Gurbete İlk Yolculuk (öykü)

Seyit Burhaneddin Kekeç
1574

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Gurbete İlk Yolculuk (öykü)

Toprağı mı küstürmüştük nedendir bilmiyorum artık ekip biçtiğimizle geçinemez olmuştuk. Üç çocuk bir de bizim Köroğlu buna sen anamı da ekle etti mi altı nüfus. Zaten tarla bağ bahçe de kısıtlı. Babadan kalan tarlaları gardaşlar arasında pay etmiş, ekip biçerek hayatla cebelleşiyorduk. Ha bu arada ben adımı söylemeyi unuttum, ben Muhlis.

O sıralarda duyduk Almanya işçi alıyormuş. Hatta bir kaç köylü de gitmişti. Bir gün Almanya’ya giden çorapsızların Veli yazın birinde izine geldiydi. Adam bir geldi ki baştan ayağa değişmiş. Görünce tanımakta zorlandık. Başına bir föter şapka geçirmiş. Föter şapkanın arkasına da bir tavuk tüyü yerleştirmiş. Elinde bir de radyo, dinleye dinleye köy yollarında gezinip durdu.

Kahvede otururken millete Almanya’yı bir anlatıyor ki arkadaş millet radyo tiyatrosu gibi ağzı açık dinliyor. Almanya’da Köln diye bir şehirde kalıyormuş. Şehir o kadar güzelmiş ki tam ortasından bir nehir geçiyormuş. Üzerinden kocaman kocaman yük gemileri gidiyormuş. Kenarlarında insanlar balık tutup yüzüyorlarmış. Şehir ben deyim Ankara sen de İstanbul kadar büyükmüş. Caddelerinde son model arabalar cirit atıyormuş. Yollar hep asfaltmış. Yağmur yağdığında sokaklarında ne çamur olurmuş ne de su birikirmiş. Çünkü yollar hep asfalt kaplıymış. Her evde televizyon denen görüntülü radyo varmış. Bir nevi televizyon alan herkes sinemayı evine alıyormuş. Evlerinde televizyondan sinema seyrediyorlarmış. Hem bu televizyonlar renkliymiş de. Bir kaç dalga da yayını varmış. Hepsinde değişik şeyler oynuyormuş. Bir dalgayı beğenmeyen başka dalgaya geçebiliyormuş. Köln de birçok fabrika varmış. İnsanlar bu fabrikalarda çalışarak para kazanıyorlarmış. Köylülerin tarlada akşama kadar çalıştıkları gibi değilmiş oraları. Fabrikada insanlar en fazla sekiz saat çalışıyorlarmış. Eğer fazladan mesai yapmak zorunda olurlarsa fabrika ekstradan fazla ücret ödüyormuş. Bayağı da iyi para kazanıyormuş herkes. Eğer böyle giderse şehirden bir ev bir dükkân almam fazla sürmez diyordu. Adam bir anlatıyor ki bütün köylü gözlerini kapatıp onun anlattıklarının hayalini kura kura ağzı açık dinliyor. Çok da para kazanmış. Bir kaç kez tüm kahveye gazoz ısmarlamış. Millette bir Almanya’ya gitme isteği uyandı ki hiç sorma.

Bütün dinlediklerimi bende eve dönüp hanıma anlatıyorum. O da duydukları karşısında şaşırıp kalıyordu. En çok da televizyonu anlattığımda, “Görüntülü radyo ha” diye şaşkınlığını gizleyemiyordu. Ben de dayanamayıp sordum hanıma, “Acaba ben de mi Almanya’ya gitsem” ha ne dersin? Hanım hemen korkularını sıraladı. Çoluk çocuğa nasıl bakacakmış? Oraya gittiğimde bir Alman kadınına kapılırsam kendisi ne yaparmış? Tabii ben ona her türlü teminatı vererek korkularını gidermeye çalışıyordum. Sonunda hanım asıl soruyu sordu. “Hem sen nasıl gideceksin Almanya’ya? Ne yol bilirsin ne iz? Elde yok avuçta yok, hangi parayla gideceksin?

-Ya hanım yapma, Veli daha burada gider sorarım. Belki bakarsın bana da yol yordam gösterip yardım eder.

Hanım çok sinirlenmişti. “Aha kapı aha da yol kimseyi zorla tutamam ben” deyip restini çekti.

Ben de can sıkıntısıyla lastik ayakkabıyı giydiğim gibi çıktım evden. Yolda avare avare dolanırken şans bu ya Veli’yle karşılaştım. Hemen selam verip vardım yanına.

-Ya Veli gardaşım memleketin halini biliyorsun. Tarlalar verimsizleşmeye başladı. Hoş ne kadar verimli olsa da altı baş horanta. Çocuklar şimdilik ufak ama büyüdükçe onların da dertleri artacak. Sen iyi ettin Almanya’ya gitmekle. Düşünüyorum da galiba bende gitsem iyi olacak. Şöyle on-on beş dönüm daha tarla alırsam çoluk çocuğumun rızkını çıkarırım diye düşünüyorum. O zamanda döner gelirim ama nasıl gideceğim daha onu bilmiyorum. Allah rızası için yardımcı olur musun?

-Ne demek gardaş, tabii ki yardımcı olmaya çalışırım. Almanya’ya gitmek için önce şehirdeki İş ve İşçi Bulma Kurumuna Almanya gitmek için yazılacaksın. Ondan sonrası kendiliğinden gelir. Sonra seni Ankara’ya sağlık kontrolü için çağıracaklar. Peşin peşin söyleyim bütün vücuduna dikkat ediyorlar. Hatta ağzının içine bile bakıyorlar. Eğer bir hastalığın filan varsa o kadar uğraşmadan hemen vazgeç.
-Yok gardaşım, Allah’a şükür turp gibiyim. Taşı sıksam suyunu çıkartırım.
-Maşallah, zaten sağlık kontrolünü geçtikten sonra sana ya bir tren ya da uçak bileti gönderiyorlar. Sen de hemen pasaportunu çıkartıp düşüyorsun yola. Oraya vardığında sana çalışacağın fabrikayı kalacağın yeri gösteriyorlar. Adamlar her şeyi ayarlamışlar. Bir şey olursa tercüman var onun sayesinde derdimizi anlatıyoruz onlarda bize ne yapmamız gerektiğini söylüyorlar. Mesele oraya gidene kadar işte. Pasaport çıkartman lazım. Şehire gidip İş ve İşçi Bulma Kurumuna yazılman lazım. Sonra bir de Ankara’ya gideceksin. Bunlar hep para, var mı o kadar birikmişin?
-Dedim ya gardaş, karnımızı doyurduğumuza şükrediyoruz. Nasıl para biriktirebilirim ki. Çok para gider mi bütün bunlar için?
-Eh işte birkaç yüz lira gider.
-Ney birkaç yüz lira mı? Abooo ben nerden bulucam o kadar parayı.
-Valla orasını bilmem. Tarla mı satarsın ne yaparsın bilmem ama gittikten sonra kat be kat fazlasını kazanacağından emin olmalısın.
-Ben tarlanın birine bir müşteri bakayım o zaman. Ondan sonra işlemlere başlarım.
-Hangi tarlayı satmayı düşünüyon?
-Valla en ufak tarlalardan birini satarım herhalde. Köyün yamacındaki tarlaya herhalde bir müşteri bulurum.
-Ne kadar eder ki o tarla?
-Geçen yıl abim orayı istediydi ama parasını peşin ödeyemeyeceği için satmadıydım. Bir sorayım bakayım. Varsa parası ona satarım.
-İyi, bir sor bakalım. Alamazsa ben alayım. Hem senin işin görülsün hem de ben bir tarla almış olayım. Abinle konuş almazsa para konusunda anlaşırız. Hem sana işlemlerinde yardım da ederim. İşçi bulmaya filan beraber gideriz.
-Vallaha mı diyon?
-He ya valla

Hemen Veli’yle ısmarlaşıp abim Duran’ın evinin yolunu tuttum. Vardığımda Duran evdeydi. Ona durumu anlatıp, “Abi alabilirsen sen al. Baba yadigârı yabancıya gitmesin” dedim. Ama Duran’ın durumu da benden farklı değil.
-Gardaşım iyi diyon doğru diyon da gel gör ki benim de senden kalır yanım yok. Param olsa tarlayı sattırmam da almam da. O parayı sana borç olarak veririm ama gel gör ki yokluğun gözü kör olsun işte. Mademki bu kadar istiyon gitmeyi tarlayı Veli’ye sat. Belki ilerde ondan geri alırsın.

Abimle biraz daha hoş beş ettikten sonra müsaade isteyip ayrıldım. Veli’yi nerede bulacağımı düşünürken birden aklıma geldi. Köy dediğin birkaç sokaktan ibaret bir yer. Veli gitse gitse nereye gidecek. Ya evinde olur ya kahvede. Kahvenin yolunu tuttum. Veli Kahvede yoktu. Evine varıp kapıyı çaldım. Kapıyı karısı açtı. Selam verip Veli’yi sordum. “Evde abi, içeri buyur.”

Veli’yle pazarlığımızı yapıp tarlanın fiyatında anlaştık. Ondan da eğer sıkışıp satmak zorunda kalırsa ilk bana soracağına dair de söz aldım. Ertesi günü satış ve pasaport işlemlerini başlatmak üzere anlaştık.
O gece sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Bir yerde baba yadigârı tarlayı satmış olmanın üzüntüsü diğer yanda Almanya için işlemlere başlayacak olmanın heyecanıyla sabahı sabah ettim. Sabah erkenden soluğu Veli’nin evinde aldım. O da uyanmış hazırlanmıştı. Yürüye yürüye köyün 5 km kadar yakınından geçen şehirlerarası oto yola kadar geldik. Yoldan geçen bir otobüsü durdurarak önce kasabaya gittik. Tarla satış işlemleri için resmi dairelerdeki işimiz bitince bana tarlanın parasını verdi. Sonrasında Veli beni bir kırtasiyeciye götürdü. Bazı evraklar aldık. Benim okuma yazmam olmadığı için onları beraber doldurduk. İşlemler bitince tekrar köye döndük. Muhtarı bularak kırtasiyeciden aldığımız evrakların bazı yerlerine mühür bastırdık. Artık o gün dönmeye başlamış şehire gitmek için geç kalmıştık.

Ertesi gün yine önce kasabadaki kaymakamlığa nüfus dairesine uğradık. Uğradık ama neye uğradığımızı sormayın vallaha ben de bilmiyorum. Sağ olsun Veli’nin başından önceden geçtiği için o her şeyi biliyordu. Sonra bir otobüse binerek vilayete vardık. Önce bir fotografçıya gidip vesikalık fotoğraf çektirdik. Sonra İş ve İşçi Bulma Kurumuna giderek Almanya’ya işçi olarak gitmek için yazıldım. Oradan Emniyet Müdürlüğüne gidip pasaport müracaatı yaptım. İşte o zaman anladım Veli’nin neden o kadar resmi dairelere gidip evrakları mühürlettiğini. Veli bütün belgeleri hazırlayıp gelmişti. Veli evrakları verdi görevli memura verdi. Memur evrakları inceledikten sonra bir hafta sonra gelip pasaportunu alabilirsin dedi. Her şeyi bir gün içinde bitirmiştik. Ben sevinçten ne yapacağımı bilemiyordum.

Dönüşte bir lokantaya girip kebap yedik. Sağ olsun Veli elimi cebime attırmadı. Senin paran sana daha lazım olacak. Şimdilik para zamanın değil dedi. Akşama köye döndük. Köyde herkes benim Almanya’ya müracaat için şehire gittiğimi öğrenmişti. Karşılaştığımız herkes, “Haydi hayırlı olsun. Tez zamanda işin hallolur inşallah” diyordu.

Bu arada Veli’nin izin süresi de dolmuştu. Bir hafta sonra ben pasaportu almaya şehire giderken Veli’de benimle gelmişti. Ben pasaportumu aldıktan sonra Veli’yi uğurlamaya tren garına gittim. Birkaç saat bekledikten sonra Veli’nin treni de gelmişti. Veli trene binmeden, “Almanya’ya geldiğinde mutlaka buluşalım. İşte benim adresim. Gittiğimde sana bir telefon numarası da gönderirim. Hangi saatlerde araman gerektiğini de yazarım. Sana yazacağım numara bir Türk Kahvesinin telefon numarası olacak. Orada bulunacağım saatleri yazarım. Sende ona göre ararsın” dedi.

Veli’ye her şey için teşekkür edip hayırlı yolculuklar dileyip uğurladıktan sonra bende köyün yolunu tuttum.

Aradan bir ay geçmişti ama bizim Almanya işinden bir ses soluk yoktu. Ama bu arada Veli bana bir mektup yazmış ve telefon numarası göndermişti. Almanya’ya gittiğimde kendisini mutlaka aramamı yazıyordu. Mektubu pasaportumun arasına koyup sakladım. Hele gelir deyip beklemeye devam ettik. Aradan iki ay geçmişti ama hala bir ses seda yoktu. Artık köylünün diline düşmeye başlamıştım. Baktım olmayacak bir otobüse atlayıp şehirdeki İş ve İşçi Bulma Kurumuna gittim. Oradaki memura durumu anlatıp bir haber gelmediğini söylediğimde memur çıkışarak, “Bu iş senin bahçende beslediğin tavuk işi mi ki sabaha yumurta versin? Sabredip bekleyeceksin arkadaş” deyince çaresiz köyün yolunu tuttum. Köyde yavaş yavaş alay konusu olmaya başlamıştım. Köylüye göre hem bir sürü para harcamış hem de elimdeki tarlayı kaptırmıştım. Bende ise yavaş yavaş bir umutsuzluk başlamıştı.

Neyse müracaatımın üçüncü ayında nihayet bir mektup geldi İşçi bulma kurumundan. Mektubu kaptığım gibi soluğu muhtarın yanında aldım. Muhtar mektubu okuyup içindekileri söyledi. Mektupta belirtilen tarihte Ankara’daki İş ve İşçi Bulma Kurumunda olmam gerektiği söyleniyordu. Sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım. Elimde mektup köyün meydanında bir sağa bir sola koşturarak bağırıyordum. “Geldi, mektubum geldi Ankara’ya gidiyorum” diye bağırıyordum. Köylüler daha önce alaylı tavırlarının mahcubiyeti içerisinde hayırlı olsun dediler.

Birkaç gün sonra ben soluğu Ankara’daki İş ve İşçi Bulma kurumunda almıştım. Benim gibi yüzlerce insan sıra bekliyordu. Sırayla bize gelen mektupları görevliye veriyorduk. Görevlinin gösterdiği yere gidiyorduk ama oraya giren geri çıkmıyordu. Ne oluyor orada diye herkesi bir merak almıştı. Görevliye sorduğumuzda bekleyin siz de göreceksiniz diyor başka da bir şey demiyordu. Sonra bizi yirmi beşer kişilik gruplar halinde bir odaya soktular. Bir yer gösterip donumuz kalana kadar soyunmamızı istediler. Herkes biraz mahcup biraz utanarak soyunuyordu. Sonra bizi bir odaya aldılar. Hepimiz tek sıra dizilmiştik. Odada iki tane beyaz önlük giymiş doktor vardı. Onların yanında birer tane de tercüman. Tercüman vasıtasıyla daha önce bir rahatsızlık geçirip geçirmediğimizi soruyordu. Sonra ellerindeki aletlerle kalbimizi dinleyip tansiyonumuza bakıyorlardı. Daha sonra ağzımızın içine kadar bakıp vücutlarımızı iyice kontrol ettiler. Daha sonra da elimize bir kâğıt verip bu kâğıtla devlet hastanesinde röntgen çektirmemizi söylediler.
Muayenesi biten grup üstünü giyinmeye gidiyor onların yerini bir başka grup alıyordu. İşçi Bulma Kurumundaki kaosu önlemek için de giriş çıkışları farklı kapılardan yapmışlardı. Muayenem bitince hemen üstümü giyip soluğu devlet hastanesinde aldım. Röntgenim çekildi da sonra beni bir labaravatuara gönderdiler. Kan ve idrar örneği aldılar. Daha sonra oradaki bir görevli bizlere evlere gidebileceğimizi söyledi. Biz bundan sonra ne olacak dediğimizde, “Sizlerin röntgeninizi, kan ve idrar tahlillerinizi Avrupa’dan gelen sağlıkçılar inceleyecek. Çalışmasında sağlık yönünden bir sorunu olmayanların evlerine uçak ya da tren biletleri gönderilecek. Uçak ya da treninizin kalkacağı tarihte de Avrupa’ya yolculuğunuz başlıyor arkadaşlar”.

Ankara’dan köye dönüyordum ama içimde korkunun bin bir hali vardı. Ya röntgende ya da kanda bir şey çıkar da gidemezsem? Bunca emek bunca harcadığım para bunca zaman boşa mı gidecekti? Bildiğim duaları yol boyunca içimden okuya okuya köyün yolunu tuttum.

Sıkıntılı bir bekleyiş süresi daha başlamıştı. Her gelen ne oldu, ne zaman gideceksin diye yine sormaya başlamıştı. Her günüm korku ve endişeyle geçiyordu. Yüzmüş kuyruğuna gelmişken bir sağlık raporunun her şeyi mahvetmesinden korkuyordum.

Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Bir gün öğle üzeri kahvede otururken postacı elinde bir mektupla yanıma geldi. “Gözün aydın Muhlis. Senin Almanya işi oldu galiba. Eğer olduysa bak müjdemi isterim ona göre” dedi. Ben sevinçle hele bir olsun dile benden ne dilersen deyip sevinçle mektubu zedelemeye korkarak itinayla açtım. Zarfın içinde uçak biletim vardı. Yanında da bir mektup vardı. Postacıya hemen bir gazoz söyleyip yanıma oturtup mektubu okuttum. Bir hafta sonra Ankara’dan uçağım kalkacaktı. Mektupta kaçta hava alnında olmam gerektiği kaç kilo yük hakkım olduğu filan yazıyordu.

Ben sevinçten havalara uçuyordum ama hanımı kara bir düşünce almıştı. Bütün bir hafta boyunca gelen gidenden başımızı alamamıştık. Sadece yatakta baş başa kalabiliyorduk. Orada da, “Aman gözünü seveyim oraya gidince arkanı unutma. Alman karıları güzel olurmuş. Onlara kapılıp da yavrularını boynu bükük bırakma. Gider gitmez mektup yaz. Bizi habersiz koyma. Sen bizim evimizin direğisin. Sen benim gören gözüm tutan elimsin. Ne yaparsan yap beni sakat bırakma” deyip gözyaşlarına boğuluyordu.

Sayılı günler çabuk geçermiş. Altı gün sonra Ankara’ya yolculuğuna hazırlanmıştım. Bavulum evraklarım her şeyim hazırdı. Evden çıkmadan hanımı karşıma alıp,

-Halime’m, karakaşlı kara gözlüm yârim. Ben gözümü açtım seni gördüm. Yar diye senden başkasının elini tutmadım. Senden ayrı kalmak bana kolay mı sanırsın. Ben gidiyorum ama ruhum kalbim burada sizinle kalıyor. Ne mutlu ki bana senin gibi bir eşim var. Biliyorum yavrularımı en iyi şekilde bakıp gözetirsin ama yine de aklım fikrim sizde olacak. Siz ne kadar iyi olursanız ben de orada o kadar iyi olucam. Alman karısından bana ne. Benim aklımda fikrimde gönlümde sen varsın. Bütün Alman kadınları bir araya gelse senin kesip attığın tırnağın olamazlar. Sende beni mektupsuz koyma olur mu? Yavrularımı anamı sana seni de Allah’a emanet ediyorum.

Hanımla öyle bir kucaklaşmıştık ki sanki tek beden haline gelivermiştik. Halime ağlıyordu, ben de gözyaşlarımı tutamamıştım. Anadolu yerinde erkeğin ağlaması hoş karşılanmazdı. Bu yüzden evden çıkmadan elimi yüzümü iyice yıkadım. Kapıda anamla da vedalaştım. Anam ağlayınca bu kez yine dayanamayıp göz pınarlarının bentlerini yıktık. Anamın elini öpüp helallik diledim. Bacım ve eniştem gelmişti. Onlarla da ısmarlaştım. Evin önünde hüzünlü bir veda sahnesi sergileniyordu. Abim yengem ve yeğenlerimle de vedalaştım.

Elimde tahta bir bavul başımda sekiz köşe bir kasket köy meydanından oto yola doğru yürümeye başladım. Yolda karşılaştığım köylülerle bir kez daha vedalaşarak yürümeye devam ettim. Abim ve yengemle evde vedalaşmamıza rağmen abim yalnız bırakmadı. O da benimle birlikte oto yola kadar geleceğini söyledi, itiraz etmedim. Yolda abime işlerimi yoluna koyarsam kendisini de Almanya’ya götüreceğime söz verdim.

Uzun bir yolculuktan sonra Ankara’ya daha sonra bindiğim uçakla nihayet Almanya’ya gelmiştim. Orada bizi Alman yetkililer bizi bir sürprizle karşıladılar. Bir folklor ekibi gelmiş Anadolu’nun değişik bölgelerinin halk oyunlarını sergiliyorlardı. Biz bir süre halk oyunlarını izlerken birkaç Alman folklor ekibine katılıp halay çekmeyi denediler. Bu bizim için sürpriz olmuştu. Bir süre sonra isimler okunarak bizleri otobüslere bindirdiler. Otobüsler başlangıçta birlikte hareket ettiler ama daha sonra yolda dağıldık. Otobüsler işçilerin kalacağı şehirlere göre dağılmaya başlamışlardı.

Muhlis’in içinde bulunduğu otobüs Duisburg şehrine gelmişti. Otobüs bahçesi geniş büyük bir binanın önünde durmuştu. Herkes otobüsten inip binanın yemekhanesine gitti. Orada kendilerine yemekler hazırlanmıştı. Ama hiç kimsenin eli yemeğe gitmiyordu. Yetkililer bir terslik olduğunu anlamışlardı. Tercüman aracılığı ile neden yemek yemedikleri soruldu. Alınan cevap yüzlerinde tebessüm oluşturmuştu. “Biz Müslümanız, yemeklerin içinde domuz eti olmadığından emin olmadığımız için yemiyoruz” demişlerdi. Yetkililer, “Beyler korkmayın, siz gelmeden biz sizin kültürünüzle ilgili araştırma yapmıştık. Dolayısıyla yemeklerinizde domuz eti yok. Gönül rahatlığı içerisinde yiyebilirsiniz. Bundan sonraki yemeklerinizde de kesinlikle domuz eti olmayacak”.

Herkes besmele çekip yemek yemeye başladı. Onlar yemek yerken bir yetkili onlara bilgi vermeye devam ediyordu. “Çay kahve gibi ihtiyaçlarınızı bu yemekhanede bulabilirsiniz. İleriki zamanlarda kendi evinizi tutup orada yaşamak isterseniz size yine yardımcı olmaya çalışacağız. Uyum süreci boyunca sizlere yardımcı olmaya çalışacağız. Daha sonra ise nerede kalacakları ve nerede çalışacakları konusunda bilgi vermeye başladı. Tabi onların anlattıklarını yine bir tercüman Türkçeye çeviriyordu.

Yemekten sonra herkesi kalacakları odalara yerleştirdiler. Odalar genişti ve odalarda altlı üstlü olmak üzere ranzalar ve dolaplar vardı. Her bir odada dört kişi kalacak şekilde dağıtım yaptılar. Geldikleri ilk gün Cuma idi. İki gün sonra yani Pazartesi günü iş başı yapacakları söylendi. Kendilerine birer zarf dağıtıldı. Bu zarflarda bir miktar para vardı. Bu verilen paraların daha sonra maaşlarından taksitle kesileceğini söylediler. Bu şekilde yeni gelen işçiler ihtiyaçlarını karşılayabileceklerdi. Sonra herkese iyi istirahatler dileyerek yanlarından ayrıldılar.

Herkes bir odaya girip bir yatak seçip üzerine uzanıyordu. Ne kadar yorulduklarının farkına ancak yatağa uzandıklarında hemen uyuduklarında anlamışlardı. Ertesi gün uyandıklarında binada kendilerinden başka işçilerin de olduklarını anladılar. İşçiler vardiya usulü çalıştıkları için yemekler de ona göre çıkıyordu. Herkes kendi memleketinden birini arıyordu. Bulamayınca da bir masaya oturup çevresini inceliyordu.

Muhlis masada yanında oturan işçiye ne zamandan beri burada olduğunu sordu. Adam bu binada kalanların en eskisinin 4-5 yıllık olduğunu zamanla şehri tanıyıp öğrendikçe buldukları bir kiralık eve taşındıklarını söyledi. Şehir büyük bir şehirdi. Savaşta binalar yerle bir olmuştu. İnsanlar ellerinden geldiği kadar tadilat yapıp oturulacak hale getirmeye çalışıyorlardı. Yeni binalar yapılmaktaydı ama kirası çok pahalı olduğu için Türkler genelde savaşta hasar almış daha sonra tadilat yapılan evleri kiralıyorlardı. Bu evler çok ucuz oluyordu. İnsanlar en azından evlerinde istedikleri gibi yaşıyorlardı. Pansiyonun bazı sıkıcı kurallarından kurtulmuş oluyorlardı. Hafta sonları kendi evlerinde diledikleri gibi yaşıyorlardı.

Pansiyonda yemek filan veriliyordu ama hafta sonları için kısıtlayıcı kuralları vardı. Belli bir saatten sonra pansiyona giriş yapamıyorlardı. Geç kalan işçiler dışarda sabahlamak zorunda kalabiliyorlardı. Ayrıca bütün işçiler yoğun ve ağır işlerde çalıştıklarından dolayı uyuduklarında horlamaya başlıyorlardı. Doğal olarak bazı işçiler uyumakta zorlanıyorlardı. Ama bir süre sonra onlarda yorgunluktan bitap düştüklerinden uykuya dalıp horlamaya başlıyorlardı.

Şehir Köln kadar olmasa da Duisburg’da büyük bir şehirdi. Şehrin çevresinde birçok fabrika bulunmaktaydı. Oberhausen Düsseldorf Essen gibi şehirler de çok yakındı. Bu bölge tam bir sanayi bölgesiydi. Muhlis o gün pansiyonda eski olanlardan Bekir’le birlikte dışarı çıktı. Birlikte şehri gezdiler. Veli’nin anlattığı Köln gibi Duisburg’un da ortasından bir nehir geçiyordu. Yalnız Duisburg Veli’nin anlattığı Köln’ün tersine bayağı bir eski evlerle doluydu. Şehir ikinci dünya savaşı yaralarını henüz saramamıştı.

Bekir’le gezerlerken üzerinde Karstad yazan bir binaya girdiler. Muhlis hayatında ilk defa bu kadar büyük ve çok katlı bir alışveriş merkezine giriyordu. Burada her şey satılıyordu. Elbisesinden mutfak malzemelerine, radyo televizyonundan bazı yiyecek ve içecek maddelerine kadar her şey satılıyordu. Bekir, bir kalem bir defter bir de içerisinde birçok zarf olan bir paket aldı. Muhlis’e de almasını tavsiye etti. Muhlis neden diye sorunca Bekir, “Memlekete mektup yazmayacak mısın? Bu defter yapraklarına yazar sonra da bu zarfa koyar postaya atarsın. Bunun için milletten kâğıt kalem dilenmeyeceksin herhalde”. Muhlis, “Doğru diyon gardaş dur ben de alayım” deyip onun aldıklarının aynısından aldı. Aldıklarını kasada bir poşet içerisine koyup öyle vermişlerdi. İki arkadaş uzun süre şehri gezdikleri için yorgun düşmüşlerdi. Arkadaşı Bekir burada bekle deyip bir markete girdi. Elinde iki içecekle geri döndü. Birini Muhlis’e uzatıp, “Haydi şu nehir kenarındaki banka oturup birer kola içelim dedi”. Kolanın ne olduğunu Muhlis anlamamıştı ama uzatılan kolayı da “Sağ ol” deyip aldı. Sonra nehir kenarındaki bir banka oturdular. Arkadaşı içeceğinin kapağını açıp bir yudum aldı. “Oooh be, içim yanmış” dedi. Muhlis de kolanın kapağını açıp şişeyi kafasına dikmesiyle püskürtmesi bir oldu. Arkadaşı onun haline katıla katıla gülüyordu. İçerken genzi yanmıştı. Genzi yanınca da püskürtmeye çalışmış bu arada da sallantıdan etkilenen kola kabarmış bir kısmı burnundan çıkmıştı. Muhlis bu yüzden bir öksürük nöbetine yakalandı. Bekir Muhlis’in sırtına vurarak, “Helal, helal” diyordu.

Bir süre sonra sakinleşen Muhlis kolayı bu kez daha temkinli yavaş ve ufak yudumlar halinde içmeye devam etti. Kola dedikleri siyah bir içecekti. Sallandığında içindeki gazdan dolayı köpürüyordu. Köpüğü tatlıydı. Ağızda önce yakıcı bir tat oluşturuyordu ama tatlıydı. Boğazını yakarak mideye doğru yol alırken ağızda bambaşka bir tat bırakıyordu. Muhlis çok sevmişti kolayı. Hem kola içip hem konuştular. Muhlis kolasını bitirdiğinde, “Geçmişlerinin ruhu şad olsun, ziyade olsun” dedi. Arkadaşı Bekir, “Afiyet olsun” diyerek karşılık verdi.

Daha sonra geldikleri gibi yavaş yavaş pansiyona döndüler. Döndüklerinde yemek vaktine daha vardı. Muhlis odasına gidip eşyalarını dolabına yerleştirdi. Odada bulunan arkadaşlarıyla o gün neler yaptıklarına dair konuştular. Bir süre sonra yemek vakti gelmişti. Hep birlikte yemeğe inip yemeklerini yediler. Daha sonra orada bulunanlardan okuma yazma bilen birini bulup rica ederek karısına mektup yazmasında kendisine yardımcı olmasını istedi. Adam halden anlayan biri olmalıydı ki onu kırmadı. Önce birer bardak çay aldılar. Sonra sakin bir masa seçip sandalyelere oturdular.

Mektup da herkesin adını anarak selam yazdırdı. Bu yüzden mektubun yarısı selamla dolmuştu. Sonra Ankara’dan bulundukları pansiyona gelene kadar başından geçenleri özetlemeye çalışarak yazdırdı. Sonu kestane kebap yemesi sevap acele cevap beklerim diye bitirmişti. Mektubu yazan arkadaşından utandığı için eşine çocuklarına duyduğu hasreti dile getirememişti. Daha sonra mektubu yazan kişi pansiyonun adresini deftere ve zarflardan birinin arkasına yazdı. Ön tarafına da evinin adresini yazdırıp cebine koydu. Ertesi günü dışarı çıktığımda atarım diye düşünüyordu ama Pazar günü Almanya’da her yerin kapalı olduğunu tabii ki bilmiyordu. Pazar günü her tarafın kapalı olduğunu öğrendiğinde ertesi günü çarşıya çıkacak arkadaşlarından birine posta pulu parası verip mektubunu atmasını rica etti. Böylece ilk mektubunu yazdırıp göndermiş oluyordu.

Pazartesi günü çalışacağı fabrikaya servis otobüsleriyle gittiler. İşçileri çalışacakları bölümlere dağıtıp yapacakları işi tercümanlar aracılığı ile anlatıyorlardı. Yaptıkları iş genelde teknik beceri gerektirmeyen beden işleriydi. Muhlis ilk günden pür dikkat kesilerek işini öğrenmeye çalıştı. Bir kaç saat sonrasında kahve molasına gittiler. Sigara eşliğinde kahve içtiler. Bu Almanların kahveleri de farklıydı. Kahvenin içine süt ya da süt tozu ve şeker katıp karıştırarak içiyorlardı. Muhlis sigarayı kahveyle içtiğinde damağında farklı bir tat hissetti. O günden sonra bir daha kahvesini sigarasız içmedi.

Günler günleri kovalıyordu. Muhlis işine dört elle sarılmış elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Yemekleri sorun olmuyordu. Üst başın yıkanması için de pansiyonda çamaşır makinaları kurulmuştu. Herkes sırasıyla esvaplarını yıkıyorlar kuruması içinde odalarındaki ranzalarının kenarlarına asıyorlardı. Aradan bir ay geçmiş ilk maaşlarını almışlardı. Fabrikada beraber çalışmak zorunda kaldıkları Ali adında bir gençle tanışmıştı. Ali yaşı genç ve bekar olmasına rağmen rızkını yurt dışında arayanlar kervanın katılmıştı. Ali de aynı pansiyonda kalıyordu. Aynı işte çalıştıkları için pansiyonda da haliyle daha da yakınlaşmışlardı. Zamanla işçiler arasında oda değiştirmeler yaşanmaya başladı. Ali de Muhlis’in bulunduğu odaya taşındı.

Hafta sonları birlikte dışarı çıkıyor gezip tozuyorlardı. Ali’nin bekar ve yakışıklı olması Hitler’in dul kalmış kadınlarının da dikkatinden kaçmadığı için Ali hafta sonları kapanın elinde kalıyordu. Muhlis yapma etme dese de Ali dinlemiyordu. Ali bazen kadınların evinde kalıyor pansiyona bile gelmiyordu. Muhlis Ali’ye nasihatler etmeye çalışıyordu. Ama Ali her seferinde abi evlenince mecburen bırakacağız. Bırak o güne kadar bekarlığın keyfini süreyim diyordu. Ali’nin boş zamanlarını yakaladıkça da hanımına mektup yazdırıyordu. Ali bir bıkmadan usanmadan Muhlis ne derse yazıyordu. Muhlis mektuba köyü memleketi nasıl özlediğini yazdırıyordu ama eşini çoluğunu çocuğunu özlediğini yazdırmıyordu. Bir defasında dayanamayıp sordu.

-Yahu abi sen yengemi hiç seviyor musun? Hiç çoluğunu çocuğunu eşini özlemiyor musun? Memleketin dağını taşını kuşunu özlediğini yazdırıyorsun da neden onları özlediğini onları ne kadar sevdiğini yazdırmıyorsun?
-Özlemem mi gardaşım. Burnumda tütüyor hepsi. Ama gel gör ki biz köy yerinde yetişmişiz. Biz hiçbir zaman sevgimizi dile getirememişiz ki. Evde ana babaya saygıdan mektupta yazdırırken senden hanım başkasına okuturken okuyandan utanır o yüzden yazdıramam sevdamı hasretimi. Dağa taşa uçan kuşa yazdığım hasreti eşim kendine olduğunu anlamaz mı sanırsın. Amma velakin biz böyle görmüşüz böyle yetişmişiz.
-Tamam, öyle görmüş öyle yetişmişsin ama öyle de gidecek diye bir kural yok. İçinden ne geçiyorsa sen söyle ben yazacağım. Yoksa senin ağzından ben yazarım ona göre.
Muhlis hafifçe kızarıp başını öne eğerken, “Tövbe estağfurullah” dedi gülerek. Ama Ali’nin zorlamalarına dayanamayarak içinden ne geçiyorsa söylemeye başladı.

-Karakaşlı kara gözlüm, yüreğimin sevdası ay yüzlüm. Hasretin öyle sardı ki ruhumu yanıyorum. Yanıyorum ama kimseye bir tek kelime diyemiyorum. Yanımda getirdiğim fotoğrafını gizli gizli öper koklarım. Daha önceki mektuplarımda utanıp yazdıramadığım için sanma seni özlemedim. Ama gel gör ki cahallığın gözü kör olsun işte. Okumam yazmam olsaydı sana kalbimden geçenleri anlatmaya kalksam buradan oraya yol olurdu. Dağa taşa uçan kuşa olan hasretlerimin sen olduğunu bilirim sen de anlamışsındır. Ama kusuruma bakma işte herkese gönlümüzden geçeni söyleyip yazdıramıyorum. Sağ olsun birlikte çalıştığımız Ali adında genç bir arkadaşım var. Onun sayesinde söyleyebiliyorum bu satırları. Yavrularımı kuzularımı çok özledim. Her birini benim için öp kokla sar sarmala. Hasretiniz ok gibi saplandı kalbime. Çıkarsam kanar çıkarmasam acıtır. Ama kader gülüm. Çoluk çocuğun geleceği için katlanacağız. Bu günler de geçecek inşallah. Almanya’nın bu sisli akşamlarında kalbimin bütün saflığıyla sevgilerimi gönderiyorum sana. Allah’a emanet olun. Kestane kebap acele cevap beklerim.
-Hah işte şöyle abi ya. Sevgini hasretini söyleyesin ki yengem senden umudunu kesmesin. Sen onun yüreği yanmaz mı sanırsın. Birbirinize sevginizi söyleyeceksiniz ki sevginiz yaralarınıza melhem olsun.
-Allah razı olsun gardaşım. Ne bileyim işte, cahallık.

Mektubun yazımı bitmişti. Zarfın üzerine adresler de yazılıp mektup zarfın içine konulup kapağı kapatıldı. Muhlis dilinin ucuyla zarf kapağının iç tarafını ıslatarak zarfın kapağını yapıştırıp postaya atmak üzere cebine koydu.

Muhlis mektubunu göndereli üç hafta geçmemişti ki cevabı geldi. Cevabında yazdığı sevgi dolu sözlerden memnuniyetini dile getiriyor o da Muhlis’e olan sevgisini hasretini dile getiriyordu. O da mektubu komşu kızı Gülizar’a okutup yine ona yazdırdığını söylüyordu. Ali’de Gülizar’da Muhlis ve Halime hakkında her şeyi öğrenmişlerdi. Artık onlar da aileden biri olmuşlardı.

Mektubun birinde Ali mektubun sonuna Gülizar için bir not yazdı. Ali notunda Gülizar’a aynen şunları söylemişti.

Gülizar Hanım el yazınız o kadar güzel ki sanki her harfi dantel gibi ilmek ilmek işlemişsiniz mektuplara. Kalbinizin ve yüzünüzün güzelliği adeta yazılara dökülmüş. Ah bir bilseniz sizi görüp tanımayı o kadar çok isterdim ki. Gelin görün ki arada gurbet var. Fırsat bulup mektubun sonuna bana da iki kelam ederseniz bu fakiri gurbet ellerinde sevindirir bahtiyar edersiniz.

Gülizar da bu kendisine yazılan kısımları okumuş. Gelen mektupta kısa bir cevap yazmıştı.

Ali Bey güzel sözleriniz için teşekkür ediyorum. Hiç görmediğiniz birine böylesi güzel sözler yazmak kolay olmasa gerek. Güzelliği görmek için kalbin güzel olması ve güzel bakmasını bilmesi gerek. Ne mutlu size ki güzel bakmayı bilen bir kalbiniz var. Bu vesileyle selamlarımı gönderiyorum.

Artık mektup yazmak için Muhlis acele etmiyordu. Gurbetin o hüzünlü matemi yüreğinde kök salmaya gurbete ve hasrete alışmaya başlamıştı. Ama nedense Ali iki haftada bir gelip, “Eee Muhlis abi mektup yazdırmayacak mısın?” diye sorar olmuştu. Muhlis buna bir anlam veremiyordu. “Ama madem sordun müsaitsen haydi yazalım” deyip başlıyorlardı mektup yazmaya.

Ali’yle Gülizar’ın birkaç satırla başlayan yazışmaları mektubun yarısını oluşturmaya başlamıştı. Birbirlerine kendi özelliklerinden bahsederek kendilerini karşı tarafa tanıtmaya çalışıyorlardı. Boylarından poslarından kilolarından neleri sevip nelerden hoşlandıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Tabii bunlardan ne Halime’nin ne de Muhlis’in haberi oluyordu.

Bu yazışmalar zamanla aşk mektubuna dönüşmeye başladı. Sevdasını dile getirip yazıya döken ilk Ali oldu. Ali mektupta aşkını şiirle anlatmaya çalışmıştı.

Gülizar seni hiç görmedim ama senin o gönül zenginliğine gönül güzelliğine aşık oldum. Seni hayalimde canlandırmaya çalışıyorum. Ama adın gibi sen de benim bahçemin en nadide gülü oluyorsun. Sonra seni güllere benzetmekten korkuyorum. Çünkü onların ömrü ancak bir bahar kadar kısa. Oysa ben ömrümün sonuna dek seni gönül bahçemin en nadide gülü olarak görmek istiyorum.

Henüz göremedim diye korkma sanma meçhuldeyim. Çok iyi bildiği bir yerde, kalbindeyim. Şu an yoksam yanında bil ki yolundayım. Geç kalırsam meraklanma. Son nefesim de olsa bil ki seninleyim…

Ne umutlar biriktirdim geleceğe dair bir bilsen. Her gün bir kâğıda bir umut yazıp pandora kutuma atıyorum. Kaç mektup oldu bilmiyorum. Sensiz geçen günlerim gibi mektupları da saymadım…

Gönlümün gülü gözümün sefası beynimin cefası. Ruhumu esir almakla bu sevdadan sen suçlusun. Sanma şikâyetçiyim ama anla artık. Sensiz yarımım, eksiğim. Gel artık gel bütünleyenim…

Ali’nin yazmış olduğu son sözler Gülizar’ın kalbindeki şüphe engellerini yıkıp yerle bir etmişti.

Ali gelecek mektubun cevabını merak ve heyecan içinde beklemişti. Gelen mektupta Gülizar da güzel bir cevap yazmıştı.

Sevdalı bir kalbin çektiği acizliği anlatamamanın acizliğini yaşıyorum. Seni düşünmek seni yaşamakmış diyor kendimi kandırıyorum. Sesin kulaklarıma dolmadan, ellerin ellerimi tutmadan gözlerinde kaybolmadan seni yaşamanın yalan olduğunu anlıyorum…

Kocası ölen bir komşumuz yarım kaldım demişti. Şimdi daha iyi anlıyorum. Seni tanıdığım günden beri yarımım…
Ali o kadar heyecanlanmıştı ki Muhlis bile farkına varmıştı. Ne oldu birine bir şey mi olmuş diye sordu. Ali o an bir karar vererek ne olacaksa olsun deyip her şeyi Muhlis’e anlattı.

Muhlis şaşkın şaşkın onu dinlemişti.

-Vay uyanık vaaay. Ben de sanıyorum hanıma mektup yazdırıyorum. Ben de diyorum yav söylediğim iki satır adam yazıyor da ha bire yazıyor diye şaşırıyordum. Madem öyle benim hanıma yazalım Gülizar’ın annesine durumu açsın. Yazın da Allah kısmet ederse birlikte izine gideriz. Senin düğünü yapar geliriz. Onlar da iki elti bizi beklerler artık. Kim bilir günün birinde belki onları da yanımıza alırız ha ne dersin?
-Allah derim ağabey Allah derim! Sen bana bu babalığı yap dile benden ne dilersen.
Muhlis gevrek gevrek gülüp, “İlk oğluna benim adımı vereceksin” dedi.
-Abi onu söylemene bile gerek yok. Mutluluğuma vesile olmuş birinin adını seve seve çocuğuma isim olarak veririm. Emrin başım gözüm üstüne.
-Dur aslanım coşma, ben şaka yaptım. Siz mutlu olun yeter. Bir yuva kurmuş olmanın sevabı yeter bize.
-Abi o zaman bir mektup daha yazmamız gerekiyor. Sen durumu yengeye izah et. Ben de Gülizar’a evlenme teklifi edeyim. Artık cevabına göre hareket ederiz.

Oturup bir mektup daha yazdılar. Muhlis durumu eşine de anlattı. Mektubun sonuna da Ali yine bir şiirle evlenme teklifini yaptı.

Acemi bir ressam becerisiyle
Bir tablo çizmek istiyorum
Üstü karlı engin zirvelerin hemen üzerinden
Bulutların hemen kıyısından,
Ürkek bir çocuğun nazlı bakışları gibi
Işıklarını dünyaya ileten güneş
Ve o an gözlerin geliyor aklıma
Buğulu buğulu bakan,
Bana nazarı her ulaştığında
Heyecanlanan,
Sanki on şiddetinde depreme tutulmuşçasına sarsılan kalbimle,
Hemen orada ölesi gelen ben...

Bakışların bir mum gibi eritirken beni
Sesinden başka sese sağır olan ben
Sana her seslenmek isteyişimde
Heyecandan dili tutulan,
Utanıp kızaran yüzüm,
Ve eylemsizlik kararı almış
Taş bir heykel bedenim
İşte bu anda istediği tek şey
Zaman, mekân mefhumlarından sıyrılmış lığımla
Ruhumdan ruhuna akmak istiyorum...

Özür dilerim,
Söylemek isteyip de
Nedeni her ne olursa olsun
Adını koyamadığım
Korkularımdan sıyrılıp
Söyleyemediğim için
Sana, seni seviyorum demek istiyorum...

Önünde diz çökmüş, gözlerim gözlerinde
Ve soruyorum
Ruhumu ruhunda
Ruhunu ruhumda yaşatır
Bir ömür sonrasında bile
Beni sevebilir misin?
Benimle evlenir misin?

Cevabını sabırsızlıkla bekliyorum.

Mektup biter bitmez postaya attılar. Günler ikisi için de geçmek bilmiyordu. Her gün hayaller kuruyorlardı. Eşlerini getirmişlerdi, herkes kendi evinde oturuyordu. Evleri yan yana komşulardı. Birlikte alış verişe gidiyorlar birlikte gezip tozuyorlardı. Sonra Ali’nin ilk çocuğu kız oluyordu. Çocuklar büyüyor Ali’nin kızını Muhlis’in oğluyla evlendirip gerçekten akraba oluyorlardı. Ama içlerinde yine de bir korku vardı. Ya gurbetçiye kız vermeyiz deyip kızı vermezlerse ne yapacaklardı? Ali heyecan içerisinde yemin billah edip kaçırırım abi diyordu. Muhlis onun bu haline gevrek gevrek gülüyordu.

İki hafta sonra bekledikleri mektup gelmişti. Kız tarafı olumlu yaklaşıyordu. Damat adayı bir gelsin görelim tanışalım. Bakalım nasıl biri demişlerdi.

Aradan tam otuz yıl geçmişti. Duisburgta Ren Nehrinin kenarındaki bir restoranda bir kaç masanın bileştiği masada kalabalık bir aile akşam yemeği yiyorlardı. Muhlis ve Ali’nin hayallerindeki gibi iki ailenin çocukları evlenmiş ve adını Gülnihal koydukları bir kızları olmuştu. Gülnihal’in ilk yaş gününü kutlamak için bir araya gelmişlerdi.

Ali otuz yıldan beri Muhlis’in hanımı Halime’den kendisine gönderdikleri aşklarının doğmasına vesile olan mektupları isteyip durmuş ama her defasında olumsuz cevap almıştı. Halime, “O mektuplarda sizin aşkınız olduğu kadar bizim de aşkımız hasretimiz var. Ancak ben öldükten sonra alırsınız” demişti.

Ali bir punduna getirip yine sordu. “Yenge hani şu mektupları diyordum.”
Halime konuşmasına dahi fırsat vermedi. “Ali abi senin mektubun bak orada. Al Gülnihal’i kucağına istediğin kadar oku yaz sev okşa. Ne istiyorsan onu yap. Başka da mektup filan karıştırma” dediğinde herkes kahkahalarla Ali’ye gülüyorlardı…

©
Yazılış tarihi : 15 – 06 – 2020
Yazılış Saati : 04 : 16


Seyit Burhaneddin Kekeç
Kayıt Tarihi : 15.6.2020 05:26:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Seyit Burhaneddin Kekeç