Hasan Hüseyin Arslan Şiirleri - Şair Has ...

Hasan Hüseyin Arslan

Sanadır Sitemim, Ama… Ben de Suçluyum!

Yüreǧ im aǧ ır yenilgilerin hicranıyla kalabalıklarda gezerken hüzünlerin notalarının çaldıǧ ı barlarda akşamları her gün yeniden sahne alacağım yalnızlığımı karanlıklara yazıyorum şimdi, son sevgi şarkısını çalan pilaǧ ı dinleyerek Frankfurt’un kenar muhallelerindeki ücra bir köşesinde.

Rolleri paylaşan üç nesne var. Bunlar; sen, ben ve bir de ikimizin buluştuǧ u ortak nokta olan hüzün. Sahte gözyaşlarıyla mutluluǧ u içerek şarap sarhoşluǧ unu yaşatmıyor hayat bana. Korkak cümlelerin şiddetine boyun eǧ en aksak yürüyen bir at gibi koşarken geride kalmanın kırılganlıǧ ını yaşıyorum sadece. Bütün dünyayı unutarak kendi gerçeǧ ime dönüyor ve seni düşünüyorum asfalt yolları ölçerken. Gençliǧ imde, ya da Adana Erkek Lisesi’nde okurken, derslerden sonraki bütün vaktimi üniversite sınavlarına hazırlanırken geçirdiǧ im Atatürk Parkı’nın içindeki bir çam aǧ acının altında geçen zamanımı arıyorum şimdi sessizce sensizliǧ e katlanarak. Yılların mitralyöz aǧ ırlıǧ ı iniyor sırtıma ne zaman ayaǧ a kalkmak istesem. Frankfurt şehirinin içinden geçen Main Nehiri kıyılarında gezerken bazen her şeyi bırakıp koşarak o şehire gitmek istiyorum koşarak. İçimdeki kanayan yaralarımala, yüreğimde yanan yalnızlık sızısını dindirmek için. İki de bir saate bakarak durmadan ve hüzünle dönen saatin ibresinin yorgun adımlara alışkanlıǧ ına alıştırmaǧ a çalışıyorum bu havaların hüzünüyle. Gelgitlerle, el sallamalarla, vedalarla bakıp bakıp suskun kaldırımlarına zamanın. Ne yapıyorsun, ne arıyorsun diyenlere, klasik cevaplar vererek geçiştiriyorum, iç dünyamın gizli hüznünü kimseyle paylaşmamak için. Düşünüyorum, düşünüyorum, hem de saatlerce boşuboşuna bir sonuca varmadan. Ya da Ahmet Kutsi Tecer’den bir kaç mısra okuyarak. Bir yılgınlık çöküyor içime dizlerim tutmuyor, kırgınlıǧ ımın sevgiliye olduǧ u gerçeǧ i bi randa yirmilik bir çivi gibi saplanıyor ölümcülce beynime…

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Sende aradığım her şeyi buldum saygıdeger........ Sevme duygusu gelmeyi versin insanın başına bir kere. O bir defa sizi sarmaşık gibi sarmaladığı andan itibaren siz kendinizi bu duygunun kollarında buluverirsiniz. Siz bir yerlerinden çıkan filizleri kontrol etmek isterken, o öbür taraftan taş duvarı sararak büyür ve gelişir. Siz ondan kurtulmak isterken, o sizi daha da kendi kolları arasına alarak, kendi ninnilerini söylemeğe devam eder. Ne yaparsanız yapın, o kendi koyduğu kuralları ve yasaları ile sizi yönetmeyi, hemde en iyi şekilde idare etmeyi fazlasıyla yerine getirir. Bir bakışta bunları görmek o kadarda kolay değildir.

Artık şu andan itibaren hiç bir şey eskisi gibi değildir. Geriye kalan sadece fotograflardır ve onlar resimleştikleri andan itibaren, çekildiği anların değerini muafaza eden duruşlarıdır. Yüzler hariç, bakışlardaki anlam, gözlerdeki fer, ellerin durduğu yer, bakılan nokta ve görebildikleriniz o andan itibaren sizin için değişmiştir. Sanki yanlızca ışık, o farklı ise, her şeyi farklı anlamlara, farklı sıfatlara, farklı yokoluşlara doğru yol alması gerekmiyor muydu, böyle olmalı mıydı...! Bu size değişimi getiren bir devinim noktasıdır.

Sabah olmalıydı ya da akşamın ilk saatleri, elimde kalan bir kaç eski fotografa bakınca bunu anlayabilmeliydim, en azında zamana renk veren ışığın tadından, ama ben şimdi zamanın neresinde olduğunu bilmiyordum. Yaşamak istediğim hayat ve yapıp başarmak istediklerimi hayattan elde edememiştim. Bu çok garip ve hüzün verici bir duygudur normal düşünen bir insan için. İstediklerim ve beklentilerim öyle büyük şeyler değildi hayattan, bir avuç mutluluk, bir sahan yemek ve gülen yüzler... Ellerime baktı, bana baktı ve yüzümdeki ifadelerin onun hoşuna gitmediğini anlamıştım. Ama bu benim normal duruşum olduğu için, o zannediyorki, ben yüzümdeki üzgün ifadelerle onu etkileyerek tekrar birlikte olma şansını artırayım ve o bana acısın „yazık şu zavallıya“ der gibi bir hava gelişsin. Ama işin iç yüzü hiçte onun sandığı gibi degil. Benim bu halim doğallığımın bir parçası, doğuştan getirdiğim genlerimden türemiş genetik bir kottur (code) . Ben çoğunlukla kendimi analatamıyordum ona, o ne istediğini çok iyi bilen „Saygdeğer“ bir insan olduğu için, anlamını yüklediği yaşamdan açık beklentileriyle yoluna devam ediyordu. Yanılan ben idim. Tırmanmam gereken bir yokuş duruyordu önümde, türlü sebeplerden dolayı yıllarca çıkmak zorunda kaldığım bir yokuş, öyle diktiki, sanki ben adım attıkça o daha da ulaşılmaz erişilmez bir hale bürünüyordu... Bu erişilmez bir geniş bedenli, çocukların tırmanıpta çıkamadıklar bir dut ağacı gibiydi bu değerli insan...

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Geçmiş bu gün yaşananan demektir çoǧ unlukla, tarihsel açıdan bakıldıǧ ında ise durum bilimsel bir içerik kavrayarak duygularımızı bu deǧ erlendirmenin dışında tutmamız gerekir. Ama yaşanan tatlı hatırlanmaǧ a deǧ er bir olayı anlatmak ise, anılar her yönüyle zihnimizde canlanır; bunlar ya acıdır ya da yenilir yutulur cinsten olan öyle aǧ ır darbeler vurup kişiliǧ imizi sarsmayanlar olunca daha bir haz alırız bu anlatımlardan. Anılarda böyledir sanırım. Ya da geçmişi yeniden yaşama gücü, geleceǧ e yön verecek içeriǧ i kapsıyorsa ve de geleceǧ e yönelik geliştirici, besleyici, yapıcı bir etki yaratıyorsa bu daha da güzel olanıdır anıların. Ben de bu gün, günlerden beri içimde dolup taşan „Main Nehir’i Festivali’nde“ karşılaştıǧ ım bir anımı yazacaǧ ım. İzlenimimi iki ay sonra yazdıǧ ım için deǧ erlendirmemde gözlem ve anının bir toplamı olacaktir. Çünkü olayların üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra, geçen bu olayı daha soǧ ukkanlı bir şekilde deǧ erlendirmek başka bir zevte ve tadda oluyor ve yazarken insan daha serbest bir içselliǧ e sahip oluyor.
Fuarlar ve festivaller şehiri olan Frankfurt son verilere bakıldıǧ ında nüfusu ortalama olarak 661.877 kişi olarak kayıtedilmiştir. Tabi bu oran doǧ um ve ölüm olaylarından dolayı sürekli deǧ işmesine raǧ men bu sayıda öyle büyük deǧ işikliklere uǧ ramıyor günden güne… Yani belirli günlerde artıp eksilmeden hep ortalama deǧ erini de korumaktadır. Ama bu şehirin en büyük özelliklerinden biriside Almanya’nın bir metropol şehiri olmasının dışında, dünyayla baǧ lantısını en iyi saǧ lama özelliǧ ine sahiptir. Ortalama olarak kargo uçaklarıyla beraber bu şehire saate 60 tane uçak iniş ve kalkış yaparak, kentin havasına daha başka bir özellik katmaktadır. Dünya borsalarına şekil verecek kadar güçlü bir borsası, Avrupa – Merkez – Bankasının bu şehirde bulunması da şehire mali açıdan büyük bir fayda sunmaktadır. Adeta Almanya ekonomisinin can damarlarından birisi burada atmaktadır dense abartılmayacaktır. Güzel ve bakımlı caddeleri, kafeteryaları, büyük alışveriş merkezleri, operası, üniversitesi, yüksek okulları, liseleri, kütüphaneleri, sinema salonları, tarihi Paul Kilisesi, Roma Meydanı, müzeleri ve diǧ er şehirler ile çok saǧ lam demiryolları aǧ ını kendi merkezinde toplayan Frankfurt kendi içinde yine Almanya için her yönüyle çok önemli bir yere saiptir. Ayrıca her cumartesi günü kurulan „Bit Pazarı“yla da şehir her türlü yeniyi ve eskiyi kendi içinde barındırarak tarihe meydan okumaktadır adeta…

Yaklaşık sekiz kilometrelik bir alan içinde ve şehirin merkezinden akan Main Nehiri etrafında öbeklenmiş müzeler bu şehirin hiç solmayan bahar çiçekleridir adeta. Burada her yıl binlerce sergiye ev sahipliǧ i yapan bu müzeler, dünya çapında bir üne sahip oldukları için yerleri müstesnadır. Bunlardan en önemlileri „Frankfurt Şehir Müzesi, El Sanatları Müzesi ve Mimarlar Müzesidir“. Şehirinformation merkezinden aldıǧ ım bilgiye göre bu müzeleri yıllık üç milyona yakın insan ziyaret ederek, şehir ekonomisine milyonlarca gelir saǧ lamaktadır bu müzeler. Bu aynı zamanda şehir merkezlerinde yapılan diǧ er büyüklü küçüklü eǧ lenceleride kapsadıǧ ında rakamların büyüklüǧ ü iştah kabartıcı bir meblaya çıkmaktadır kesinlikle… İşte 2008 yılı festivali de bu şartlar altında başlamıştır her yıl ki gibi. Benim kişisel olarak üçüncü ziyaretimdi bu festivali yakından, bu kez daha yakından tanımak için. Bu Cuma günü bütün görüşmelerimi iptal ederek derin bir uyku çekmenin keyfiyle yatakta önemli araştırmacı yazarlarımızdan Yalçın Küçük’ün „Aydın Üzerine Tezler“ini okurken, aslında aydın olmanın güçlüklerini kafamda canlandırırken „aydın olmanın“ asla mümkün olmayacaǧ ı kanısı içimde kesinlikle belirmişti, daha kitabı bitirmek şöyle dursun, yarılamadan bu kanıya varmam birazda tutarsızlık sayılırdı aslında. Ama ben kendimi düşüncelerimde toparlayarak en azından bunun denenir bir yol olduǧ unu seçmem gerektiǧ i motivasyonuyla kendimi manipüle ederek, hemen çok nadir çalan ev telefonuma koşarak telefonun ahizesini kaldırıp, gür bir sesle „buyurun ben Hüseyin“ diyerek yataktanda kalkmış oldum. Böylece güne de merhaba demiş oluyordum kendi içimde. Karşıdaki kişi benim en az on yıldır tanıdıǧ ım ve yaşadıǧ ım kısa süreli ilişkiden dolayı askıya aldıǧ ım kibar bir Alman Bayandı. Kendisini 2006 yılının eylül ayından beri görmemiştim. Eǧ er uygunsam beni bu gün veya yarın ziyaret edeceǧ ini söyleyerek, ev adresimi alıp bir iki saat içinde bende olacaǧ ını söyledi. Arkasından birazdan diyerek telefonu kapatarak vedalaştık. Ben bir anda irkilerek çok uzun yıllar arkadaşlık ettiǧ im, birlikte sinema, tiyatro, müze, uzun soluklu gezintiler yaptıǧ ım bu arkadaşın şimdi biraz daha yaşlandıǧ ını düşünerek, acaba şimdi nasıl bir simaya sahip olduǧ unu düşünerek önce günlük temizliǧ imi yaparak duşumu alıp herzamankinden biraz daha lejer giyinerek tekrar kitabımı okumaǧ a başladım. Ve saatler 15:30’u gösterirken, arkadaşım zile basarak beni, daldıǧ ım sayfalardan koprarak tekrar yeryüzüne dönmemi de saǧ lamış oldu. Kırkbeşini çoktan aşan bu arkadaşım, bıraktıǧ ımın aksine biraz daha gençleşmiş ve en az beş kilo kadar zayıflayarak mümekemmel bir kadın olmuştu. Merhabalaşıp bizim Türk adetlerine göre şapır şupur öpüşerek bana erkek arkadaşının taktim etti, takriben aynı yaşlarda olan uzun boylu iri yapılı olan bu insan gayet kibar bir şekilde benimle tokalaştıktan sonra onları içeriye buyurettim. Angelika her zamanki sıcak kanlılıǧ ını koruduǧ u için, bana Türkçe olarak „Cezvede bir Türk Kahvesi yapar mısın? Hüseyin“ diyerek beni hala eskisi gibi hatırladıǧ ı güvenini de yeniden ve karşılıklı olarak kazanmamıza yardımcı oldu. Arkasından sıcak bir havada geçen sohbetle kahvelerin yudumlanması havadan sudan konuşmalar. Sonra baya bir sohbet, görüşmediǧ imiz yaklaşık bu iki yıllık süre içinde yaptıklarımızı karşılıklı olarak anlatıp, planladıǧ imız gibi festivale gitmek için yola koyulmak oldu. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yolu yürüyerek nehirin benim ev denen viranehanden çıkınca saǧ yürüyüş kordonunu takip ederek festivalin bulunduǧ u noktaya doǧ ru üçümüz birlikte yavaş adımlarla ilerleyerek nehir kenarına yetişmiş olduk. Uzaktan bakıldıǧ ında bir insan selinin karşılıklı yönlere doǧ ru akıp gittiǧ ini dikkatle izleyerek ilerledik. Tam Gartenland (Bahçe) Caddesine ile Baseler – Caddesi arasındaki büyük köprünün bitiminden itibaren festival bütün ihtişamıyla „iǧ ne atsan yere düşmez“ sözünü doǧ ruluyordu. Havanın güzelliǧ iyle beraber binlerce insan akın akın tramvaylardan, otobüslerden, trenlerden inerek bu festival noktasında binleri birarada toparlayarak başka bir güzellik yaratiyordu. Çevre illerden gelen binler burada 143 ülkenin deǧ işik kültürüyle karşılaşmanın zevkini yaşayarak cızırdayan sucuk kokuları, binbir türlü yemek çeşitleri ihtişama başka bir güzellikle süslü çardakları andıriyordu. Bir yerde Tayland yemekleri büyük saçlarda hazırlanırken, öbür çadırdan Türk – Kebabının kokusu baharatlı bir havayı çevreye yayıyordu. Öbür standlarda Mini – Duanatslar, biraz ötedekinde Fransız – Crepes’leri, Italyanların Cafe Amerotto’ları bahar havasının tatlı ve kabul edilmeyen kokularını birarada dumanlayarak göǧ e doǧ ru dumanlıyordu. Bir diǧ er tarafta Türk – Müziǧ inin ustalarından ve en iyi yorumcularindan olan Sezen Aksu‘ Aysel Gürel’den bir parça okuyarak adeta festival havasına ayrı bir müzik havası vererek daha mutlu kılıyordu adeta insanı. Frankfurt’un göbeǧ inde bu yıl Türk – Kültürüne adanan bu festivalin aǧ ırlık noktasıda zaten Türkiye idi 2008 yılı için. Bu anda benim içimde derin bir utkuyla özleme dönüşen acı bir burukluk vücudumu sararak beni üzgün bir haya sokuyordu. İçimde yanlızlıǧ ı doyasıya yaşayan birisi olarak bu gün arkadaşlarımın yanında bile kendimi bu havada mutlu hissedememenin ezikliǧ ini yaşıyordum. Ne hazin bir durumdu benim ki, bu festivalden yaklaşık bir aydan fazla en sevdiǧ im insandan ayrıldıǧ ı için hüzünümü içimde bir kez daha yaşamanın burukluǧ u vardı. Yukarıda da belirtiǧ im gibi ben bu festivali üçüncü kez, ama bir farkla, bütün ayrıntılara dikkat ederek gezmek istemiştim ve de geziyordum. Tabi heycanım doruktaydı, daha fuarın başlarındaki elbise çadırları, Doǧ u – Hindistan, Japonya, Çin elbise çeşitlerinin binbir örneǧ i bu çadırlarda güzel ve alımlı, genç, zarif Alman kızlarının tezgahtarlıǧ ında müşterilere pazarlanmaǧ a çalışılıyordu… Biz üç kişi bu kalabalık içinde birbirimizi kaybetmemek için sürekli, birbirimize yakın mesafelerde yürümeye çalışıyor ve yürüyorduk. Bayan arkadaşımız hava sıcak olduǧ u için mini etek giymişti ve çok dar olduǧ u için sürekli şikayette edip, kendi aptallıǧ ından da bahsediyordu. Bu standlara geldiǧ imizde kendisine geniş bir pantalon almak istediǧ ini belirtelerek uygun bir giysi bulmaǧ a çalışıyordu kendisi bu arada. Bir çok denemeden sonra benim de hoşuma giden bir kıyafeti alan bu arkadaşımız, hemen orada bizim arkamızda rahatça giyinerek derin bir nefes alarak rahatladı. Bende bu arada Hindistan şalları, atkılar, kadınlar için omuzluk denen örtüler ve daha ismini bilmediǧ im bir sürü deǧ işik giysi türleri, hemen bunların yanında oryanten temsili olan yere serilmiş arap motifli halılar, yastıklar, minderler, şişe denilen bir semaver şeklindeki sigara içme aleti ve arap çayı ikramı, sizi gönüllü karşılayan güzel kızlar. Angelika’nın bu alışverişinden sonra yandaki tezgahlardan birinde başka eşyalara bakarken benim gözümde bu baştaki tezgahlardan Hindistan giysi modellerinin satıldıǧ ı bir tezgaha ilişerek şallara bakarken, oradaki satıcı genç ve güzel Alman tezgahtar kız bana bir siftah yapması için bir şal satmak istiyordu. Gerçekten bu kızın bana bir şal satmak için döktüǧ ü dil beni büyülemişti. Yirmisin yeni aşan bu güzel hanım bu işine bu gün başladıǧ ını ve işinde kalması için iyi satış yapması gerektiǧ ini sürekli vurguluyordu. Ben ise bu sıcak havada bir şala ihtiyacım olmadıǧ ının ısrarını vurguluyordum. Ya da bir şal almaktan çok kıza bakarak zaman geçiriyordum. Belli bir süre sonra ben bir şal almadan oradan ayrıldım, tekrar dönerek bu güzel kızın ismini öǧ rendim ve bu gün yanımda param olmadıǧ ını söyleyerek, yarın yeniden ona gelip bir şal alacaǧ ımı söyledim. İnanmış gibi gözüken bu kız bütün ısrarlarıma raǧ men cep telefonunun numarasını bana vermedi Biraz üzgün bir ifadeli bir şekilde arkadaşlarıma doǧ ru geldiǧ imde Angelika, o kızın benim için gerçekten çok genç olduǧ unu belirterek, başka kapıları çalmam gerektiǧ ini kibar bir dille ifade ederek yolumuza devam etmemiz gerektiǧ ini söyledi. Bir yönüyle Angelika haklıydı da ayrıca, ama onun anlattıkları bir kulaǧ ımdan girip, öbüründen çıkıyordu. Biz kalabalıkta zarzor ilerleyerek bir yerlerde hafif bir şeyler yemek istiyorduk. Ama kalabalık çoǧ aldıkça adım atmamızda gerçekten anlatılmayacak bir şekilde zorlaşiyordu. Öyle ki belli bir noktaya geldiǧ imizde yarım sat kadar beklemek zorunda kalmıştık. Adım atmak öyle güçtü ki, adeta terden vücudumuz sırılsıklam olmuştuk. Bu ezikliǧ e raǧ men yürüyüş bize büyük bir zevk veriyordu, çünkü her adımda daha ilginç ve yeni şeylerle karşılaşıyorduk. Üç büyük köprüyü sarmalayan bu festival, güzelle çirkini, iyi ile kötüyü aynı yerde ve deǧ işik forumlarda ziyaretçilere sunulduǧ u için herkesin gözüne ve zevkine hhitap eden bir şeyler görmesi kaçınılmazdı. Sanırım böyle geniş boyutlu festivallerin en büyük özellikleri bu olsa gerek. Zaten Avrupa çapında özel bir öneme sahip olan Frankfurt şehiri, ortasından akan bu ırmaǧ ın şehire vermiş olduǧ u önem arka arkaya sıralanan tarihi binalar da işin tarihsel yönünü sergilediklerinden dolayı oldukça frklı bir görünüm sergilediǧ i için festivali ilk kez ziayret eden birisi için görmeye deǧ er ihtişamlı yapıların önemi kaçınılmaz olsa gerek. Ayrıca geçen küçük nehir gemilerinin şatafatlı ve cümbüşlü ışıklar, kürekleriyle yarışa hazırlanan su kayakçıları, gezinti sandalları akşamın rengini süsleyerek adeta güneşli bir günü andırıyordu manzara ve gerçekten görülmeye deger bir akşamdı bu gün benim için. Bütün içimde taşıdıǧ ı eleme raǧ men yienede akşamda sevmeye deǧ er bir yön olduǧ nu sessizce ve kendi kendime mrıldanarak teselli olmam gerektiǧ ini vurguluyordum adeta… Daha sonra seyrekleşen insan selinin az olduǧ u bir yerlerde ben kavrulmuş mantar yiyeceǧ imi arkadaşlarıma ilettim, onlarda geçen bu süre zarfında acıktıklarını belirterek aynı yerde oldukça pahalı fiyata satılan bu yiyeceklerden alarak bir banka oturup hep birlikte bu küçük kaǧ ıt tabaklarda verilen mini yemeklerimizi yedik, ama hepizde doymamıştık, hele ben böyle küçük şeylerle çockluǧ umda bile doymadıǧ ım için bu yemek beni daha da acıktırmıştı. Biz yine de yavaş yavaş hareket halinde üçüncü köprüye kavuşmadan geri dönerek ikinci köprüden Main Nehiri’nin öbür tarafına geçmek için sayar adımlarla ilerliyorduk. Bu esnada kalabalıkta yavaş yavaş kendine yeni bir forum bulduǧ u için azalmadan daha düzenli bir hal almıştı. Müzik sahnelerinin önündeki kalabalıklar arttıǧ ı için diǧ er yerlerin daha yürünecek bir hale gelmesi bizim gibi orta yaşlı ve daha yaşlı insanlar için çekiciliǧ ini artırmıştı.
Biz böyle köprüden tarihi „Römer Meydanı’nına“ doǧ ru ilerlerken nehirin görülmeye deǧ er manzarasına bir kaç kez daha bakarak ihtişamı içimdeki yanlızlıǧ ımla bir kez daha yaşadım, beni yine sevinçle hüzün arasında boǧ an o kırmızı çizgi kemendine alıp boynumu sararken, Angelika Tomas’ı kaybettiǧ ini omuzuma vurarak bana iletti. Ben de gayet sakin bir şekilde „Tomas koskocaman bir adam, bir şey olmaz, birazdan buluruz, ya da bulamazsak onun direk benim evime geleceǧ ini söyledim“. Biz yinede saǧ a sola daha dikkatli bir şekilde bakarak bir süre sonra Tomas’ı aramaktan vazgeçerek yolumuzda ilerledik. Bir yerlerde bir saatten fazla müzik dinleyerek eǧ lenceli bir vakit geçirdikten sonra Stresseman – Bulvarına geldik. Arkasından da 12 Numaralı tramvaya binerek benim evime doǧ ru yol almaǧ a başladık. Yine yaklaşık onbeş dakikalık bir yoldan sonra eve geldiǧ imizde yorgun olduǧ umuzu hissederek her birimiz bir yere sere serpe uzandık. Bir saat kadar dinlendikten sonra Tomas zile basarak geldiǧ i haberini vermişti. Bu arada saatlerde gece yarısına doǧ ru gelmişti ve bizde yeniden kurt gibi acıkmıştık. Angelika’nın herzamanki gibi salata teklifini bizde reddetmeyerek kabul etmedik. Hep birlikte kocaman bir salata yaparak sosesiz olarak var olan son ekmeklerle yiyerek karnımızı doyurduktan sonra, sıra yine bir Türk Kahvesi içmeǧ e gelmişti. Yine yarımsaatlik bir uǧ raştan sonra yine kahvelerimizi hep birlikte içerek Angelika Türkiye’de yapacaǧ ı tatil hakkında benden, Türkiye’de nasıl davranacaǧ ı konusunda gerekli talimatı alarak biraz rahatlamış oldu. Çünkü bu O’nun Türkiye’ye yapacaǧ ı ilk ziyaret olduǧ u için heycanını ben çok iyi anlıyordum. Ve benim görüpte bilmediǧ im İstanbul’u bana anlatması ilginçti, arkasından Ürgüp’e Peribacaları’nı görmek için yapacaǧ ı ziyaretin sevincini kadının gözlerinden okuyabiliyordum. Ben de kibar bir dille ne Kapadokya’yı, ne de Ürgüp’teki Peribacaları’nı gördüǧ ümü söyledim. Yani benim gençliǧ imde ziyaretler ve tatil yerine başka sorunlarla boǧ uşmanın ve yaşamın aǧ ır telaşını başka şekilde telafi etmeǧ e çalıştıǧ ımı izah ettiǧ imde O da bunu anlayışla karşılayarak, „ileride ziyaret edebileceǧ imi“ söyleyerek konuyu kapattık. Ve bu sohbetten sonra zaten saatlerde gece yarısını çoktan geçtiǧ i için onlar giyinerek evden ayrılarak arabalarına doǧ ru gittiler. Ben de onları öǧ rendiǧ im kültür gereǧ i nezaketle kapıya kadar giderek uǧ urladım. Arkasından tekrar odama gelerek pijamalarımı giyinerek biraz yatakta okuyarak öyle uyuya kalmışım. Sabah uyandıǧ ımda ise saatler çoktan onu geçmişti, dişlerimi temizleyip, traşımı olduktan sonra isteksiz bir duşun ardından ne yapacaǧ ımın sıkıntısını yaşarken, kendi kendime kâhırlanırken, dişlerimi temizledim diye bir Türk kahvesi bile içmeden evden çıkarak bu gün bir s- bahn denen trene atlayarak şehir merkezlerindeki (Konstablarwache) kahvelerden birine giderek gönlümce kaymaklı bir cappuccino içerek merhaba dedim. Arkasından bir Milliyet – Gazetesi alarak bu meydanda ki banklardan birine oturarak köşe yazılarını okuyup diǧ er önemsiz dedi kodu haberlerine de bir göz attıktan sonra yine festivale doǧ ru yol almaǧ a başladım. Bu kez festivale ters yönden girerek hızlıca ilk gün ki ziyaret noktasından Christine’yi görmek için aynı yere gelmiştim. Bu arada saatler 15:00 geçmiş, yine havanın güzelliǧ i binlerce insan festivale akın ediyordu. Adeta Cumartesi günü, cuma gününden binlerce insanı akın akın festivale çaǧ ırıyordu. Kalabalıǧ ı yararak yürümek sanki havanın güzelliǧ iyle beraber çekilmez bir hal alıyordu. Ben etrafdaki standlara bakarken Christine elbiseleri küçük bir merdivene çıkarak asmaǧ a çalışıyordu. Ben merhaba diyerek bu genç kızın yaptıǧ ı işten alıkoyarak, bu gün bir şal alacaǧ ımı söyledim. O da gülümseyerek „hangisini istersiniz“, „şunlardan birisini vereyim mi? , şu size, sizin teninize daha uygundur“ diyerek beni ikna savaşına girişmişti. Benim ise asıl amacım, bir şal almaktan çok bu güzel tenli, oldukça genç, zarif ince belli hanımla buluşup bir kahve içmekti. Yine de ben onbeş €uro’luk bir şalı aldım. O bir şal satmanın sevincini yaşarken bende onunla daha nasil derin bir diyalog kurmanın çabasını veriyordum. Sonunda çok ciddi bir ifadeyle ve üzgün bir hava da yüzümü yere doǧ ru eǧ erek ona, „acaba uygun bir zaman da beraber bir kahve içmeǧ e gelebilir misiniz? diye sorduǧ umda“ „belki bir gün, bilmiyorum, zamanım yok, uzakta oturuyorum, ben Frankfurt’tan deǧ ilim diyerek“ geçiştirdi. Ben yine de ısrarımı sürdürdüm, „neden? niye olmasın? eǧ er insan isterse daǧ ları bile deleceǧ ini söyleyerek, Ferhat’ın hikayesini dilimin döndüǧ ünce Almanca ona anlatmaǧ a çalıştım. İkna edilmiş gibi bir hava estiysede, ben onun kararının kesinlikle negatif olacaǧ ını anlamama raǧ men, „kayıbım ne olacak“ ki diye kendi kendime mırıldanarak, bu kez de telefon numarasını alamda ısrar ettim. Ve kız nihayet usanmış olmalıki, telefonnumarasını bana verdi, ben de numaranaın doǧ ru olup olmadıǧ ını kontrol etmek için, hemen verilen telefonnumarasını aradım, bunun üzerine güveni kırılmış gibi gözükmesine raǧ men, gülümseyen çocuksu yüz ifadesiyle gerçekten beni arayacaǧ ını söyleyerek, „müşterilerle ilgilenmem gerek, şimdi“ diyerek tekrar bir şeylerin yerlerini deǧ iştirmek için, eşyaları gelişigüzel standa diziyordu. Bu arada akın akın gelen insanlar kalabalıǧ ı daha da artırmış, adeta adım atmak şöyle dursun, kımıldanmak bile çok zor duruma gelmişti. Ben de bu durumdan sonra Stressemann – Bulvarı köprüsüne doǧ ru yürüyerek Türk – Müziǧ i’nin geldiǧ i yöne doǧ ru kestirmeden gitmek istedim. Yavaş adımlarla kalabalıǧ ı yararak bu köprüden Unter – Mainkai denen Caddenin çift rakamlı yoluna gelmiştim zaten. Main Nehiri bu caddeyi ikiye böldüǧ ü için, bir taraftan bir tarafa geçmek için mutlaka bu köprülerden biri kullanılmak zorundaydm ayrıca. Yine de Türk Müzik ve yemeklerinin bulunduǧ u bölgeye geldiǧ imde acıktıǧ ımın farkında olarak üç tane biber dolması ve de yarım pide alarak güzelce bir mideye indirdikten sonra banklardan birine oturarak bir bira eşliǧ inde dans eden genç ve güzel kızlara doyasıya baktım. Bir kaç tanıdıǧ a ve bir iş arkadaşıma rastladım, havadan sudan biraz sohbet ettikten sonra ben yine oturmaǧ a ve dans edenlere bakmaǧ a devam ettim. Belli bir süre sonra yine kendi içimde, kendi kendime yüzerken, saatlerin geç olduğunu görünce her zamanki gibi sırtıma yüklenen yükün ağırlığını hissederken bir yerlerden yüreğime yüklenen o dayanılmaz acının ismini bir türlü koyamıyordum. Hep kendimle meşgul olmanın bana baya büyük bir acı verdiğini bildiğim halde, tek başaramadığım şeyin kendime acımamak olduğunu da kavramış oluyordum böylelikle… Yine bu dalgalanmalar eşliğinde Baseler – Meydanı’na geldiğimde bu gün de 15 numaralı tramvayı alarak evin uzağindan geçtiğini bildiğim için, kalan bu zamanıda yürüyerek eve gitmek istedim, çünkü böylelikle, hem yorulacağım, hemde daha iyi ve derin bir uyku çekeceğim düşüncesi beni bütünüyle kendi melodramamdan kurtarmış olacaktı. Ve bende böylelikle bir günü kapatıp ömür yaprağından bir sayfamı daha istemeden koparacaktım. Bu düşünceler içerisinde karmaşık duygulara kapılarak üzerimi değişip yatağa uzandığımı hatırlıyorum sadece. Radyonun kısık sesiyle uykuya nasıl daldığımi bile bilmiyorum.
Pazar günü saatler 10:00 nu geçiyordu, aydınlık odamada güzlerimi açtığımda, içki içmeden uyuduğum için kendimi biraz daha dinç hissediyordum bu gün. Öyle bir bir iki saat yatak keyfi çıkarıp kah okuyarak kah, derin hayallere dalarak zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum. Ama bu gün canım şekerli bir Türk Kahvesi içmek istemişti, önce cezveye gerekli zerzevatı doldurarak güzelce bir karıştırdıktan sonra ocağı ikiye getirerek, hemen 15 tane kadar şınav çektim, bunu hemen hemen her sabah yaptığım için bü gün başka günlere nazaran nefesim daralmadan yapmanın sevinciyle yüzümü de çabucak yıkayarak tekrar kahvemin başına geçip biraz daha karıştırdıktan sonra arka arkaya iki okkalı fincan kahve içtiğimde herhangi bir yorgunluk eseri kalmamıştı vcudumda… Kendi kendime mırıldanarak „bu gün bomba gibiyim“ diyerek söylendim. Tekrar yatağa uzanarak kalan kitabımı bitirene kadar okudum, arkasından yine bilmiyorum, ama baya bir uyku çekmiş olmalıyım ki vakit ikindi olmuştu. Hava sonbahar güneşiyle doğaya salkım salkım inerek ağaçlara daha sarıya boyanmamış, ama o rengin tadını veren serin bir ılıklılık çökmüştü. İçimden yine deli fırtınalara yol gözükmesini istiyordum, ama sevgime yenilmenin de o acımasız ve hain insanın ihanetini unutmadığım için yüreğimde büyüyen acılı öfkeyi zaptedemiyordum. Duygularım dalgalanmıyordu ve benim yüreğim de zaten kişiliğimi kapladığı için o buna müsade etmezdi bana... Ben böyle karmaşık hayallerle kendi ruhumu okşarken günler bir biri ardına aynı monotonlukla ve hızla akıp gidiyordu. Bazen öyle sıkılıordum ki evden bir kilometre ötedeki köprüye giderek atlamak dahi istemiştim defalarca… Ve böylece tam bir altı gün geçti. Günlerden cumartesi günü olmuştu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum, hava bir kisvete bürünmüş güneşli günlere sitem edercesine sisli, yağmrlu, görüş mesafesi beş metreyi bile geçmiyordu. Yağmurluğumu sırtıma geçirerek tramvay durağına vardığımda şehire inmekten vazgeçip tekrar eve geldim. Birkaç saat yeniden yatağa uzanarak bir telefeonu ve sms’i umutsuzca bekledim. Arkasından tekrar kalakarak giyindim ve 51 Numaralı şehir otobüsüne binerek „Frankfurt Alevi Kültür Merkezi’ne“ gittim. Sanırım bu yolculuk otobüsle yarım saatten fazla sürmüştü. Otobüste en ön koltuğa bir çocuk gibi oturarak, duraklarda inip binenleri dikkatla izleyip, kimin hangi ülkeden geldiğini, giyimlerini, çocuklarına karşı davranışlarını kontrol ederek Treyller Caddesine geldiğimde otobüsden inerek derneğe doğru yavaş adımlarla ilerliyordum. Derneğe ulaştığımda bir kaç kişi oturmuş, zamanı geçmiş bir tartışmayı alevli ve hararetli bir şekilde sürdürüyorlardı. Ben bu gün moralim iyi olmadığı için herhangi bir tartışmaya katılmadan çayımı içip bir kaç saat daha oturup günlük gazeteleri karıştırak son yalanlar ve çarpıtılmış haberleri okuyarak açık çayları arka arkaya yudumladım. Sıkılmış olmalıyım ki bir çırpıda kalkıp hoşça kalın arkadaşlar diyerek hemen oradan ayrılıp, derneğin uzağında olan Nied Gar’ına doğru yürümeğe başladım, bu yol sanırım onbeş yirmi dakika kadar sürmüştü. Gelen 1 Numaralı Tramvaya binerek direk Frankfurt’un ana garına doğru yol alan tramvayda her milleten insanın dolmuş olması karmaşık – kültürlerin artık birarada saygıyla yaşama zorunluluğunu hoşgörüye dönüştürmeleri gerektiği bilincini beynime kazıdı o anda. Buna sebep olan durum ise siyah bir iki yaşlarında çocuğun, annesinin elinden tutmş ve beyaz gözlerini yüzüme çevirerek bakması, kendi tabularımı da aşmama bir nevi olsun yardımci olmuştu. Ve ben cumartesini ne aradığını bilmeden ve bitirmeden eve doğru son hamlemi yaparak yine bir tramvayla eve geldim. Saatler biraz olsun ilerlediği için yüreğim biraz ferahlamıştı. İlk işim bilgisayarımın başına oturarak gelen mesajları gözden geçirerek okumak olmuştu. Bir yandan da her zaman ki o derin melankolik hüzün bütün acımasılığıyla üzerime çökerek sanki etimi doğruyordu içimde, ben düşünerek duygusal bir anımla ağlarken yine zaman akıp gitmişti, bir kadeh rakı içmek için buz dolabını açtığımda, küçük henüz kapağı açılmamış şişeyi alarak önce tuaf bir şekilde kendi kendime „ey koca şair düştün demek, seni de yanlızlık yıpratıyor üstad, artık kendi kendinin üstadı olmaktan başka çaren yok“ diyerek kendi tesellimide psikolojik olarak yaptım.

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

nereye gitsem sen çıkarsın karşıma
hangi kafeterya da otursam,
bir cappuccino içmek için,
sen geliyorsun son oturduǧ umuz masaya,
her gün bir defa oradan geçerek,
dokunuyorum derin ruhuna…

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Alçakgönüllülük gurudan, kibirden ve egoistlikten çok daha üstündür.

Alçakgönüllülük ruhun içinde yaşadığımız sistemin pisliklerine, çirkeflerine, dayanılmaz dalaverelerine karşı onurlu bir duruşu sergileme sanatıdır. Kişiliği, insanın kendi içinde yarattığı devrimci mütevazilkle ödüllendirme ve dik durma kabilyetinin olgunluğuna erişme nezaketidir.

Alçakgönüllülük bir insanın yapabileceği tüm özverileri karşı taraftan bir çıkar ilişkisi beklemeden, yüreğiyle ve ruhuyla saygıyla sunmasıdır.

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Aşk

Aşk

Bülbüle benzer
Kaşlarından

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Her şey sende;
Katliam sende,
Bilim sende,
Afrika da milyonlarca
Zenciyi vurdun zincire
Tecavüz sende,

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Öykü

O da bir insandı, çok zorluklardan geçerek bastı onuna, onbeşine, yirmisine, otuzuna, otuzbeşine, kırkına, kırkbeşine, ellisine … Koşar adım giderken sürekli yeni dünyalar peşinde. Kendi yazmak istediği acıyla gerçeğin, en çok kesiştiği, ama hiç bir zaman teğet gitmediği duygular eşliğinde! Öyle yaşamaya çalıştı belirsizce … Gözden uzak, habersiz, haber almadan, haber vermeden! Gürültü patırtı etmeden! Hır gür çıkarmadan, gıcık olmadan, baş gedikli gibi sürekli zırlamadan, hırlamadan.

Geleceklerinin belirsizliği insanlara geçmişlerini anımstarak nostaljik anılara yöneltir istemeden. Oysa geçmiş bugünden daha iyi değildir kesinlikle … Sadece nostaljik imgelerin, imitasyonların hayallerini gerçek sandığı için o da geçmişi herkes gibi kahramanlaştırmaya özen gösterirdi.

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

Dağların eteklerinde
Göçebe gönüllere
Çadırlar kurduk
Çimenler içine
Bir bülbül gelir ve konar
Figanlarla, acı çeken bir güle

Devamını Oku
Hasan Hüseyin Arslan

İslamcı, faşist, sağcı ve ahlaksız zihniyet deprem, sel, thsunami, fırtına vs. gibi doğa olaylarını inançsızlığa bağlaması, hiç bir nesneye, ağaca, doğaya ve doğal dönüşümlere; yani evrime inanmadığı kendi ahlaksız islam inancının jeoloji, coğrafya, tektonik ve jeofizik bilimleri gibi bilimsel bilgilerinden ne kadar yoksun olduklarının en gerçekçi örneğidir.

İslam hiç bir nesneye saygı duymayan, düşünmeyi öğretmeyen; hatta düşünmeye ve felsefeye düşman en ahlaksız ve saygısız bir din olduğu için hiç bir zaman kendini düzeltemeyecek kadar despotik bir dindir.
İslam’da her türlü ahlaksızlık kuran denen içi boş, bilimle zerre kadar ölçüşmeyen, her eksikliği başkal dinlere yükleyen, kendi sapık muhosunu, alisini, ömerini, bekirini hiç bir zaman eleştirmeyen, cehaleti dünyanın her yerine yaymak isteyen gerici ve emperyalist bir dindir.

Bütün kendi ahlaksızlıklarına uydurduğu kılıflarla sürekli cehaletin içine batarak kendini çıkmaz bir sokağa saplayan ve insanlığa hiç bir zaman barış ve huzur getiremeyecek şu anda mevcut olan en terbiyesiz dindir.

Devamını Oku