GÜNEŞ iLE İSMAİL Şiiri - Binali Kılıç

Binali Kılıç
825

ŞİİR


11

TAKİPÇİ

GÜNEŞ iLE İSMAİL

Bu dünya merhalesinde insan olmak ne güzel
Dertlilerin dertlerine derman olmak ne güzel
Cahille arkadaş olup heder etme ömrünü
Ariflerin meclisinde harman olmak ne güzel

Ebûbekir gibi sadık, Ali gibi kahraman
Osman gibi ilmi kavi, Bilal gibi imtihan
Ömer gibi adaletli, İbrahim gibi sultan
İsmail’ce teslim olup kurban olmak ne güzel

Binali, ömür tükenir, ayrılırsın Dünya’dan
Zaman gelir usanırsın bu zahiri sevdadan
Muhammed (s.a.v) gibi misafir, Ensar gibi hanedan
Veysel gibi muhabbete çoban olmak ne güze

Binali Kılıç
Kayıt Tarihi : 1.2.2014 17:30:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


İNSAN OLMAK NE GÜZEL Bu dünya merhalesinde insan olmak ne güzel Dertlilerin dertlerine derman olmak ne güzel Cahille arkadaş olup heder etme ömrünü Ariflerin meclisinde harman olmak ne güzel Ebûbekir gibi sadık, Ali gibi kahraman Osman gibi ilmi kavi, Bilal gibi imtihan Ömer gibi adaletli, İbrahim gibi sultan İsmail’ce teslim olup kurban olmak ne güzel Binali, ömür tükenir, ayrılırsın Dünya’dan Zaman gelir usanırsın bu zahiri sevdadan Muhammed (s.a.v) gibi misafir, Ensar gibi hanedan Veysel gibi muhabbete çoban olmak ne güzel GÜNEŞ İLE İSMAİL Biz başlayalım besmele ile, Düşmanlar kırılsın zelzele ile Pehlivanın kolunu büken bilir, Asılsızın kahrını çeken bilir. Çirkine ulanmak aşk değil sevda değil, güzele âşık olmak püsküllü bela değil. Hayırsız evlat on parmağını mum gibi yaksa da sevilmez, Hayırlı evlat mum yakıp aramakla da bulunmaz. Rabbim; bu hikâyemizi dinleyenlerden, dinleyip ibret alanlardan, öğrenip gelecek nesillere anlatanlardan razı ola. Can kulağıyla dinleyenlerin, on oğlu on kızı ola, gürültü yapıp dinlemeyenlerin kaynanası kırk günlüğüne misafir gele. Evet, biz gelelim hikâyemize; Düşkünlerin dosta, Daldalandığı, Bülbüllerin gül’e sevdalandığı, Serçelerin dala gölgelendiği, Yıldızların sevdalıları gördüğü, Kışların altı aydan fazla sürdüğü Doğu Anadolu'nun, Şirin mi şirin, bir yerinde, İnsanların nifakla tanışmadığı, Kötülüklerin ve kötü insanların yolunun uğramadığı şirin bir köy vardı, Bu köyde de Hüseyin adında bir adam vardı, Hüseyin Bey, çok adaletli, çok misafirperver bir adamdı. Eşi, Gül Senem Hanımda kendisi gibi yetimler anası idi. Gel gelelim ki on yıldır evli olmalarına rağmen bir çocukları olmamıştı. Hüseyin Bey, buna çok içerliyordu. Karısı defalarca kendisine başka bir kadınla evlenmesini söylese de, Hüseyin bey hiç yakın koymadı. Günlerden bir gün, Hüseyin bey şöyle bir rüya gördü. Rüyasında ak sakallı bir adam yanına gelerek, ‘’Dünyalık mı istersin, ahretlik mi? ’’ Hüseyin bey; ‘’Beni dünya’ya getiren dünyalık ihtiyacımı görmeye de kadirdir, ben ancak ahretteki mutluluğu talep ederim’’ diye bir cevap verince, İhtiyar, Gözün aydın, muradın olacak sabrının mükâfatını dünyada ve ahrette göreceksin’’ dedi ve ortadan kayboldu. Uyanınca rüyasını Hanımına anlattı o da ‘’Hayırdır inşallah, güzel bir rüyaya benziyor’’ diye kocasını teselli etti. Hüseyin Bey, aynı rüyayı üç gün üst üste gördü ve her defasında Hanımına anlattı o da aynı cevabı verdi. Aradan üç ay gibi bir zaman geçmişti ki, Hanımı kendisinin hamile olduğunu müjdeledi. Hüseyin Bey, bu haber üzerine koçlar kesti, köy halkına ziyafetler verdi. Derken zamanı gelince Hüseyin beyin nur topu gibi bir oğlu Dünya’ya geldi. Adını İbrahim koydular, İbrahim büyüdü serpildi Esmer, babayiğit bir delikanlı oldu. En iyi medreselerde tahsil gördü, en İyi okullarda okudu. En iyi âlimlerden ders aldı. Zamanla, Hüseyin Bey yaşlanınca bütün işlerini oğlu İbrahim yönetmeye başladı. İbrahim’in Köyde bir arkadaşı vardı ki Adına Yusuf derlerdi, Yusuf çok inançlı, dürüst ve mert bir delikanlıydı. İbrahim’den hiç ayrılmaz, işlerinde de ona çok yardımcı olurdu. Askerlik zamanları gelince ikisinin de askerliği aynı yere çıktı. O zaman askerlik dört sene idi. İbrahim babasının ölüm haberini askerde iken aldı. Çok üzüldü. Askerden döndüklerinde, Bütün işler yüz üstü kalmıştı. Hemen İbrahim Yusuf’u da yanına alarak yeniden her şeyi düzene soktu. Yaşlı annesi bir gün İbrahim’i yanına çağırarak, ‘’Oğlum Babanı kaybettik, ben de yaşlandım, bu evin işlerini çekip çevirecek bir gelinimiz olsa, ben de sağlığımda bu mutluluğa şahit olsam fena mı olur? ’’ dedi. İbrahim annesine hak verdi ama öyle aslı asaleti temiz bir kız bulmak pek kolay değildi. Bu durumu arkadaşı Yusuf’a söyledi, Yusuf’ta, ‘’ Annen haklı kardeşim, ne zamana kadar bekâr gezeceksin? ’’ Diyerek İbrahim’e destek verdi. Bu iki arkadaş boş zamanlarında atlarına biner ava çıkarlardı. Yine böyle bir gündü, Ava çıkmış, akşama kadar dolaşmış, fakat hiç bir şey avlayamamışlardı. Yakın bir köyün kenarından geçerken Yusuf; ‘’Kardeşim, sabahtan beri dolaşıyoruz, atlarımız da yoruldu şu köyde atlarımızı bir sulayalım, bizde bir abdest alalım da ikindi namazını kılalım.’’diyince İbrahim de ‘’Münasiptir kardeşim’’ diyerek atlarını köy çeşmesine doğru sürdüler. Çeşmenin başında kızlar su dolduruyordu, Kızlar bunları görünce yabancı olduklarını anlayıp kenara çekildiler. İbrahim ile Yusuf Atları sulayıp abdest almak için kollarını sıvayınca Kenarda duran kızlardan biri ileri atıldı, ‘’Efendiler isterseniz şu ibrikle abdest alın, kızlarda sularını doldursunlar’’ diyince her ikisi de utanarak geri çekildi. Kızın elindeki ibriği alıp abdest almak istediler ama kız itiraz etti, ‘’Abdest suyu dökmek sevaptır ben dökeyim siz abdestinizi alın’’ dedi, Mecburen kabul ettiler. Kız su döktü ve İbrahim ile Yusuf abdest aldılar. Abdest alma işlemi bitince, İbrahim teşekkür etmek için başını kaldırdı ve kızla göz göze geldiler. İbrahim’in kızın güzelliği karşısın da dili tutuldu. Sesi titreyerek, ‘’Hakkını helal et güzel kız, bari adını bağışla da dualarımıza seni de dahil edelim’’ Kız utanarak başını aşağı eğdi, ve kısık bir sesle, ‘’Adım Saliha, Cemil beyin kızıyım’’ diyebildi. İbrahim ile Yusuf Atlarını yedeğe alarak köyün camisine doğru yürüdüler, atlarını bir ağaca bağlayıp, İkindi namazını cemaatle kıldılar. Camiden çıkınca köylü teker teker, bunlara hoş geldiniz dedi ve içlerinden biri onları eve buyur ederek, ‘’Bir yemeğimizi yemen buradan ayrılmanız, bizim için ar olur’’ diyerek, yanındaki delikanlıya atları işaret etti. Delikanlı koşarak atların dizginlerinden tuttu, Artık İbrahim ile Yusuf’un itiraz edecek durumları kalmadı ve doğruca büyük bir konağa doğru yürüdüler. Bu konak, Cemil beyin konağıydı, Hele Cemil bey biraz konuştuktan sonra İbrahim’in yakın köyden Hüseyin beyin oğlu olduğunu öğrenince, onları misafir ettiğine çok sevindi. Hüseyin Bey, Cemil beyin asker arkadaşı idi. ‘’Ben çağırmadan benim asker arkadaşımın oğlu kendi ayağıyla gelmiş, ne mutlu bana ki sizin gibi şerefli misafirlerim var’’diye iltifatlarda bulundu ve o gün bunları evinde misafir etmekte ısrar edince İbrahim ‘’İkimizden birinin gitme mecburiyeti var, evimizi sahipsiz bırakamayız dedi. Bu sözden sonra Yusuf; ‘’Kardeşim Cemil bey senin babanın arkadaşı, senin gitmen yakışık almaz izin verirsen ben gideyim sen kal’’ dedi ve gönüllü olarak atına bindi, vedalaşarak oradan ayrıldı. Cemil bey ile İbrahim Sabah namazı için abdest almaya kalktılar, dışarı çıktılar, içeri girdiklerinde, odanın bir köşesinde bir leğen, omzunda havlu ve elinde ibrikle Saliha onları bekliyordu. Önce babasının, sonra da İbrahim’in eline su döktü. İbrahim’e havluyu uzatırken ikisinin elleri birbirine dokundu. İbrahim öyle heyecanlandı ki, kalbinin sesini Cemil bey duyacak korkusuyla eliyle kalbinin üstüne bastırdı. Sabah namazını yine camide kıldılar, döndüklerinde, Cemil beyin Hanımı ve oğlu da uyanmış, kahvaltı hazırlıklarına başlamışlardı. Sofra koyuldu, yine çayları Saliha dolduruyor, Arada bir, İbrahim’le göz göze geliyorlardı. İbrahim kahvaltıdan sonra izin isteyip Cemil bey’in ve hanımının elini öperek atına atladı, Saliha’nın kapı aralığından kendisine baktığını fark edince çaktırmadan ona da el salladı ve oradan ayrıldı. Biz gelelim Yusuf’a; Yusuf doğruca köye geldi, kendi evine uğradıktan sonra babasına; ‘’Baba bugün İbrahim evde yok, izin verirsen ben onların evin etrafında nöbet tutayım, ne olur ne olmaz’’ diyerek sabaha kadar İbrahim’in evinin etrafında dolaşıp durdu. Ertesi gün İbrahim geldiğinde, direk Yusuf’un yanına gitti ve olup bitenleri olduğu gibi ona anlattı. Yusuf; ‘’Ooo, Kardeşim sen abayı yakmışsın’’ diyerek onunla biraz şakalaşmak istedi. Bakalım İbrahim Yusuf’un bu şakasına karşılık nasıl bir türkü söyledi, Aldı İbrahim: Bir yel esti yapraklarım döküldü Dallarıma bir hal oldu Yusuf can Kurudu damarım, kanım çekildi Hallerime bir hal oldu Yusuf can Gündüzlerim gecelere dönüştü Garip başım ızdıraba alıştı Cümlelerim hecelerim karıştı Dillerime bir hal oldu Yusuf can İbrahim’e, Bin bir çile verildi Deli gönlüm gam yüküyle yoruldu Bağım viran oldu yele savruldu Güllerime bir hal oldu Yusuf can. Yusuf anladı ki İbrahim iyiden iyiye âşık olmuş, ona daha fazla takılmak istemedi. İbrahim’e dönerek, ‘’Peki kardeşim bu senin derdine nasıl çare bulacağız bari onu söyle’’diyince, İbrahim; ‘’Kardeşim; annem gelin deyip duruyordu ya işte gelin adayı, şimdi sıra sende, git annemle görüş, durumu olduğu gibi anlat bakalım annemin cevabı ne olacak.’’ Yusuf Koşarak Gül Senem Hanımın yanına gitti, elini öptü ve dizinin dibinde oturdu, olup biten her şeyi tek tek anlatarak,’’İşte gelin arayıp duruyordunuz ya, tam size münasip bir gelin, üstelik yabancı değilmiş, Hüseyin beyimizin asker arkadaşının kızı.’’ Böyle deyince Gül Senem Hanım çok sevindi, Aradan birkaç gün geçince, Yusuf’u çağırıp Cemil bey’e gitmesini, eğer müsaadeleri olursa, onları ziyaret etmek istediklerini bildirmesini söyledi. Yusuf gidip, durumu Cemil beye bildirdi Cemil bey memnuniyetle karşıladı. Ertesi gün Gül Senem Hanım, Köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi de yanına alarak Cemil beyin konağına vardı. Cemil bey misafirlerini büyük bir saygıyla karşıladı ve içeri buyur etti. Gül Senem Hanım Kadınların bulunduğu odaya alındı Saliha’yı görünce çok sevdi, içinden, ‘’Helal olsun benim oğluma çok asil bir kız bulmuş,’’ diye geçirdi. Cemil bey kahveler içildikten sonra, kendi hanımını ve Gül senem Hanımı da odaya çağırarak, Misafirlerinin, geliş nedenini hanımına anlattı, O da beyine dönerek ‘’Sen bilirsin bey, sen uygun görürsen Saliha’nın da rızası varsa benim sana karşı sözüm olmaz’’ Cemil bey misafirlerine dönerek, ‘’Allah (c.c.) takdir etmişse, bizim yapacak bir şeyimiz olmaz, tabi yine de bize biraz zaman verin, kızın fikrini de öğrenelim’’ diyerek, bir kaç gün müsaade istedi. Nihayet bir gün haber saldı Gül senem Hanım kalabalık bir kafileyle geldi. Nişan yapıldı, aradan çok zaman geçmeden de şanlı şöhretli bir düğünle, İbrahim ile Saliha Hanım dünya evine girdiler. Biz gelelim Yusuf’a, Yusuf’ta düğünde güzeller güzeli bir kız görmüş gönlünü ona kaptırmıştı. Ama bu sırrını hiç kimseye açmaya fırsat bulamamıştı. Sadece bir çocuktan kızı göstererek, adını ve kimin kızı olduğunu öğrenmişti. Aradan aylar geçmesine rağmen bu sırrını İbrahim’e bile açamamıştı. Ama her gün derin düşüncelere dalar, zaman zaman ne yaptığını unutur, ufak tefek sakarlıklar bile yapardı. Yusuf’un günden güne durgunlaşması ve sıkıntılı hali İbrahim’in gözünden kaçmıyordu. Her sordukça da kaçamak cevaplar alıyordu. İbrahim; ‘’ Acaba ben evlendim, artık kendisiyle ilgilenemeyeceğimi mi düşünüyor’’ diye aklından geçiriyordu. Her gün derdini sorsa da Yusuf’ ser verip sır vermiyordu. Yine bir gün at binip ava çıktılar, belki bu defa sıkıntısının sebebini öğrenirim diye umutlanıyordu. Birkaç keklik vurarak eve dönmek isterken, Yusuf; ‘’Cemil beyin köyüne yakınız bir ziyaret etmek istemez misin’’? Dedi, İbrahim arkadaşına hak verdi ve atlarını köye doğru sürdüler. Köye varınca Yusuf; ‘’Atlarımızı sulayıp sonra gidelim’’ dedi. Çeşmeye geldiklerinde çeşmede yine kızlar su dolduruyorlardı. Meğer Yusuf’un gönlünü kaptırdığı kız yine oradaydı. Yusuf’u görünce eli ayağı dolaştı. Doldurduğu su kovasını başka bir kızın kovasına boşalttı ve ‘’ Benim acelem yok yeniden doldururum’’ diyerek kızı yolcu etti. Yusuf İbrahim’in kulağına eğilerek, ‘’İşte benim aylardır yüzümü güldürmeyen bu güzelin sevdasıdır kardeşim’’ diye fısıldadı. İbrahim duyacağını duymuştu. Atları sulayıp Hüseyin beyin konağına vardılar. Hüseyin Bey bu iki arkadaşın samimiyetine gıpta ile baktı. Yusuf’un evli olmadığını İbrahim’den öğrendi, İnşallah münasip biri çıkar karsına direk dua etti. Yemekten sonra vedalaşarak ayrıldılar. Yusuf iyice mahzunlaşmış, yol boyunca konuşturmadan bir kelime bile konuşmuyordu. İbrahim bir ara Yusuf’a dönerek ‘’ Peki kardeşim biz bu kızın kimin kızı olduğunu nasıl bileceğiz? ’’ Deyince Yusuf; ‘’Ben öğrendim’’ ‘’Nasıl öğrendin’’? ‘’Senin düğününde bir çocuktan sorarak’’ İbrahim eve gelip kızın adını ve babasının adını söyleyerek Saliha hanımdan kız hakkında bilgi istedi, o da kızın çok asil ve terbiyeli bir kız olduğunu ve kendisinin çok iyi arkadaşı olduğunu söyledi. Aradan bir zaman geçince Saliha, babasının evine el öpmeye gitti ve arkadaşını bulup durumu anlattı. Kızın adı Hilal idi, Hilal onları birinci defa atlarını sulamak için geldiklerinde çeşmenin başında görmüştü, Düğünde de Yusuf’un kendisine dikkatle baktığını fark etmiş, oda ona karşı bir şeyler hissetmeğe başlamıştı. Böylece Saliha’nın da tavsiyelerini dinleyerek Yusuf ile Hilal’de kısa zamanda nişanlanarak evlendiler. Günlerden bir gün İbrahim’in bir oğlu dünya’ya geldi. İbrahim karısı Saliha Hanım’ın yanına gelerek, Oğlunun kundağını kucağına aldı, Kulağına eğilerek ezan okudu ve karısına dönerek, ‘’Hanım; ben oğlumuzun adını İsmail koymak isterim, sende, razı olur musun? ’’ diyince, Saliha; ‘’Nasıl razı olmam, senin bıraktığın ismin başımın üstünde yeri var, O İsmail ki, Tam bir teslimiyetle Yaratanın emrine ve babasına teslim oldu, O İsmail ki, Ayaklarını vurduğu çölden zemzem fışkırdı, O İsmail ki, İblis’in sözlerinin yalan olduğuna kanaat getirerek unu taşladı. Ben o isme kurban olurum.’’ Diyerek kocasına destek verdi. İbrahim’de hanımının bu yaklaşımından çok memnun oldu. Günlerden bir gün, Yusuf’un da güzeller güzeli bir kızı oldu, O da İbrahim gibi Kundağı kucağına alarak kulağına ezan okudu. Onun adını da Güneş koydular. Aradan yıllar geçti, İbrahim’in annesi, Gül Senem Hanım vefat etti. İbrahim’in bir oğlu ve bir kızı daha oldu. Oğlunun adını Ahmet, kızının adını Ayşe koydu. Yusuf’un da bir oğlu oldu, onun adını da Ali koydular. Aradan yıllar geçti. Bu iki arkadaş birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Güneş ile İsmail büyüdü. İsmail yiğitler yiğidi bir delikanlı, Güneş’te Dünyalar güzeli bir kız oldu. Bu iki genç birbirlerine karşı gizli bir sevda beslediler. Sevdaları büyüdükçe büyüdü. İsmail Güneş’in yanına gelince dili tutulur, adeta lal olurdu. Güneş’inde eli ayağı birbirine dolaşır, ne yaptığını bilemez hale gelirdi. Günlerden bir gün yine köyde bir düğün vardı. Düğünde bu iki genç nasıl olduysa halay da el ele tutuştular. İsmail o güne kadar cesaret edip yüzüne bakamadığı kızın elinden tutmuştu. Neredeyse kalbinin sesiyle davulun sesini bastırdığını sanıyordu. Ara sıra Güneşin yüzüne bakıyor ve bir türlü gözlerini alamıyordu. Güneş’te bunu fark edince İsmail’e çıkıştı. ‘’Sen beni yeni mi gördün, durmadan yüzüme bakıyorsun ve herkesin dikkatini çekiyorsun? ’’ İsmail; ‘’Bu güne kadar gözlerim körmüş, bugün görmeye başladım da ondan bakıyorum’’ diyince, Güneş İsmail’in elini bıraktı. Uzaktan uzağa yine bakıştılar. Bu hal İsmail’in annesi Saliha Hanımın gözünden kaçmadı, eve geldiklerinde İsmail’in çok derin düşüncelere dalmış olduğunu gördü.’’Hayırdır oğlum, Karadeniz de gemilerin mi battı’’ diye takılınca, İsmail ‘’Ana, batan gemilerin yerine yenileri yapılır, Yıkılan evin yerine yenisi kurulur, acaba ilacı olmayan derde nasıl çare bulunur? ’’ Annesi İsmail’in bu bilmece gibi sorusu karşısında önce bocaladı, sonra, ‘’Hayırdır oğlum, senin böyle bir derdin mi var? ’’ diyince İsmail babasının duvarda asılı sazını indirdi, kırık tellerine bir düzen verdi ve bakalım annesine ne söyledi. Aldı İsmail: İçime bir sızı düştü gizlice Ateş değil alev değil kor değil Bir avcı kalbimi çaldı sinsice Arsız değil hırsız değil şer değil Bir sevda ki lal dilimi söyletir Bir acı ki inim inim inletir Bir fırtına vücut şehrim titretir Yağmur değil dolu değil kar değil İsmail’im kimse bilmez halimi Ağarttı saçımı büktü belimi Tuttu parmağımı sıktı elimi Düşman değil, yaban değil yar değil. İsmail bu son dörtlükte yar değil derken, ‘’Acaba başka bir sevdiği mi var ki benim elimi bıraktı diye düşünerek, Güneş’in halayda parmağını bırakıp gitmesine içerlemişti. İsmail’in böyle yanık yanık türkü söylediğini gören kardeşleri de İsmail’in başına toplandılar, Önceden de sazı alır tıngırdatırdı ama hiç böyle güzel türküler söylemezdi. Annesi anladı ki İsmail’e bir haller olmuş. İsmail fırtınaya tutulmuş yaprak gibi titriyordu, annesi üzerine bir battaniye atarak biraz dinlenmesini söylese de İsmail saz çalmaya türkü söylemeye devam ediyordu. Aldı İsmail: Daha düne kadar günlük güneşlik Bu gün bir fırtına esti üşüdüm Sarsıldı dallarım, düştü yaprağım Salladı üşüdüm kesti üşüdüm Kaşlar hilal zülüf alın üstünde Can alıcı cellat yolun üstünde Bülbül feryat etti gülün üstünde Şakıdı üşüdüm sustu üşüdüm İsmail’im yüreğim de bir sızı Sanki yere inmiş göğün yıldızı Tuttu ellerimden bir peri kızı Konuştu üşüdüm küstü üşüdüm. Bu sözler üzerine annesi,''Oğlum sana ne oldu, bir derdin varise bana söyle çaresine bakalım'' İsmail başını önüne eğdi, konuşamadı. Aradan günler geçti, İsmail günden güne erimeye başladı, derin derin düşüncelere daldı. Saliha Hanım oğlunun durumundaki değişiklikleri fark ediyor bir türlü İbrahim'e demeye cesaret edemiyordu. İsmail yine bir gün babasının sazını almış yavaş yavaş bir türkü tutturmuştu ve babasının diğer odada olduğunu bilmeden bakalım ne söylüyordu. Aldı İsmail: Al yeşil libası giymiş üstüne Sallanır, halayda bir peri kızı Zerre haram karışmamış sütüne Sanki saraylarda ser peri kızı Bahar seli gibi coşmuş çağlamış Aşkı benim yüreğimi dağlamış İnce bele gümüş kemer bağlamış Sarraf dükkânında dür peri kızı Biçare İsmail gönlünü vermiş Siyah saçlarını taramış örmüş Kabahat bende mi gözlerim görmüş Kusurum var ise vur peri kızı İbrahim oğlunun türkülerinden birine âşık olduğunu anlamıştı, Saliha’yı çağırdı ve ‘’Şu bizim İsmail’in bir derdi var, sen anasısın, bir yolunu bul da öğren, evladımızın derdine çare bulalım’’ Saliha Hanım İsmail’in yanına gelerek ona,’’ Oğlum sana hayli zamandır bir haller olmuş, sanki türkülere gelince dilin çözülmüşte bizimle konuşmaya gelince ağzını bağlamışlar. De hele oğlum senin derdin nedir’’? İsmail bu sözler üzerine babasının evde olmadığını sanarak bakalım annesine ne söyledi. Dinle ana dinle benim derdimi Güneş, karşı dağı aştı, duydun mu? Karanlıkta hissederken kendimi Bir yıldız önüme düştü duydun mu? Annesi; ‘’Oğlum biraz daha açık söyle ben böyle bilmece gibi laflardan bir şey çıkaramıyorum’’ deyince İsmail devam etti. Daha yeni girmiş yirmi yaşında Gümüş süslemeli kofi başında Tomurcuk gül çiçek açtı karşımda Seyredince aklım şaştı duydun mu? Köyde bir de Yıldız adında kız vardı, Annesi; ‘’Acaba bu deli oğlan Yıldıza mı sevdalandı’’ Diye içinden geçirerek oğluna; ‘’Oğlum Yıldız, Güneş, Tomurcuk, Çiçek, bir sürü isim saydın, Ben bu işin içinden çıkamıyorum daha açık konuş’’, dediğin de, İsmail şöyle devam etti. Bu İsmail onsuz yalnıza benzer Gecenin yanında gündüze benzer Hilale sığınmış yıldıza benzer Eliyle kabrimi eşti duydun mu? ‘’Aman oğlum Allah(c.c.) korusun o nasıl söz, Rabbim gecinden versin.’’ Diye İsmail’i korumaya çalışsa da, İsmail devam etti. Verdi İsmail’e dert ile yara Gözleri eladır kaşları kara Sabah seherinde iner pınara Bütün güzellere baştı duydun mu? Hilale sığınmış Yıldıza benzer deyince annesi anladı ki bu Güneş’ten başkası değil. Hemen oğlunun boynuna sarıldı, yanaklarından öptü, ‘’Oğlum düşündüğün şeye bak, Güneşin babası Yusuf, babanın en iyi arkadaşı annesi de benim en iyi arkadaşım. Sen bu işi oldu bil, Yarın gider kapısına dayanırız onlar bize yok demezler’’ diye oğlunu teselli etmeye çalıştı. Biz gelelim güneş’e. Güneş’in Osman adında bir dayısı oğlu vardı ki, o da güneş’e talipti. Birkaç günde bir, Yusuf’un işlerine yardım etme bahanesiyle gelir, günlerce gitmek bilmezdi. Defalarca halasına Güneş’i istediğini söylemiş, fakat Güneş bir türlü kabul etmemişti. Nihayet Güneşin rızası olmasa da, birkaç gün içinde dünür geleceklerini bildirmişti. Ertesi sabah İsmail erkenden Güneş’in çeşmeye gittiğini görünce, o da eline bir kova alarak çeşmenin yolunu tuttu. Güneş’in yanına gelince sanki dili tutuldu, doğru düzgün konuşmayı beceremedi, ancak ‘’Halayda elini sıktım diye bana darıldın mı’’? Diyebildi. Güneş bir süre şaşkın şaşkın İsmil’in yüzüne baktıktan sonra koynundan işlemeli bir ipek mendil çıkararak İsmail’e uzattı.’’ İsmail benim gönlüm senden başkasında değil, al şu mendilim sana hediyem olsun, kim bilir belki kavuşamayız ‘’ diye ela gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtmaya başladı. Bunun üzerine İsmail’de hüzünlendi, Gözleri doldu, cebinden bir tespih çıkararak Güneş’e uzattı ve ‘’Benim bu tespihimde sana hediyem olsun ne zaman kırılır yerlere saçılırsa, bil ki benim başımda kötü bir hal vardır. Güneş İsmail’e, birkaç gün içinde kendisini, dayısını oğlu Osman’a istemeye geleceklerini söyledi. İsmail’in aklı başından gitti. ‘’Seni kimselere vermem Güneşim, sen olmazsan benim hanem aydınlanmaz’’ diyerek ağladı. İşin en kötü tarafı, İsmail’in askerlik pusulası gelmiş ve birkaç gün içinde askere alınacaktı, Ve bakalım çeşmenin başında Güneş İsmail’e ne dedi ve İsmail ne cevap verdi. Aldı Güneş: Benden bir hatıra olsun Al mendili iyi sakla Ne yırtılsın ne de solsun Gül mendili iyi sakla Aldı İsmail: Bu mendil başımın tacı Alsam mendili mendili Derin yaramın ilacı Çalsam mendili mendili Aldı Güneş: Mendilin manası derin Tesellisidir askerin Yoruldukça alın terin Sil mendili iyi sakla Aldı İsmail: Şifa olur dertlerime Takat olur dizlerime Özledikçe gözlerime Silsem mendili mendili Aldı Güneş: Güneş bundan böyle yatmaz Yanarım dumanım tütmez Askerliğin biter bitmez Gel mendili iyi sakla Aldı İsmail: İsmail’im onsuz yatmam Kalbimin üstünden atmam Hiç kimseye dokundurtmam Ölsem mendili mendili Bu sözlerden sonra İsmail Güneşin elini tutarak gözlerinin içine baktı, ‘’Askerlik dediğin dört yıl gibi koca bir ömür, Kim bilir döner miyim, dönmez miyim? İzin ver de gözlerine doya doya bakayım’’ Bu sözün üzerine, Güneş’in ela gözlerinden de tana tane yaşlar süzülmeye başladı. Çeşmeye başkalarını geldiğini görünce, kenetlenmiş ellerini istemeyerekte olsa, bırakmak zorunda kaldılar. İsmail eve gelince Annesi İsmail’in renginin sap sarı olduğunu gördü. ‘’Oğlum sana ne oldu? Rengin sararmış deyince bakalım İsmail annesine ne söyledi. Aldı İsmail: Ağustos ayında zemheri gibi Korkarım başımı kar edecekler Dolaşıp gezerken avare gibi Yâri, yâd ellere yar edecekler Bu gamı ellere yıka bilmem ki Bu yükün altından çıka bilmem ki Ondan başkasına baka bilmeme ki Korkarım gözümü kör edecekler Nazlı yar sözünü tutar mı bilmem Bu evin ocağı tüter mi bilmemem Eyüp’ sabrı olsa yeter mi bilmemem Yirmi bir yaşımda pir edecekler İsmail’im kime desem halimi Islah etmek mümkün müdür zalimi? Tez davranıp tutamazsam elimi Bana bu Dünya’yı dar edecekler Annesi de İsmail ile birlikte ağlamaya başladı. İsmail Güneş’in söylediklerini annesine anlatıca annesi yerinde duramadı, hemen İbrahim’i bulup oğlunun derdini ve olup bitenleri söyledi arkasından da; ‘’ Ben bir Hilal’in yanına gidip ağız araması yapayım, Hatta uygun görürlerse akşam birlikte gidelim’’diye ekledi. Başına atkısını aldığı gibi Yusuf’un evinin yolunu tuttu. Kapıyı çalınca Güneş açtı, karşısında Saliha’yı görünce önce afalladı sonra kenara çekilerek içeriye buyur etti. Saliha Hilal’i karşısına alarak hiç lafı gevelemeden olduğu gibi anlattı. Biz seninle aynı köyden ve çok samimi arkadaşız, ben isterim ki bu arkadaşlığımız bundan böyle akrabalığa dönsün. Hilal Güneş’in kardeşi oğlu Osman’a sözlü olduğunu söyleyince Güneş Annesine yaklaşarak; ’’Benim kimseye sözüm yok’’ diye fısıldadı. Hilal anladı ki Güneş’in de İsmail’de gönlü var. Hemen lafı değiştirerek; ‘’Yani bizim aklımızdan öyle geçmişti. Yine de babası bilir, isterseniz babasıyla görüşün’’ Saliha akşam geleceklerini söyleyip ayrılmak istedi fakat bu arada Güneş elinde çay tepsisiyle içeri girince gitmekten vazgeçti. Akşam İbrahim’le birlikte Yusuf’un evine geldiler, İbrahim; ‘’ Allah (c.c.) n emri, Peygamber Efendimizin kavliyle, Kızınız Güneş’i Oğlumuz İsmail’ e istiyoruz’’diye söze başladı. Yusuf Saliha’nın yüzüne baktı, döndü arkadaşına baktı ve ‘’Allah (c.c.) böyle emir buyurursa, bizim söyleyecek sözümüz olmaz, lakin bize birkaç gün müsaade ederseniz biz size kati kararımızı bildiririz.’’ Çaylarını içip ayrıldılar. Fesatlar durmadı, bu haberi Güneş’in dayısı oğlu Osman’a ulaştırdılar. Ertesi gün Osman birkaç arkadaşını alıp Halasının evini bastı, Güneş’i zorla kaçırmak istedi, fakat köyden olayı duyanlar Osman’ı ve arkadaşlarını yakalayıp bir güzel dayak attıktan sonra bir daha bu köye ayak basmamasını tembih ederek gönderdiler. Akşamüstü Osman’ın babası ve amcaları geldi, Yusuf’u çağırarak ‘’Biz sana bir kız verdik, şimdi de senden bir kız isteriz, senin bu yaptıkların neyin nesidir? ‘’ diye çıkıştılar. Yusuf; Ben sizden kızı Allah (c.c.) n emriyle istedim, eşkıya gibi gelip kapınıza dayanıp kaçırmaya çalışmadım. Bu aşamadan sonra zaten ben Osman’ın yüzüne bakmam, herhalde o da benim yüzüme bakamaz, üstelik ben kızımı sözledim. Sizin de bu işi üstelemeniz yakışık almaz.’’ Diyerek, eve dahi davet etmeden kapıdan geri çevirdi. Akşam İbrahim’e haber göndererek gelip yüzük takmalarını söyledi. Hilal Hanım gönülsüz olduğu için, suratını asmış, sanki herkese küs gibiydi. Buna rağmen yüzükler takıldı ve şerbetler içildi. Böylece İsmail ile Güneş nişanlandılar. Bir kaç gün sonra da İsmail askere uğurlandı. Askerliğini Manisa’da yapıyordu. Aylar geçmesine rağmen İsmail’e hiç mektup gelmemişti. Kendisi bir akşam oturup iki mektup yazarak bir zarfın içine bıraktı ve ertesi gün mektubu postaya verdi. Günler sonra mektup köye ulaştı, Mektubun birini ailesine, diğerini de nişanlısı Güneş’e yazmıştı. Güneşe yazılan mektubu hiç okumadılar ve Ayşe götürüp gizlice Güneş’e verdi. O zamanlar mektubun sonuna birkaç dörtlük yazmak adettendi, bakalım İsmail mektubun sonuna ne yazmıştı. Aldı İsmail: Kokunu alırım esen rüzgârdan Dağıt pencereye ser saçlarını Name gelmiş diye sevdiğim yardan Zarfa koy postaya ver saçlarını Şad olurum sen aklıma gelince Hayale dalarım inceden ince Zülüflerin zarfa koymadan önce Al yanaklarına sür saçlarını İsmail’im hasretinle ölürüm Esen yelden haberini alırım Sarraf gibi kıymetini bilirim Kalbimde saklarım dür saçlarını Güneş gözyaşlarıyla, okuduğu bu mektuba yine göz yaşlarıyla cevap yazdı ve bakalım sonunu nasıl dörtlüklerle süsledi. Aldı Güneş: Hasretin bende dert ile, Verem İsmail, İsmail Sen olmazsan sargı tutmaz, Yaram İsmail, İsmail Dağlar yüksek yol geçmiyor Günler birer yıl, geçmiyor Boğazımdan bal geçmiyor Haram İsmail, İsmail Güneş der ki imtihanım Bağışla ben de insanım Gel yanıma iste canım Verem İsmail, İsmail Mektuplar yine bir zarfın içinde postaya verildi ve günlerden bir gün İsmail’in birliğine ulaştı. O zamanlar mektuplar komutanlar tarafından okunur sonra sahibine verilirdi. İsmail’in bu mektubunu komutanı okuyunca çok duygulandı ve İsmail’e bir sürpriz yapmak istedi. İsmail’i yanına çağırarak; ‘’Oğlum kimden mektup bekliyorsun? ’’ Deyince, İsmail Şöyle düşündü, ‘’Eğer ben nişanlımdan dersem hem babam’a, hem de komutama karşı saygısızlık etmiş olurum. En iyisi babamdan bekliyorum demek, Komutanı da onun düşündüğü gibi düşünmüş, eğer nişanlımdan derse, sadece babasından gelen mektubu veririm diğerini birkaç gün geç veririm. Eğer babamdan derse onu bu saygısından dolayı izinle mükâfatlandırırım.’’ İsmail; ‘’Babamdan bekliyorum komutanım’’ deyince, komutan gülümseyerek İsmail’in mektuplarını uzattı ve ekledi; Oğlum hazırlan seni yarın bir aylık izine gönderiyorum.’’ İsmail sevinçten neredeyse uçacaktı, eğilip komutanın elini öptü ve teşekkür etti. Mevsim kış, Yurdun doğusu kardan geçilmiyordu. İsmail’in bilet aldığı otobüs eski model, Kapı aralarından rüzgâr giren cinsten bir Araba idi. Bu otobüsle bu mevsimde Kızıl dağı, Tahir dağlarını geçmek mucize gibi bir şeydi. İsmail eve haber vermeye fırsat bulamamış, sözde sürpriz yapmak istiyordu. Tahir dağlarına geldiklerinde gecenin yarısı geçmişti. Zaten kimse korkusundan uyumaya cesaret edemiyordu. Birden otobüs kayarak uçuruma doğru yuvarlanmaya başladı. Kırılan camlardan fırlayanlar, bağırıp feryat edenlerin feryatları karanlık gecede karşı dağlarda yankılandı. İsmail’de camdan fırlamış, karlar içinde yuvarlanırken birden kendini bir çukurda bulmuştu. Burası bir ayının ininin kapısıydı. Her tarafı ağrılar içinde kendinden geçmiş bir vaziyette öylece yatarken, başının ucunda dikilen kocaman bir karartıyla irkildi korkuya kapılarak kendinden geçti. Ayı ağzıyla İsmail’i elbiselerinden yakaladığı gibi, mağaranın derinliklerine doğru taşıdı. İsmail bir süre baygın yattıktan sonra yavaş yavaş kendine geldiğin de, kendini ayını yavruları arasında buldu. Ayı’nın iki küçük yavrusunun kendisiyle oynamak istediğini görünce, kollarını kaldıracak durumda olmamasına rağmen eliyle onları okşamaya başladı. Bu arada anne ayının kendilerini izlediğini fark etti. Ayı İsmail’in yavrularına zarar vermediğini görünce ona dokunmadı. Yavrularına verdiği et parçalarından zamanla İsmail’de alışıp yemeğe başladı. Yavruların arasında onların sıcağından da faydalanarak gün geçtikçe kendini biraz daha iyi hissetti, vücudundaki ağrıları yavaş yavaş dindi. Zaman zaman yerinden kalkıp mağaranın içinde birkaç adım dolaştı. Anne ayı arada bir dışarı çıkar, bazen ağzında bir hayvan leşiyle dönerdi. İsmail bu duruma gitgide alışmıştı. Ayının kendisine zarar vermediğine şükrediyor, bu durumu, yavrularıyla kurduğu arkadaşlığa bağlıyordu. O sabah Güneş uyandığında İsmail’in kendisine hediye ettiği tespihi kardeşi Ali’nin elinde gördü, koşarak elinden almak istedi, Ali’de inatlaşmış vermek istemiyordu, ikisi çekiştirirken tespihin ipi koptu ve taneleri etrafa saçıldı. Güneş oturup bir çocuk gibi ağlamağa başlayınca annesi kızdı. ‘’Kızım ben şimdi toplar yeniden dizerim neden böyle çocuklaşıyorsun? ’’ diye çıkıştı. Biz gelelim İsmail’in ailesine; Otobüs kazası haberi radyolardan ve gazetelerden verildiğinde herkes çok üzülmüş, kayıp yolcuların isimleri arasında İsmail’in adının ve soyadının geçmesi, onları büyük bir telaşa koymuştu. Hemen askerlik şubesi aracılığıyla birliğine ulaşarak onun izine ayrıldığını öğrendiler. Bu telaşları yerini yasa bıraktı. İsmail’in babası ve annesi zaten yıkılmıştı. Güneş’in de dünyası başına yıkıldı. İki Aile bir araba tutarak kazanın olduğu yere gitmiş günlerce aramalarına rağmen İsmail’e ait hiçbir emareye rastlamamışlardı. Bu olaya çevreden üzülmeyen kalmamıştı fakat bir kişi vardı ki üzülmek bir yana adeta bayram sevinci yaşıyordu. Bu Güneş’in dayısının oğlu Osman’dan başkası değildi. Aradan üç ay gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen İsmail’den hiçbir haber alınamaması Osman’ın ümitlerini yeşertiyordu. Güneş’in ise gözü hiç kimseyi görecek durumda değildi. Elinde bir tespihle evin içinde dolaşır, Yanık yanık türküler söyler, ev halkının ciğerlerini dağlardı. Güneş’in her biri ağıt niteliğinde olan türkülerinden biri şöyleydi. Aldı Güneş: Toprağa mı değdi o güzel yüzün? O dağlarda taş olaydım İsmail Benim arkadaşım dert ile hüzün Keşke sana eş olaydım İsmail Sen misin sevdiğim toprakta yatan? Elleri kolları çamura batan Mübarek tenine vurup ıslatan Yağmur ile yaş olaydım İsmail Güneş bir delidir seni zikreden Sana kurban olsun bu can bu beden Senin son halini görüp seyreden Gökyüzünde kuş olaydım İsmail. Herkes onun aklını yitirdiğine kanaat getiriyordu, Çünkü elindeki tespihi bir erkek gibi hem çekiyor hem de ‘’Sen ne güzel bir hatırasın, sen sağlam oldukça İsmail’imde sağlamdır inşallah’’ diyerek dolaşırdı. Bu hal, en çokta İsmail’in annesiyle babasını üzüyordu. Her ne kadar teselli etmeğe çalışsalar da, onu teselli etmek mümkün olmuyordu. Buna rağmen, Osman bir türlü Güneş’ten vazgeçmek istemiyor, ısrarla onunla evlenmek istediğini dile getiriyordu. Kendi ailesi bile artık buna karşıydı. Yinede Osman bir gece Güneş’i kaçırmak için bir plan hazırladı. Gündüzden Osman’ın bir arkadaşı olan Kemal’i Halası’na bir bahaneyle misafir olarak gönderdi. Arkadaşı gecenin geç vaktinde kapıyı içerden açacak ve ikisi yardımlaşarak Güneş’i çıkarıp götüreceklerdi. Kemal tam Yusuf’un evinin önünde Attan düştü, sözde yaralandı Yusuf’ta onu eve alarak yarasını pansuman etti ve geceye kaldığı için de misafiri olmasını teklif etti. Kemal’in de istediği buydu. Gece uyandı, içerden kapıyı açarak beklemeye koyuldu. Biz gelelim Osman’a; Osman gece gizlice atına binerek köyden ayrıldı. Bu iki köyün arasında bir dere vardı ki, bu dereye cin deresi derlerdi. Osman bu dereye yaklaştıkça davul zurna sesleri duymaya başladı. Birden atı huysuzlanarak şahlandı ve Osman’ı yere yuvarlayarak gerisin geri koşmaya başladı. Bir anda Osman etrafında belki yüzlerce insanın toplandığını gördü. Birkaç kişi Osman’ı kucaklayıp bir taşın üstüne oturttular. Yanına da kırmızı duvaklı bir gelin oturtarak başladılar davul zurna eşliğinde oynamağa. Saatlerce oynadılar. Kemal sabaha kadar Osman’ı bekledi, Osman gelmeyince telaşlandı ve sabah erkenden Yusuf’tan izin isteyerek ayrıldı. Cin deresine geldiğinde Osman’ın yol kenarında çamurlar içinde baygın bir vaziyette yattığını gördü. Uyandırdığında, Osman’ın artık o Osman olmadığını anladı. Ben seni sabaha kadar bekledim neden gelmedin? Diyince Osman; ‘’ Ben evlendim, hem de Güneş ile evlendim, diyerek kahkahalar atmağa başladı. Kemal; ‘’Haydi köye dönelim’’ dediğinde ise, benim evim artık burası, sen dönebilirsin’’diyerek köye dönmeyi reddetti. O günden sonra Osman gece gündüz demeden, abuk sabuk kelimeler sarf ederek hep o derede dolaştı. Biz gelelim İsmail’e; İsmail git gide iyileşti, Anne ayı dışarı çıkarken mağaranın kapısına bir kaya parçası kapatıyordu. Bu tedbirle hem İsmail’in kaçmasını engellemeğe çalışıyor, hem de Yavrularını yırtıcı hayvanlardan korumayı amaçlıyordu. Bir gün yine anne ayı inden ayrılınca İsmail’de harekete geçti, omzuyla kayayı biraz yerinden oynatarak çıka bileceği kadar araladı ve sıyrılarak dışarıya çıkmayı başardı. İlkbahar gelmiş karlar erimeğe başlamıştı. İsmail anne ayıya yakalanmamak için taşların arkasına saklanarak ilerlemeğe başladı. Bir saat kadar yol yürüdükten sonra Tahir köyüne ulaştı. Onu gören çocuklar deli diye taşlamağa başladılar. Çünkü İsmail Mağarada kaldığı süre içinde insanlıktan çıkmış gibiydi. Saçı sakalı uzamış, elbiseleri paramparça olmuştu. Nihayet çocukları sakinleştirerek bir evin kapısını çaldı ve başından geçenleri anlattı. Ev sahibi Süleyman ağa İsmail’i içeri aldı, Banyo yaptırarak yeni elbiseler verdi, tıraş ettirdi. Bir oğlunu ata bindirerek İsmail’in babasına müjdeye gönderdi. Haberi alanlar şoka girdi. O gece Süleyman ağanın evinde otuzdan fazla misafir vardı. Bunların arasında Güneş’te vardı. Ertesi sabah büyük bir kafileyle köye döndüler. Bu kafilenin arasında Süleyman ağa ve oğulları da vardı. Köye vardıklarında şenlikler kuruldu, Davullar zurnalar vuruldu Üç gün üç gece yemekler yendi, şerbetler içildi, Onlar erdiler muradına biz çıkalım kerevetine. Kanma dünya devletine Dünya’da yok mal sahibi Sen benim diye beklersin Bir gün olur el sahibi Ne padişahlar savaştı Ne kazanlar doldu taştı Aslı için dağlar aştı Kerem oldu kül sahibi Binali nasihat dinle Hiçbir şey gelmez seninle Sadaka ver sağ elinle Mahrum olmaz el sahibi Yazan: Âşık,Binali KILIÇ (HÜSRANİ) Adres:İstasyon Mah.Derya Sok. R.İnce Apt. 10/5 Sincan/ANKARA TLF:0541 882 11 56

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Binali Kılıç