Dünyada en gurur duyduğum şey sosyalist bir laik olmamdır, ben laikliğe yüzdebinbeşyüz inanan evrimci bir ilericiyim.
Şeyh Bedreddin’die, Börüklüce Mustafay’ı da, Torlak Kemal’i de, Halalcı Mansuru’da, Nesimi’yi de, Kul Himmeti’de, Ibreti’yi de, Marx’ıda, Engels’die, Atatürkü’de, Lelini’de, Stalin’die, Mao’yu da, Deniz’i de, Mahir’i de, Ibrahim Kaypakkaya’ıda yürekten seviyor ve sayıyorum.
Bunları sevmeyen ve saymayanlardan ise nefret ediyorum.
Doce, doce, acquire scientiam
Kendini her platformda ilericiyim diye tanıtan, inanmıyorum, ama saygı duyuyorum diye inanan metafizikçi düzenbazlar, sahtekarlar bir iki beğeni için kıvıran zatlar, değil ne zamam doğduğunu hakkından hiç bir bilgin olmadığı halde bilgiçlik taslayan ukalalar, elin adamının ne zaman ve nerede doğduğunu nasıl biliyorsunuz?
Hepiniz sahtekarsınız!
Gaz lamasında
Derslerimize çalıştık çocukluk yıllarında
Geceye isle eşlik etti gözlerimiz
Baktıkça geceleri kırlarda yıldızlara
Mevsim kış olunca
Uzadı geceler soğuk ve ayaz havalarda
Uzandım uykum tutmadı, tedirgindi her zaman ki gibi yüreğim. Hafta sonu temizliğinin ardından yorulmuştum, üstüne üstlük bir de ağır bir kitaptan (Ethnolojik Dönüşüm) bir kaç etraflı ve derinlenmesine incelenmiş kültürel makaleler okumuş ve günü kapatmak istemiştim. Kafamdaki düşüncelerim, Alman birinci veya ikinci kanalından bir güzel filim seyrederek koltukta pinekleme arzusuydu. Bir filime de baktım, çok gerilimli baş rolleri oynayan iki erkek oyuncu da kurşunlara hedef olarak filim sona ermişti. Filimde mutlu bir son yoktu, kadın arakladığı altıyüzbin €uroyu kanının son damlasına kadar savunarak yurtdışına kapağı atmayı başardı başarmasına, ama sevgilisi de mezarı boyladı maalesef. Filim bitince bu gerilimle pencereyi açtım biraz temiz hava soluyarak elimi uzattığımda havanın nemli ve termometrenin dokuz dereceyi gösterdiğine tanıklık ettim.
Canım dışarıya, kendimi sokağa atma hissiyle beni dürtülerken birden kendimi dışarıda buldum. Yağmur çiseliyor, gece ilerliyor. Sadece kalın giyinmişim ve kapşonlu sımsıcacık bir anorak var üzerimde.. Uzun yıllar önce yine böyle bir günde Hollanda da yaptığımız yürüyüş aklıma geldi ve yine kendimi bu gerilimli filimden sonra hüzünün içinde buldum. Caddeler yağmura rağmen gündüz gibiydi. Laterneler binbir çeşit ışık huzumeleriyle sokakları aydınlatıyor du. Yaklaşan Noel atmosferinin vermiş olduğu sevinçle, bazı balkonlara da Noel ışıklandırma süslemeleri dansediyordu. Yağmur çiseliyordu, huzur veren bir acı eşliğinde ve ben kendimi bir plüvofil gibi değil, resmen bir plüvofil olarak görüyordum. Birden bu hissin neden bu kadar çalkantılı bir akşamda beni sarmalladığını da anlayacak kadar kafa yorma gücüm yoktu. İçimden kendi kendime ve yoldan gelip gidenlere „işte bendeniz Hasan Hüseyin Arslan, bir plüvofil olarak karşınızdayım“ diyordum. Duyan ve aldıran yoktu, tramvaydan inen son yolcular hızla çiseleyen bu tatsız havayı bir an önce sıcak evlerine ulaşarak dağıtmak istercesine hızlı adımlarla uzaklaşıyorlardı … Bense bu havadan resmen hoşlanıyordum, ellerim sıcak cebimde, plüvofilli düşüncelerin resmi geçidini kafamda yaşayarak karamsar ve melankolik atmosferi dağıtmaya uğraşıyordum. Bu terime boşuna bu misyon yüklenmemişti. Huzur buluyordum ve en azından ağladığımı kimse hissedecek kadar da beni tanımazdı bu durumda! Güneşli havaları sevdiğiğim kadar gri bulutların yer yer de sıyahlaşan bir gökyüzüyle savaşması beni şu anda ki ruhumla dinlendiriyordu. Son üç yıla yakın bir süredir huzur bulmayan bir ruh haline bir Eda Karaytuğ: Tükendi Nakd-i Ömrüm ile sadece destek olabiyliyordu. Ama bu akşam daha başka bir akşamdı. Bu havada hiç hissedemediğim mutluluğa yakın hisler devreye girerek beni alıp kestaneli yoldan uzaklara sevk ediyordu. Yağmurla beraber ortaya çıkan toprak kokusunun ve damlacıkların yanaklarıma, tenime ve ruhuma vuruşu bayıltırcasına bir tat veriyordu. Gece ilerliyordu. Yağmur suyunun tadı içilecek en temiz su olduğunu bildiğim için çekinmeden dudaklarıma dokunan damlaları yudumluyordum. Ellerimi hüzünle havaya kaldırarak yanıbaşımda ki eksikliğin hisleriyle avunuyordum. Köpekle gezen hiç tanımadığım birisi „iyi akşamlar“ sesiyle beni bir maral gibi uyandırdı daldığım hayallerden. Ben, yine bulutlarla başbaşa kalarak beni sevindirdikleri için bu gri bulutlara, nemli havaya, çiseleyerek yağan yağmura binlerce defa teşekkür ederek yoluma devam ediyordum. Bu gün, bir plüvofil olmanın keyifini çıkarmaya çalışıyordum. Bulutlarla sohbet ederek yoluma devam ederken; „bu zor günlerin geçeceğine ve belki de yeniden güzel günlerin baharla beraber bana uğrayacağı“ umuduyla devamlı yürüyordum. Elbette her krizin, her zorluğun, her düşüşün bana yeni fırsatlar vererek önümü açacağına da inanıyorum.
Genel olarak insanların büyük bir bölümü kapalı ve yağmurlu havaları sevmezler, ama bir plüvofil olarak bu benim için istisnai bir durumdur. Birisi önüme çıksa ve „kardeşim sen manyakmısın, gecenin bu saatinde, bu nemli, insanı uyuz eden bu havada ne işin var dışarıda git evine otur sıcak kaloriferine sırtını dayayarak“ dese bile bu söylme benim için bir şey ifade etmez ve edemez. Çünkü, şu an da ben, benim anımı yaşıyorum, griliği seviyorum, bu damlalar bana insanlardan daha çok güven vererek mutlu olmama vesile oluyorlar, bunu anlamak için alim olmaya da gerek yoktur kanımca diyere bir izlekten yönümü ormana veriyorum gecenin huzurlu karanlığı içinde. Gokyüzü tüm griliğiyle geceye hükmederken bende ona hükmederek huzurun içinde adımlıyorum. Sonra neden en sevdiğim havanın yağmurlu ve kapalı havalar olduğunu son bir yılda değişen kişilik hislerimle ve kendimi yeniden tanımaya başladığımda keşfettiğim için bunun benim için özel bir durum arzetmediğini kanısına da varmış oluyorum böylelikle …
Yağmuru sevmenin, güneşi sevmenin, denizi sevmenin ve Kuzey Okyanusu kıyısında Zandvoort’da dalgaların ta boğazına kadar gelerek seni sürüklemesi, hatta öldürmesi bile şu anda bana normal geliyor. Kendimi anlamkata güçlük çekmiyorum, belki sadece anlatmakta güçlük çekiyorum diyerek devam ediyorum yoluma. Yadırgamıyorum kendime, hayretlere de düşürmüyorum, sıradan ve normal bir yaratık olmanın dayanılmaz hafifliğine dayana dayana eski çalıştığım işyerini tabelasını yeniden okuyorum ve devam ediyorum yoluma! Ruhumda daralma yerine, enerjik bir hal var, bu hava, bu yağmur damlaları beni evime göndermek istemiyorlar. Her damla ayrı bir dil konuşuyor. Elementlerin her biri şu anda bu damlacıkların atomunda ve yörüngesinde ki yerlerini alarak proton olarak bana damlıyor sadece. Bu kadar proton izotoplarımda başıma tatlı bela olurken yağmur çiseliyor ve evler ışık kütleleriyle gülümsüyorlar yüzüme. Yeni yapılmış son derece modern bir binanın balkonun da iki kadın sigaralarını tüttürerek hararetli hararetli konuşuyorlar yeni yıl hediyeleri üzerine. Belliki onlarda Noel telaşı başlamış. Ah diyorum içimden, hep birilerini mutlu etmek için uğraşan biz insanlar, neden kendimizi de mutlu etmek için uğraşmıyoruz diye sitem ediyorum bir anlığına plüvofilliğimi unutarak. Ve birden silkeleniyorum, “gerginlik yapıp kendini lütfen strese sokma Hasan Hüseyin” diyerek uzaklaşıyorum kentin içini düşünerek. Yüreğim nehire kadar yürümek istiyor, butün içimde ki her türlü pisliği silkelemeye çalıştığım şu “kadim dost Main Nehiri”.
Geceler, ilaçtır yaralarıma
Yaralarım konuşur hücre hücre onlarla …
Geceler, süslenir yıldızların gülleriyle
Mehtap sevdaya benzer gökyüzünde
Geceler, söyler bütün beklentilerimi
Sessizce konuşarak silkeler içimi
Bir dağ başında, bir kayanın gölgesinde
Uzanmış seyrediyoruz beraber gökyüzünü
Başın dizlerimin üstünde
Ve başlıyoruz ümitle güne
Günaydınlar yeryüzü,
İnsan insanı acıtıyor muşmeğer. Bazen bilmeden bazen de bilerek! Ya da giderek! Ortada hiç bir sebep yokken, oratdan kaybolarak, halkın deyimiyle „biraz zora geldimi sıvışarak“ ortadan yok olmak!
„Kayıplara karışmak, sırra kadem basmak, toz olmak“ gibi bir çok anonim sözler topluma yerleşerek insanların birbirlerine olan güvensizliklerini veya güvenilirlikklerini bu ve buna benzer birçok sözcükle dile getirmişlerdir.
Tabi ki, John Locke’nin de söylediği gibi; bize içinde yaşadığımız toplum aracılığıyla „duyusal girdiler“ etki ederek beynimizde ki boşlukları bu toplumsal etkilenmelerle doldurarak ve sonra da sorgulamadan üzerimize alarak yaşam biçimi ediniriz ve bundan da toplumsal bireyler, kendi üzerine aldıkları yanlışları doğru kabul ederek „gelişigüzel“ yaşarlar/ yaşarız. İleriki gelişim yıllarından bu yanlışlardan, toplumun bize zorla kabul ettirdiği; normlar, örfler, adetler, alışkanlıklar, gelenekler, görenekler, … yaşam biçimi olur maalesef. Bu yukarıdaki toplumsal baskı araçlarından kurtulmak ise artık psikolojik krizlerin, toplumsal sorunların, sınıf savaşlarının bir çelişkisi olarak orataya çıkar ve dayatmalarla kendini var etme savaşı verir.
Mazi de kaldı şimdi
O sevinçli ve neşeli günler;
Günler ki,
acıdan içimizi inim inim inletirler
Günler bazen güzeldirler,
Bazen de cehenneme benzerler
Her şeyde bir hüzün var,
Dizeler hüzünden doğar!
Akşamlar hüzünle başlar
Ve gecelerde buram buram
Hüzün akar!
Sevdim seni boydan boya,
Uzanıp gökyüzünü seyrettiğim
Bir söğüt ağacının gölgesi altında
Gözlerin adım attı bahara
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!