Nihat Bey kardeşim, edebiyat ve öğretmenlik gönüldaşım; kendimi kendisinde gördüğüm ilim, kültür ve sanat aynalarımdan biri olan mütevazılık üstadı insan! Bu röportaja tabii olarak önsöz yazdım. Seninle röportaj yapmak, senin suallerini cevaplamak yeniden doğmak, yeniden var olmak benim için şu altmış beşinci yaşımda… Çünkü sen bizden sonraki Trabzon’a ve Trabzonlulara en çok tavsiye ettiğim, bunu “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adlı kitabımda tescillediğim insansın. Ayrıca, yarışmalarda Türkiye’nin en çok ödül alan öğretmeni(muallimi), şairi ve yazarısın. Türkiye’nin en meşhur, Anadolu şehrinin en meşhur lisesinin edebiyat öğretmenisin. Dilerim senin de kitapların salkım saçak meyveli ağaçlar gibi olsun. Bu röportaj sadece bir gazete yayınıyla kalmasın. Resimlenerek öğrenciler için örnek bir el kitapçığı olsun. O öğrenciler ki yarın Trabzon’un ve Türkiye’nin ileri gelenleri olacaklardır. Ben de 1985 ve 1995 yıllarında Trabzon Sağlık Meslek Lisesinde çalıştığım yıllarda Trabzon Lisesinde de bir ara hocalık yaptım. Bu bakımdan da bu röportaj sadece bir söyleşi değil, kıyamete dek yeni nesillere kalacak tarihî bir hatıradır. Mukadder ve mukaddes bir tevafuktur. Sualleriniz otuz yedi(37) adet oldu. Ben isterdim ki 37 bin olsun. Yine bezmezdim. Bu dostluğumuzun yaşadıkça devam etmesini dilerim. Bu vesile ile hepinize nice selâm, sevgi ve saygılarımla başlarım. Nihat Bey bu vesile ile bu röportaj senin sayende bütün kamuoyuna otobiyografimden bölümler sayılır. Çok ders alınacak bilgi ve belgeler var, hatıralar var. Tekrar tekrar teşekkür ederim. En doğru bilgileri siz istediniz ve öğrencilere de ders olacak şekilde yayına hazırladınız. Sağ olunuz, var olunuz. Daha nice başarılarınızın devamını dilerim.

M. Nihat MALKOÇ: Değerli Mustafa Yazıcı Hocam kendinizden ve ailenizden biraz bahseder misiniz?

Mustafa YAZICI: Kendimden söz etmeye gerek yok. Kitaplarımın arkasında ve İnternet sitemde “yaziciyayinlari.com” adresimde biyografim genişçe var. Ana yaşı 1947 yılında Akçaabatlı imam bir baba ile Akyazılı bir anneden Akyazı’da doğdum. 13 kardeştik. Dördü benden büyük, biri benden küçük olmak üzere, beşi eski devrin hastalık yıllarında öldü. Sonra yaşayan dört kız, dört erkek kardeşin en büyüğü oldum. 1960’da Akyazı İlkokulundan(2-3-4.sınıfları Trabzon Ayasofya’da Fatih İlkokulunda okudum),1966’da Trabzon İmam-Hatip Lisesinden, 197O’te Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldum. 1999’a kadar aralıklı 29 sene, resmî takvim-ders yılı olarak tam 18 okulda 25 sene iki ay görev yaptım. Askerliğimi İzmir Ege Ordusunda Ulaştırma Yedek Subay olarak pekiyi derece ile tamamladım. Bir ara, 82-83 yıllarında Libya’nın başkentinde Betaş A.Ş. adlı bir şirkette Arapça tercüman olarak çalıştım. 1999’da KTÜ Trabzon İlâhiyat Meslek Yüksek Okulundan Öğretim Görevlisi olarak emekli oldum. Şimdi araştırmacılığa devam edip eserler veriyorum. Kuzey TV’de televizyon programlarıma, İlkhaber Gazetesinde köşe yazılarıma devam ediyorum. 2012 yılında 65. yaşımdayım. Anam ve babam öldü. Üçü kız, biri erkek olmak üzere dört çocuğum oldu. Hepsini okuttum ve evlendirdim. 65 yaşındaki eşim Zehra ile asla rücu’ ederek kalan ömrümüze Akyazı’daki evimizde devam ediyoruz. Ayrıca, Akyazı’da, Akçaabat’ta ve Trabzon’da çok kalabalık bir sülâlem(geniş ailem) de vardır. Araştırmacı bir yazar olarak Trabzon’da ve yurdun dört bir yanında çalışmalarımı her geçen gün Trabzon’u temsil edecek şekilde daha mükemmel hale getirmekteyim.

M. Nihat MALKOÇ: Öğrencilik ve öğretmenlik hayatınızdan söz eder misiniz?

Mustafa YAZICI: Öğrencilik hayatım ilk, orta, lise ve yüksek tahsil olarak on altı(16) yıl sürdü. Köyde yolsuz, elektriksiz, arabasız zamanda Trabzon’a yürüyerek okula gidip geldiğimiz çok oldu. 1955’li yıllarda Trabzon –Akçaabat arası yolu bile ıssızdı. Sadece üç araba çalışırdı. Ötekiler Trabzon-İstanbul arasında çalışan az sayıda vasıta idi. Hiç sınıfta kalmadım. Bütün tahsil diplomalarımı iyi derece ile aldım. Sadece yedek subay diplomam Pekiyi oldu. Onları hâlâ saklarım. Öğrencilikte en zor iş, köy çocuğu olarak anadan ayrılmaktı. Şehirden haftada bir anaya gelebilirdik. Babam Ayasofya’da imam idi. Hem de çiftçi idi. Geçim zordu. O gün bugündür hâlâ öğretmen ve emekli olarak rahat bir ekonomimiz yoktur. Sadece ele güne muhtaç değiliz o kadar. Öğretmenliğe 197O’te Bolu'nun Gerede kazasında başladım. Yüksek tahsili Kayseri’de yatılı ve mecburî hizmetli olarak yapmıştım. Altı sene kendi şehrim Trabzon’a gelmem yasaktı. Fakat Trabzon memurlukta mahrumiyet bölgesi idi Batıya ve Bolu’ya göre... O sırada Gerede’ye bir müdürümüz geldi. Sayın Osman Akgül Bey... Sonradan Millî Eğitim Bakanlığına müfettiş oldu. O benim öğretmenliğimi çok beğendi. “Mustafa Bey, ben Ankara’ya gidiyorum. Seni de Trabzon’una kavuşturayım” dedi. O zamanlar ben iyi Fransızca bilirdim. Dışarıdan(mektupla) Avrupa’daki Fono ve Lingafon Enstitülerini bitirmiştim. Gerede İmam-Hatip Lisesinde Meslek Dersleri öğretmeni idim. Gerede Lisesine, hem Din dersi, hem de Fransızca derslerine gidiyordum. O zamanlar dünyanın ana dili Fransızca idi. Fransızcanın son dönemi idi. Amerika’nın dünyada atak yapmasıyla İngilizce öne geçti. Müfettiş Osman Bey tayinimi Trabzon’a yaptı. Hâlâ Bakanlıktadır. Görüşüyoruz. Bana her zaman söyler: “Hoca beni hiç mahcup etmedin. Çok başarılı hizmetler yaptın. Seninle iftihar ediyorum” diye. Ben de hâlâ ona minnettarım. Her idareci öğretmenini böyle keşfedemiyor. Ecevit döneminde bile devlet iyi çalışmaktan terfi ettirdi beni. Her istediğim yere de tayinimi yaptılar. Ben maaş için öğretmenlik yapmadım; adam yetiştirmek için yaptım. 29 senede, 18 okulda tam elli bin öğrenci geçti elimden. Şimdi 81 vilâyette yetişmiş öğrencilerim var. Onlar yazdığım canlı kitaplardır. Asıl insan eserlerimdir. Asıl onların hâtıralarıyla yaşamaktayım. Birçoğu gelir, benimle görüşürler. En ideolojik dönemde bile siyasî ve partizan tutumlara tenezzül etmedim. Onun için tabir caizse adam gibi adam yetiştirdik. Emekli olunca Trabzon İl Millî Eğitim Müdürlüğü emekli olarak yılın öğretmeni seçti beni. Emekli olmadan nerede idiler bilemiyorum. Benim öğretmenliğim Türkiye’de bir rekordur.
M. Nihat MALKOÇ: Niçin öğretmenlik mesleğini seçtiniz? Bu meslek sizi tatmin etti mi? Bir daha dünyaya gelseydiniz hangi mesleği seçerdiniz? Niçin?
Mustafa YAZICI: Öğretmenlik mesleğini Peygamber mesleği olduğu için seçtim. Malum, Âdem baba peygamber ve muallim değilken işlediği hatadan dolayı bizi gökten yere indirdi; amma iki bin senelik ömründe iki yüz sene yeryüzünde ağlaştı, tövbekâr oldu. Duası kabul olunca ona peygamberlik ve muallimlik verildi. Bu defa bizi yerden göğe çıkardı. Yorum sizin ve okuyucularımın. İyi bir öğretmen olamayanlar, iyi bir ana-baba ve toplum adamı da olamazlar. Bu meslek beni manen tatmin etti. Madden asla. Zira öğretmen aldığı maaşla okuyacağı kitabın parasını bile veremez. Kütüphane kuramaz. Ev yapamaz. Çocuk evlendiremez. Araba alamaz. Arsa alamaz. Ancak çoluk çocuğuna ekmek parası olur. Ben 1970 senesinde bin lira maaşla öğretmenliğe başladım. İlk Personel Kanunu 1970’te çıktığı için 700 lira alıyorlardı. Ben yine şanslı idim. Bursa Otomarsan’dan çıkan bir 302 Mercedes yolcu otobüsü maaşımızın 300 katı, yani 300 bin lira idi. Bugün bir buçuk milyar üniversite hocası emekli maaşı almaktayım. Bir 302 Mercedes trilyonlar oldu. Paranın değeri kayboldu. Öğretmen olarak geçmişte Türkiye’nin elli sente muhtaç olduğu dönemlerde enflasyonlardan, faizlerden, devalüasyonlardan, rantçılıktan, zamlardan neler çektik neler. 200 lira kademe parası için örgütler bizi Sigorta Hastanesinden meydana yürüttü. Şimdi de %4’lere talim ediyoruz. İlim için öğretmen olduk. O devirde en kaliteli iş, en önde değerli iş öğretmenlikti. Fakat 1977’de yüz bin liraya Akyazı’da bir ev yaptım. Yedi bin lira maaşla 1982’ye kadar evin borcunu veremedim. Libya’da aldım soluğu. 1970’de 300 bin lira ile emekli olunuyordu. Kuzey Afrika devleti Libya’da bir buçuk senede iki buçuk milyon kazanıp geldim. 1983’te evimin borcunu verip, yeniden bu defa Sağlık Bakanlığı bünyesinde Trabzon Sağlık Meslek Lisesinde göreve başladım. 1995’te de orası Yüksek Sağlık Okulu olunca üniversite hocalığı imtihanlarına girerek üniversite hocalığı imtihanlarını kazandım. İşte Bolu’da bana verilen “Okullarımızda başarılı Fransızca Hocalığı yaptı” resmî belgeleri KTÜ'de işime yaradı. Lisan durumunu da böyle aştım.Yüce Allah bir harf öğrenenin emeğini zayi etmez. Arkadaşlarım bana “Gavurca mı çalışıyorsun?” derdi. Ben ise hiç aldırış etmedim. Sonunda öğretmenlikten çok, yabancı dil hocalığından para kazandım. Bir daha dünyaya gelsem yine Din dersi öğretmeni ve yazar olurdum. Fakat ilme muhalif bu maaşlarla değil. Yazarlık, araştırmacılık bile bugün bizleri süründürüyor. Hep sponsorlara muhtacız. İlim devletçiliği böyle mi olur? 36 vakfın başkanı meşhur Gülbahar Hatun'un medresesini bile yıkanlar muallime ve müderrise(ders verene) para verirler mi? İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark budur. Eski Trabzon’da Osmanlı döneminde muallimlerin aldığı maaşlara bakınız. Kese altın alanlar bile vardı. Ya şimdi?

M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla babanız Muhammet Şefik Yazıcı imamdı. Son olarak da, bugün müze olarak kullanılmakta olan Ayasofya Camii’nde görev yapmıştır. Merhum babanız bu caminin son imamıydı. Merhum babanız Ayasofya’nın müze oluşunu gördü mü? Bir de sizin “Ayasofya Camii” isimli kitabınız var. Babanızdan ve bu kitabınızdan biraz bahseder misiniz?

Mustafa YAZICI: Evet, babam rahmetli Muhammet Şefik Yazıcı Hoca Efendi, Trabzon Ayasofya Cami-i Şerifi'nin son imamıydı. Orası cami iken ben de on sene orada onunla birlikte kaldım. Restore ediliş ve müze yapılış yıllarını da bizzat gördüm. Hepsi cehalet; tarihe, fetihe, Trabzon’a ve Fâtih'e ihanettir. Ayasofya’yı bu hale getirenleri kınıyorum. Bir Trabzonlu olarak Yüce Allah'a havale ediyorum. Zira orada nice hafızlar yetişti. Nice namazlar kılındı. Nice Ramazanlar ve teravihler eda edildi. Şimdi mihrabı ve minberi de yok. İçersinde, batı duvarında cami döneminden tek âyet var. Bir de tepesindeki hilâl ile vakıf tapusu kaldı. İmamlık kadrosunun Şükraniye Camiinde, müezzinlik kadrosunun Toklu Yeni Camiinde olduğunu hatırlıyorum. Camicilik oyunu şovmenliğine gerek yok. Resmî tarihimize sahip çıkmalıyız. Zira vebali büyüktür. Bu nedenle işin aslı öğrenilsin diye şahit olduğum Ayasofya belgelerini bir araya toplayarak üç yüz sayfalık o dev Ayasofya kitabını yazdım. Trabzon Valiliği kayıtlarında(Sâlnâmelerde) cami olduğu yazılıdır. Hatta Hilâlli fotoğraflarının altında “Trabzon Ayasofya Camii Şerifi” diye Osmanlıca yazı vardır. Buranın müze oluş süreci haç resimlerinin sıvanın altından çıkartılmasıyla başlamıştır. Bu çalışmadan sonra halk oradan uzaklaşıp Yeni Fatih Camii'ni yaptırmıştır. Cemaatin oraya geçmeleri sonucunda burası boş kalmıştır. Lâkin onu bu İngiliz oyunuyla camilikten çıkartanlar, şimdi de Fâtih'in vakfı olmaktan çıkartmaya çalışıyorlar. Buna resmen müdahale edilmelidir. Zira, “Trabzon’u toprak için değil, İslâm'a açmak için fethettik. Roma'nın varisi artık benim” diyen Fâtih, bu “ye kürküm ye”cilerden şehit-gâzi ve vatan hakkını alacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Asıl buna çok dikkat etmeliyiz. Hak yerini bulmalıdır. Patrikliğe, Bartholomeosçuluğa veya Pontusçuluk oyunlarına gerek yoktur. Yüksek voltlu açık elektriğe şakadan dokunulmaz. Bu konuda ben de, babam da görevimizi tam yapmışız. Bu vebale ortak olmamak için bu sualinize de cevap verdim. Yoksa edenlerin er-geç ettiğini bulacağı, tarihî bir gerçektir. Babam orada imamlık hizmeti yaptı diye Ayasofya, babamın malı değildir. Toplumundur.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin, kısa da olsa bir yurt dışı maceranız var? Hangi ülkeye, ne zaman gittiniz? Orada neler yaptınız? Buna dair izlenimlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Mustafa YAZICI: Yurt dışına, ülke olarak Libya’ya gittim. 1982-83 yıllarında bir buçuk sene orada, Adana Güney Sanayi sahiplerinin kurduğu BETAŞ adlı inşaat şirketinde muhasebe, banka ve hastane tercümanı olarak çalıştım. Malûm olduğu üzere Başbakan Turgut Özal da vaktiyle dünyaca meşhur Adana Güney Sanayii'nde çalışmıştı. Oradaki izlenimlerimi müstakil bir kitapta topladım, diziliyor. 2013 yılı başında basılacaktır. Kısaca söylemek gerekirse Libya cadde ve sokakları Osmanlı tuğralarıyla dolu bir ülke. Meşhur Türk denizcisi Turgut Reis'in türbesi de Trablus Limanı kenarındaki kale avlusundadır. Onu görüntüleyip Trabzon televizyonlarında gösterdim. Ayrıca burada Türk Şehitliği de var. Libya beş yüz sene Osmanlı idaresinde kaldı. Yaşlılar Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyorlar ama yeni nesiller Türkiye’nin cılız politikası yüzünden henüz Türkiye’yi bilmiyorlar bile. Kaddafi bile Harp Okulunu Türkiye’de okumuştur. Türkiye’ye gelenler biliyorlar. Hatta “Hani o âdil Osmanlılar; gelseler de bizi 500 sene daha yönetseler” diyenlerine bile rastladım.

6. M. Nihat MALKOÇ: Yazmaya nasıl başladınız? Bunun bir hikâyesi var mı? Varsa anlatır mısınız?

Mustafa YAZICI: Yazmaya başlamamın birkaç sebebi var. Şöyle ki; ilkönce kendimde böyle bir kabiliyetin olduğunu keşfetmem... Yazılanları çok okumuş olmam ve aynılarını benim de yazabileceğime karar vermem, bunu dava haline getirmem... Okuduğum kitaplar on binleri aşmıştır. Hocalarımın yarışmalar açarak beni teşvik etmesi, Ankara’da kurdukları “Okul Aile Birliği” adlı dergide yazı yazdırmaları, yüksek tahsilde okulumuzda edebiyat hocalarımızın açtığı “Matbuatın Önemi” adlı yarışmada okul dördüncüsü olmam sonucu bana ödül olarak imanlı Anayasa Profesörlerimizden Ali Fuat BAŞGİL Bey'in “Demokrasi Yolunda” ve “Gençlerle Başbaşa” adlı kitaplarının verilmesi; gençliğimde izlediğim sinema filmlerinin senaryolarını yazmaya çalışmam, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin beni tefekküre sevketmesi, gördüğüm toplum sorunlarını, bilhassa yükler altındaki Karadeniz kadınlarının çilesini kalem yoluyla anlatmaya çalışmam, 1968 yılında İstanbul'daki Bugün gazetesinde “Materyalizme Reddiye” adlı, kominizmi eleştiren makalelerimin yayınlanması,yine İstanbul'da o yıllarda “Seher Vakti” adlı “Gençlik” adlı bir şiirimin yayınlanması, yüksek tahsilde edebiyat notlarımın hep “Pekiyi” olması bana yazarlık kapılarını açtı. Paralı parasız çeşitli ödüller almam da beni kamçıladı. Sonra gördüğüm destekle yoluma devam ettim. Yazarlığın köşe yazarlığı(makale), araştırma-inceleme, şiir, hikâye, roman, masal, deneme, anı, piyes, skeç fıkra, kompozisyon, metin yazarlığı, senaryo ve tercüme olarak edebiyatın her türünde eser verdim. Sadece radyo ve televizyon oyunlarım henüz yayınlanamamıştır. Şunu da vurgulamak lâzımdır: Yazarlığımda “Trabzonî, Mollaoğlu, Nefesî ve Yazıcı” mahlaslarını da kullandım. Asla rücu’dur. Yazılarımı “Nefes, Gönüldaş, Akyazı, Kitâbe ve Hitabe, Cuma Yazısı, Uyanış, Sonuç, Dalyan, Çare, Can Suyu, Okyanus, Hoş Sada ve Vak’anüvîs” köşe başlıkları altında yazdım. Bu da ayrı bir yazarlık kültürüdür. Bunların haricinde çeşitli belgesellere imza attım. Çeşitli kurumlarda idarecilikler yaptım. Konferanslar verdim. Açık oturumlara katıldım. Yazarlık formasyonunu kavramak çok önemlidir. Ben bütün yazarlık davamı ve faaliyetlerimi “Sanat Hakk içindir” görüşü üzerine oturttum. Çünkü “Sanat sanat için midir, cemiyet için midir?” görüşlerinden ve tartışmalarından usandık. Bunlar kirlendi. Onlara politika karıştırıldı, siyâset değil. Yazarlığımda bu siyaset, dava olarak vardır. Bu, başarı için şarttır. Çünkü ben yazarlardan ve yazarlıktan mahrum toplumların öksüz, köksüz; hatta sözlüksüz kalacağına inanıyorum. Kitabın ve yazarlığın yerini hiçbir şey tutmaz. İnternet de asla tutmaz. Yazarlık ve kitap işi, kutsal kitaplara imanla başlar; onların izinde beşerî manada devam eder. Yani Yaratan Rabbinin adıyla ilk emir olarak okuyup ve yazacaksın. İlk öğrendiğin elif-be ile veya alfabe ile önce “Allah” adını yazıp okuyacaksın. Sonra Allah'ın öncelik verdiklerini ve kendi adını ve diğerlerini…. Yazarlığın aslı budur. Çelik-çomak oynamaya veya yazarlık şovmenliğine gerek yoktur. Bu uğurda ciddî olmayan gülünç olur. “Apikoğlu sucukları, şişman yapar çocukları” reklamındaki tekerlemelere benzer. İlim vermez ve adam kurtarmaz. Bu işin öbür dünyada da sorumluluğu var. Dünyadaki forsuna aldanılmamalıdır. Bizim zorlanmamız asıl bundandır. Sanat Hakk için olmalı. Halkı Hakk'a götürmelidir. Halka hakkını verdirmelidir. Kalem ve kelâm ruhsatı olmalıdır. Satılık kalemler çıkarcıdır, Hakk'a götüremezler. Mutlu edemezler, hatta saptırırlar. Çok örnekleri var. Ayrıntılara girmiyorum. Çok önemli olduğu için bu sualinizi biraz uzattım. Haklı görünüz. Yazarlık da, muallimlik de bunu gerektirir. Bunlara dair 37 sorunuz içinde bir sorunuz ve sorununuz yoktu. Benim ise var…
M. Nihat MALKOÇ: İyi bir yazarın hiç şüphesiz ki iyi bir okur olması gerekir. Yazarı besleyen asıl kaynak, okuduklarıdır. Bildiğim kadarıyla siz de iyi bir okursunuz. Bir zamanlar Trabzon İl Halk Küütüphanesi tarafından düzenlenen 'yıl içinde en çok kitap okuyan okur' yarışmasında birinci olmuştunuz. Belli bir noktaya gelmiş bir yazar olarak günümüz gençlerine okuma ve yazma konusunda hangi önerilerde bulunmak istersiniz?

Mustafa YAZICI: Günümüz gençlerine okumak, yazmak konusundaki önerilerim şöyledir: Herkes aklı ve ilmi kadar konuşabilir, yazabilir. O halde önce akıl ve ilmimizi güçlendirmeliyiz. Önce herkes kendini, kabiliyetini, bu yola çıkmadan gücünü ve frenlerini kontrol etmelidir. Psikoloji, sosyoloji ve pedagoji ilimlerinde 'düşünmenin en güzeli okumak ve yazmaktır' kuralı var. Okunmayan ve yazılmayan yerde düşünmek yok demektir. İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark budur. Gençler bu yolda her türlü zorluklara katlanmadıkça başarılı olamazlar. Genç olmak demek, genç fikirli, daima yeni bilgiler üreten genç görüşlü olmak demektir. Kitaplar ve kütüphaneler milletlerin hafızalarıdır. Okumayan ve yazmayanların beyin ve gönül disketleri boş demektir. Yaşları genç olsa da, boş beyinleri hurdalığa döner. Bu duruma asla düşmemeleri lâzımdır. Bunun için de zamanı boşa geçirmemeli, güneşten önce doğan, erken kalkan, erken yatan güneş başlı adamlar olmaları lâzımdır. En büyük enerji bilgi enerjisidir. Gençliğin asıl gücü kas gücünden önce bu bilgi güçleridir. Bilgi gücü bütün rakipleri yenmenin en kolay yoludur. Mutlu olmanın da en başarılı şeklidir. Gençler ilk önce leh ve aleyhindekileri çok iyi öğrenmeli, zararlı alışkanlıklardan ve arkadaşlardan uzak durmalı, fakat daima ilmin içinde olmalıdırlar. Çünkü bir gencin en güzel fotoğrafı namaz kılarken veya kitap okurken ve yazarken habersiz çekilen fotoğrafıdır. Gençliğe yakışmayanlar gençlerin düşmanıdır. Gençler önce dostu ve düşmanı iyi tanımalıdır. Çocukken ana-babayı, gençken arkadaşları veya bazı ünlü kişileri severler ama ömürlerinin sonunda ise peygamberleri, evliyaları ve âlimleri örnek alırlar. O halde sonucu baştan görerek asıl onları örnek almalıdırlar. Gençlik geçince pişmanlık ne fayda eder, ne para... Tecrübe ve eksikleri tamamlamak çok önemlidir.

M. Nihat MALKOÇ: İlk yayımladığınız kitap hangisidir? Bu ilk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissetmiştiniz?

Mustafa YAZICI: İlk yayınladığım kitap “İçki Felâketi” adlı kitabımdır. 1977 yılında Akçaabat Lisesi'nde Kültür Dersleri öğretmeni iken yazmıştım. Gençleri ilk önce zararlı alışkanlıklar olan sigara(nikotin), içki(alkol) ve uyuşturucudan kurtarmak istedim ki iyi okusun yazsınlar. Sağlıklı olsunlar. Daha başarılı olsunlar. Bu kitabı ben Akçaabat Halk Eğitim salonunda konferans olarak vermiştim. Oradaki Yavuz Kitabevi sahibi muhterem Şahbender Değirmenci Ağabey yayınevi olarak alıp basmıştı. İlk elime aldığımda yeniden doğdumu hissettim. Zira yazarlık eser vermeyi gerektirir. Her eser vermek bir yeniden doğuştur. Fakat illâ da kendimizin doğuşu değil; bir yeni çocuğumuzun doğuşu gibi de olabiliyor. Yani eser verişin, ölümsüzlüğü hissetmenin en güzel şekillerinden biri olduğunu anladım. Bu manada yazarlık, öğretmenlik kadar kutsaldır. Forsu ve gücü de çoktur. Dayakla, hatta kanunla çözemediğiniz sorunları, yaptıramadığınız işleri bile yazarlıkla yaptırabilirsiniz. Hem de hiç yorulmadan. Asıl bu sırrı kavramak gerektir.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar şahsî ve ortak olmak üzere kaç kitap yazdınız? Bu kitaplar arasında hangisi sizin için bir adım önde durmaktadır? Niçin?

Mustafa YAZICI: Bugüne kadar müstakil seksen bir kitap yayınladım. Komisyon olarak yazdıklarımla 92 adet olduklarını tahmin ediyorum. Yazdığım kitapların en önde geleni “Tarih Bile Tarihimize Hayran” adlı eserimdir. Edebî olarak ise “Balıkların Gözyaşları” dır. Bu kitap öyle yüksek fikir enerjisi voltajında yazılmıştır ki, bir akvaryumdaki veya bir kara lâstik içindeki sudaki balığın derdini bile düşündürebilmişimdir. Öyle ki İngilizce ve Almanca tercümesini yaptırmak istedim de buradaki edebî ve sanatlı anlatımı çevirmekten tercümanlar bile âciz kaldılar. Bu kitabı Alman televizyonları yayınlarında gösterdiler. Şoförler adını arabalarının camlarına taktılar. Balıkçılar Faroz Limanına kapağının resmini nakşettiler. Daha neler neler... Uykusuzluk çeken insanların sinirlerini teskin edip üç sayfa okumadan bu didaktik romanla uyuduklarını söyleyip bana tedavi için teşekkür ettiler. Fakat satışta en çok satılan ve elimde kalmayan kitabım “Trabzon'un Tarihçesi” adlı Osmanlıca'dan çevirdiğim kitabımdır. Üniversite hocalığını bana kazandıran kitabım ise giriş tezim olan “ Yeni Tespitler” adlı İnançlar ve Dinler Tarihi konulu incecik tezimdir. Hepsinin yeri başka ama birkaç tanesi daha öndedir. Önde oluşlarının nedeni ise hiç işlenmemiş konulara dikkat çekmeleridir. Eski tabirle taklidi olmayan, nev’i şahsına münhasır kitaplar olmalarıdır.

10. M. Nihat MALKOÇ: Bazı kitaplarınızda gereksiz ayrıntılara yer verdiğinize, bir kısım yazışmaları ve fotokopileri bile kitaplara aldığınıza dair eleştiriler var. Kısacası kitaplarınızın hacim bakımından gereksiz yere şişirildiği söyleniyor. Söz savunmanın... Bu konuda siz neler söylemek istersiniz? Gerçekten de gereksiz bölümler var mı kitaplarınızda?

Mustafa YAZICI: Kitaplarımda gereksiz konular yoktur. Kitaplarda küpürlere yer verişim iyi sosyoloji bilişimden kaynaklanmaktadır. Kitaplarım önce mahallî, sonra millî ve sonra evrenseldir. Mahallî olmadan millî olunmaz. Millî olmadan da evrensel olunmaz. Beni eleştirenlerin kitapları nerededir? Ben basını da kitaplara taşıyan ilk yazarım. Bu nedenle Unesco benim kitaplarımı çok beğeniyor ve istiyor. İngilizce biyografimizi dünyanın en büyük kitap fuarı olan Frankfurt Kitap Fuarına taktılar; ansiklopedilere geçtiler, yaklaşık 2700 yazarlık üç ciltlik ansiklopedilerde biyografimi İngilizce yazıp bana gönderdiler de haberim oldu. Hayret ettim. Burada herkes bize taş atıyor. Avrupa kitap atıyor. Ya buna ne demeli? Ayrıca on bin yazarlık ve on ciltlik Türkiye Yazarlar ve Edebiyatçılar Ansiklopedisine dahil edildik. Ya buna ne demeli? Onlar bu küpürleri görmediler mi? Prof. Dr. Trabzonlu Yaşar Nurî Öztürk hoca da “Halkın Dilinden Yaşar Nuri” adlı kitapta görüşlerimize yer vermiş. Anlayan anlıyor. Hatta bana yazdığı mektupta “Mustafa Bey öyle anlıyorum ki siz de kendi kendini aşanlardansınız” şeklinde ifadeler de kullandı. Ben kendi yazdıklarımı toplumda test etmeden yazmıyorum ki... Otuz civarında da (bir kısmı para ödülü) ödül almam bu itirazları yapanlara cevap olmuş olmuyor mu?

11. M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar Türkiye genelinde hangi gazete ve dergilerde yazdınız?

Mustafa YAZICI: Bugüne kadar Türkiye’de belki yüz adet civarında farklı dergi ve gazetede yazı yazdım. Hepsi arşivimdedirler. Şimdi sayılarını unuttum. Bu sayfalar da almaz. “Otobiyografim” adlı bin sayfalık eserimde nasip olursa yazacağım. Şimdi birkaç örnek vereyim: İstanbul'da Bugün, Ortadoğu, Her Gün, Zaman,Yeni Mesaj, Millî Gazete, Yeni Devir, Almanya’da Sebil, Bolu’da Millî Hakimiyet, Sinop’ta Özsöz, Trabzon’da çıkan gazetelerin hepsinde, ilçelerde çıkanların birçoğunda çeşitli yazılar yazdım. Yazdığım Dergiler ise İstanbul'da Seher Vakti, Gözyaşı, Yeşilay, İslâm, İslâmî Edebiyat, Öğüt, İcmâl, Türkiye, Batı Trakya; Kayseri’de Erciyes, İstiklâl; Ankara’da Okul Aile Birliği, Millî Gençlik, İlesam, Bayburt’ta Bayburt Çağrı, Trabzon'da çıkanların hepsinde, ilçelerinde çıkanların da birçoğunda yazmışımdır. Hepsi arşivimdedir. Derginin, gazetenin ve kitabın değeri farklı farklıdır. Hatta ben tecrübelerim sonucu televizyona “Camlı Gazete”, gazeteye de “Camsız Televizyon” adını verdim. Bu tecrübelerimin hepsinin esası “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adlı eserimde mevcuttur.

M. Nihat MALKOÇ: İlahiyatçı olduğunuz halde ağırlıklı olarak ilahiyata yönelik meslek kitapları çıkarmıyorsunuz. İlgi ve çalışma alanlarınız genelde yerel tarih üzerinde yoğunlaşıyor. Sizi tarihe yönelten, ilginizin bu alana yoğunlaşmasına sebep olan etkenler nelerdir? Niçin tarihi tarihçilere bırakıp da, alanınız olan dinî meseleler üzerinde yoğunlaşmıyorsunuz?

Mustafa YAZICI: Yüksek İlâhiyat tahsili yaptığım halde meslek kitapları çıkartmaktan çok, tarih üzerine yoğunlaşmamın, kendi alanımda değilmişim gibi görünmemin sebebi; misyonerlerin bölgemize olan saldırıları ve bu bölgedeki aldatmalarıdır. Onları reddetmeden ilâhiyatçılık mı olur? Sütçü İmam Maraş’ta kaleden Fransız bayrağını indirtmeden Cuma namazı kılınmasına izin verdi mi? Bölgemizde misyonerler ve Pontusçular cirit atıyor. Gençlerimizi kandırıp Yunanistan'a götürüyorlar. Trabzon milletvekillerinden Eyüp Âşık ve Tonya belediye başkanı Ahmet Kurt bile gidip Atina’da bizzat gördüler. Namık Kemal'in tabiriyle “Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini./Elbet bulunacak kurtaracak baht-ı kara maderini..” Biz şehit ve gâzi vatanında “ye kürküm ye, ye oğlum ye. Devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyenlerden değiliz. Fakat ilâhiyatı hiç ihmal etmedim. 29 sene Din dersi hocalığı yaptım. Şehrin müftülerini Trabzon televizyonlarında konuşturdum. Misyonerliğe cevap kitabı yazdım. “Trabzon Evliyaları” kitabını ilk ben Trabzon Belediyesi'nde üç bin adet yayınlattım. KTÜ İlâhiyat Meslek Yüksek Okulunda beş sene verdiğim Hitabet ve İrşâd Derslerinin kitabını resmen yazdım ve okuttum. Üstelik ben üniversiteye Dinler Tarihi ve Akait(İnançlar) branşı tezi kitabımla girdim. O zamanın rektörü Prof. Dr. Sn. Aydın Dumanoğlu ve Rektör Yardımcısı Sn. Prof. Dr. Ersan Bocutoğlu Hocam da biliyor. Ayrıca üniversitede bana beş sene tarih hocalığı yaptırdılar. Onun kitabını yetiştiremeden emekli oldum. Zira YÖK Başkanı Gürüz döneminde Yüksek İlâhiyat Okulumuzu kapatmışlardı. Fakat şimdi müstakil Trabzon İlâhiyat Fakültemiz bile var. Yeni YÖK yasasına göre beş sene daha üniversitede çalışma hakkım var. Müracaat ettim. Alırlarsa yine faydalı olmaya çalışacağım. İlâhiyat ve İmam-Hatiplik benim her şeyimdir. Yazarlık ise bu kutsallığın ilmen yazıya dökülmesidir. Vatan olmadan ilâhiyat olur mu? Olur amma havada yaşanmaz. İmanımız gibi, vatanımızı da, bilhassa ilmen kurtarmalıyız ki toprak olarak da hiç işgale uğramasın. Aksi halde İncil'i verirler adama, Afrika’daki gibi bir de bakarsınız ki topraklar gitmiş. İstiklâl Marşı Şâirimiz rahmetli Mehmet Âkif Ersoy’un çile ve tavsiyelerinden herkes vatan için ders almalıdır. Ben aldım da tarihe ilâhiyat kadar önem verdim. Cihad olmadan kitap cildi ne işe yarar. Kur’ân'ın tabiriyle eşeğe bir kütüphane kitap yüklesen ondan ne anlar. O arpasını bilir. Biz arpacılardan değiliz. Tarihçilerin sahasına da girmiş değilim. Hele arkeolog hiç değilim. Fakat kültür tarihçiliğinde çok başarılı oldum. Dünyanın dört bir yanından bu konuda yanıma gelip görüşlerimi alanlar var. Hepsi bir dosyada mahfuzdur.

M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri gazetelerde köşe yazıları yazıyorsunuz. Kendinizi “gazeteci” kategorisine koyabiliyor musunuz? Genelde gazeteciler sadece köşe yazan kişileri “gazeteci” kabul etmiyor. Bu kişiler “Gazeteci dediğin 24 saat haber peşinde koşar” görüşünü savunuyorlar. Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz? Gazeteci kimdir? Trabzon yerel basınının bugün geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz? Kültür sanat haberlerinin esamisi okunmazken yerel gazetelerin, sayfalarının yarısını spora ayırması sizi rahatsız etmiyor mu?

Mustafa YAZICI: Uzun yıllar birçok gazetede yazı yazmama rağmen gazeteci değilim. Gazetecilik okulunu da bitirmedim. Fakat yazarlığın okulu yoktur. Bu işi ilmen ve tecrübe olarak biliyoruz. Birçoklarını da geçtik. Şehrimizde bir Mahmut Goloğlu ve bir Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, bir Muzaffer Lermioğlu yerini aldık. Şükrolsun. Şimdi bu bayrağı biz dalgalandırıyoruz. Fakat şâirlik konusunda bir Trabzonlu Bedri Rahmi Eyüboğlu veya Halil Nihat Boztepe olmak kolay değil. Gazeteci değiliz; onun mizanpajı bile kitaptan farklıdır. Fakat biz Karadeniz Yazarlar Birliğini kurarak, başına hiç kitap yazmamış olan gazeteci Refik Karaağaçlı'yı getirmemize rağmen bize Gazeteciler Cemiyetinde hor bakan gazeteciler gördük. Üstelik onların gazeteciliği de sorgulanabilir. Çünkü yazar birliklerini “Okumaz-Yazmazlar Birliği” haline çevirenler olduğu gibi, gazeteciler cemiyetlerini de “Gazetesizler Cemiyeti” haline getirenler olabiliyor. Ben bu ayrımlara girmem. Yazarlar olmadan gazeteler, gazeteler olmadan yazarlar pek yetişmiş olmazlar. Gazetecilerden çok şeyler öğrendiğimiz gibi, yazar olarak onlara neler öğrettik neler... Bunun da ayrıntılarına girmem. İşten anlayanlar bizi biliyorlar. Yoruma gerek yoktur. Görünen köy de, şehir de kılavuz istemez. Gazeteci, milletin müşterek sesi olabilen adamdır. Yazar(muharrir), Tahir Büyükkörükçü Hocanın tabiriyle “Melekleri bile kalemiyle yere indirip topluma saçtığı ışığa ve saadete şâhit tutan ölümsüz adamdır” Benim tabirimle ise “Ölümsüzlükten ses alıp toplumu ölümsüzleştiren adam”dır. Trabzon basını ilk kurulduğu 1868’den beri epey ilerlemiştir. Fakat eskisi gibi yükselememiştir. İlerlemek ayrı şey, yükselmek ayrı şey... Yükselmek ilimle olur. Sadece futbola(spora değil) altı sayfa ayırmakla olmaz. Hele hele gazeteci diye topluma sunulan bazı bir kot, bir mont, bir çanta, bir kalem ve defter veya fotoğraf makinasından ibaret adamlarla olmaz. Böyle olan kısımlardan elbet rahatsızım. Futbola ve futbolculara trilyonlar gidiyor. Şampiyon da olamıyorlar. Vergi de vermiyorlar. Yazarın okuyacağı kitabı almaya, yazdığı kitabı basmaya parası yok. Kredi hakkı da yok. İlimsiz gazetecilik hüsrana uğramaya ve kapanmaya mahkumdur.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin “Balıkların Gözyaşları” isimli ilginç bir romanınız var. Öncelikle romanın ismi çok özgün ve güzel... Bu romanda neye vurgu yapıyorsunuz?

Mustafa YAZICI: Trabzon'da ve Karadeniz'de 1992 yılında, yani son dönemde ilk yazılan didaktik roman olan “Balıkların Gözyaşları” henüz ismi bütün yazarlık dünyasının dikkatini çektiği halde içerik olarak bütün okuyucuların dikkatini çekmemiştir. Sadece açtığım kitap sergilerinde satılmaktadır. Yukarda hakkında söz ettim. Bu romanda çağımızın bütün kirlilikleri içinde temiz toplum ve temiz çevre olabilmeye dikkat çektim. Deniz altında dertleri bilinmez balıklara dikkat çekerek toplumda insanların bilinmez dertlerine dikkat çektim. Çünkü “Balıkların Gözyaşları Denizlerde Belli Olmaz.” Asıl tam adı budur. Şâir Yaşar Bedri Özdemir dostumun isteği üzerine şiirsel olarak adını kısaltıp “Balıkların Gözyaşları” dedik. Kitabın sonu yine “Balıkların Gözyaşları Denizlerde Belli Olmaz” ifadesiyle sona ermektedir. Kitabı İstanbul'da Yazar Ali Bulaç’ın da dahil olduğu TİMAŞ yayınları inceledi. Fakat içinde “Köyde gübrelikleri açıktan akan adamlar olduğu halde Atatürk’ü eleştirenler var. Sen önce gübreliğinin üstünü ört” cümlesi yüzünden olacak ki kitabı çok beğendikleri halde yayınlayamadıklarını bildiren bir yazı yazarak iade ettiler. Bu nedenle kendim yayınladım. Halbuki belgesel olabilecek derecede güzel, didaktik bir romandır. Denizdeki bütün bütün balık türlerini karekterlerine göre konuşturarak insanları filozof Beydaba gibi anlattım. Yunus balığını, köpek balığına tercih ettim. Okyanuslarda balıkları dev makinalarla avlayarak denizleri kan gölüne çevirenleri ve de toplumları terörle kan gölüne çevirenleri balıkların diliyle anlattım. Elimde birkaç tane kaldı. O da bu işlerin ticaretini yapmadığım, sadece kitap kazanmaya baktığım için elimdedir. Kitaplarımı kim yayınlarsa ona veriyorum, ben sadece yüz adet sergilerim için yüz adet kitap alıp sergiliyorum. Böylece topluma hem sponsorla ve hem de benimle dağılmış oluyor. Ben göz nuru paramı alıp kitap kazanırken, sponsor da okuyuculara ücretsiz dağıtıyor. Reklamı oluyor. İş adamlarımız olmazsa çok zor kitap yayınlarız. Şimdi kağıt parası peşin. Dolarla, yuroyla satılıyor. En pahalı maliyet kitaptadır. Bu nedenle sponsorlara teşekkür ediyorum. Tansu Çiller Başbakanken ben de Karadeniz Yaşarlar Birliği başkanıydım. Sn.Tansu Çiller'e bütün yazarlara kredi hakkı kanunu çıkarılmasını teklif ettim. Tavukçuya kredi var da, ilme niye yok? Taksit taksit bankaya ödenir. Bana “Mustafa Bey bu hafta teklifinizi Meclise götüreceğim” diye bana Başbakanlıktan yazı geldi ama o hafta Erbakan-Tansu Çiller Hükümeti yıkıldı. Yazarlar ne yapsın? Balıklar ne yapsın? Deniz de su, gözyaşı da su... Üstelik ikisi de tuzlu. Deniz altında bizim gibi doğan, yaşayan, yuva kuran ve ölen balıkların deniz altında hiç dertleri yok mu? Ağlasalar ne yazar. Gözyaşlarını suya karışmış vaziyette hangi devlet adamı fark edecek? Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan'a da bu yazarlara kredi konusunu ve görülmez gözyaşlarımızı yazdım. Hem de Karadeniz, Taka ve İlkhaber Gazetelerimizin üçünde de... Hiçbir cevap vermediler. Yazarlar ve balıklar ne yapsınlar?

M. Nihat MALKOÇ: Sizin iyi bir Yeşilaycı olduğunuzu biliyorum. Uzun yıllar Yeşilay Cemiyetinin Trabzon Temsilciliğini yaptınız. Bu dönemde ne gibi hizmetlerde bulundunuz? İçki, alkol ve kumar konusunu işleyen eserleriniz var mı? Zararlı alışkanlıklar konusunda gençlere neler önerirsiniz?

Mustafa YAZICI: Evet iyi bir Yeşilaycıyım. Bütün çalıştığım okullarda(18 okulda) ve bilhassa Trabzon'da bu işe çok hizmet ettim. Gençlerimizi zararlı alışkanlıklardan, bilhassa tinercilikten kurtarmaya çalıştım. Her sene gençleri ve velileri bütün Trabzon okullarından Hamamizade İhsan Bey Merkezine toplayıp aydınlattık. Vali Alaaddin Yüksel'le 1 Ocak 1995’te Trabzon Yeşilay Temsilciliğini kurduk. Trabzon Belediyesi'yle müşterek faaliyetler yaptık. Ve onları kitaplaştırdık. Trabzon, Türkiye’de birinci oldu. Ne yazık ki bu çilemize rağmen şimdiki Trabzon Belediyesi eski başkanlar devrinde yapılan bu faaliyetleri kendi döneminde uygun bulmayarak yayınlamadılar. Geçen sene Başbakan Sn. Erdoğan’ın danışmanı ve de Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Avukat Muharrem Balcı Bey'i bile çağırıp Hamamizade'de Prof. Dr. Tevfik Özlü, Trabzon Milletvekili Prof. Dr. Cevdet Erdöl ve Trabzonspor'un hocası Şenol Güneş Bey'le konuk edip konuşturduk. İnternette herkes görebilir. Buna rağmen indî düşünenler yüzünden ve paramız olmadığından kitap Sakarya Matbaasında bekliyor. Adı “Trabzon'da Yeşilaycılık”. Sordun da söyledim. Çok üzgünüm. Böyle belediyecilik Trabzon’a yakışır mı? Biz Trabzon’u bütün Türkiye’de birinci getirmeye uğraşırken bunlar ne yapıyorlar? Ben de onları protesto ederek bu kitap basılana kadar Trabzon Belediyesi Kültür Araştırma Kuruluna katılmadım. Haksız mıyım? Ben ayrıca 18 sene boyunca Trabzon Belediyesi Kültür Araştırma Kurulunda beş başkana ve 60 kurul üyesine sekreterlik yaptım. Kitabıma “Trabzon'un Kitabı” diyemediler” Asım Aykan'ın Kitabı” dediler. Hepsini Yüce Allah'a ve Trabzon’un istikbaline havale ediyorum. Allah'ın yukarı çıkardığını hiç kimse düşüremez, düşürdüğünü hiç kimse çıkartamaz. Zamana bıraktım ama Matbaaya yalancı olduk. Böyle olacağını hiç tahmin bile etmemiştim. İçki, alkol ve kumar konularını işleyen kitabım ilk 1977’de beş bin adet yayınlandı. Şimdi “Trabzon'da Yeşilaycılık” yayınlanacak inşallah. Başka da var. Ama kaynak para bulana kadar bekleyecek. Üniversite hocası ve yazarların maaşını aşıyor. Bu konuda gençlere söylenecek söz: “Zararlı alışkanlıklara bulaşanlar sağlıklı ve mutlu olamazlar. Başarı da sağlayamazlar. Hiçbir yokuşu çıkamazlar. Koşamaz ve yarışamazlar. Zira sadece nikotinde bile yedi bin çeşit zehir var. Bir gram esrar bir milyar beyin hücresini yok ediyor. Zararlı alışkanlıklar cehaletten daha tehlikeli düşmanlardır. Gençleri, gençliğini yaşayamadan yok ederler. Hastalık ne ki? Bu nedenle önce okullarının Yeşilay Kollarında Yeşilaycı olsunlar. Yeşilay, Yeşil Hayat.... Gayrısı felâket ve feryât… İnsana, bilhassa gençlere hiç yakışmaz. Böyle felsefe ve arkadaşlara çok dikkat edip uzaklaşsınlar. İyi arkadaş olan, arkadaşının kurtuluş ve mutluluğunu ister. Kızlar için bu durum daha tehlikeli ve önemlidir.

M. Nihat MALKOÇ: Sizin yazarlığınız yanında, bir de şairlik yönünüz var. Bugüne kadar kaç tane şiir kitabı yayımladınız? Gördüğüm kadarıyla uzun zamandan beri şiir kitabı çıkarmıyorsunuz. Yazarlığınız, şairliğinizin çok önünde… Sizce şiir nedir, niçin ve nasıl yazılır? Şiirinizin günümüz şiirinin gerisinde kaldığını düşünüyor musunuz? Beğendiğiniz şairler arasında kimleri sayabilirsiniz?

Mustafa YAZICI: “Erciyes’ten Haykırışlar(Sayha)” ismi altında sekiz şiir kitabı yayınladım. Erciyes bir semboldür. Orada yüksek tahsildeyken o dağa Anadolu'nun ortasındaki bir adam gibi hayran kaldım. Türkiye’nin en son sönmüş yanardağıdır. Bir daha ateş püskürebilir. Tepesine çıkmak isteyenleri yakabilir. Aynı şekilde Türkiye’nin tepesine çıkmak isteyenler de yanarlar. Romanda balıkları konuşturmuşken, şiirde ise tepesinden hiç kar kalkmayan Erciyes’i konuşturdum. Başındaki karlara aldanmamaya, içinin ateş dolu oluşuna dikkat çektim. İşte Türkiye’yi sönmüş zannedenler de içi ateşle dolu yanardağ gibi kahramanları görmüyorlar. Dünyanın tarihî yanılgısı budur. Bana göre şiir, veciz söz ve ses sanatıdır. Yani sanatlı söz ve sestir. Şiir ilhamla ve ibretle yazılır. Gece uykudan fırlayıp beynimde ve gönlümde oluşan satırları sadırdan kağıda döktüğüm çok olmuştur. Şiirimin günümüz şiirinin gerisinde kaldığını düşünmüyorum. Ancak şâirliğim günümüz şâirlerinin gerisindedir. Meselâ Âkif'i, Yahya Kemal'i, Arif Nihat Asya'yı, Necip Fâzıl'ı, Mehmet Emin Yurdakul'u çok beğenirim ama onlar şiirin ve şâirliğin dahisi idiler. Biz onların çırağı bile olamayız; ama günümüzde şâir geçinenlerin, hele Trabzon'da, hiç gerisinde değiliz. Fakat Trabzon'da aruzu bilen tek şâir vardır. O da Sebahattin Şentürk’tür. Serbesti de, heceyi de güzel yazar. O da öğrencimdir; ama şâirlikte Âkif'i ve Necip Fâzıl'ı, yazarlıkta Cemil Meriç’ i örnek alır. Çok haklıdır. Biz heceyi bile güzel yazamadık. Hece ile karışık mensur(serbest) şiiri daha iyi yazıyoruz. Nazım Hikmet ve Orhan Veli de veciz serbest şiirin pîridirler. Fikirlerinde bozuk yerler olsa da, şiir sanatında süper idiler. Bu da bir gerçek. Bu nedenle “Şiir ruh matematiğidir. Sadece vezin ve kafiye değildir” diyenlere de katılıyorum. Necip Fazıl'ın işi “Allah'ı aramak” olarak kabul etmesi, gayrısını “çelik çomak oynamak” sayması bu sanatın zirvesidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Allah'ı unutan şâirleri sanatçı saymaz. Bu bakımdan ben “Şiir, halkı ustalıkla Hakk'a götürme sanatıdır” diyorum. Hakk'ın olmadığı, haksızlığın olduğu yerde sanatın işi ne? Şiir; şiir tekniği ile, edebiyat ilmiyle ve de ilhamla cân-ü gönülden yazılır. Şâirleri ve şiiri basite alıp hor görenleri adam saymam. Süleyman Çelebi Hazretlerinin Hz. Peygambere medhiyesi olan Mevlid-i Şerîf de bir şiirdir. Bu bakımdan Nihat Malkoç’un şiirleri ve şâirliğiyle ödül alması da çok yerindedir.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un yaşayan tanıklarındansınız. Bugüne kadar Trabzon kültüründe iz bırakmış kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Kimleri tanıdınız?

Mustafa YAZICI: Trabzon’un yaşayan tanığı olarak bir mahlasım da Trabzonî’dir. Yani Trabzon’a öyle sevdalıyım ki “Trabzonlu Araştırmacı Yazar Mustafa Yazıcı” oldum. VAK’ANÜVÎS mahlasını ise bana yazdığım Trabzon olaylarını çok beğenen araştırmacı yazar dostum Ispartalı Murat Yüksel Bey takmıştır. Trabzon'da çağdaşım olan meşhurlardan yazar olarak Murat Yüksel, Kadir Mısıroğlu, Sadık Albayrak, Haydar Baş, Yaşar Nûrî Öztürk, Derviş Değerli, Mahmut Goloğlu, Aslan Pulathaneli, Prof. Dr. Hikmet Öksüz, Prof. Dr. Kenan İnan, Ahmet Musaoğlu, Veysel Usta, Ahmet Özer, Yaşar Bedri Özdemir, İsmail Hacıfettahoğlu, Mehmet Âkif Bal, Enver Uzun, Hüseyin Albayrak ve Nihat Malkoç gibi isimleri yakinen tanıyorum. Bunlar benim gözümde Trabzon'da iz bırakanların başında gelir. Hatırlayamadıklarım bağışlasınlar…

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar genelde hep ressamlar ve görsel sanatlarla uğraşan sanatçılar sergi açmıştır. Fakat siz bu geleneği sona erdirerek araştırmacı-yazar olarak onlarca sergi açtınız. Bu sergilerin tam sayısını sizden alalım. Bugüne kadar kaç sergi açtınız? Bu sergilerde neler sergilediniz? Sergilere halkın ilgisi nasıldı? Bu konularda neler söylemek istersiniz?

Mustafa YAZICI: Araştırmacı-yazar olarak 44 senelik(1968-2012)yazarlık hayatımda beşi karma, yirmisi müstakil olarak toplam yirmi beş sergi açtım. Sayılarında yanılabilirim. Daha çok olabilir. Fakat belgeleri bende. Hepsine hâtıra defteri tuttum. Her sergimi izleyenler nasıl buldu diye yazılar yazdılar. Onlar bir yazar için ayrı bir antika müzesi. Onları da kitaplaştırıp okuyucuların emrine sunacağım inşallah... Nasipse… Okuyucularım öyle şeyler yazdılar ki üniversitelerde araştırmacıların ve okuyucuların bilgisine sunulmalıdırlar. Fotoğrafları da var. Sadece Trabzon Sanat Evi'ndeki bir sergim “Trabzon Bâb-ı Âlîsi “ adlı kitap çıktığında internete yüklenmiştir. Bakabilirsiniz. adresimde mevcuttur. Bu nedenle de Frankfurt Kitap Fuarında İngilizce biyografim tanıtılmıştır. Fakat ne yazık ki birkaç kez Prostat ameliyatı olduğumdan Ankara’daki Trabzon Etkinliklerine şubat soğuğunda hiç katılamadım. Halbuki oradaki kitap sergim daha çok ilgi çekecekti. Trabzon, Akçaabat, Beşikdüzü, Vakfıkebir, Tonya, Of kitap sergisi açtım yerlerdir. Yazarların da sergi açabileceğini ispatladım. Bu tıkalı yolu açtım. Şimdi çokları kitap sergisi açmaktadır.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un tarihini, dününü, kadim kültürünü; tabir caizse hafızasını ortaya çıkaran eserler kaleme alan Trabzon İl Halk Kütüphanesi eski müdürü Murat Yüksel çok eski dostlarınızdan biridir. Yüksel, Isparta’da yaşamasına rağmen onunla diyaloğunuz hâlâ devam ediyor. Murat Yüksel’in Trabzon’umuz için önemini, onun bu şehir için yaptığı çalışmaları ve kendisiyle olan şahsî dostluğunuzu bizlere anlatabilir misiniz?

Mustafa YAZICI: Murat Yüksel Bey asla unutulmaz. Trabzon’a yakında en büyük iyiliği yapanların başında gelir. Ne var ki bir Trabzonlu olarak O Ispartalıyı hiç yalnız bırakmadım. Hep ona yardımcı oldum. Öyle bir itibar gördü ki ona nasip olan itibar 257 sene Trabzon'da kalan Kommen krallarına bile nasip olmamıştır. Halbuki o Trabzon'da 1986’dan 1997 yılına kadar on bir sene kaldı. Bu zaman zarfında Trabzon'un bütün tarihî kitâbe ve âbidelerini tercüme edip 23 cilt halinde yayınladı. Ben birçok Trabzonluyu da bu Ispartalı sayesinde tanıdım. O da bizden çok şey öğrendi. Bu nedenle her sene Isparta’ya gidip onu ziyaret ederim. O da 2005 yılında Trabzon'a gelerek Nisan ayında Trabzon'da Kanûnî konferansı verip herkesi yeniden hayran bırakmıştır. Şimdi bunun kitabını da yayınladık. Her şeyi tamamen belgesel konuşuyorum. Varsın bazıları beğenmesinler. Yüce Allah ve vatan, insanlık beğeniyor mu ben ona bakarım. Elbet birçok konuda Trabzonluları geçip Trabzon Belediyesi'nden “Fahri Hemşehrilik” beratı bile alan bir Trabzon sevdalısı Ispartalı bu kadar çok dostluğa layıktır. Üstelik o, bana eserlerinde “Dünya ahiret kardeşim!” diye hitap etmektedir. O, Trabzon için çok önemlidir. Hatta bazıları onunla ilgili yazılarında onu Trabzonlu sanıp tanıtmaktadır. Allah bozmasın. Herkese de böyle dostluk ve ilmî arkadaşlık nasip etsin. Hatta âhirette de görüşebilelim. Âmin! Ayrıntılara girmiyorum. Okurların Murat Yüksel’in 2012 yılında bastırıp Trabzon’a da gönderdiği “Dostlarıma Manzum Mektuplarım” adlı 61 mektuptan oluşan eserinin Trabzon'la ilgili birinci bölümünü okumaları bu sualiniz için kâfidir.

M. Nihat MALKOÇ: Karadeniz Yazarlar Birliği'nin kuruluşunda görev alan kişilerden birisiniz. Bir dönem de bu birliğin başkanlığını yaptınız. Söz konusu birliğin kuruluşuyla ve başkanlığınız dönemindeki hizmetlerinizle ilgili bizimle neler paylaşabilirsiniz? Karadeniz Yazarlar Birliğinin bugünkü durumunu ve konumunu nasıl görüyorsunuz?

Mustafa YAZICI: Evet, Karadeniz Yazarlar Birliği'nin ilk dört kurucusundan biriyim. Yıl 1992... Yer Atapark’ta İl Halk Kütüphanesi... Karlı bir Trabzon günüydü. Murat Yüksel Bey'le İLESAM üyesi olduğumuz için bizi Ankara’ya kongreye çağırıyorlardı. Gidişimiz çok zor olacağı için böyle uğraşmak yerine Trabzon'da bir Yazarlar Birliği Kuruluşu kuralım görüşü Murat Bey'le aramızda konuşuldu. İstişare yaparken o sırada Araştırmacı yazar Cumhur Odabaşıoğlu geldi. O da İlesam üyesi idi. Ona da konuyu açtık. Kabul etti. Ardından dördüncü kişi olarak Hikmet Aksoy geldi. Ona da konuyu açtık; o da memnun oldu. Ben kuracağımız birliğin adının Trabzon Yazarlar Birliği olmasını teklif ettim. Hikmet Bey “Karadeniz Yazarlar Birliği” olsun dedi. Bütün Karadeniz'e açılmanın çok külfetli olacağını söyledim. Amma bu isim kabul edildi. Sonra konuyu diğer arkadaşlara açarak toplantılar yaptık. Birliği kurduk. İlk Başkanı olarak Cumhur Bey'i seçtik. Sonra Refik Karaağaçlı'yı seçtik. Beni, üç buçuk sene Genel Başkan Yardımcısı görevimden sonra Genel Başkan ilân ettiler. Sonra başka arkadaşlar başkan oldular. Böyle devam ediyor. 2012’deki başkan Esma Ala Türkmen adlı bir bayan... Bu da güzel bir gelişme. Bir bayanın okuması ve yazması bilhassa Trabzon'da bayanların yükler altında hâlâ ezilmeye devam ettiği yerde beş yüz erkeğin okuma yazmasına bedeldir. Karadeniz'deki asıl karalık veya eksiklik bayanların –erkeklere oranla- daha çok cahil kalmasıdır. Karadeniz Yazarlar Birliği'nin kuruluşu çok faydalı oldu. Öncelikle Trabzon yeni bir yazarlık kimliği kazandı. Artık Trabzonlu Peyami Safalar, Hasan İzzeddin Dinamolar yok. Zor yetişir... İstanbul'dan biri Trabzon’a gelince burada yazar bulabiliyor. Yirmi sene oldu. Arkadaşların getirdiği görüşler Trabzon milletvekillerinin, Trabzon Valilerinin, yeni nesillerin ufkunu açtı. Trabzon Belediyesi'nde altmış kişilik Kültür Araştırma Kurulu oluştu. Profesör yazarlar da var. Yüzlerce eser basıldı. Trabzon kültürde yedinci iken İstanbul ve İzmir'den sonra üçüncü sıraya yükseldi. Trabzon’u örnek alarak Göller Bölgesinde bile Türkiye’nin beşinci büyük Yazarlar Kuruluşu kuruldu. K.Y.B. dördüncü büyük yazar kuruluşu idi. O zamanlar yayınladığımız K.Y.B Dergileri bugün İstanbul'da çıkan ansiklopedilerde kaynak oldu. Ayrıca Yunus diye bir İlim-Kültür-Çevre ve Sanat Dergisi de çıkarttık. Onun da Yazı İşleri Müdürü idim. O da ansiklopedilere kaynak oldu. Fakat her iki dergi de bugün yayınlanmıyor. Hatırladığıma göre parasızlıktan Birliğin Yönetiminin değişmesinden sonra devam edemediler. Yirminci sayılarından sonra yenisi çıkamadı. Rize’de açtığımız K.Y.B Rize Şubesi de kapandı. Girişimini yaptığımız Gümüşhane, Giresun, Bayburt şubeleri de bizden sonra açılamadı. Bu nedenle K.Y.B'nin durumu bugün rolanti hızıyla da olsa devam ediyor. Ben hâlâ üyesiyim. Fakat eski aktifliğini kaybettiğinden bazı arkadaşlarla yeni bir oluşum oluşturarak bu defa eskiden gönlümde adı kalmış olan “Trabzon Yazarlar Birliği”ni kurduk. Genel kongresini yaptıktan sonra Trabzon'u tam tekmil temsil edecek ve olanca hızıyla faaliyetlerine başlayacak. Her iki kuruluş da Trabzon Sanatevi'nin bünyesinde faaliyetlerine devam ediyor. Bence ikisi de yaşamalıdır. Her ikisi de Trabzon’a yakıştı çünkü... Bazıları Trabzon'da birkaç yazar kuruluşunu çok görüyor ama Trabzon'da 200'ün üzerinde futbol kulübünün olduğunu ya bilmiyor, ya da görmezlikten geliyorlar. Biz günün şartlarına göre her ikisini kurmakta da haklıydık. Bu gelecekte daha iyi anlaşılacaktır. Trabzon Yazarlar şehridir. 1868’den beri Trabzon'da üç yüz çeşit farklı dergi ve gazete, hatta bülten çıktığı gibi, günümüzde okul dergileri de çıkmaktadır. Yazar ve şâir sayısı ise ölü ve diri üç bin civarındadır. Bu nedenle bu yazar kuruluşlarına başkanlık şöyle dursun, sekreterlik yapmaktan bile çok mutluyum. Darısı yeni yetişen gençlerimizin başına… Bu iki kardeş yazar kuruluşunu üye olarak yaşatsınlar. Onların yarınlardaki nesillerinin de buna ihtiyacı var.

M. Nihat MALKOÇ: Araştırmacı-yazar olmanızın yanında, bir de programcılığınız var. Bugüne kadar birçok televizyon programı yaptınız. Birçok değerli ismi programınıza çağırarak görüşlerini kamuoyuyla paylaşmalarına imkân sağladınız. Biraz da televizyon programcılığı yönünüzü bize anlatır mısınız? Hangi televizyonlarda, hangi programları yaptınız? Hangi önemli isimleri programlarınıza çağırdınız?

Mustafa YAZICI: TV programlarıma gelince bu da başlı başına çok önemli olay... Benim için ayrı bir okul ve ekol… TRT Trabzon Bölge Radyosu kurulduğu zaman binası Maraş Caddesinde, bugünkü Zorlu Grand Otel'in karşısında idi. Beni orada konuk edip konuşturmuşlardı. Daha sonra Söğütlü'ye taşınınca orada da birçok kere konuk edildim. TRT Trabzon Radyosu'ndan sonra yerel radyolar kuruldu. İlk kurulan radyo Genç Radyo idi. Orada bana Ramazan'da bir ay Ramazan programı yaptırdılar. İlk konuştuğumuz televizyon ise Ortahisar'da Valilik karşısındaki pasajda kurulan Gökkuşağı Televizyonu idi. Sahibi Ali Öztürk, Müdüresi Avukat Ayşe Sula Hanımefendi idi. İşte Trabzon tarihinde ilk defa Trabzon Evliyalarını(Manevi Dinamikleri ) on bölüm halinde ben hazırlayıp sunmuştum. Çok büyük uyanış, ses ve yankı meydana getirdi. Sonradan o programlar kitap oldu. Gök Kuşağı sonradan Mehmet Ali Yılmaz Bey tarafından satın alındı; Zigana oldu. Onda “Yazıcı ile Sohbet” programları yaptım. Sonra Kuzey TV kuruldu. Uzun seneler onda program yaptım. Murat Yüksel Bey de onda senelerce beş yüz civarında edebiyat programları yapmıştı. Ona da selâm olsun. Sonra Akça TV kuruldu. Onda da on bölümlük “Sargana Kahramanları”nı hazırlayıp sundum. O da sonradan kitap oldu. Akça TV de sonradan Trabzon Ortahisar'a taşındı. Avukat İbrahim Keskin tarafından satın alındı. Sonra devredildi. Bugünkü adı Kanal Mavi’ dir. Kadırga ve Mesaj Tv'lerde de ikişer sene program hazırlayıp sundum. Trabzon’un tarih, kültür ve sanat değerlerinden ne varsa oralarda onları duyurdum. Onlarda kitaplara geçti. Umarım Televizyoncular ve Radyocular o kaset ve CD’leri saklıyorlardır. Bu televizyonlarda Trabzon'un valilerini, belediye başkanlarını, kültür ve turizm müdürlerini, yazarlarını, şâirlerini, milletvekillerini ve sanat adamlarını konuk ettim. Son otuz senede bu sayede Trabzon oturduğu yerden ayağa kalkarak istikbale doğru koşmaya başlamıştır. Çokları merak ediyor. Bütün bunları tamamen meccanen yaptım. Kendimi Trabzon’a adadım. Hayatımda zaten Trabzon Bâb-ı Âlîsinde bana sadece ikram olarak tek Taka gazetesi para verdi. Bir milyarlık bir reklam ile, iki milyarlık çek... Bunları Trabzon Bâb-ı Âlîsi kitabımda da kayda geçtim. Kaçar göçerimiz yok. Bu davamda da hep samimi oldum. Trabzon Bâb-ı Âlî’si henüz ya emeğin hakkını vermeyi öğrenmedi; ya da züğürt durumda... Herkes aynı merkezlerden reklam alıyor. Basın yayın vasıtaları ilde çok... Belki de imkânları bu kadar. Onu da elli senedir sır olarak saklıyorlar. Her neyse, biz işimize bakıyoruz. Fakat bizim gibi üniversite hocalığı maaşı olmayanlar ne yapıyor? Onun için meraktayım. Zaten Anadolu basını bu çıkışı yapamadığı için dardadır. Ulusal basında ayda milyarlarca maaş alanlar çok... Anadolu'dan İstanbul'a her giden güçlendi. Nedir bu anlayamadık. Bu soruna resmen el atılması lâzımdır. İlânların kesilmediği dönemde de durum bu idi.

M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri Trabzon'un yanı başındaki Akyazı'da oturuyorsunuz. Tabir caizse Akyazı'dan Trabzon'un kültürünün, sanatının ve edebiyatının nabzını tutuyorsunuz. Trabzon'a bir anlamda kuşbakışı bakıyorsunuz. Fakat merkezde oturmadığınız için bazı etkinliklere katılamıyorsunuz. Araştırmacı-yazar, bir kültür adamı olarak şehre gidip gelmek zor olmuyor mu? Trabzon'a taşınmayı düşünmediniz mi? Akyazı'dan Trabzon nasıl görülüyor? Sizi Akyazı'ya bağlayan nedir?

Mustafa YAZICI: Evet, Akyazı’da oturuyorum. Ve Trabzon’a kuş bakışı bakıyorum. Bu çok doğru... Akşamları olan kültür-sanat etkinliklerine katılamayışım da doğru... Zira, bir kültür adamı için hem köylü hem şehirli olmak çok zor... İkisini birden olamazsınız. Köy çocuğu olarak bugüne kadar yolsuz, ışıksız, okulsuz, camisiz, vasıtasız devirlerde neler çektik neler... Şimdi yine arabamız yok. Her şeyimizi çocuklarımıza aktardık. Yunus gibi “Ballar balını bulduk. Kovanım yağma olsun” diyorum. Halk halk diyenlerden bugüne kadar kapımı çalan olmadı. Biz artık “Hak, Hak” diyerek yaşayabiliyoruz. Trabzon’a, Akyazı’ya ve Akçaabat'a bir Mustafa YAZICI bir daha gelmeyecek ama öbür dünyadaki Mustafa YAZICI’nın mutlu olması gerekli... Dünyada rahatlık yok. Peygamberimizin hadis-i şerifidir. Bir de bu köylü-şehirli ikileminden çekiyoruz. Akyazı, Trabzon’un coğrafi olarak en büyük beldesi... Hem de balkonu... İstanbul Boğazında öyle manzara yok. Gidip gelmek zor olsa da, ben tabii hayatın tabiatta olduğuna şahit olduğum için katlanıyorum. Hayatta hiç kirada durmadım. Sadece Bolu’da durdum. Şimdi ana-baba mülkünde, fakat kendi hanemde meskunum. Kuşlarla, çiçeklerle, temiz hava ile, sağlıkla olabilmek için şehre taşınmayı hiç düşünmedim. Ben denize de düşkünüm. Akyazı projesi denizimizi yok ettiyse de bugüne denizle geldim. Eskiden hayvanlarımızın bile yıkandığı denizde şimdi yeni nesillerimiz yüzmeyi bilmez oldu. Havuzlara gitmeye başladı eski Bahriyelilerin çocukları. Asıl bunlar bizim için zor... Bu nedenle bugüne kadar halkı Hakk'a kavuşturmak için elimden geleni yaptım ama kendi düşenler de ağlamazlar. Rantçılık her tarafı kaplamış. Vatanı ve bizi düşünen mi var?Yazarlara kredi hakkı bile yok. Siz Akyazı’dan gelip gitme zorluğunu düşünüyorsunuz.
Beni Akyazı’ya bağlayan: şimdiye kadar oraya döktüğüm terlerim, çocukluk hâtıralarım, ana-baba mezarlarım, Akyazı'nın güzelliği, Akyazılıların hoş sohbet oluşu... “Akyazı'm” adlı şiir kitabımla “Akyazı Tarihi” adlı 670 sayfalık kitabımı okuyanlar bunları çok iyi anlarlar. Soçi’deki Ruslar ve Trabzon'daki Rus konsoloslarından biri okudu da Trabzon Haber Gazetesi sahibi Nevzat YILMAZ ve Akyazılı iş adamı Mehmet ÖZER Beylere “Yahu şu Akyazı niredir? Hadi oraya gidek” dediler. Buraya 1992’li yıllarda Trabzon Valisi Kemal ESENSOY’u, sonra Vali Alaaddin YÜSEL’i ilk defa ben getirdim. Yol, belediye, kooperatif, sağlık ocağı, kütüphane ve uyanışı ben getirdim de Akyazı Akyazı oldu. Helâl olsun. Çünkü Akyazı da beni bugünlere getirdi. Sadece art niyetlilerden bîzârım. Bilen biliyor. Hürriyet Gazetesinde bile bu gelişme yayınlandı. Fakat bu bilgiler sayenizde “TRABZON HİZMET GAZETESİ”nde duyulunca büyük hizmet olacak. Bütün kalkınma bekleyen köyler için örnek olacak. Zira, Akyazı bütün civar komşularını geçti. İstikbali çok parlak. 1990’da yerin dönümü(1000 m2’si)sadece bir milyoncuk iken bugün tam 400 milyar oldu. Bütün bunlar kalemle ve de devlet-halk işbirliği ile oldu. Ben payıma düşen sevap ve vebâlden sorumluyum.Herkes de kendine düşene baksın. Hava atmaya gerek yok. İcraat önemlidir.

M. Nihat MALKOÇ: Bundan uzun bir süre evvel köyünüzü ziyaret etmiş, misafiriniz olmuştum. Cennetten bir köşe tabir edebileceğimiz köyünüzü çok beğenmiştim. Bence burada yaşamak insanın şair olması için iyi bir sebep teşkil eder. Bu arada müstakil bir bölümde hizmet veren zengin kütüphanenize de hayran kalmıştım. Devletin kurduğu kütüphanelerin dışında, bu kadar kitabı ilk kez sizin kitaplığınızda bir arada görmüş, doğrusu size gıpta etmiştim. Ondan sonra ben de müstakil bir kişisel kütüphane kurmak için kolları sıvamıştım. Diyeceğim o ki bu zengin kütüphanenizi bırakabileceğiniz mürekkep yalamış, okumaya yazmaya meraklı evlatlarınız var mı? Yoksa siz de bir kısım yazarlar gibi kütüphanenizi bir kuruma bağışlamayı düşünüyor musunuz?

Mustafa YAZICI: Mustafa Yazıcı ayaklı, canlı kütüphane demektir. Kütüphanem yok olunca ben de yokum. Ne yazık ki onu bırakacak mirasçılarım yok. Çünkü kütüphane mirasına talip olan mirasçıların olması için kütüphane zekâsı olması lâzımdır. Mirasçılarımın zekâları mekânik veya iş zekâsıdır. Benim zekâm çok yönlüdür. Sosyal ve kültürel zekâdır. Mantık böyle der. Bu nedenle kütüphanem ne olacak diye kara kara düşünüyorum. Yeni bir yer yapıp da orayı bütün hâtıralarla Akyazı’da bırakabilirsem veya Trabzon İmam-Hatip Lisesine veya KTÜ'ye veya Akyazı beldesine bağışlayabilirsem, sağlığımda bunu başara bilirsem gözüm açık gitmem. Şimdi beş profesör beş senede tasnifini yapamaz durumdadır. Zamanım yok. Basılacak çok çalışmam var. Ömür verdim. Trabzon’un eski hudutları olan Kastamonu’dan Batum’a kadar bölge tarih ve kültürünün hafızı oldum. Çok da yeni arkadaş yazar yetiştirdik amma hepsinin imkânları zayıf... Benim üç kütüphanem vardı. Eve sığdıramadım. Birini sattım, birini Akyazı'ya bağışladım, biri de şimdi âcilen bana kalanlar ve şimdi konuştuğumuz... Ne olacak bilmiyorum. Bu sorduğun soruyu Isparta’da Murat Yüksel Bey'e sordum. “Gel bir yere verelim bunları da yazarlıktan da vazgeçelim. Yaptığımız yeter” deyince öyle bir gözleri doldu ki ikimiz de kafa kafaya verip ağlaştık. Kim biliyor? Yazarların derdinden anlayan Kültür Bakanlığı var mı? Trabzon'da otuz kütüphanenin 15’ini belediyelere devrettiler. Onlar da almadı. Akyazı'daki de öyle... Daha muamelesi olmadı. Ne kitabından, kütüphanesinden ve yazarından bahsediyorsun? İleri ülkelerle aramızdaki asıl fark kitap, kütüphane ve kafa farkıdır. Türkiye’de hep mide... Ye oğlum ye... Göbeklere bak. Yalan mı? Kafa nerde? Kitap nerde? Bu sözlerimden dolayı isterse beni hapse atsınlar. Cennet olur bana... Zira ilk emir farz olan “OKU”dur. YAZ” kısmı da içindedir. Zira yazılanlar okunur, okunanlar yazılır. Aksi halde öksüz, köksüz, hatta sözlüksüz kalırız. Okumaz yazmazlara döneriz. Bilgi toplumculuğu, kitap toplumculuğu ile olur. İnternet, kitabın yerini tutmaz. İnternet robotçuluktur. Kütüphaneler milletlerin hafızalarıdır. Kütüphanesizler hafızasız, sadece kafatasıyla yaşar durumdadır. Disketi boş internet gibi kalır. Antensiz veya ceryanı kesilmiş televizyon gibi kalanlar da var. Ben Akyazı'daki kütüphanemle bu cehaleti de önledim. Şimdi çocuklara annesi “evlâdım nerde idin? Nereden geliyorsun?” deyince “Kütüphanenin yanındaydım” diyorlar. Fikir yerleşti amma “Kütüphanenin içindeydim” diyecekleri günü bekliyoruz. Bir de eski Osmanlı kütüphane ve arşivlerine bakınız. ABD, AB, Rusya ve Çin bile gelip onlardan ders alıyor. Asıl fark budur.

M. Nihat MALKOÇ: Uzun yıllardan beri “taşra” tabir edebileceğimiz, Trabzon'da, hatta Trabzon'un da taşrası olan Akyazı'da yaşıyorsunuz? Taşrada yazar olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir? Şayet İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşasaydınız farklı bir konumda mı olurdunuz? Taşrada yazar olmak nasıl bir duygu?

Mustafa YAZICI: Akyazı taşra değildir amma henüz inşaat halinde olduğundan taşra sayılır. Elbet orada yazar olmamın avantaj ve dezavantajları var. Avantajı yazar için ilham alacak çok konu var. Dezavantaj olarak en önemlisi gazete gelmez. Gazete bile okuyamazsınız. O düzen yok. Yüksek tahsillisi az... Eskiden tarım beldesi idi. 300 kişilik ilköğretim okulu var, o kadar... Tarım ve hayvancılığını da kaybetti. Toprakları arsa oldu. Birçoğu satıldı. Daha çok dara girdi. Yazarlık öğretmenlikten sonra gelir. Hemen yazar olunmaz. Ben o aşamaları geçtim. Şimdi sıra Akyazılılarda. Ben dezavantaj olarak bir örnek vereyim. Vali Alaaddin Yüksel, Akyazı’ya geldi. Tarihî gün oldu. Akyazı'nın “Fahri Hemşerilik Beratını” aldı. O zamanlar Karadeniz Yazarlar Birliği'nin başında idim. Halka dedi ki: “Akyazılılar! K.Y.B'den adam var burada. Bir caddeye “Yazarlar Sokak” adını veriniz”. Belediye, bana atfen dediği için geldiler, evimin yanından geçen caddeyi “Yazarlar Sokak” yaptı. Bazı komşular “Yazarlar Sokağı” soyadım olan “Yazıcı Sokak” zannettiler. Şikâyetçi olarak Belediyeye “bizim soyadımızı verin” dediler. Bu bir, ikincisi yıllar sonra 2011’de mahalle muhtarımız Akçaabat Belediye Başkanı Sn. Şefik Türkmen’den bu sokağa bir durak istedi. Başkan da Muhtara: “Ben bir törende Vali Alâaddin Yüksel'in o sokağa 'Yazarlar Sokak' adını verdiğine şâhit oldum. Durağa 'Yazarlar Sokak Durağı' yazalım” dedi. Ben demedim. Muhtarın isteğine böyle cevap verdi. Muhtar da sevinerek kabul etti. Fakat durak yerine konulunca birileri onu devirdi. Halâ fotoğrafları bendedir. Sonra tekrar yerine betonlandı. Trabzonsporlu Hami Mandıralı'nın eşi Akyazı’daki mahallemize gelip görünce “Helâl olsun. Burada ne kadar aydın insanlar var. Demek yazarları da var” dedi. Duraktaki yazıya zor alıştılar. Böyle şeyler de yazarların başına geliyor. Afrika’ya ilk tren giderken böyle şeyler olmuştu. Trenin filmini izleyenler bile bizi ezecek zannedip kaçışmışlardı. Cehalet o kadar kötüdür. İşte biz kitapla yazarlıkla bunu yıktık. Sadece öğretmenlik de yetmez. Aileler ilmen mükemmel olmalıdır. Fakat benim sabrım taş çatlatır. Şimdi Akyazı'da yüksek tahsilliler dahi çoğaldı. Ne büyük mutluluk... Taşrada yazarlık zor... Anadolu, basının zayıflığından bellidir. Olimpiyat ilim öğrencileri taşradan çıkmaz. Çok kültürlü yerlerden çıkar. Taşrada havanda su döversiniz, ya da patinaj yaparsınız. İlerleyemez ve yükselemezsiniz. Bunlar da farklıdır. Camide mihrap var. İmam ilerde. Kürsü ve minber var. Yüksekte. Bulunduğunuz yerde halkı yüksekten seyretseniz de onları da yükseğe çıkaracaksınız. Bir mahallede tek zengin olursa fakirler onu rahatsız ettiği gibi bir mahallede tek âlim olursa halk onu da rahatsız eder. Bu nedenle okuyan-yazan çoğalmalıdır. İstanbul’da olsaydım uluslararası olacaktım. Çünkü öyle birikimim var, ilim yolunda o kadar çalıştım ki Washington’da, Paris’te, Pekin'de, Moskova’da, Mekke ve Medine’de, İstanbul'da konuşabilecek bilgi gücüm var. Fakat bütün dezavantajlara rağmen adımızı İngilizce dünyanın en büyük kitap fuarına Frankfurt’a ve İstanbul’a yazdırdık.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon'u birçok yönüyle “İkinci İstanbul” olarak niteliyorsunuz. Onun için de Trabzon basınını anlattığınız kapsamlı eserinize “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adını verdiniz. Trabzon niçin “İkinci İstanbul” dur. “Trabzon Bâb-ı Âlîsi” adlı eserinizden de yola çıkarak biraz da Trabzon'un basın yayın geçmişi hakkında bilgi verir misiniz?

Mustafa YAZICI: Trabzon’u ben ikinci İstanbul saymadım. Ansiklopedilerde(meselâ Milliyet Ansiklopedisinde) öyle yazıyor. Trabzon M.Ö. 2000'li yıllarda Turanî Trab’lar tarafından kurulduğuna ve İstanbul ise M.S. 330’lu yıllarda önce Truva’da sonra Boğazda şehirleştiğine göre Trabzon 1. İstanbul’dur. 17. yüzyıla kadar başbaşa geldiler. 17. yüzyıldan sonra Kastamonu’dan Batum’a kadar olan hudutlarını da kaybeden Trabzon 1 milyon 200 bin nüfustan bugün 300 bin merkez nüfusuna düştü. Çevre ilçe, köy ve beldeleriyle bile 756 bin nüfusa düştü. Halbuki ayrıca M.Ö. “Küçük Asya” denilen Anadolu'nun başkenti idi. M.S. Doğu ve Orta Karadeniz'in merkezi idi. Bu şanslarını iyi kullanamadı. Ben eski tarihî konumuna sahip çıkarak böyle dedim. Çoğu Trabzonlular tarihinden habersiz... Hatırlatmak istedim. Yabancıların Trabzon’a hâlâ devam eden itibarı da bundandır.

M. Nihat MALKOÇ: Bir kitabınıza Trabzon için “Kışın Bile Gül Açan Şehir” adını koymuşsunuz. Fakat bugünkü geldiğimiz noktada bırakın kışı, yazın da gül açmıyor bu şehirde. Nerede kaldı “Kışın Bile Gül Açan Şehir” olan Trabzon?... Bu noktada Trabzon'un dünüyle bugününü mukayese edebilir misiniz?

Mustafa YAZICI: Trabzon dünyada -rutubeti nedeniyle- kışın dahi gül açan tek şehirdir. Yaz kış Trabzon'da gül vardır. On iki çeşit gülü vardır. Isparta bir çeşit gülü değerlendirir. Trabzonlular 12 çeşit gülü es geçerler. Dava olarak sahip çıkmazlar. Evliya Çelebi 1640 kışında Trabzon’a gelince Trabzon'da gülleri açmış gördü. O sözü o söyledi. Ben de kitabıma ad yaptım. Yavuz'un anasının Hatuniye Mahallesi gül bahçesi imiş. Sonradan mezarlık olmuş. 'Önce adı Ayşe Sultan iken bu gül yetiştiriciliği nedeniyle adı Gülbahar olmuş' diye de bir rivayet var. Zira Osmanlılarda 'Gülbahar' adlı kadınlar çok amma Trabzon Kadın Dernekleri 36 Vakfın başkanı dünyaca meşhur bu Trabzon kadını ve padişah anasını da tanımıyorlar. Trabzon gülleri kimin umurunda? Böyle Trabzonluluk olmaz. Eski Trabzon beyefendileri ve bayanları İstanbul beyefendilerinden ve hanım efendilerinden daha medenî idiler. Ya şimdi?Maganda doldu ortalık. “Gül Adamlar” ve “Gül Bayanlar” yetiştirenler nerede? Ben asıl onları arıyorum. Asıl onlara Trabzonlu diyorum. Bu sualinde haklısın. Eski Trabzon'dan sadece alnında “Allah” adı yazılı, hilâlli evlerle gül bahçeli Akçaabat Orta Mahalle evleri kaldı. Güllerin gözyaşları da Balıkların Gözyaşları gibi kurudu gitti. Trabzon’un dünüyle bugününü daha karşılaştırmayalım. Dünü mutluluk, bugünü ıstırap veriyor bana. Kalelerimiz denizle kucaklaşamıyor, bahçelerimiz güllerle, insanımız güzelliklerle...

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon'a demiryolunun gelmesi için yıllardan beri büyük bir gayret içerisindesiniz. Bununla ilgili bir de kitap kaleme aldınız. Tren yolu Trabzon için sizce niçin bu kadar önemli? Kara tren gelince Trabzon'un kara talihi düzelecek mi?

Mustafa YAZICI: Tren yolu Trabzon için çok önemli... Çünkü Trabzon’un tren ve demiryolu davası 200 senelik bir olay. Kaç defa parası çıkmış ve yenmiş. Hep savaşlara kusur bulunuyor. Yapılan yerlere nasıl yapılmış? Oralarda savaş olmadı mı? Osmanlı treni şöyle dursun, Cumhuriyet Treni bile Atatürk’ün vasiyetini rağmen, tarihî Trabzon nutkuna rağmen Trabzon’a hâlâ gelmemiş. Denizinde bile gemi yok. Hep yabancı gemiler... Bu nasıl Trabzon ve Trabzonluluk... Trabzon'a gelen turistlere Avrupa’da soruyorlar ülkelerine dönünce: “Trabzon’u nasıl buldunuz?” Cevap: “Çok güzel de tren garına gidemedik ve göremedik..” Yani dünya, Trabzon'da tren var biliyor. Ben Tren kitabı yazmayayım da kimler yazsın? Tren gelirse elbet Trabzon'un kara talihi aydınlanır. Tıpkı gemi gelirse Karadeniz'in karalığının yok olması gibi. Bu karalık Karadeniz'in karalığı gibidir. Aslında Karadeniz kara değildir. Bazen lacivert, bazen de mordur. Onu birileri karartmaktadır. İngiltere’de 800 metre yer altında şehirler var. Yer altından trenler gidiyor. Amma talihi kara değil... Tren yolu gerçekten vaktiyle Roma’dan İstanbul'a, İstanbul'dan Trabzon’a,Trabzon’dan Çin'e giden İpekyolu'nun adıdır. Fâtih niye İstanbul ve Trabzon’u aldı?” diyerek batılılar İpekyolunu iptal ettiler. Gidip Baharat ve Süveyş kanalı yolunu açtılar. Çin'e öyle gittiler. Trabzon’u bilerek iflas ettirdiler. Tarihî gerçek bu... Trabzonlu Kanunî, Trabzon çocuğu olarak hükümdar olunca onlara Trabzon için bile kapitülasyonlar verdi ki Trabzon battala vurmasın diye... Kapitülasyonları aldılar. Yine Trabzon'dan geçmediler. Trabzon kalleşliğe uğradı. Trabzonlular asıl bunları öğrensinler. Batılıların İzmit’te araba fabrikaları var. Trabzon sahil yoluna para verdiler. Demiryoluna vermiyorlar. Trabzon kalkınır diye... Atatürk buna bir çare düşündü. Demiryolu İpekyolunun yerini alırsa Trabzon yine kalkınır. İşte ben Atatürk'ün ve Osmanlı'nın bu görüşündeyim. Bu konuyu ilk olarak TBMM'ye gidip belgeleri oradan alıp kitaplaştıran, duyuran benim... Israrım yeniden dünyaca meşhur, kalkınmış büyükşehir Trabzon içindir. Ayrıntıya girmiyorum. Belgeleri elimizdedir. Şimdi iş nedense Erzincan tarafına, tersine döndü. Halbuki Samsun-Trabzon-Erzurum güzergahından Pekin'e gidecekti. İnşallah bu uyanış gerçekleşir. Atatürk’ün de ruhu şâd olur.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon'da ve tüm Türkiye'de hızlı ve kararlı bir biçimde devam etmekte olan Kentsel Dönüşüm gayretlerini nasıl buluyorsunuz? Bence şehrin tarihi kökleriyle uyumsuz olan bu yeni yapılaşma çalışmalarına siz nasıl bakıyorsunuz?

Mustafa YAZICI: Çok güzel bir sual daha sordun. Bravo… Kentsel dönüşüm gayretleri güzel amma her konuda uygulanmıyor. Trabzon mimarî olarak da şehircilik olarak da Trabzonluluktan çıktı. Hilkat garibesi hâline döndü. Turistler geliyor, kılavuz kitaplarındaki Trabzon'u arıyorlar. Uçaktan, otogardan ve limandan Değirmendere’ye boşalıyor ki ne görsünler. Mezbelelik... Hurdalık bir Değirmendere var. Deniz sahilleri yok. Eski Trabzon evleri yok. Henüz Sümela’ya, Ayasofya’ya, Atatürk Köşküne, yaylalara gitmediler. “Yahu acaba yanlış mı geldik?” diyorlar. Trabzon’un yer altı şehirlerini, geçitlerini ve kapılarını ışıklandırıp turizme açmadılar. Zağnos vadisinde otogar yapılıyor. Hem de dört katlı... Belki ihtiyaç ama... Kentsel dönüşüm bu mu? Ayasofya'nın etrafını ne güzel açtılar. Fakat Türkiye’nin en büyük üçüncü Cumhuriyet devri camisi Bahçecik Mehmet Âkif Ersoy Camii'nin önü TOKİ evleri yapılarak kesildi. Kral sarayı çevresi açıldı. Asıl Trabzon çirkinleşti. Kentsel dönüşüm bu mu? Eski Çömlekçi nerde?
Trabzon Belediyesi yıllar önce kentsel dönüşüm için bir yarışma açtı. “2000'li Yıllarda Nasıl Bir Trabzon?” konulu... Yarışmayı ben kazandım. Para ödülü 24 Şubat Trabzon’un kurutuluşu törenlerinde Belediye Başkanı Âsım AYKAN tarafından Meydan'da Belediyenin önünde, halkın huzurunda verildi bana. Tezim şu idi: “Değirmendere hurdalığı kalkacak. Madem üç yolu, limanı burada. Burası yeşil alan olacak. Trabzon'a gelenlere Newyork tipi gökdelen yapılacak. Araziden kazanılacak. Boztepe’nin limana, otogara ve Havaalanına bakan cephesi Cennetleştirecek. Turistler buradan her tarafa kolay dağılacak. Trabzon dünyaya da bu üç kapıdan açıldığına göre ilk proje burada uygulanacak. Sonra Trabzon’un diğer semtlerinde. Fakat Değirmendere çukur olduğu için Trabzon'a uygun gökdelen olsun, yüksek yerlerde ise Akçaabat evleri gibi yeni gülistanlı projeler uygulansın. Trabzon’un bütün evlerine bir kat daha verilip çatı katı olsun. İsviçre gibi tek tip çatı gelsin. Fakat Trabzon evleri olsun, hepsi boyansın. Hem Belediye ve hem de halk kazansın. Bu çirkinlikler de yok olsun diye. Fakat lafta kaldı. Asım Bey kazanamadı. Şimdi Çömlekçi projesi geldi. Güzel amma bu Değirmendere projesi olmalı. Sadece Çömlekçi yetersizdir. Şimdi kararınızı siz veriniz. Kentsel dönüşüm nedir ve nasıl olsun diye…

M. Nihat MALKOÇ: Öğretmen kökenli bir yazarsınız Bir öğretmen emeklisisiniz. Emekliliğinizi nasıl bir hayat sürerek geçiriyorsunuz. “Keşke biraz daha çalışsaydım…” dediğiniz oluyor mu? Öğretmenlik yıllarını özlüyor musunuz? Emeklilik insanı yalnızlaştırıyor mu? Ne dersiniz?

Mustafa YAZICI: Bana emeklilik yoktur. Emekli olduktan sonra daha çok eser verdim. Türkiye Emekliler Derneği Trabzon Şubesine üye oldum. Trabzon'da 130 bin emekli var. 6.500'ü bu derneğe kayıtlı. Türkiye’de ise bir milyon üyesi var. Çok değerli insanlar var içinde. Onlarla sohbet ediyoruz. Şimdiye kadar Emekli Sandığı’na takılmamız hiç işe yaramadı. Fakat bu dernek çok güzel hizmet veriyor. Her emekliye tavsiye ediyorum. Fakat partizanlığa hiç tenezzül etmesinler. Fâniyiz. Devamlı memurluğun da sonu yok amma “Keşke biraz daha çalışsaydım” dediğim oluyor. Zira insana para asıl emekli olunca lâzım oluyor. Bize bunu öğretmediler. Zannediyorduk ki emir altından kurtulunca ve bugün sekizde işe marş marş koşuşturmayınca rahat edeceğiz. Hiç alâkası yok. Türkiye’de ikinci ek işe para yok. Hatta maaşından kesinti yapılır. Yani emeklilik canlı gömülmektir. Biz kitaplarla teselli oluyoruz. Hatta KTÜ'de beş sene daha çalışma hakkım doğdu yeni YÖK yasasına göre. Bu nedenle yeniden müracaat ettim. Bilmem olur mu? Faydalı olacağıma, birikimlerimi gençlere aktararak onları başarılı kılacağıma inanıyorum. Öğretmenliği çok özlüyorum. Emeklilik insanı yaldızlaştırmaz, dışlar... Ben 29 sene 18 okulda çalıştım, 50 bin öğrenci yetiştirdim, kolay mı unutmak... Öğrenciler kafamda hâlâ gürültülü koşuşuyor. Gönlümde okuyor ve yazıyorlar. Hele yazarlığın hiç emekliliği yoktur. Emekliyken bile gece yataktan fırlayıp kaleme, kağıda sarılırsın. Yazarlar hiç emekli olmazlar. Emeklileri de gençleştirirler.

M. Nihat MALKOÇ: Bence bugüne kadar Trabzon için çok kıymetli eserler kaleme almış bir araştırmacı yazarsınız. Bu şehrin yitik değerlerini bulup ortaya çıkarıyorsunuz. Fakat kitaplarınız beklenen ilgiyi görmüyor. Bu kadar eser veren bir yazarın el üstünde tutulması gerekir. Fakat beklenen ilgiyi ve değeri görmediğiniz kanısındayım. Bu sizi yazma konusunda ümitsizliğe düşürmüyor mu? Niçin görmezden geliniyorsunuz? Hak ettiğiniz ve layık olduğunuz değeri niçin görmüyorsunuz?

Mustafa YAZICI: Bu kadar eseri yazmakla Allah yoluna hizmet ediyoruz. O takdir etsin yeter. Kullar takdir etsin diye beklerseniz çok beklersiniz. İş işten de geçebilir. Sultan Abdulhamit Han da Türkiye’yi yıkmaya çalışanlara öyle dedi. Türkiye bilgi toplumu ülkesi değil ki şimdi... İnşaat ve Rant ülkesi... Dolar ve Yuro ülkesi... Tarih ve kültüründen uzaklaşanlar âlimleri takdir ederler mi? Hâlâ Tanzimatçılık var. Fakat yıkıcılığın tazminatını ödeyenler yok... Buna rağmen takdir edenler -çıkarları için de olsa- ediyorlar. Trabzon’dan ünümüz Frankfurt Kitap Fuarına kadar gitti. Bize yetmez mi? Üniversite hocalığından da emekli olduk. Lâkin hak yerini bulmuyor. Bunda siz haklısınız. Amma ben yılmam. Sabrım taş çatlatır. Allah'tan başka hiçbir kimseden ve şeyden de korkmam. Allah sabredenlerle beraberdir. İleride daha büyük başarılar kazanacağız. Hiçbir peygamber bile kendi şehrinde Peygamber olamamıştır. Bunu da unutmayınız. Yolcu yolunda gerek... Eğer Türkiye eskisi gibi ilim ülkesi olsaydı eski devirlerdeki gibi kese altınla taltif edilirdik. Şimdi ise okuyacağımız kitabın parasını çoluk çocuk rızkını keserek alıyoruz. Üstelik ilim-kültür ve sanat dünyasında bile birbirini çekemeyenler çok. Köyde tarladaki gibi SİNÖR davası yapanlar var. Fakat hep onlar kaybediyorlar..

M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla Yazıcı Yayınlarını kurdunuz. Bununla ilgili bir de site açtınız. Fakat bu, sanırım resmiyette, kağıt üzerinde kalmış bir çalışma... Çünkü kitaplarınızın yeni baskıları yapılmıyor. Bu nasıl bir yayınevi, bu nasıl bir yayıncılık anlayışı? Kitap yayımlamayan bir yayınevi olur mu? Ne dersiniz?

Mustafa YAZICI: Yazıcı Yayınları ve sitesi kağıt üzerinde değil. Kitapların yeni baskıları olmasa da olanları var. Bu yayınevi ve yayıncılık anlayışı baskı için değil, duyuru içindir. Ne güzel bu farkı fark ettiniz. Kutlarım. Bu kitap yayınlamayan kitap evi değil. Yayınlayanları tanıtan ve dağıtan kitap evidir. Siz de açıp bakınız. Çok kısa zaman oldu kurulalı. Tıklayanların sayısı 24 bin oldu. Dünyanın ve yurdun dört bir yanından kitap isteyenlere kitap gönderdim. Masrafları da onlara ait... İnterneti biz böyle hayırlı işler için, yani okuyucuları arttırmak için çalıştırıyoruz. Ayrıca bu benim hayalim... Dükkân açacak param olsaydı dev bir müessse kurup eserlerimizi bizzat burada imzalayıp dağıtırdık. “OKU” emrine asıl hizmet budur.

M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar unutamadığınız, bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı? Varsa paylaşır mısınız?

Mustafa YAZICI: Unutmadığım ve sizinle paylaşmak istediğim çok hâtıram var. Sadece bir tanesi bile yeter de artar bile... Bir gün Trabzon Endüstri Meslek Lisesi'nden Din dersinden imtihan yapıyorum. Soruları sordum. Öğrencinin biri aniden ve gür bir sesle “Hocam, 10. soruyu kafadan mı yazacağız?” dedi. Ben de espiri olarak “ ötekileri ayaktan mı yazdın?” dedim. Sınıf gülmekten imtihanı bile unuttu. Böyle çok örnekler var. Şehir gezilerimde elimizden geçen elli bin öğrenciden çoklarına rastlıyorum. Her biri “Hocam bize böyle dediydin, şöyle dediydin, hiç unutmadık” diyorlar. Halbuki ben unutmuşum. Hatırlattıklarına seviniyorum. Siz de hatırlattınız, teşekkürler...

M. Nihat MALKOÇ: Mustafa Yazıcı'nın bir günü nasıl geçer? Bize rutin bir gününüzü anlatabilir misiniz?

Mustafa YAZICI: Mustafa YAZICI’nın bir günü şöyle geçer: Her sabah daima güneşten önce doğarım. Sabah namazını kılarım. Kahvaltı ve iş vaktine kadar kütüphanemde çalışırım. Sonra jimnastik ve sporumu yaparım. Yay, barfiks ve halterim vardır. Sonra kalkan torunlarımı severim. Dışardaki tavukları ve kedileri yediririm. Çevreyi dolaşırım, bahçeye veya şehre giderim. Yazın denize giderim. Akşamdan buluşma sözü verdiklerimle buluşurum. Valiliğe, Belediyeye, Gazeteciler Cemiyetine, Kitapçılara, Üniversiteye, matbaalara, arkadaşlara(Her gün mutlaka bunlardan birkaçına) uğrar akşamüstü otobüsüyle eve dönerim. Eve elde gidecek bir şey varsa alıp giderim. Evde yine kütüphaneme çıkarım. Radyoyu açıp müzik, TV. açıp haber dinlerken getirdiğim gazete, dergi ve kitapları incelerim. Postaya ve telefonlara bakarım. Yarın için cevap verilecekleri hazırlarım. Tabiiki vakitlerinde namaz, yemek derken tekrar duamı yaparak yarın sabah kalkmak için yatağıma uzanırım. Yorgunsam aletli masaj yapar yorgunluğumu atarım. Uykuya dalarım.

M. Nihat MALKOÇ: Size kendinizi beş cümlede anlatınız deseler, hangi beş cümleyi kurarsınız? Bize kendinizi beş kısa cümlede anlatır mısınız?

Mustafa YAZICI: “İnsanım, müslümanım,Türküm,Trabzonluyum,Yazarım” derim.

M. Nihat MALKOÇ: Trabzon'u çok seven ve ömrünü bu şehirde geçiren bir kişisiniz. Sizce Trabzon şehrinin kültür, sanat ve edebiyat alanındaki öncelikleri nelerdir? Bu alanlarda öncelikle ve özellikle neler yapılmalıdır? Siz yetkili ve etkili bir konumda olsaydınız bu şehir için öncelikle neler yapardınız?

Mustafa YAZICI: Sorunuzu kelimelerinden başlayarak cevaplayayım. Kültür; irfan ve hars demektir. İrfan; tanımak, bilmek, hars; bekçilik yapmak demektir. Sanat, kültürün uygulamasıdır. İmam Cuma günü, Cuma Hutbesinde “Allah ne sanatlar yaptığınızı bilir” ayetini okuyarak hutbeden iner. Edebiyat; edep, fikir, şiir, kompozisyon, yazmak ve okumaktır. Buna göre Trabzon'un kültür-sanat ve edebiyat öncelikleri dinî, millî, tabiî, yöresel, bölgesel, tarihî, manevî, insanî, ilmî, sanatsal ve folklorik değerleridir. Bu alanda özellikle ve öncelikle eski Trabzon şehri ve eski Trabzonlular her yönüyle tanıtılmalıdır. Ben etkili ve yetkili konumda olsam bu şehir için şunları yapardım: a-Trabzon'u ve Trabzonluları tanıtmayı ders olarak okullara koyardım. Meselâ Trabzon Lisesi'nin eski hoca ve öğrencilerinin durumunu kim biliyor? Halbuki fotoğrafları var. Trabzon Lisesi niçin kuruldu?Olay ne idi ki kuruluş kararı alındı. Kim biliyor? Hep Trabzonspor biliniyor? Bizi vaktiyle rektör Aydın Dumanoğlu, Murat Yüksel Bey'le birlikte bunun için KTÜ'ye almıştı. “Derse de girmeyeceksiniz. Hep Trabzon’u anlatacaksınız, tanıtacaksınız herkese” demişti bize. Ben derse girdim amma Murat Bey girmeyip odasında bu işlerle uğraşmıştı. Siz de öyle bizi keşfedip bu röportajı yaptınız. Sağ olunuz. b-Trabzon'un valilerini, evliyalarını, şâirlerini, milletvekillerini, devlet adamlarını, komutanlarını, şehit ve gazilerini, müftülerini, diğer din büyüklerini, mimarî eserlerini, salnâmelerini, yazarlarını, belediye başkanlarını, millî sporcularını, ünlü denizcilerini, mezarlıklarını, eski şehir fotoğraflarını, seyyahlarını, ressamlarını, karikatüristlerini, sanatçılarını, müzisyenlerini, tiyatrocularını, âlimlerini etraflıca ve bütün hizmetleriyle bir bütün olarak tanıtırdım. Değmez mi?
c- Envanterlerini çıkartırdım. Bunun için komisyonlar kurup belli bir süre içinde sonuç alırdım. ç-Trabzon ve Trabzonluların belgesellerini hazırlatır, dünyaya yayardım. d- Turistik tesislerini hizmete koyardım. e- Yabancı konsoloslukların sayısını arttırırdım. f-Demiryolunu gerçekleştirirdim. g-Eski Roma Limanını yeniden açar, turist çekmeye çalışırdım. h-Eski yer altı geçit, kapı ve çarşılarını ışıklandırıp paralı gezdirirdim. İ-Trabzon ticaret çarşılarını gayet güzel belirlerdim .Vakıf ve hanları da turistlere konuk evi haline getirir, döviz sağlardım. j- Trabzon’a büyük bir yeni park kurardım. Denizsiz Denizli'nin parkı Trabzon’un yarısı kadar büyük... k-Ayasofya’yı da ibâdete açardım. Çünkü fetih sembolüdür. l- Trabzon Fetih Kutlamalarını Boztepe arkasındaki Gölçayır’a Fâtih'in otağını kurduğu yere alırdım. m- Trabzon için eser yazanların kitaplarını yayınlardım. Bunun gibi şeyler....Umarım bu örnekler yeterlidir.

M. Nihat MALKOÇ: Mustafa Yazıcı'nın bugüne kadar hayal ettiği; fakat gerçekleştirme imkânı bulamadığı bir şey var mı? Varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Mustafa YAZICI: En güzel sorunuz bu olsa gerektir. Çünkü Mustafa YAZICI’nın hayal edip de gerçekleştirme imkânı bulamadığı işleri elbet var. Meselâ; Kur’ân-ı Kerîm çalışmalarım. Kur’ân-ı Kerîm'i yazarlığımın gençlik yıllarında başlayarak 23 senede yazarak hatmettim. Konularının hepsinden haberim vardır. KTÜ'de beş sene Hz. Peygamberin 18 ciltlik Hadis-i Şerîflerini yazarak hatmettim.. 92 kitap yayınladım amma onları kitaplaştıramadan emekli oldum ve de ihtiyarladım. Dört defa da prostat ameliyatı oldum. Bu sürede hep kitapları, öğrencileri ve de okuyucularımı özledim. Hep Trabzonlu Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu'nu okudum. “Hasta Bir Yazarın Hastane Notları” ismi altında kitaplaştırdım. Fakat onları da yayınlayamadım. Dilerim Yüce Allah bunlara şehit ve gazi sevabı verir. İsterdim onları yayınlayayım. Amma olmadı. Herşey nasip... Fırsat bulursam bir de âcilen Hacca gitmek ve orada sakal bırakmak istiyorum. Amma örnek sakal... Her taraftan bir tutam. Sünnet sakal... Çok geç kaldım. Umarım bu haklı hayallerim gerçekleşecektir. Her gün bunlar için duâ ediyorum. Bir de kütüphanem ne olacak? Ona bir çâre bulsam…

M. Nihat MALKOÇ: Değerli Hocam, bu söyleşinin gerçekleşmesi için bana vakit ayırdığınız ve de sorularımı içtenlikte cevapladığınız için size çok teşekkür ediyorum.

Mustafa YAZICI: Asıl ben bu 37 sual için, bu söyleşi ve röportaj için size çok çok teşekkürler ediyorum. Yüce Allah ne muradınız varsa versin. Allah var, şerîk yok. Yine söylüyorum. Bu sualler o kadar güzel ki 37 bin olsalardı yine cevaplardım. Bu nedenle yine devam ederiz. Bütün okuyucularımıza cân-ü gönülden selâmlar...

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-1

Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:
Ali Kemal Yılmaz Bayraktar, Trabzon'un en eski ve en mücadeleci avukatlarından biridir. O bir halk adamıdır. Ömrünü bu şehre hizmet etmekle geçirmiştir. Geçmişten bugüne kadar Trabzon'a ne yapılmışsa hemen hepsinde de onun emeği vardır. Fakat reklamı sevmediği için, yaptıkları çabuk unutulmuştur. O, her ne yapmışsa Allah rızası için yapmıştır.
Avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar cemiyetçi bir insandır. Bugüne kadar onlarca dernek ve vakfın kurucusu olmuş, bu dernek ve vakıflarda hiçbir maddî beklenti içerisinde olmadan çalışmıştır. Onun kurmuş olduğu vakıf ve dernekler arasında “Karadeniz Üniversitesine Yardım Derneği, Trabzon İli Bölge Radyosu Kurma Derneği, Muhtaç Talebe Yurdu Yardım Derneği, Fuar Derneği, Kadırga Camii Yaptırma Derneği, Köy Çocuklarını Ortaokul ve Liselerde Okutma Derneği, İlâhiyat, Ziraat, Hukuk ve Diğer Fakülteleri Kurma Derneği, Haya ve Edebe Aykırı Müstehcen Kadın Kıyafetlerinin Men'i Cemiyeti” sayılabilir.
Bayraktar'ın ısrarla üzerinde durduğu ve kuruluşunda çok büyük emekler sarfettiği eğitim kurumu Karadeniz Teknik Üniversitesi(KTÜ)'dir. O, bu eğitim çınarının kurulmasında insanüstü bir çaba harcamıştır. Öncelikle Trabzon'a üniversite kurulması için bir dernek oluşturulmuştur. Bu derneğin başkanlığını, devleti temsilen o zamanki Trabzon Valisi Vefa Poyraz yapmıştır. Ali Kemal Yılmaz Bayraktar da ikinci başkan olarak dernekte vazife görmüştür. Aslında o, görünür de ikinci başkan olsa da bütün yük onun üzerindeydi.
Türkiye'nin kuruluş tarihi itibariyle dördüncü üniversitesi olan KTÜ'nün kuruluş sürecini yine kendisinin kaleme aldığı “KTÜ'nün Kuruluşu” adlı kitaptan takip etmek mümkündür. Bayraktar'ın şahsî gayretleriyle özel yayını olarak çıkan bu kitabı KTÜ ile bağlantısı olan öğrencilerin, öğretim görevlilerinin, en büyüğünden en küçüğüne kadar üniversitedeki bütün idarecilerin okuması gerekir. Zira bu üniversite öyle kolay kurulmadı. Bu bilim yuvasının kurulmasında büyük emekler sarfeden değerli insanlar var. İşte bu insanların başında da bu şehri büyük bir aşkla seven Avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar vardır. Üniversitenin ilk yıllarını “KTÜ'nün Kuruluşu” kitabından aktarmak istiyorum:
“1955 yılı kanun çıkışından sonraki yedi sene Trabzon, üniversite kuruluş hasretini çekmiş, 1961'den sonra Trabzon derneği ile, basını ile, halkı ile, valisi ile seferber olmuş, Ankara'nın yollarını aşındırmış, Ankara'daki Trabzon ve Karadeniz milletvekillerini de seferber etmiş, Cumhurbaşkanından, Başbakanından, Bakanlarını da zorlayıp seferber etmiş, Türkiye'yi ayağa kaldırmıştır. Ve bu hareket 2 Aralık 1963'te Trabzon'da bir ilkokulda tek profesörle ve 90 talebe ile tek fakülteli olarak KTÜ'nün açılışı mümkün olmuştur.
Bu devredeki seferberlik çalışmalarının hiçbirisinin içinde Mustafa Reşit Tarakçı yer alamamıştır. Çünkü Yassıada mahkûmiyet felâketini yaşamış idiler, sonraları da ömrü vefa etmemiş. Ankara'daki çalışmaların bütün yükünü 1961 yılı sonrası Trabzon Milletvekilleri ve senatörleri çekmişlerdir. Meclis içi ve dışı büyük gayretlerin içine girmişlerdir. Üniversite kuruluşuna hayat vermiş, can vermişlerdir.
Esef edilir ki, KTÜ'nün başındakiler, bu değerli Trabzon evlatlarına da hiçbir vefa göstermemiş, isimleri ve cisimlerinden bahsetme vefasını gösterememişlerdir. Aksine bu devrede milletvekili olmayan, hayatta bile olmayan, kuruluş çalışmalarının içinde bulunmayan, merhum Hasan Saka, Osman Turan, Mahmut Goloğlu, Faik Ahmet Barutçu'ların isimlerini bazı binalara verme garabetini göstermişlerdir. Bütün bu anormal değerlendirmele, üniversite seviyesindeki ilim adamlarına yakışmakta mıdır?”
Ali Kemal Yılmaz Bayraktar, bugün 86 yaşında olmasına rağmen avukatlık çalışmalarına devam etmektedir. Her gün düzenli olarak bürosuna gelen Bayraktar, inandığı hakikatlerin yolunda ısrarla yürümektedir. Ona vefa duygusunu çok görenler, bu önemli mücadele adamının adını, kuruluşunda büyük emekler harcadığı üniversitenin herhangi bir birimine henüz vermemişlerdir. Yeni rektörün bu serzenişimizi dikkate alacağını umuyoruz.
Kıymetli hizmet adamı Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizi siz okurlarımıza sunuyoruz...
M. Nihat MALKOÇ: Ali Kemal Bey hayat hikayenizden biraz bahseder misiniz?
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Nihat Bey benim hayat hikayem sohbetlere sığmaz. Biliyorsunuz Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin kuruluşunu anlatan 441 sayfalık kitabıma bile zor sığdı. Sığmadı. Aşağıdaki suallerinizi sıra ile cevaplandırayım ve teşekkürle başlayayım:
M. Nihat MALKOÇ: “Trabzon ve Gümüşhane'nin efsane delikanlısı” olarak nitelediğiniz babanız Karaçukurlu Fehmi Ağa'dan söz eder misiniz? Neydi onu farklı kılan?
KTÜ'nün Kuruluşu'na dair kitabımda rahmetli babamı da tanıtmam gerekiyordu. Aksi halde benim avukatlık mesleğimin dışında insanüstü faaliyetlere girişmem ve ömrümü milletimiz yararına vermemin, soyumdan gelen kabiliyet ve cesaret olduğu anlaşılamazdı. 1954-1995 yılları arasında Trabzon'a kazandırılan büyük eserlerdeki çalışmalarımı o yıllarda Trabzon gazetelerinden ve benim iki kitabımı araştırıp okuyanlar bu olağanüstü sualin cevabını bulabilirler.
Babam Karaçukurlu Fehmi Ağa niçin Trabzon ve Gümüşhane'nin efasane delikanlısıdır? Önce efsane insanı tarif edelim:
Kendi branşında ve çalışma sahasında en önde, en başarılı ve çok çalışan, bu sebeplerle de 'çok tanınan insan' demektir. Bunlara 1915-1926 arası Rus işgali devresi ile birinci Dünya Harbi devrelerinde Rus düşmana karşı, kahramanca milis harplerine girmek , ayrıca yerli halktan soygun çeteleri kurup bölge halkını soyanlarla içerde harbetmek. Ölmek veya öldürmek... İşte Karaçukurlu Fehmi Ağa'yı efsaneleştiren bu kahramanlıklarıdır. Bunları aşağıda sıralayalım:
1. Küçük yaşta köy Kur'an Kursuna devam etmesi ve hafız oluşu...
2. 12-13 yaş ve devamında köy ve yayla meydanlarında silah atış talimi, keza ata binme talimleri.... Keskin nişancılık...
3. Akrabalardan, köy delikanlılarından ve komşu köy delikanlılarından tamamen gönüllü ve hasbi olarak Rum köyleri ile çatışmalarda görev yapacak savunma ve vurucu milis teşkilatı kurmak...
4. İlk milis seferi Fehmi Ağalı ve Karaçukurlu bu milis güce ilk baskın teklifi Torul kazasından geldi. Üçüncü Beylerinden birisini bitişik Rum köylüleri yakalayıp değirmen su oluğuna atıp öldürdüklerini sanmışlar. Ama Bey kurtulup başından geçenleri anlatınca Torul müdafa teşkilatı intikan kararı aldı. Ve takviye kuvvet için Karaçukur Köyü milis gücünden yardım istedi. İşte Fehmi Ağa kumandasındaki teşkilatın ilk katıldığı müdafa ve taarruz Rum köy baskını buydu. Ve intikam da alınmıştır. Bu çatışma Fehmi Ağa'yı Torul'a delikanlı yaptı.
5. Artık Birinci Dünya Harbi başlamış, Fehmi Ağa Trabzon ve Gümüşhane köylerindeki Rus kuvvetleriyle müdafaa savaş yılları başlamıştır.
6. Fehmi Ağa'nın ilk işi Rus esaretinden kurtulmak olmuştu. Yakalanıp Rusya'ya sevk edilirken konakladıkları bir nezarethanenin duvarını, bir arkadaşıyla gece sabaha kadar delmişler ve oradan çıkıp kurtulmuşlardır. Bu türlü sürgünlerden kurtulamayan esirler şehit olmuşlar, geri dönememişlerdir.
7. Fehmi Ağa'nın milis kuvvetleri Torul'un Köprübaşı çarşısındaki Rus erzak deposunu gece baskın çatışmasıyla teslim almıştır. Kürtün ve Torul köylerinin ahalisi çağrılarak depolarda ne kadar yiyecek malzeme varsa hepsi onlara dağıtılmıştır. O zamanlar halk yokluk ve açlık şartları içerisindeydi.
8. Aradan az bir zaman geçmiş, Rus kuvvetleri çekilmeye başlamıştı ki Zigana yolunda Rus birliğinin yolu kesilip çatışmaya girilmiştir. Fehmi Ağa cephesinde Tonya Karaağaç Köyünden Mehmet Çavuş'un düşmana fazla yaklaşmasıyla süngülenip şehit edilmiştir. Sonra Rus Birliği teslim alınmış, atları ve eşyalarıyla tombul tüfek mermileri alınmış ama zayiat verilmeden Rus Birliği serbest bırakılmış, yoluna devam etmiştir. Kumandanlarının deri Pana cüzdanını uzun zaman babam cebinde taşırdı. Bu birlikten alınan tombul tüfek mermisi o zamanlar Türkiye'de yoktu. Bu mermilerle bir başka yerli soygun eşkıyası ile Fehmi Ağa birliğinin girdiği silahlı çatışmada nasıl zafere ulaştırdığını aşağıda izah edeceğim.
9. Tonya-Rus askeri Karadağ'daki harpte Torul-Kürtün birliğinin Fehmi Ağa kumandasındaki Kürtün-Torul Birliği de iştirak edip çarpışma bitene kadar muharebeye iştirak etmişlerdir. Bu harbin teferrruatı kitaplara geçmiştir.
10. Tonya-Erikbeli arasında aylarca soygun yapan bir eşkıya çetesi halkı canından bezdirmiş, sırtındaki yiyecek eşyası, cebindeki parası ve sırtındaki iyi elbisesini soyup yol kenarına depo etmişlerdir.
Fehmi Ağa çetesinin akraba delikanlıları ile Vakfıkebir'e giderken Erikbeli'nde mola verdiklerinde, eşkıyanın soyduğu bir yolcu grubu, başlarından geçen felaketi nerde nasıl soyulup bırakıldıklarını anlatıp yola devam etmemelerini, onları da soyacaklarını Fehmi Ağa'ya anlattılar. Fehmi ve ekibi Beşikdüzü'ne, dede evine gidiyordu. Ama Fehmi Ağa durur mu? Ya gider ve çatışır, ölür, öldürür, yolu soygundan kurtarırdı. Bu mücadeleyi Allah'tan bir görev sayardı.
Fehmi Ağa, soygun yerini ve soyguncuların mevzilerini öğrendi. Bu soyulan insanları önlerine kattı. Onlara 'biz ateş açmadan sizi yollarız, korunursunuz' tenbihatını yaptı. Vaktaki soygun mahalline gelindi. Soyguncular 'eşyalarınızı ve neniz varsa teslim edin' deyip silah çevirdiler. Fehmi Ağa bir taraftan önlerindeki halkın uzaklaşması için, bir taraftan da kendileri mevzi tutmaları için soyguncuları oyalayıp, üçer kişi derenin karşısındaki yamaçlarda, babam da dere bitişiğindeki bir taşın arkasında mevzilendiler. Karşılıklı ateş başladı. Dere birden mermi sesleriyle yankılandı. Kimin öleceği, kimin öldüreceği belli değildi. Ama en iğreti mevzi Fehmi Ağa'nın siper aldığı taş idi. Karşıdan devam eden seri ateş taştan parça koparıyordu. Kalın bir ağacın arkasında mevzi tutan eşkıya başının siper aldığı ağaca Fehmi Ağa'nın sivri mermileri işlemiyordu. İşte o anda rahmetli babamın aklına bir hafta evvel Rus Birliğinden aldıkları tombul mermi geldi. Onun hedef vurucu gücünün fazla olduğunu biliyordu. Yan dönerek tüfeğin şarjörüne bu tombul mermileri yerleştirdi. Yan cephedekiler bu dönüş hareketinden Fehmi Ağa'nın vurulduğunu zannettiler. “Fehmi Ağa gitti” dediler. Ama Fehmi Ağa tüfeğine yerleştirdiği Rus tombul mermisiyle ağacın arkasında ateş eden hedefine ilk ateş ettiğinde kurşun koca ağacın gövdesini delip arkasındaki eşkıya başını vurmuş ve yanında akan derenin gölüne cesedini indirmişlerdi. Eşkıyanın kalanları kaçıp mevzilerini terketmişlerdi. Eşkıyanın aylarca soygun eşyası teslim alınmıştı. Yüce Allah'a şükrolunmuştu. Eşya sahiplerine haber salınmış, herkes gelip eşyasını teslim almıştı. Çok dualar etmişlerdi.
Atatürk'ün Türk Devleti kurulana kadar artık bu yollarda hiç soygun olmamıştı. İkinci soygun ve Fehmi Ağa'nın uçan kuşlarla yarış eden atını da önümüzdeki bölümde yayımlayacağız.

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-2
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:

Ali Kemal Yılmaz Bayraktar aktif ve girişimci bir avukattır. Gençliğinden bugüne kadar Trabzon için çok şeyler yapmıştır. Fakat gösterişi ve reklamı sevmediği için, yaptıkları Trabzonlular tarafından pek bilinmemektedir. Bugünkü gençlerimizin onun gayretlerinden ve fedakârlıklarından haberdar olması gerekir. Çünkü o, günümüz gençliğine model olması gereken, yoklukta sabreden, varlıkta şükreden örnek bir insandır. Gençlerin, onun hayatını yansıtan “KTÜ’nün Kuruluşu” adlı kitabındaki hatıraları okumasında pek çok fayda vardır. O, adı geçen kitapta sadece KTÜ’nün kuruluşunu değil, Trabzon için yaptığı birçok hizmeti de anlatmaktadır. Yarım asır evvelki zorluklar ve kalkınma hamleleri bu kitaptan öğrenilebilir.
Ali Kemal Bayraktar’ın ilkokuldan üniversiteye kadar hayatına dair bilgi ve hatıraları “KTÜ’nün Kuruluşu” adlı kitaptan öğreniyoruz. O, ilkokula Kaledibi İlkokulunda başlamıştır. Bayraktar’ın o yıllara dair izlenimlerini “KTÜ’nün Kuruluşu” adlı kitabından aktarıyoruz:
“Aradan yıllar geçti. Yeniden Trabzon’a Şiran Zimon Köyünden aynı şartlarla geldik. Trabzon’da bir ev kiralandı. Kaledibi İlkokuluna kaydedildim. Babam Fehmi Ağa, hapishane idaresi tarafından çok sevildiği için yarı ev, yarı hapishane kalabiliyordu. Gülbahar Hatun Camii’nin Erdoğdu tarafında tutulan evimizle Zağnos Köprüsü arasında mezarlık ve ağaçlıktan, insanlar karanlık yaklaşınca geçmekten çekinip korkarlardı. Cami ile Erdoğdu arası da şimdiki oto yolunun etrafı tamamen boş, tarla ve çimen idi. Buraların bir kasabadan farkı yoktu. Karne tatilinden sonra ikinci devrede, Erdoğdu İsmetpaşa ilkokuluna nakledip Çamlık’taki Torullu Mustafa Dayı denen babamın ahbabının evinden okula devam ettik. Nur içinde yatsınlar. Karısı bizi evladı gibi baktı. Şimdi bu fedakârlıkları, kardeş hanımları bile yapmıyorlar. Çamlık’tan okula 4-5 talebe yürür gidip gelirdik. Koskoca Çamlık Mahallesinden ilkokulu okuyabilen beş kişiyiz. O zamanki Anadolu insanı, vilayet insanı, köy insanı ve okutabildikleri evlat sayısı bu!... Ya şimdi? Kıymetini bilen var mı?”
Ali Kemal Yılmaz Bayraktar’ın babası Fehmi Ağa her yönüyle sıra dışı bir insandı. Bir ayağı Trabzon'da, bir ayağı da Gümüşhane(Torul)'deydi. O, daima zalimlerin karşısında, mazlumların yanındaydı. Zira garibanların hamisiydi. Onun dillere destan bir de atı vardı. Bu at, onun için bir can dostu hükmündeydi. O, bir attan öte, ketum bir sırdaş ve insanlardan çok daha cana yakın bir arkadaştı. Ali Kemal Yılmaz Bayraktar’ın, yiğit babasına olan saygısı ve hayranlığı çok büyüktü. O, böyle bir babanın evladı olduğu için gurur duymaktadır. O, “KTÜ’nün Kuruluşu” adlı kitapta babasına dair birçok bilgiye ve hatıraya yer vermektedir:
“Karaçukurlu Fehmi Ağa Avukat Kemal’in babasıdır. 1894 Torul Karaçukur Köyü doğumludur. Babası Bayraktaroğlu 1840 doğumlu Hasan Ağa’dır. Annesi Beşikdüzü Vardallı Köyü Hacı Hasanoğlu Kamil Ağa kızı Kadın’dır. Dört yaşlarında anneden yetim kaldı. Ablası Gülizar tarafından bakıldı. Büyütüldü. Yalakyurt Yaylası At Meydanı'nda at binerek ve silahla nişan talimleriyle büyüdü. Zamanın en güzel, çok cesaretli çocuğu idi. Komşu Rum köylerinin baskın ve tacizlerine karşılık veren büyüklerinin arasında sefer denemelerine katıldı. İlk gazası Torul üçüncü beylerinden Asım'ı esir alan ve değirmen su oluğuna atan Eşkine Rumlarının köyünü Torul delikanlısı ve kendi köylüleriyle basıp intikamını almak oldu. Rus işgalindeki Torul Köprübaşı'nda Ruslara gece baskınına liderlik yapıp galip geldiler. Rus askerinin yiyecek ambarını teslim alıp Torul ve Kürtün köylerinin açlık çeken halkına dağıttılar. Karaçukur köy delikanlıları ve bitişik köylerden milis ve korunma teşkilatı kurmuşlardı. Kumanda Fehmi Ağa(Bayraktar) da idi.
Rus askerlerinin çekilişinde, Zigana Köyü yakınında akraba grubu ve Vakfıkebir'den Karaağaç köylü Mehmet ile askerin önünü kestiler. Çatışmada Mehmet şehit düşüp Rusları teslim aldılar. Rus tüfekleriyle atları ve tombul mermi alınabilmişti. Fehmi Ağa henüz 15-20 yaşlarındayken bölgenin koruyucu delikanlısı, muharibi ve de sevgilisi idi.”(KTÜ'nün Kuruluşu, Ali Kemal Yılmaz Bayraktar, s. 1, Sonhaber Matbaacılık, 2009)
Kıymetli hizmet adamı, hak ve hakikatin savunucusu, başarılı avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizin ikinci bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz...
M. Nihat MALKOÇ: Muhterem Ali Kemal Bey, babanızdan, onun halk kahramanlığından ve dillere destan olan atından biraz bahseder misiniz?
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Birinci Dünya Harbi ve muhacirlik, bölge halkımızı göçe zorlamış, uzun yollarda ölüm kalım mücadelesi verilmiş, uzun yolculuğa dayanamayanlar ölmüş, yol kenarlarında bırakılmıştır. İşte bu şartlar altında yolculuk yapan, Akçaabat köylerinden dört nüfuslu bir aile Erikbeli istikametinden dağ yolunu tercih etmiş. Erikbeli sırtlarında ormanlık yolunda ilerlerken eşkıya yollarını kesip para ve eşyalarının teslimini isteyip esir alındıklarını, birlikte gelmelerini ihtar ederken, ailenin reisi baba, sözde soyguncuların merhametine sığınıp bırakılmalarını istiyor. Arkalarında taşıdıkları tütün yapraklarını yollarda satıp yiyecek alacaklarını, dağ yolunun daha emin olduğunu düşünerek karısı ve bir kızı ve de on iki yaşlarında bir oğlu ile yola çıktıklarını söylüyorlar. Bu felaketi yaşayan bir aile soyulur mu? Biz hep Türk ve Müslüman kardeşler değil miyiz? Bize zulmetmeyin, bizi bırakın. Size karşı koyacak gücümüz de yoktur. Hepiniz aile sahibi değil misiniz? Kız evlat sahibi değil misiniz? Ama soyguncular bu sözleri dinleyecek vicdan sahibi değillerdi. Bu konuşmalar tatlı sert devam ederken uzaktan bir atlının gelmekte olduğunu gördüler. Bu kurtarıcı atlının can kurtarıcı olarak bu ormanlık tenha yolda ne işi vardı? Ve yaklaşıp meseleyi öğrendi. Atından indi ve soyguncuları teslim alıp soyulan aileyi kurtardı ve emin olacakları yere kadar götürüp canlarını selamete aldı.
İşte meçhul kurtarıcı Fehmi Ağa idi. O aileyi kurtardı. Fehmi Ağa efsane olmanın üstünde canların, malların, ırzların kurtarıcısı idi. Hepsinin mekanı cennet olsun. Şimdi bu ailenin torunları Trabzon'un iş adamlarıdırlar.
BİR SOYGUN DAHA...
Bir tarafta Rus işgal felaketi, bir taraftan muhacirlik felaketi, bir taraftan açlık ve yoksulluk felaketleri, diğer taraftan vicdansız soyguncular halkı canından bezdirmiş ve kurtarıcı arar olmuşlardı.
İşte Fehmi Ağa'nın efsane kurtarıcılığına bir örnek daha...
Vakfıkebir-Tonya yolundan dönmekte olan köy halkından birkaç yolcu, başlarından geçen soygunu Fehmi Ağa'ya anlatırlar. Nerede, kimler tarafından soyulduklarını, evlerini bildirirler.
Vakit geçirmeden, Fehmi Ağa iki arkadaşıyla hemen yola çıkar. Gece yürüyüşü yaparlar. Sabaha kadar, soyguncuların evlerini kuşatırlar. Eve girerek, soyguncuları kelepçelerler, soygun eşyasını alıp sahibine verirler. Ve soyguncunun tüfeğini alırlar, mekanizmasını alırlar ve tüfeği boynuna asarlar ve önlerine katarak, Vakfıkebir savcılığının yolunu tutarlar. Bu durumda Tonya kazasından geçip yollarına devam ettiler. Karaağaç Köyüne geldiklerinde arkadan bir elçi kendisine yetişir. Tonya'nın en hatırlı ağasından Fehmi Ağa'ya bir pusula getirmiştir.
Bu pusulayla soyguncunun savcılığa götürülüp teslim edilmemesini, bağışlanmasını ve kendisine gönderilmesini rica ediliyordu. Fehmi Ağa, Pirağa'dan gelen bu talebi kabul edip soyguncuyu gelen elçiye teslim etti.
Artık bu yollarda soygun olmuyordu. Fakir halk Vakfıkerbir'den satın aldığı yiyecek, ekmeklik buğday veya mısırının torbasını sırtına yerleştirip evine korkusuzca getirebiliyordu. Daha sonraki yıllarda Cumhuriyet Hükümeti kuruldu ve asayiş tamamen sağlandı.
Nihat Bey, ne dersin buraya kadar anlatılan soygun felâketlerinden milleti canı pahasına ve de Allah rızası için kurtaran Fehmi Ağa ve silah arkadaşları efsane delikanlılığı hak etmediler mi? Efsane olmak için ille de gol kralı sporcu mu olmak lazımdır?
FEHMİ AĞA'YA BİR EFSANE DELİKANLILIĞI YILDIRIM ATINDAN GELMİŞTİR
Zamanın delikanlıları için tek binek vasıtası attır. Fehmi Ağa da buna meraklıdır. Ve gençlik yıllarından itibaren Karaçukur Köyünün At Meydanı'nda hem atış talimlerini, hem de at binme işlerine devam ederlerdi. Böylece çok iyi bir nişancı ve çok iyi at binen bir silahşor ve binici delikanlı olmuştur.
Bu arada Orta Asya'dan İstanbul'a, oradan da Torul'un İkisu Köyünden Zühtü Ağa'ya gelmiş. Çok kişilerin ilk görüşte beğenmedikleri bu atta çok büyük cevher olduğunu, kabiliyet olduğunu babam rahmetli anlamıştı. Ve atı almaya karar verdi. Fehmi Ağa ta o zamandan Gümüşhane'nin efsane delikanlısı olduğu için istekleri, arzuları severek yerine getirildi.
Bu inançla atı almak için Zühtü Ağa'nın ziyaretine gitti. Ve atın değeri biçildi. 330 liraya, o zamanın altın parası ile atı alıp getirdi. Atı ilk görenler, ev halkı, köylüler onu Fehmi Ağa'ya layık görmediler. Çelimsiz, kasnak gibi bir görünüşü vardı.
Babam insanlara şöyle söyledi: Siz bu atı bir ay baktıktan sonra görün.
Nitekim daha bir ayı geçmeden seyredenlere dehşet veren bir mücadeleden at galip çıkmış, herkesi hayrete düşürmüştü. Şöyle ki; yaylada çok azgın, büyük yapılı, heybetli bir eşek vardı. Önüne gelen at ve katır hayvanlarla hain dövüşür, ön bacaklarından ağzı ile yakalar, altına alır ve bacaklarını sakatlardı.
Bir gün Fehmi Ağa'nın atı evin yakınında çayırda yayılırken bu eşek yukardaki tepelerden süratle gelip atı bacaklarından yakalayıp sakatlayacaktır. Bu hücumu görenler 'eyvahlar olsun' dediler. Babam da silahını çekmiş, eşeğin yaklaşma anını beklemekte iken bir de ne görsünler, eşek son hücumla atı ayaklarından yakalamak için uzattığı başını at görülmemiş bir hamleyle iki bacağının üzerine çömelip eşeği boynundan ağzıyla yakalayıp havaya kaldırdı. Herkes büyük bir zafer kazanmış gibi sevindi. Artık köylünün atları eşeğin zulmünden, sakatlamasından kurtulduğu gibi, bu manzarayı seyredenler, Fehmi Ağa'nın atında ne üstün kudret olduğunu anladılar.
ATI FEHMİ AĞA BİNİNCE RÜZGAR HIZIYLA GİDİYOR, İKİ TEPE ARASINDA GÖZDEN KAYBOLUP UÇUYOR GİBİYDİ...
Artık sıra atın binilip Kadırga pazarına, Torul kazasına gitme zamanı gelmişti. Ama atın üzerinde hangi binici durabilecekti. Binmeden önce, malum eğer takımları sırtına yerleştirilir. Ama bir harikulâdelik daha, eğer takılıp kayışlar sıkılıp atın üzerine binilince o zayıf, o çelimsiz at sanki hava pompası ile şişiriliyor. Göğsü ve bedeni irileşiyor. Ve eğerin kayışları çözülüp çok geniş bırakılıyor. Yol aldıkça da şişe şişe kayışların boşlukları doluyor. Sanki başka bir at, başka bir yaratık oluyordu. Türkiye'de emsali görülmemiş, sadece Köroğlu'nun efsane atı seviyesini yakalamıştır. Zaten ikisi de aynı menşeden, Orta Asya cinsindendirler.
Kadırga pazarında milletin hayranlıkla seyrettiği atı mümkün mü bir at yetişebilsin? Keza Torul kazasında hiçbiri onu yetişemediği gibi, Torul-Gümüşhane arasında yarıştığı bütün otomobilleri de geçerdi. Halka genişler, Vakfıkebir, Giresun-Trabzon bölgesindeki yarışlarda da, onu yetişebilen bir at yoktur. Böylece şöhreti yayılır; Karadeniz Bölgesinden taşarak Doğu Anadolu halkı da atı seyretmenin hasretini yaşar.

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-3
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:

Kıymetli hizmet adamı, hak ve hakikatin savunucusu, başarılı avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizin üçüncü bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz...
M. Nihat MALKOÇ: Muhterem Ali Kemal Bey, babanızdan, onun halk kahramanlığından ve dillere destan olan atından biraz bahseder misiniz?
...VE ERZİNCAN'DAN YENİLMEYEN AT'A YARIŞ DAVETİ GELİR
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Erzincan'daki Trabzonlular ile Gümüşhaneliler Fehmi Ağa'nın atının başarılarını duyup iftihar etmektedirler. Ama onu Erzincan'da da seyretmek isterler. Bu sıralarda Erzincan'da her yarışta birinci gelen şöhretli bir at vardır. Bu atla Fehmi Ağa'nın atının yarışmasını arzu ederler. At sahibi ile görüşerek Fehmi Ağa'yı Erzincan'a davet ederler. Şimdiki futbol müsabakalarının değişik bir gösterisini seyredeceklerdir.
...VE FEHMİ AĞA'NIN ATI YARIŞI AÇIK ARA KAZANIR
Fehmi Ağa, Erzincan'daki hemşehrilerinden gelen daveti kabul edip yola çıkar. Erzincan'da at yarışı seyrini sabırsızlıkla beklemektedirler. Ve yarış günü gelir. Erzincan'a yakın ilk jandarma karakolu son durak kabul edilir. Yarış gününde her iki at, yerlerini alırlar. Ve sahipleri üzerlerinde yarış başlar. Ama o da ne? Az bir mesafe gidilmiştir ki Fehmi Ağa'nın atı öne geçer, tayin edilen karakol hedefine ulaşıp geri döner ki diğer at yolun dörtte üçünü henüz kat edememiştir. Ve de rakip yarış atı gelene kadar Fehmi Ağa'ya bir kahve de ikram edilmiş ve o da kahvesini içmişti.
Yenilmesine rağmen Fehmi Ağa'nın atına hayran olan Erzincanlı, bir kadirşinaslık yaptı. Kendi atının üzerindeki çok kıymetli eğer takımını indirip bizim atın üzerine yerleştirdi. Ve dedi ki bu eğer takımı benim ata layık değil, Fehmi Ağa'nın atına layıktır.
Bu yarış haberi kısa zamanda Güneydoğu Anadolu'ya yayıldı. Gerek Fehmi Ağa, gerekse atı o bölgelerde de efsaneleşti.
...AMA BU AT YÜZÜNDEN FEHMİ AĞA YEDİ SENE HAPİS YATTI...
Benzetmek caiz ise Köroğlu, Bolu Beyine getirdiği atı beğenmediği için ceza olarak Köroğlu'nun gözlerini oydurması gibi...
Fehmi Ağa iki sene kadar evvelinden mübadele edilen Şiran kazasının Rum köyünü hazinenin tahsisi ile 33 komşu köyler ailesi ile almışlardı.
Bir gece Şiran'ın başka ve uzak köyünde eşkiyalar evi basmış, altınları almışlar, ev sahibini de öldürmüşler. Jandarma tahkikatı başlamış, deliller toplanmaya başlamış. Gecenin karanlığında işlenen bir cinayetin delilini o günün jandarması nasıl elde edebilecek? Birisinin üzerine atarsın, olur biter...
En kolay delil, öldürülenin boğuşma sırasında 7-9 yaşlarındaki Fehmi ismindeki çocuğuna ismi ile seslenmiş olması...Bu Fehmi'nin başına Ağa'yı ekle tamam...
Jandarma bu ismi yakaladı ya, faili buldu demektir. Kim var bu memlekette şanlı şöhretli Fehmi? Fehmi Ağa'dır... Öyle ise suçlu bulunmuştur. Yakalayın Fehmi Ağa'yı!...
Böyle bir felaket insanın başına gelince ne yapar? Fehmi Ağa teslim olmaz. Cinayetin işlendiği gün ve gece Gümüşhane'nin ileri gelenlerinde misafir olup vilayetteki işleri ile uğraştığına dair şahitleri dinlenir, delilleri toplanır.
Bu delilleri çürütecek raporu jandarma hazırlar ve der ki: Evet Fehmi Ağa'nın öyle yıldırım suratlı atı vardır ki Gümüşhane'de de olabilir ve cürmün işlendiği köye de gidip dönebilir!... Ve bu at raporu sahih kabul edilerek faili gayrı muayyenden(yani kimin öldürdüğü belli değilse de Fehmi Ağa'nın da iştirakiyle) cezalandırılmış, yedi sene hapis yatmıştır. Avukat Azmi Can o tarihte Gümüşhane'de hakimdi. Bize o dedi ki Fehmi Ağa'yı biz beraat ettirecektik...
Sen mi efsane olursun, atın da efsane olur, yerin hapishane olur.
FEHMİ AĞA SİVAS HAPİSHANESİNDE MAHKUMLARI HARACA BAĞLAYAN ÇETEYİ BIÇAKLAYIP YOLA GETİRDİ.
Fehmi Ağa, bu büyük felaketi, haksızlığı kabul etmeyip iki sene kadar teslim olmadı. Nihayet 'lânet kör şeytana' deyip teslim oldu. Mahkemesi Sivas'a nakledildi. Samsun'a ulaştıklarında orada görüştüğü Gümüşhaneli, Trabzonlu tanıdıkları Sivas Hapishanesinin durumunun çok kötü olduğunu, bir çetenin mahkûmları soyup haraca bağladıklarını anlattılar. Bu da ayrı felaketti, orada soyulamazdı. Tedbir düşündü ve Sürmene bıçağını alıp çizmenin içine yerleştirdi.
Sivas Cezaevine, hapishanesine ulaştılar. Aradan iki gün kadar geçti ki yatsı sularında eşkıyanın elçisi yanlarına gelip “çetebaşı şu kadar para istiyor” dedi.
“Biz Trabzon'dan, Gümüşhane'den geldik. Biz haraç verecek delikanlı değiliz. Git öyle söyle” dedi. Ve cüzdanını çıkarıp erkek ise bunu alır. Elçi gidip cevabı bildirince koğuşun öte başındaki haraççı öfkelenip “Bize Trabzonlu, Gümüşhaneli vız gelir; bize haraç lâzım” deyip bütün adamlarıyla kalkıp hücuma geçtiler. Yaklaşıp Fehmi Ağa'nın üzerine çullanıp onu komalık edeceklerini zannettikleri sırada “Trabzonlu'nun, Gümüşhaneli'nin soyulup soyulamayacağını şimdi anlarsınız” deyip bıçağını çekerek haraççı başını, bacak bölgesinden bıçaklamaya başladı. Bu acı ile bağrışmalar, kaçışmalar olup kaçacak yer aradılar. Böylece bu düelloyu da Fehmi Ağa kazanmıştır. Ve böylece hapishane haraççılığını Trabzonlu delikanlı bitirmişti. Sivas halkı, köylüler sevinmiş, ziyaretlerde onu yalnız bırakmamışlardı. Sivaslıların takdirini ve sevgisini kazanmıştı.
...VE TRABZON HAPİSHANESİNDEKİ İKİ HASIM CEPHEYİ BARIŞTIRDI
Sene 1930 olmuştur. Fehmi Ağa'yı evladı gibi seven Atatürk Hükümetinin Maliye Bakanı Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi Ataç'a, Fehmi Ağa bir mektup gönderir. Ve der ki “Bey amca, benim başıma gelen felâketten Sivas hapishanesindeyim. Eğer benim suçsuz olduğuma kani isen Trabzon Hapishanesine naklim için emir vermeni istiyorum.
Aradan 10-15 gün geçmiştir. Ve Fehmi Ağa'nın Trabzon Hapishanesine nakil emri gelmiştir. Artık Fehmi Ağa memleketine gelmiştir. Ailesine yaklaşmıştır. Trabzon'daki hapishane erkânının gösterdiği müsamaha ile şehirde ev tutabilir. Ve 7-8 yaşlarındaki iki oğlunu ilkokulda okutabilirdi. Arzusu da bu idi zaten. Ve bunu başardı. Hapishaneden çıktığı 1935 yılında bir oğlu üçüncü sınıfta, bir oğlu dördüncü sınıfta idi.
Bu hatırayı yazan oğlu, küçüğü idi. Ve 1950 yılında avukat olmuştu. Yüce Allah, Fehmi Ağa'ya kahırdan lütuf ihsan etmişti. O tarihlerde Trabzon Hapishanesinde iki hasim cephe vardı. Her iki cephede de Fehmi Ağa'yı sevenler çoktu. Ve iki grubun ileri gelenleri kendi cephelerinde yer alması için Fehmi Ağa'yı iknaya çalışıyorlardı. Böyle bir zaman devam etti ve Fehmi Ağa ihtilafın sebeplerini ve taraflarını iyi tanıdı.
Bir gece hapishanede bir davet tertip etti ve her iki cephenin liderleri ile en çok sözü geçen ateşli taraftarlarını davet etti. Bu kişiler birbiriyle konuşmuyorlardı ama Fehmi Ağa'nın da hatırını kıramayıp aynı masanın etrafında toplandılar.
FEHMİ AĞA AĞABEYLİK YAPIYOR...
Taraflara söz verip konuşturuyor; hasımlıklarının sebeplerini ortaya koyuyorlar. Herkes içini döküp kendi cephesinin haklı olduğunu iddia ediyor. Husumet cepheleri de Trabzon'un doğu tarafında olanlar, Trabzon'un batı tarafında olanlar şeklinde ayrılıyordu.
SON SÖZ VE ANLAŞMA KARARI...
Bütün bu konuşmalardan ve hasbihalden sonra Fehmi Ağa son sözü alıp diyor ki: “Arkadaşlar gerek geçen zaman içinde, gerekse şimdiki konuşmalardan anlaşılan odur ki her cephede bulunanlar, diğer cephedekilerden daha erkek, daha mert olduğunu ve karşılarındaki her cepheyi imha edeceklerini ifade ediyorlar. Arkadaşlar hepimiz birer kader kurbanı olarak hakla ve haksız olarak bu demir kapılar arkasında gün dolduruyoruz.
İçinizde erkeklik iddiasında bulunup diğer cepheyi alt edecek olanlar, bu iddialarının arkasında iseler, buyurun, üzerimize kapalı şu demir kapıları açın da çıkıp gidelim, kurtulalım.
Bunu yapamıyorsanız, bu hapishanede erkeklik iddiasında bulunmak abestir. Hasımlığımız olamaz. Hasım cephelerimizi şu andan itibaren iptal edip barışıp kucaklaşalım. Benim hepimizden isteğim budur.” deyip hapishanedeki herkesi barıştırıp kucaklaştırdı.
Yüce Allah cümlesini rahmet-i rahmanına nail buyursun. Mekânlarını cennet-i âlâ etsin.
Evet Nihat Malkoç Bey kardeşim, Fehmi Ağa'nın niçin Trabzon ve Gümüşhane'nin efsane delikanlısı olduğu hakkındaki sorunuzu cevapladım zannediyorum. İnşallah okuyucularınız bu uzun röportajı okumaktan yorulmamıştır. Ama bu röportaj, hadiselerin cereyan ettiği senelerin tarihidir de...

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-4
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:

Kıymetli hizmet adamı, hak ve hakikatin savunucusu, başarılı avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a, bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizin dördüncü bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz...
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Rahmetli babam Fehmi Ağa’nın “Trabzon ve Gümüşhane’nin Efsane Delikanlısı olmasının sebepleri hakkındaki izahatıma dair, üç Pazar günü bu sayfada yayımlanan doksan-yüz sene önceki hadiselerin yayımlanmasından dolayı muharrir lise öğretmeni değerli Nihat Malkoç ile Gazetenin sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Serkan Kıyak’a teşekkürlerimi bildirerek üçüncü sualinizin cevabına geçeyim.
Bu arada Serkan Kıyak’ın dayısının oğlunun da dedesi olan Fehmi Ağa’nın bu hayat hikâyesini kendilerinin de öğrenmesinden memnun olduklarını tahmin ederim.
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla Gümüşhane kökenli bir aileye mensupsunuz. Gümüşhane'den Trabzon'a yerleşme sürecinizi bize anlatabilir misiniz? Aileniz ne zaman Trabzon'a geldi?
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Ailemizin Gümüşhane’den Trabzon’a yerleşmesi hakkındaki sualinizin cevabı şöyle: Bizim ailemiz Gümüşhane’den Trabzon’a yerleşmiş değildir. Zaten hem Gümüşhaneliyiz, hem Trabzonluyuz. İki tarafta da yerliyiz. Esasen imparatorluk döneminde Torul kazası da Trabzon’a bağlı idi.
Ayrıca gerek ben, gerek kardeşlerim, hepimiz Trabzon’un Beşikdüzü nahiyesinin Vardallı Köyündeki evimizde dünyaya gelmişiz. Yaylacılığımız ise Karaçukur’da geçmiştir. Fehmi Ağa’nın Rus işgalinden önceki delikanlılık zamanı Karaçukur’da geçmiştir.
Benim annemle izdivacından sonra, babam Fehmi Ağa’nın dayı köyü olan Beşikdüzü(Şarlı) nahiyesinin Vardallı Köyünü mekân tutmuştur. Zaten babamın annesi aynı köylüdür. Benim annem de Beşikdüzü’nün Kefli Köyünden Zülfikâr oğlu Mustafa’nın kızıdır. Şiran’ın Zimon Köyü ise ikinci yayla köyümüzdür. Babam fazlaca koyun, keçi, sığır, at, katır sahibi olduğu için, ikinci bir yaylaya ihtiyacı vardı. Onun için de bu yayla köyünde hane sahibi oldu. Henüz bu köyde üçüncü yıl yaylacı iken hapishane felâketi ile karşılaştı. Bu yerleşmelerin teferruatı “KTÜ'nün Kuruluşu” adlı kitabımda yazılıdır.
Şu halde bizim aile Trabzon’a sonradan gelip yerleşmiş değildir.
M. Nihat MALKOÇ: Öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? Avukatlığa ne zaman başladınız? Bu süreçte neler yaşadınız?
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Öğrencilik yıllarım nasıl geçti sorunuza gelince; 1926 yılı Ekim ayında Beşikdüzü-Vardallı Köyünde dünyaya geldim. 1932-1933 yılları 6-7 yaşlarındayım. Babam rahmetli beni okutmak kararında… Ama nasıl? İlkokullar vilayet ve kaza merkezlerinde... Ben ise henüz şehri bile tanımamış bir köy çocuğu... Ağa çocuğu bile olsan köydesin. Üstelik rahmetli babam hapiste... Şartlar çok ağır... Şehirlerde yaşayan babalar bile henüz çocuğunu okutmanın faydasını idrak etmiş değil. Okulların sınıfları yarı nispetinde boş... Kız talebe yok denecek kadar az... İlkokullar öyle de, liseler farklı mı?
İşte en acı örnek size: Yıl 1942'ye gelmiştir. Trabzon Lisesi'ne kadar gelmişiz. Birinci sınıfa kaydoldum. Şu andaki okulun önünde 1., 2., 3., sınıflar olarak sıra sıra dizildik. Lisenin toplam 130 civarında talebesi var. Bu liseye kaydolanlar Trabzon-Giresun-Ordu vilayetleri ile Rize-Artvin-Gümüşhane vilayetlerinin talebesi...
Padişah II. Abdülhamid'in 1887'de açtığı bölge lisesi...
İki milyon civarında nüfusu olan yedi vilayetin lisede okutabildiği 130 evlat... Gerisi, ancak askere gidince sağa sola dönme talimi ile okuryazarlığı da öğrenebilecekler. Cumhuriyet Hükümetlerinin henüz okul yapmaya gücü yetmiyor. Babalar da henüz evlat okutmanın bir fayda getireceğine inanmamış; ama Fehmi Ağa inananlardan...
FEHMİ AĞA CUMHURİYETİN 50 İLÂ SONRAKİ SENELERİNİ OKUDU...
Babam rahmetli 1932 yılında, ben henüz altı yaşımda iken ilkokula kayıt için Şiran'daki köyümüzden Trabzon'a getirtti. Ancak henüz yaşım tutmadığı için kaydım yapılamadı.
KÖYE DÖNÜŞÜM VE YAŞADIĞIM İLK MACERA...
Gerek bugünkü ve de bundan sonra gelecek, küçük yaşta ve büyük yaşta insanlarla anne ve babaların hafsalasına sığmayacak okul maceram bundan sonra başlamıştır. Zor, tehlikeli ve acı maceralar...
Şubat veya mart aylarından birinde Trabzon'dan köye dönüş emri çıktı. Trabzon'dan Beşikdüzü'ndeki dedemin dayılarının köyüne, oradan da bir müddet sonra Şiran'ın Zimon Köyüne gideceğim. Beşikdüzü'ne kadar otobüsle ve dayı oğluyla gittim. Ya oradan itibaren 200 kilometre yaya yol...Yaşım henüz altıdır. Ya bugün, yanındaki okula bu yaş çocuğunu göndermek istemeyen ana babalar!... Gerek bugünkü anne babaların, gerekse şimdiki nesillerin akıllarına sığabilir mi? Ya babamın bu cesareti neye sığar?
Şimdi dönelim Vakfıkebir-Kürtün arası ticarî katır yükü kervanı ile başlayan yolculuğuma!... Hepsi yaşlı başlı adamlar ve beni ilk defa görüyorlar.Fehmi Ağalarının emanetiyim. Gözbebekleri gibi koruyorlar beni. O günlerin en üstün kıyafeti çarığın iyisi, yün çorabının iyisi ve üzerimde beni üşütmeyecek mintan-işlik kafamda yün bere... Henüz pantol ve ceketle tanışılmamış...
Vakfıkebir'den başladığımız yolculukta dağ taş karla kaplı... Katır hayvanlarının açtığı iz de yürüyeceğimiz yol... Yolun alt tarafı Fol Deresi... Yoldan, kardan, buzdan kayıp dereye düşmek en büyük endişemiz... Bu şartlarla akşama Tonya'da kalacağımız kahve-hanlara ulaşıyoruz. Ama kahvenin sahibi Tonya'nın Pirağası, kervanda küçük bir çocuğun bulunmasına hayret edip, sebebini sorup Fehmi Ağa'nın oğlu olduğumu anlayınca sevgili dostunun çocuğunun kahvede-handa yatmasını münasip görmediği için geceyi evinde geçirmemiz için gereken emri veriyor. Evin büyük hanımağası, beni bir evladı gibi misafir edip sabah kervana teslim ediyor.
Gün Salı günüdür. Bir gün sonra Çarşamba, Kürtün pazarına kervan yetişecektir. Katır kervanı her hafta bu seferi yapar.
Kürtün pazarının esnafının gözü yolda. Satacaklarını bu katırlar taşımaktadır.
Tonya-Fol arası yolu aynı kış şartlarında akşama kadar tamamlayıp Erikbeli kahvelerine ulaşılır. Çok yaşlı Şükür İmam isimli kahveci, kervanı misafir etmiştir. Orada ilk defa gördüğüm soba benden yüksek ve koskocaman... Herkes başına toplanıp ısınıp yatıyor. Bir yer de bu çocuğa hazırlanıyor.
Sabah olup erken saatte kervanla yola koyuluyoruz. 10 kilometre yürüyüp Kürtün çarşısına ulaşıyoruz. İlk yolculuğum burada bitiyor ve Karaçukur Köyümüzdeki amcama teslim ediliyoruz.
Karaçukur Köyümüzü ve oradaki bütün akrabalarımı o zaman tanıdım.
Bu güzergâhtan aynı kış şartlarında aynı katırcı kervanı ile 1939 yılında Gümüşhane orta okulu talebesi iken Erzincan zelzele felaketinde verilen karne tatilinde Beşikdüzü'nden Gümüşhane'ye giderken yürüyüp gitmiştim. İşte benim öğrenciliğimin ilk ve orta okul devrelerinde yaşadığım iki unutulmaz hatıram... Tabiî ilerki yıllarda benzerleri de olmuştur. Onları da anlatacağım.
TERSUN DAĞINI AŞIP KÖYÜMÜZE ULAŞACAĞIM!...
İlk gördüğüm Karaçukur Köyümüzde amcalarımı, halalarımı ve çocuklarını tanıdım. Benim bu yaşta bu kış şartlarında dağları aşarak nasıl gelebildiğime şaşıyorlardı. İlk okulu okumak için de bu kadar eziyetlere katlanılmasını idrak edemiyorlardı. Evlerde rahat rahat sobaların başında oturup ısınmak varken Erikbeli Dağları aşılır mı? Bundan sonraki 150 kilometre yol yürünür mü? Şiran'a ulaşan yolumuzun ağır kış şartları olan Tersun Dağından Zimon Köyüne bu çocuk gidebilir mi? Bunun, bu zorlu yolculuğumu duyan akrabalarımın aklına sığar tarafı yoktu. Ama demek bizim tabiatımızda çok zor işlere korkmadan, yılmadan girmek varmış.
10 gün aradan sonra Zimon Köyümüze yolculuğumuz başlayacaktı. Karaçukur'dan hareket edecek akraba komşu kafilesine beni kattılar. Yola koyulduk. Aynen Vakfıkebir-Erikbeli arası yol gibi; sadece at, katır ayak izi karı yarmış, yolun hemen altından kocaman Harşit Çayı akıyor. Ayaklarınızı bu izlere öyle ayarlayacaksınız ki kayıp, yoldan çıkıp Harşit Çayına düşmeyeceksiniz. Hele büyük kayanın kaburgasından tahta yola basarak geçeceksiniz ki yüreğiniz ağzınıza gelmesin. Bu tahta geçit, otomobil yolu vurulana kadar, 1952'lere kadar aynen duruyordu. Şimdi çift şeritli Torul-Tirebolu, bol tünelli Devlet yolu haline gelmiştir. Allah devlete, milletimize zeval vermesin.

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-5
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ:

Kıymetli hizmet adamı, hak ve hakikatin savunucusu, başarılı avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a, bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizin beşinci bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz...
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Karaçukur Köyümüzden Zimon Köyümüze hareket ettiğimiz ilk gün Torul kaza merkezine kadar yol alabilmişiz. Şehirde konaklanabilecek hanlardan Hayri Ağa'nın hanına geldik. Torul'da ikinci bir han daha olduğunu sonradan öğrendim. Henüz oteller icat edilmemiş. Bu handa insanların geceleyeceği bir salon var. Salonun yarısı toprak zemin, diğer yarısı yerden elli santim yükseklikte tahta döşeme set... Gece yolcular bu set üzerinde sıralanıp yatarlar. Setin ortasındaki büyük bir sobayla oda ısıtılır.
Sabah namaz vaktinden biraz sonra yola koyulduk. Kışın ayaz soğuğunda yol alıyoruz. Kafilenin en küçüğü olan ben, altı yaşındayım. Kafilede at da olsa binemem. Çünkü o ayaz soğuğunda donma tehlikesi de var.
Yolumuz İkisu mevkiinden Karamustafa vadisine ayrılıyor. İkisu'da da kalacak hanlar var. İran kervanlarıyla yerli at-katır yolcuları buralarda kalıp sabahlarlar. Gündüz geçenler de uğrayıp ısınır, çay içip devam ederler. Biz de devam ettik. Harşit Deresinden karşıya geçilecektir. Ama sıkı durun, heyecanlanıp korkmayın. Çünkü Harşit Çayı üzerinde, üzerinden geçeceğimiz köprü yoktur. İnsanları ata bindirerek karşıya geçirmektedirler. Altı yaşındaki çocuk da Harşit Çayını böyle geçmiş, böylece kafileyle yola devam etmişlerdir. En yakın mesafedeki şenlik yer Godil'de Fehmi'nin hanlarıdır. Ondan sonraki yol üzerinde Haliloğlu Hanları ile Karamustafa Hanları gelmektedir. Yolcular hangi hanlara ulaşabilirse orada kalırlar. Karamustafa Hanları, Tersun Dağının dibindeki vadidedir. Dağın kar yığınları arasındaki, katırcılar için açılabilmiş dar, çok dar yolu gün ışığında aşabilmek için Karamustafa Hanlarında gecelemek lazım.
Bizim kafilenin bu hanlardan hangisine yetişip gecelediğini hatırlamıyorum. Ama bir gün sonraki açık havada Tersun Dağını kazasız belasız aşıp üç kilometre kadar ilerideki Zimon Köyümüze ulaştık. Dağ taş karla kaplı, Rum mubadillerinden devletimize kalmış bir yayla köyü...
Bundan önceki röportajları takip edemeyen okuyucular merak edip bu ağır kış şartlarında altı yaşındaki çocuğun dahil olduğu kafile yolculuğu neden anlatılmaktadır diye sorabilirler. Özeti şu: Altı yaşındaki çocuk olan ben, bu uzak dağ köyünden Trabzon'daki ilkokula kayıt için Trabzon'a getirtilmiş; ama yaşı yedinin altında olduğu için geri çevrilmiştir. Şimdiki 5-6 yaş çocuklarının da okula kaydına izin veren devletimize yüce Allah zeval vermesin.
1933'TE TRABZON'DA İLKOKULA KAYDEDİLDİM...
Artık o kışı, köyde okulsuz geçirdim. Yaz mevsimi de gelip geçmiştir. Yaşım da altıyı bitirip yedi olmuştur. Trabzon'da ilkokula kaydedilip tahsile başlayacağım. Diyeceksiniz ki Şiran kazası ve Torul kazası daha yakın, neden oralardaki ilkokullara değil de, illa çok uzaktaki Trabzon'da bunca zorluklara katlanmak pahasına...
Önce o günün geçim şartlarında hiçbir köylü kendi kazasındaki okulda evlat okutmanın masrafına dayanacak güçte değil. Sadece şehirde oturmakta olan aileler, çocuklarını okutabilmektedir. Bunların da çok azı vilayetlerindeki orta okulların masrafına dayanıp çocuklarını okutabilmektedirler. Kısaca, köy halkının çocukları hiçbir yerde, hiçbir okulda okuyamamaktadır.
Rahmetli babam ise çocuk okutmakta mutlak kararlı...Özel durumu itibariyle Trabzon'dadır. Orada Gülbahar Hatun Camii'nin güney tarafında iki odalı bir ev tutup bizi beklemektedir. Bir yıl evvel yaşı yediyi bulan kardeşim de okula başlayıp ikinci sınıfa geçmiştir. Böylece iki kardeş birden orada okuyacağız.
Vakti, zamanı gelmiştir. Rahmetli annem iki erkek evladını alıp Trabzon'a hareket etmiştir. Kış yiyeceklerimiz iki ata yüklenmiştir. Annem de bu atlardan birisine bindirilir. Köyden İkisu Hanlarına, yukarıda anlatılan güzergahtan, yoldan varılmıştır. Oradan Trabzon kamyonlarından birisine atların yükleriyle yerleştik. Atlarımız köye geri gönderilmiştir. Bu ikinci kamyon ile Trabzon yolculuğumuzdur.
Bu yolculukta hiç unutamadığım kişi Zigana köylü Kör Hafız'dı. Şişirilmiş tulum çalgısını ilk kez ondan dinledim. Zigana'nın şenliği onun zurnası idi. 1950'den sonra oğlu Abbas, Trabzon'un meşhur terzisiydi, bunun dışında bir de öğretmen oğlu vardı.
KALEDİBİ İLKOKULU'NDA TALEBEYİM...
Yıl 1933'tür. Eylül ayında Trabzon'da Kaledibi İlkokuluna kaydım yapıldı. Okullar açılınca da talebe oldum. Kısa boylu çok sıhhatli bir köy çocuğuyum. Şehirli okuyan çocuklar zayıf, narin, iyi giyimli; bizi biraz hayretle, biraz da küçümseyerek karşılıyorlar.
Bu dış görünümüm yanında şivem de Trabzonluların hiç alışmadığı Şiran köyü şivesi... Yontulmamış, kaba köy halkımızın kullandığı katıksız, orta Asya'dan geldiği şekline yakın bir Türk şivesi...Bu şiveler şehirlerde ve de mekteplerde törpülenip güzelleştiriliyor. Zamanla da uydurma ilavelerle Türk lisanı asaletinden uzaklaşıyor.
Trabzon'da evimizden mektebe gelene kadar ilk geçtiğim yer şimdiki Atapark!...O zaman oranın etrafından akşamları korkmadan geçmek zor. Çalılık ve mezarlık olan bir semt... Trabzon'un o günkü manzarası bir kasaba, kaleler arasındaki şehir Uuznsokak, Maraş Caddesi, Kunduracılar ve Semerciler, eskilerden kalan bir şehir, surların dışında, tamamen köy manzarası ve de yaşantısı... Hele de Rumların mübadelesinden sonra şehir yüze kırk civarında boşaltılmış. Boşalan Rum evlerine seyrek seyrek Türk halkından yerleşmeye başlayanlar var.
O devirde benim Trabzon'da tek tanıdığım Tonya Biçinlik Köyünden Ali Usta amca ile Gadun Nine karısı ve büyük çocukları vardı. Başka bir Tonyalı hane tanıyamadık. Babam ve annem bu aile ile yakın dost gibiydiler. Annem akşamları komşuluk oturmasına yalnız Gadun Nineye gider, beni de beraberinde götürürdü. Şimdi Tonya'nın nüfusunun yarısı Trabzon'da yerlidirler.
Bu Tonya ailesine sonradan Ahmet Şener Beyefendi damat olmuştur. Trabzon milletvekili ve de bakanı merhum Ahmet Şener'in dede hanesi ve dayı haneleri Ali Usta ve Gadun Nineye dayanır.
1933'lerde Gülbahar Hatun Mahallesinden Erdoğdu'ya ulaştıran otomobil yolu bir patika yoldu. Bu yolun etrafında hiç ev yoktu. Bahçelikler vardı, bir kısmı da boştu. Erdoğdu'dan Çamlık Hastanesine giden yolun etrafı da fındıklık ve tarlaydı. Buralarda Rumlardan kalma seyrek evler vardı.
KARNE TATİLİNDEN SONRA ÇAMLIK'TA TORULLU BİR AMCANIN EVİNDE TANRI MİSAFİRİYİZ...
Türk soyunun fakirlik zamanlarındaki feragatini, fedakârlığını anlatmaya kelimeler yetmez. Şimdilerde varlık içinde şehirde yaşayan hangi han; köylerdeki erkek veya kız kardeşlerinin Trabzon'da okuyacak 7,8,10 yaşlarındaki çocuklarını, yeğenlerini hanesine kabul edip okumasına yardımcı olur, onu evine, sofrasına kabul eder? O hasletler geride kaldı; fakirlik devresindeki asalette kaldı!... Ne mutlu varlık veya yokluk içinde iken de insanî vazifelerini ve ilâhî vazifelerini yapabilenlere!... İnsanları yüce Allah'ın rızasına ve Cennetine kavuşturan ibadetlerin en mühimi bunlardır.
Nur içinde yatsın Torullu Mustafa Dayı ile karısı...Bu aile Torul'dan hangi sene gelmişse ; Trabzon'un bir köşesinde mekan tutmuş; bir ev, biraz da bahçe sahibi... Ama yürekleri mangal gibi, Allah'a alabildiğine açık!...
Niye derseniz? Karne tatilinden sonra rahmetli annemin köye dönmesi lâzım. Köydeki Fehmi Ağa hanesi onun kumandasına muhtaç... İyi de iki evladının okulu devam ediyor. Nerde kalacaklar, kim tarafından bakılacaklar?
Allah kolayını veriyor. Fehmi Ağa'yı sevenler o kadar çok ki!... Torullu mangal yürekli Mustafa Dayı devreye giriyor. Durumu öğrendikten sonra “Ne demek Fehmi Ağa, sizin çocuklarınız bizim de evlatlarımız... Allah ne verdiyse soframız da, evimiz de sizindir; size açıktır. İki çocuğunuz benim Tanrı misafirimdir. İşte yokluk içinde var olan insanlardan asil bir kişi...
Bu karar üzerine okul kaydımız Erdoğdu Gazipaşa İlkokuluna alınıyor. Anneciğim de gözü arkada kalmadan köye dönüyor.
Okula başlayacağız. O köyden ilkokulda olan dört-beş kişi var. İki de biz, misafir...Erdoğdu'dan yukarıdaki bölgenin ilkokul talebesi bu kadar...Şimdiki nesillerin kulakları çınlasın. Ne büyük bir varlık içinde olduklarını, başlarını elleri arasına alarak düşünsünler; nihayetsiz şükretsinler. Devlete, millete dua etsinler. Yüce Allah'ın yasak ettiklerini fiyaka ve gösterişe feda etmesinler. Benim bu nasihatlerimi de kulak ardı etmesinler.

AVUKAT ALİ KEMAL YILMAZ BAYRAKTAR'LA PAZAR SOHBETİ-6
Röportaj: M. Nihat MALKOÇ

M. Nihat MALKOÇ: Kıymetli hizmet adamı, hak ve hakikatin savunucusu, başarılı avukat Ali Kemal Yılmaz Bayraktar'a, bugüne kadar yapmış oldukları çalışmalarla ve şahsî hayatıyla ilgili bir kısım sorular sorduk. Sağ olsun ilerlemiş yaşına rağmen bizi kırmadı. Onunla yaptığımız Pazar Sohbetimizin ALTINCI bölümünü siz okurlarımıza sunuyoruz...
Ali Kemal Yılmaz BAYRAKTAR: Karneden sonraki ikinci devre için Trabzon Kaledibi İlkokulu'ndan Erdoğdu Mahallesi Gazipaşa İlkokulu'na nakledildim.
Soğuksu'da yerleşmiş Torullu Mustafa Dayının evine Tanrı misafiri cömertliğiyle kabul edildik. Bu evin rahmetli hanımı biz iki kardeşi kendi evladı gibi üç ay boyunca sızlanmadan, şikayet etmeden baktı. Bilmiyorum ki masraflarımız için rahmetli babam Mustafa Dayıya para ödedi mi? Zannederim ki böyle bir alışveriş yapılmadı.
Bu günlerin insanî münasebetlerine göre hafsalaya sığmayacak bir cömertlik, emsalsiz bir fedakârlık... Hem fakir bir aile, hem iki kardeşi hanesinde üç ay misafir etmek... Bugünün insanlarına ibret olur mu acaba?
1962 yılında yüce Allah bana Trabzon'da bir fakir talebe yurdu açıp on sene müddetle fakir veya yetim orta okul mezunu Trabzon, Gümüşhane, Giresun kazalarından 300'e yakın talebeyi Trabzon'da lisede, Öğretmen Okulunda, Sanat Okulunda, İmam-Hatip Okullarında okutmayı nasip etti. O senelerde kazalarımızda sadece orta okullar vardı. Yüce Allah bana ve zürriyetime böyle benzer hizmetler etmeyi nasip buyursun.
MERHUM AHMET ŞENER MİLLETVEKİLİMİZ HAKKINDA BİR DÜZELTME...
Bir önceki sohbetimizde Ahmet Şener'in soyunun Trabzon'daki Tonyalı Ali Usta ve karısı Gadun Hanımefendi hanesine dayandığını söyledik. Buradaki yanlışlığı düzelteyim. Bu hane Ahmet Şener Bey'in damat olduğu hanedir; evlatlarının soy hanesidir; dayı soy hanesidir. Hepsinin baba soyu merhum Tekaudün Salih Amcadan gelmektedir. Merhum Ahmet Şener'in büyük kayınvalidesi benim hanımın büyük teyzesidir.
OKULLAR DAĞILDI VE İKİNCİ SINIFA GEÇTİM...
Artık Allah “Yürü kulum” buyurdu. 15 yıl devam edecek tahsil hayatımın ilk basamağını firesiz geride bıraktım. Okul tatil edilende yapacağımız ilk iş, Mustafa Dayıya ve hanımına veda edip Şiran'daki Zimon Köyümüzün yolunu tutmak olmuştur.
Erzurum istikametine kaldırılan kamyonlara binmek için garaja gittik. Trabzon'un nakliye garajı, radyomuzun ilk yerleştirildiği Taksim'deki binanın yerinde, birkaç göz dükkanı olan eski binanın bulunduğu yerdeydi.
O günün Trabzon'unu bugünkü nesillerin öğrenebilmesi için bu teferruatı yazıyorum... Ve bir kamyonun üzerinde İkisu'ya kadar yola koyulduk. Bu yolda böylece kamyon üzerinde ikinci yolculuğum oldu. Akşam geçtikten sonra Torul İkisu hanlarında indik. Gece orada kalıp sabahtan devam edeceğiz. Handa insanlara mahsus, yarısı set olan, sobalı büyükçe bir oda, tahta setlerin üzerinde hasır veya kilim sergiler vardı.
O günkü yolcu misafirlerin hepsinin geceleyeceği yer burasıydı. Ayrıca yatak odaları yok. Burada yemek cinsinden sadece çay vardır. Katıklığı olan veya hancıdan satın alan karnını doyurur. Biz de öyle yaptık. Yattığımızda başımızın altında ne vardı, altımıza yatacak ne verilmişti? Onları hatırlamıyorum. Zaten dert, yemek yatmak değil de, sabah yaya yolculuğumuzda köprüsüz Harşit Çayını nasıl karşıya geçeceğimiz idi.
Şimdiki nesiller, son model otomobillerin içinde, devletimizin yaptırdığı uçak alanı benzeri yollardan ve köprülerden geçerken direksiyon hakimiyetini kaybedip, nehirlere yuvarlanıp, içinde can veren keyifli nesiller bizim bu çilelerimizi anlayamazlar. Bizler Hz. Allah'a sığınıp yürüyerek veya at sırtında 'kazasız belasız karşıya geçebiliriz mi?' diye düşünüyorduk. Ya şimdiki nesiller?... Otomobillerin sefasını sürüp, Hz. Allah'a pek ihtiyaçları olmadığını düşünen yeni nesillerle aramızda büyük, bir yönüyle de ince bir fark vardır. İşte bu fark, kimini azgın dere sularından karşıya sağ salim, selametle yürüyerek geçirir. Son model otomobillerin sefasını sürmekten başka hesapları olmayanlar da canlarından olurlar. Arkada feryat ü figan içinde sevdikleri için gözyaşı dökenler bırakırlar. Yüce Allah yardımlarını cümlemize nasip buyursun.
Ve handa sabahlayan yolcular çok erken saatlerde kalkıp yollarına devam ederler. Biz de öyle yaptık. Fakat pek yakındaki Harşit Çayını yürüyerek mi, başka yolcuların atlarına binerek mi geçtiğimizi hatırlamıyorum.
Şiran kazasına giden ana yola ulaştık. Bu, yazın kızgın güneş altında bunaltıcıdır. Kilometrelerce yürüdükçe su içilecek çeşmelere ulaşabiliyoruz. Köyümüze 25-30 kilometre olan bu yolu ve Tersun Dağını hızlı adımlarla yürüyüp köyümüze ulaşabiliyoruz. Rumların mübadelesinden kalan bu köyün o zamanki adı “Zimon”, sonradan “Çevrepınar” olmuştur.
Köye ulaşmamız ailemizi ve bizi sevindirdiği gibi, bizim yaşlarımızda olan erkek arkadaşlarımızı da sevindirmiştir. Gerek bu köydeki komşularımız, gerekse komşu köylerimizdekiler, o zamana kadar okuyan çocuk görmemişlerdir. Acaba okuyan insan ne çeşit oluyor? Ne giyiyor? Nasıl konuşuyor? Acaba bize bakacaklar mı? Sorular, sorular...
Gördüler ki biz iki kardeş aynen okula gittiğimiz gibi insanlar....Biraz şehir alışkanlıkları var. Onların bilmedikleri mile oyununu, uçurtma uçurmayı onlara öğretebiliyoruz. Derelerimizde göl yapıp çimmeyi de arkadaşlarımıza öğretebiliyoruz. Hepsiyle senli benliyiz. Çocukların bazıları akrabalarımız, diğerleri komşularımız...
Bizim köy teşkilatımız hepsinden farklı... Koyun, keçi sürülerimiz var. Çobanları var. İneklerimiz var, öküzlerimiz ve de öküz arabamız var. Atımız var. Koyunların kuzuları, sığırların yavruları-buzaklar var. Tarlalarımız ve de çayırlarımız var. Bunların hepsinin sabahtan akşama kadar bakım ve beslenme ihtiyaçları var.
Çobanlarımızın ve evimizin halkının her işe yetişemediği zamanlar oluyor. Çünkü köy yerinde iş çok... Bu durumda “Biz okuyoruz, hiçbir köy işine karışmayız.” demiyoruz. Büyüklerimize ve yediğimiz ekmeğe hainlik edecek halimiz yok. Bizim yaşımıza göre yapacağımız işleri yaz mevsiminde tatil boyunca gönülden yaparız. Bunların içinde zevklileri de var. Mesela at bakımı, çayıra götürürken atın sırtına binmeyi öğrenmek... Atı öğlen sıcaklarında suya götürmek, daha otlu yere bağlamak...Harman zamanı öküzleri taşıdığı düven üzerinde ve sıcakların bunalttığı zamanlarda bu işi yapmak... Çobanlarımızın yetişemediği zamanlarda kuzularımızı köy merasında otlatmak ve böylece köyün dağlarını da tanımak... Köyde yaşımıza göre gücümüzün yettiği her işi benimseyip zevkle yapardık.
Bu şartları bizzat yaşayan bir öğrenci olarak; günümüzde ilkokul yaşındaki çocukların hiçbir işte çalıştırılmaması kararını veren devlet adamlarını anlamakta zorlanıyorum. O yaştaki çocukların her işten men edilmesi kararları, Türk insanını yeterince tanımamaktan ileri geliyor. Zira köy işlerinde ailelere yardım etmek bizde yerleşik bir gelenektir. Şehirde yaşayanların da bir sanat öğrenmek için çalışmalarına izin verilmemesi Türk çocuğunu yeterince tanımamaktır; çocuk yaştakilerin kabiliyetini bilmemektir. 7-9 yaş arası çocukların Kur'an-ı Kerim'i ezberlediğini duymamak mi gerekir?
Ben orta okulu bitirene kadar her yaz mevsimini köyümde geçirdim. Köyde öküz arabalarımızla ormandan odun yükleyip boşaltmakta büyük kardeşime yardım ederdim. Bunun yanında biçilip yığın haline getirilmiş buğday ve ot yığınlarının öküz arabalarına yüklenilip harmana boşaltılmasına da katkıda bulunurdum. Bunların yanında başka işlerimiz de vardı köy yerinde: Yükleri harmana boşaltmak, dağıtmak, sonra bu harmandaki buğday ve arpa sergilerini öküzlerin çektiği düvenlerle sürmek, düven tahtası üzerinde öküzlerin gidiş yerlerini iyi ayarlamak, boş yerlerde dolaştırmamak, en sıcak günlerde düven tahtası üzerinde güneş altında bunalmak...... Atları gündüz çayıra bağlayıp gün ortasında suya götürmek ve otlayacağı yeri değiştirmek de bizim işimizdi. Bunu fırsat bilip atları binmeyi öğrenmek ve atları üzeri çıplak halde binip, sürüp o yaşlarda iyi binici olmak zevkli uğraşlarımızdı.
Koyun veya kuzu sürümüzün çobanlarının hastalanıp işlerine ara vermesi halinde onların yerine kuzu veya koyun çobanlığı yapmak da bize düşerdi. Köy meraları ile ormanlarda bunları otlatmak, öğlende sütlerinin sağılacağı “pere” ismi verilen yere getirmek köydeki sıradan işlerimizdi. Rahmetli anacağım ve evin diğer kadın halkı kazanlara koyunların sütlerini sağıp doldururdu. Süt sağma işi tamamlandıktan sonra kuzular sürü halinde gelip pere yerinde bağrışarak analarını arayıp bulurdu. Keza kuzuların anaları da meleşerek(bağırarark) kuzularını arayıp bulmaya çalışırdı. İşte bu manzara görülmeye ve o sesler dinlenmeye değer doğrusu... Bunu köy yerinde çok yaşadım. Bu manzara karşısında apayrı duygular yaşıyorsunuz. Bu durumda saz ve söz seslendirmelerinin hepsinin üzerinde ilâhî bir ses tonu içinde kalıyorsunuz. Daha çok bunlara benzer günlük, haftalık işlerin altına zevkle girip tatilimizi bitirip, okullarımıza gelip ders başı yapardık.
Bir sonraki sohbetimizde Akçaabat'ta devam edeceğim ikinci sınıfın hikayesini anlatacağım. Köyümüzden dağ ve yayla yollarını takip ederek dört günde Akçaabat'a nasıl geldiğimizi anlatacağım. İnşallah bu yazı serisini okumaktan sıkılmıyorsunuz...

Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 18.7.2023 15:33:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Nihat Malkoç