Gül Açılır Kar İçinde.......Dosya

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Gül Açılır Kar İçinde.......Dosya

Yerleştirildi omuzlar arasına
kara plastikten ağır bir lahana
yavaş yavaş ve ürkütmeden
insan soyunun gecesini gündüzünü
oturtuldu kanala vida
prangalı robotlar doldurdu yeryüzünü...

Aldım elime kafamla kolumu
aldım hayallerimi, umutlarımı
ilhak edilmiş bir halk gibi kanayıp duran
uyku kaçkını göçmen gecelerimi
ve yaşam yorgunluğuyla kocayan yıllarımı
koala esrikliği altında uyuklayan
kanguru ve devekuşu diyarından,
Aldım yüreğimin en ince duygularını
beyin hücrelerimde zonklayan yaraları,
Aldım astımlı akciğerlerimin
nefessiz kalmış nefes yollarını
ozonsuz yaz plajları,
oksijensiz kış sabahlarını,
Aldım düşlerimle gülüşlerimi geçmiş günlerden
ve yürüdüm tüm duyularımla şaha kaldırarak atımı.

Yırtık ve yamasız
ve külrengi bir atlas altı,
o astımlı toprakları bıraktım gerilerde,
Onlar, okaliptüs gölgeliklerinde
koalalar gibi uyukladıkları sürece
asla çekemeyecekler geriye
dönüşü olanaklı olmayacak olan
kavga gündeminden pusatımı...

Melbourne’da
kırkyedi derece sıcak altında
yana yana gövünmektedir şimdi
feryadı göğe ağarak
dumanı arşa çıkarak
doğa ananın
bugüne kalan en son güzellikleri.
Ve ozon yırtıkları gibi
deri kanserleriyle yama yamadır
musibetin sahibi talancı kapitalizmin
ayağına papuç, sırtına giysi
ve sömürüsüne en gerekli
materyal olarak
kraliyet hapishanelerinden
kuzey amerikaya afrikadan
zenci köleler götürür gibi getirdiği
gönlü bol, kafası dar
ne itaatkar efendisine
ne de isyankar olabilen
beyaz insanların bedenleri...

Geçmiş günlerin renkli anıları sıçraşsa da
birer tatlı düş gibi gönül bağımda
o günler hiç bir zaman daha güzel olamayacaktır
gelecek günlerden tarihsel anlamda,
Söz verip kendime
söz verip gelecek günlere,
Geleceği
karbonlu atmosferimiz gibi gölgelese de
kapitalizmin zulüm ve karanlığı,
umut yüklü bir ırmak gibi
akıyor duygularım geleceğe.

Takdir olan değil elbette
doğal ve tarihsel olan gelecek
muhakkak ki günün birinde,
Yalnızca gözlerde yaşanmayacak acısı
susuz çöllerin
karbonlu göklerin
ve yalıtılmış yüreklerin.
Alıp götürecek gönüllerimizi
gelecek yaşamı kurtarma kaygısı
bir soluksuz ölüm kalım anı gibi apansız,
Yollarda sızım sızım kanasa da
rahatlık duyguları pembe düşlerin,
Başkaca bir yolu kalmamıştır ulaşmanın sabaha
Alıp götürecek
gözlerle gönüller kenetli birbirine
kırılanda karartılmış kapıları belleklerin...

Ölüm çalmaya başlar kapıyı
hayali tökezleyende insanın,
umut atom vurgunu şehirler
gibi dökülür yere
ve asla yürümez ileriye adımların...


Elektro manyetik titreşimlerle
çarpışa çımgışa uyandı bedenim
damarlarımda akım yüklü kan,
Dilimde ve damağımda
tadsız ve keskin
kimyasal pas dokuları
gözlerimde kozmik bulut tortuları,
ve beyaz örtüler içinde her yan...

Ne gökyüzü som mavi
ve ne de bulutlu yer yer,
hayal gibi, uyku gibi bir belirsizlik altında
örtülü gözlerim beyaz bir dumanla
ya da sanki bir süt deryasında
beyaz yelkenli bir teknecik gövdem,
Göz beyaz gönül beyaz,
Gözlerimden çıkan görüntüler hep beyaz
hava beyaz
ışık beyaz
düş beyaz,
Ne güneş var ortalıkta ne yıldızlar,
Ne bahar sabahında okşanışın ürpertileri
ne de kara bulutlarıyla
ölümün kılıcını sallayışı bedene tipinin
ne yağmur ne rüzgar ne kar...

Kendi kendimi görememenin sıkıntısıyla ufalan
bir kozmik parçacık sanki varlığım
bembeyaz boşluklar içinde devinip duran,
Yaşam mıyım robot muyum belli değil,
Beyaz bir girintide donmuş akımın bir ucu
bir ucu bozbulanık sel gibi taşıyor
karıncalı sancıyan damarlarımdan...
Siyeğimden hormon akıyor
Dökülüp değişmiş derim
Yeller esiyor dazlak kafamın yerinde
kakülüm kaşlarıma dökülmüş
serum terliyor alnımdan...

Ne kadar çımgışıp çırpındı yüreğim
Ne kadar gözlerim dansedip durdu
ak örtülerle
yarı uyanık
yarı uykulu.
Ve vakit erişip de menzile
göze gelince günün çok ötelerinde
bir acayip serüvende
daha doğmamış sabahların uyanışları,
Patlattı tomurcuğunu gül
şakıdı sabahın kapısında
karlı ormanların kucağından
kaçıp gelmiş bir anaç bülbül.

Gönlümü bahar bürüdü
damarlarıma kan yürüdü
uyanırcasına yeni bir yaşama
kırk yıllık derin uykulardan
uyandı elim ayağım
uyandı kollarım bacaklarım
ve başladı gürül gürül akmaya yeniden
sevdamın ve kavgamın vadilerinden
bedenimde cevher gibi dolaşan kanım...

Anımsamıyorum hiç bir adımını
o güne dek yürüdüğüm acılı yolların,
Hiç bir günü durmuyor beynimin durağında
geçip gitmiş onca uzun yılların.

Yalnızca gözüm ısırıyor bir yerlerden
tozlu bir yolda telaşlı bir gidiş gibi hızlı hızlı
her nasılsa
sürekli etrafımda
gövdeye yaşam üfleyen
sevdalı bir pervane gibi dönen
Tunguz melezi beyaz kızı.
Bu bir düştür belki
uzun ve derin uykuların
sönmez bir direnç ateşince
küllerden gözlere süzülen alazı,
Ve belki de bu kız benim
sonu hiç gelmeyecek olan gecelerimin
akşam yıldızı.

Bazan bu kızın her bir yeri
yanakları, dudakları, gözleri
sırlı bir ayna olup duruyor
gözlerimin karşısında
ve beni bir garip fotoğrafçasına
bana gösteriyor gözlerinin deryasında.

İnanmam olanaklı değil bu manzaraya,
Otuz yıl mı desem
kırk yıl mı, elli yıl mı
Gövdem yanımda
uykuda kalmış aklım
o geçip gitmiş yıllarda,
Duygularım karmakarışık
koşuyor geçmiş günlere adımlarım,
Hiç geçmişe gidilir mi
ve gelir mi geçen yıllar yaşama geri?
Gözlerimi yumup açıp,
ovalayıp gözlerimi ellerimin ayasıyla
yeniden yeniden bakıyorum aynalara,
Gördüklerim hep aynı manzara
kırk yılın hatırası fotoraflarım.
Ama üzerlerindeki giysiler hep yeni ve aynı
Gel de sen akıl erdir bu işe,
Nasıl oluyor da
kırk yıl önceki
gözlerle bakıyor bana aynalarım...

Bir akılalmaz şaşkınlıktır
sarmış sökülmez dokuma gibi
bütün hücrelerimi,
Bazan boşver duygusu selam verse de usa
kanlı bir burguyla oyuyor bu çelişki beynimi.

Gözlerim odaklanmıyor hiç bir noktaya
kaçak ve tedirgin bakıştayım
sürekli yanımda dört dönen kıza,
Usul usul ovalayarak aklaşan tenimi
konuşturmaya çalışıyor beni o yıldız,
Anlıyorum ki yaşıyorum ölmemişim daha,
Fakat kabus gibi korkunç atmosferim
ve kurşun kadar ağır her nasılsa,
Biribirine dolaşıyor beynimin ayakları, elleri
ve neden bana
kırk yıl ötelerden göz kırpıyor
yeni yaşamın gözleri...

Bu acayip ve içinden çıkılmaz muammada
yardım etsin diye duyularıma
sorduğum sorulara
gülerek yanıt veriyor iki haftadır tenimde
ve yüreğimde eletktro manyetik akım yerine
ılık bir yel gibi gidip gelen pervane.
Gözlerim ısırıyor biryerlerden bu kızı,
Ben düşte değilim, artık eminim buna
ve o asla olmayacak
ebedi uykularımın akşam yıldızı.

Ellerim gözlerimde
gözlerim aynada,
Şaşkın ve tedirgin bir kocaman bebek gibi
debelenip duruyor varlığım
içine düştüğüm gülünç dünyada,
Gülümsüyor durmadan gözlerime melez kız
ve yanağıma kondurup
kan damlayan dudağından bir sıcacık öpücük
günün tarihini fısıldıyor kulağıma.

Onlarca yıl öncesi değil bu
ben kaybedeli
elektronik bir yaşamda kendi kendimi
daha ulaşılmamış olan
uzun yıllar sonrasında bir zaman,
Kapanıyor gözlerim yavaş yavaş
başım dönüyor hafiften
dalgalanıyor belleğim durmadan.

Ama bir yerlerden anımsıyorum bu kızı
oydu beni o eletkronik tünelde yatıran
ve kablolarla sarmaş dolaş yatakta
alaca karanlığında gelecekle geçmişin
dudağıma emzik verip bebek gibi uyutan.

Silinip gidiyor ondan ötesi
O diyor ki bana
bunca uzun zaman geçti aradan,
Ben bakıyorum aynalara
kırk yıl öncesi resimlerim
hazin bir hatıra gibi
gelip gelip oturuyor gözlerimin odağına
Bir acayip hal oldu değiştirdi herşeyi zaman...

Gözlerim anımsıyor bir yerlerden bu kızı
kar yağıyordu ve keskin esiyordu tipi
gökte kara bulutlar,
denizler hep tsunami
karanlığın ucundan
al al parlıyordu bir gül tomurcuğu,
bir kızıltılı şafak yıldızı,
.....oydu beni
bir cehennem ateşinin içinden bedenimi....
Olmayıp anımsamıyor beynim ondan gerisini!

Günler geçtikçe alışıyor giderek
doğa yasalarınca
sen istememiş olsan da
içine itilinen yeni durumlara beynin,
ve başlıyor yavaş yavaş benimsenmesi
üstüne biçilen yeni giysilerin.

Bir gece tutup ellerimi yüreğinin eliyle
yine sürükledi beni
o yalım buzullarındaki burgaçlar gibi
beni bana yeniden ulaştıran
ve gözlerimi gözlerine ebediyyen
silinmez bir kudretle mühürleyen
ol sevdalı kutsal ana,
Ama bu defa
değil öyle damarda akan ateş nehirlerinden,
Dumanlı kara yalım altından geçirircesine
onlarca yıl sonrasının dünyasına
Vladivostok kızı İlyiçova...

Bir ayağım geçmişte sürünüyor şu an
bir ayağım kırk yıl sonrasında,
Yanımda Vladivostok kızı İlyiçova
geçmiş ve gelecek arasında
kutsal bir macerada
seyrediyor sevda yüklü gemimiz...
Böylece başladı bu destanın öyküsü,
Bundan böyle uzak geçmişten gelecek günlere
ve karanlık tarih ötelerine
gidiş gelişler yaparak işleyecek ellerimiz...

Unutulup gitti çoktan
kuzey şehirlerinin sokaklarında
noel gecelerinin mistik romantikliği
paslandı tohumu tüm nesnelerin
külrengi sabahlar kaldı yarınlara...

Vladivostokta kar yağıyor
usul usul
lapa lapa
tüneyerek baharda leylekler gibi
damların tütmeyen bacalarına,
Dökülerek tipide kelebekler gibi
uyuyan şehrimizin kararan alnına.

Yaşam durgun ve külrengi
ve donuk bir resmi
anımsatmakta
özenle oyulan buzlu bir cam içine,
Yavaş yavaş donuyor yürekte çağlayanlar,
Çöküyor ağır ve çekilmez bir uykusuzluk
yanan geleceğin kanayan gözlerine...

Gecenin hükmü altında suskun duruyorlar
buzdan birer heykel gibi yüksek yapılar,
Ve insanlar kuzu postlarına gömerek başlarını
şehrin orta yerinde alımlı bir güvercin
ve cengaver bir şahin gibi izleyen kalabalıkları
yılların biriktirdiği mahçupluk altında
Leninin heykeline bakmadan kaldırıp kaşlarını
her geçen gün biraz daha çekilmezleşen
kahrı ve bıkkınlığıyla ağır yorgunlukların
sürümekteler ayaklarını
günlük olağanlığıyla
evle işyerleri ve çarşı-pazar arasında...

Kocaman bir beyaz yorgan altında uyuyor şehir,
Dışarıda kar çiçekleri, buz salkımları ve tipi
Yaşamın çoktan bittiği
dünyalar gibi ne iz,
ne leke,
ne de kir,
İçeride bahar sabahına dolan gün ışınlarınca
açılıp saçılmakta bir gonca gül
yorgun kollarımda,
Gözleri meltemli bir tropikal deniz
başında hiç bitmemiş bir sevdanın dalgaları
beyninde hiç bitmemiş bir kavganın zonklayışları
yüreğinde bozkırlar yeşerir...

Kar yağıyor
evlerin damlarına
ağaçların dallarına
ve Japon denizinin kirli sularına,
Kar yağıyor dünyamızın yanan yüreğine
buzlanan bağrına, çölleşen ovalarına...
Tene saplı hançer gibi işliyor için için
özgürlük ağrısı mazlum toplumların
Kar yağıyor eteğinde Araratın, Everestin,
kanlı çizmeler altında inleyen topraklara...

Havada
patlayacak bir toplumsal fırtınanın
yürekte umut serpintisi gibi yayılan
ve gelecek muştusunu anımsatan
uzak ve kesin bir durgunluk manzarası,
Kar yağıyor yaşamın kararan bahtına.

Gece yüzyıllar kadar uzun,
Gece felçli bir bedence hareketsiz,
Ömür yeter mi diye düşünüyor insan
ulaşabilmek için sabahın kapılarına...

Dışarda kar yağıyor
Gelip çökmüş Sibirya şehrin başına,
Yüreğim bir ılıman yağmur ormanı
Pasifik adalarında,
Düşümde bir kızıl gül tomurcuklanıyor
gönül bağımın ortasında,
Sis çökmüş yaylalara göçüyor duygularım
gençlik yıllarımın baharlarında
Toroslarda bir sedir ormanında,
Andırın ve Düziçi ovasında
gelincik çiçekleri bezerken tarlaları kıpkırmızı
ve sararken bir Vladivostok kızı
alevden elleriyle düşlerimi gecenin koynunda.

Oysa gece uzun ve bulanık
Yaşam bir buzlu cam gibi donuk
Hergün biraz daha ölüme yaklaşan
paranın pisliğinden kaçarcasına
hiç ardına bakmadan koşan
bir dünya dönüyor
yaşlı yıldızın ayak ucunda.


Başlayıp da bitmeyen
ve kesinkes bell’olmayan sonu
bir kavgadır toplumsal yaşamın yolu,
uykuda boy verir ihanetin en koyusu
ve senin horultun duyulur duyulmaz
çalmaya başlar düşmanın zafer borusu...


Dışarıda kar yağıyor
Işıyor karanlığı gece ormanlarının,
İçimde bir kızıl gül tomurcuklanıyor
sıcak Şankhay güneşince
yürekte sevdalar fokurdatan,
Ve bir umut baş kaldırıyor,
dumanlı donmuş dünyasında
çapulcu sermaye kurtlarının
beyinde kocaman sarsıntılar yaratan.

O gülün kimliğini
beynimde saklı tutuyorum sürekli
insanlık tarihinin ilk adımından kalan
paha biçilmez bir define gibi.

Bilinsinki dostlar ve düşmanlarca
yoktur onun bir başka alternatifi,
Yok benzeri,
yok eşi.

Doğum günü onyedi
belkide daha yüzyıllar önceleri
kim bilir
kaçlarca kez doğup karanlıkların bağrına,
ihanete uğrayıp kuruturken karanlığın yarasını,
ışıtırken toplumların önünü derin kuyularda,
öldürülüp öldürülüp geri geldi
sisli bir güz gününün şafağında
kemirirken ölüm yaşamı savaş ve açlıkla
sarsılmaya başladı
sefalet tutsaklarının dikleşen başıyla
yeryüzü tanrılarının saltanatı,
ve bir kırmızı gül doğdu
yedi kasım sabahı
“eski takvim hesabıyla” ekimin yirmibeşi.

Şimdi siz
acı bir gülümsemeyle
ya da ayakları yere basmayan bir küçümsemeyle
bakıp sözlerime,
“O günler çoktan tarih oldu,
indi yere sancağı ol kızıl sevdanın”
diyebilirsiniz,
Ama lütfen
hemencecik hançer saplamayın sözüme
ve azıcık olsun alıkoyun kendinizi
kaval dinler gibi dinlemekten
kara yüzlülerin yalan makinalarını,
Düşte değilim ben
ve sunmuyorum sizlere kehanet
alıp elime toplum bilimin pusulasını
ve yaslayarak usumu doğa yasalarının ana damarına
bakma çabasındayım gelecek günlerine yaşamın,
Bu yol nereye götürür bizleri
hangi meydana çıkar yarını insanlığın,
Siz hiç düşünmez misiniz bre evleri şen olasıcalar,
Siz hiç açıp gözlerinizi görmez misiniz?

Kabartıp kulağınızı duymaz mısınız?
Yerin göğün
güneşin ve suların
ağaçların ve kuşların
gözü yaşlı iniltilerini
otlar ve çalılar gibi su içip nefes alıp veren
elleri ayakları bağlı, beyni proğramlı ölüler!

Yarım yüzyıl sonrasını diyorum
suların kuruması
toprağın kısırlaşması
güneşin solmasını diyorum,
Yarım yüzyıl sonra sular aynı durulukta
ve berrak mı kalır gökler...

Dinleyin lütfen alaysız acelesiz
iyi bakın gözlerinin alevine sözlerimin,
Gün gelecek mutlak bunu yadedeceksiniz,
Var olmayla yok olmanın mihenk taşıdır burası
çünkü bir başka olanak artık yok elimizde
yaşamın yoluna ancak
bu köprüden geçerek
devam edebileceksiniz...

Sözü daha fazla
eveleyip gevelemeden
sadede gelelim hemen:

Bin dokuzyüz altmışlarda
vurgun yedi ana yurdunda
ve canını zor attı uzaklara gece yarısı.
Bin dokuzyüz kırkbeşlerde
atom dumanlarında boğulmayan
gaz fırınlarında kavrulmayandı,
ve iki binlerde
karbon dumanlarıyla nefesi kesileyazdı.

Ben yeniden doğdum altmışlardan sonra
onun yaşam iksiri ellerine bir sabah
raslantısal bir kazanın ilginç oyunuyla.
O hiç yaşlanmadı ömrünce zaten
daha kız oğlan kız anasından doğduğunca.

Bir yüzü atom alazı
bir yüzünde fırtına, tipi,
Bir yanında acılar imparatorluk kurmuştur
Bir yanından yeniden doğar yaşam
bahar sabahları gibi...

Kar yağıyor,
Gecede
ölü gezegenler gibi
kıpırtısız bir hava,
Pencerelerde
tüm kış ormanlarının
o ürperten, soğuk romantikliği,
Aç kurt uluyuşları korkak karanlıklarda
ve ölüm sesizliğinde iniltileri
geleceği yitirmiş olanların.
Ben kabuğunu yırtarak yaşama yeniden doğmanın
çekilmez merak ve duyguları altındayım,
ve bir yavru kelebek gibi duldasındayım
ellerine dermansız can gibi düştüğüm İlyiçovanın.

Babam benimle yaşıt,
Anamın yaşı daha küçük benden,
O benin hem kızım hem büyük annem
O benim gönlümün bağrında
saltanat kurmuş biricik çıplak bebeğim
Hiç bir güç ayıramaz tenini tenimden...

Yürekte yara değil bu zıtlık,
Yeşeren bir bahar sabahıdır
açınca
bir sevdalı nar tomurcuğu
sevda fırtınaları gibi
gönlün buzlanmış bağlarında
yavaş yavaş
ışımaya başlıyor binaların doruğu.

Vladivostokta kar yağıyor
Dondurucu bir işkence altında eziliyor sokaklar
Buzdan bir susuzlukla kavruluyor yüreğimin içi
İki saat ötemde
bir ağustos günü
kuşatıp ölüm meydanı
ateşiyle bir anda
ve birdenbire koparıp
bir kızılca kıyameti
yok ediliyor insanlğın
üç yüz bin badem gözlü fidanı.

Üç yüz bin can
üç yüz bin kadın, çocuk, ihtiyar
üç yüz bin insan,
Yok oluyor, ulu orta, bir anda
eşkiya bir at hırsızı kovboyun
düğmeye basmasıylan...

Bir dolar fabrikasının keskin
sireninin
dehşetiyle
irkiliyor insanlık,
Her yer duman
her yer gaz
her yer ışın
her yer radyasyon,
Her yerde yıkım
her yerde ölüm
her yerde mezarlık.
Güneş kuşatıldı
sıcak bir ağustos sabahında
banka sermayesinin buyruğuyla
ve alkor küllerle kaplandı ortalık...

Dışarıda kar yağıyor
Dışarıda fırtına, tipi ve buz
Efil efil esiyor bağrımda bir gökçe kız
Bir gonca nergiz açıyor duygularımda,
Bu bir turuncu yakut taşı
Dünyanın
bütün güzel kızlarının
yaşam madalyalarınca taşıdıkları
tılsımlı gülistan gerdanlarında,
Vurgun sevdalar mayalayan
an be an tomurcuklanarak yüreklerde
delikanlılığın en çalkantılı ve coşkun çağında.

Sevda ne zaman düşer kana
ne zaman boy verir yürek çağlayanı
deli bir dalga gibi çarparak kıyılara,
deryalar utanır durgunluklarından
şimşekler terkeder tufan bulutlarını...

Ben onu kükürt yalımlarından,
karbon dumanlarından kusa kusa
kavrulup kuruyan bir filiz gibi
söküp getirdim buralara.

Ben onu
bağrına ateş düşmüş bir günde
Şanghay cehennemlerinden
yavrusunu zulümün kılıcından
kanayan bir yara gibi kaçıran
bir ana güvercin vakuruyla
takıp kanatlarımın duldasına
ölüm havli
bir ivedilikle yetirdim buralara.


Ben onu atom ışınlarından
yıllar öncesindenberi
külleri yere yağan
kapıp kaçırdım buralara
kanatırken ağıtlar ve feryatlar
kulak zarlarımı
Hiroşima çocuklarının arasından.

Kulağımda çığlıkları uykulu insanlığın,
Yüzüm gözüm kapitalizmin kiri
Ellerim- ayaklarım ölümcül yara
Ama yürekte sönmedi köz daha
Yürekte yaşam sevdası filiz, filiz
Henüz sona ermedi kavga
Daha söylenecek söz
yürünecek yol
bükülecek kol var,
Bu bir bilimsel yemindir beyinden,
Bu bir sınıfsal kindir yürekten,
Temizlenip kir ve pasaklardan yeryüzünün yüzü
yoldaşça yaşamaya başlayıncaya kadar
bütün insanlar...

“O beni
bir bahar akşamı terkedip” gitmedi,
Tuttu kanser lekeli ellerimi
Ozonsuz Avustralya yadigarı
ve astımlı bir bebek gibi
gömüp başımı iki memesinin arasına
emzire emzire
taaa Melbourne’dan
ölümden can kurtarırcasına
kapıp ulaştırdı buralara.

Mavi göklerimizi yitirdik artık,
Artık gün ışınları okşamaz ellerimizi,
Artık ateştir yanar tepemizde cehennemcesine
Artık nefesimiz yetmez ciğerlerimize
Farkımız kalmadı artık denizi kurutulmuş balıktan,
Artık hava kükürt ve karbon
güneş yangın ocağı
yağmurlar sel baskını,
Ölüm kokuları kuşatır kocaman bozkırları
lav yalımları kavurur
toprağın uçurumlaşan çatlaklarından...

Artık kara duman altında atmosfer,
Gündüzlerimiz grileşti tümden,
Ay ışıklı ve yıldızlı geceler
yok olup gittiler
birer birer
egzoz
ve fabrika
dumanıyla kararan
kalabalık şehirlerimizden.

Çağıl çağıl akan berrak sular yok artık
dağlar dolusu balta girmemiş ormanlar
üzerinde yaban taylarının kanatlandığı
yemyeşil çayırlar
ve serin seher yelleri
Ilık yaz yağmurları
ve yeşil okşayışı baharın
iyice uzaklaştı
karbon zehriyle bedenlerimizden...

Dışarıda kar yağıyor
Uyuyor şehir karlı gecelerin ak örtüsünde,
Gözlerim buğusunda gül hasreti bekleyişlerin
Ellerim oynuyor sevgilimin ateş yalımı saçlarıyla
Gönlümün otağında tomurmuş
yemyeşil bir filiz gibi
büyütüyorum ben onu,
Beynimin odağına oyulmuş,
kavga odundan kalmış iz gibi
saklıyorum gelecek günlere...

Ben onu
bin acıyla dağlayarak kalbimin duvarlarını
ve kanata kanata uzuvlarımı para sahiplerinin
kanlı yönetimleriyle orantısız çarpışmalarda,
O beni dalga dalga savurarak saçlarını
yıldırımlı nehirler gibi asya bozkırlarında,
Bir bölünmez tunçtan beden yaratarak
görkemli bir zafer alayı gibi,
geleceği önümüze katarak
ve hüzünlü bir gönül çağlayanınca
bendimizi yıkıp atarak
getirip diktik sevdamızı
Ulyanov’un toprağına...

Sermaye denen canavarı
ancak onu yaratanlar yere serebilir
öyle bir illetli hastalıktır ki o
öyle bir soysuz barbarlıktır ki o
kendi sahibini bile köleleştirir...

Vladivostokta sabah oluyor,
Yanıyor gözlerim
karlı gecelerin
derin ve kör uykusuzluğunda,
Pencere camlarında ışıltısı
biten bir mum aydınlığının
Anlatımı dünyanın
tüm dillerince olanaklı olmayan
bir güzellik yontusunca
sere serpe
uyuyor kollarımda İlyiçova.

Aklımda
geçmişi geleceğe bağlayan suların
geçit yerleri
Aklımda
yeryüzü denilen güzelin
tahrip edilmiş bedeni
Gözlerimde fosfor bombalarından
yerli uşaklarıyla Amerikan haydutluğunun
Vietnamlı çıplak bir kız çocuğunun
körpecik teninden dökülen derileri,
Yüreğimde kavruluyor Nagasaki, Hiroşima...
Yüreğimde yalın kılıç işçi birlikleriyle Leningrad,
Yüreğimde Baku, Tiflis, Kazan, Madrid
Berlin, Paris,Şikago, Stalingrad ve Moskova...

Ve hiç hız kesmeden
o günden bugüne
yağlı çöllerinde mavi gezegenin
gri göklerinde ve karayeşil sularında
sınır boylarında aykırı ülkelerin
ve orta yerinde kocaman şehirlerin
tasmalı yerli tazılarıyla birlikte
ağızlarında kanlı salyalar
dişlerinde kemik kırıntıları
önü alınamıyor bir türlü
yankee gangsterliğinin.

Çarşaf gibi durgun sularında pasifğin
eski deniz korsanlarına dua okuturcasına
hiç bitmiyor eşkiyalık eylemleri
Japon kapitalizminin,
Kızarıyor durmadan uçsuz bucaksız engin sular
yeni samurayların balina katliamıyla,
Sıcak kanlı adaların
esmer tenli insancıklarının
boğuluyor nefesleri
Parisin atom bulutlarıyla.

İş, para, ticaret düşleriyle
uyuyup uyanmaktadır Pekin şimdi
yaşamın her alanında duvarları
ve kocaman bulvarların panolarını
işçi kasketi ve çeketiyle
süslerken daha Maonun resmi,
Dünya sermayesinin tüm pislikleriyle
maskeli bir havasızlık şu an koca Çin,
İnsan, hayvan, taş, toprak, orman
ve emek, ve ürün ve duygu ve fikir
her şey ticarete ait olandır onların gözüyle
ve her şey mübahtır ticaret için...

Yaldızlı semtlerin gece pazarlarında
ya da turistik otel odalarında alenen
apış arası ticaretiyle yürüyor yamuk yamuk
Denpasarda, Katmanduda,
Bangkok, Singapur ve Manilada
sefaletle kuşatılmış sokaklarda gün,
Sönüyor gözlerim yavaş yavaş
Düşüyor başım sımsıcak koynuna
Yanıbaşımdaki
karda açan tomurcuk gülün...

Çiçeklendi yüreğimin başında bir filiz
Ateş aldı yanıyor tüm duyumlarım
Coşuyor çağlayan sular gibi damarlarımda kanım
Kamçısı iniyor düşüncenin dönemeçlerinde
uzun bir tarihi yolda zulme başkaldırı sevdasının,
Çelik bir pençe gibi kavrıyor beyin kavganın nabzını,
Duygularım meltemli denizler gibi serin,
güneşli sabahlarca sıcak,
Elleri ellerimde bir gökçe ekim kızının,
daha ışıltısı sönmeden şafak yıldızının
kanatlanıp çıkıyoruz loş uykudaki odamızdan,
Ardımızda kara duman gibi boğuluyor zaman,
Ağıtlar, zılgıtlar ve feryatlar yükseliyor ardımızdan...

Kanatlanıp uçuyoruz dört yana,
yaralanıp düşüyoruz derin bir kuyuya düşer gibi,
ve dişle, tırnakla derin bir kuyu deşer gibi
karanlıklar içinde tarihin kanlı karanlık sayfalarına.


Kıtlıktan çıkmış
aç kurt sürülerince saldırgandılar,
Geldiler
yaktılar
yıktılar
...tiler
gittiler
Derler ki,
dünya nüfusunun kırkta biri
onların attığı tohumdan türedi.

Tozu dumana katan atlarıyla,
Çıplak bacaklı
ve sarkık bıyıklı eratlarıyla,
Ellerinde kama, sırtlarında ok kuburu
boyunlarında at kirişinden yay
ayaklarında ham teke derisi çarık
başlarında emlik kuzu kalpaklarıyla,
gelip geçiyorlar çekirge alayları gibi.
Havada kasırga işareti toz bulutları
Çin duvarını aşarak aşağılara doğru,
kılıçları kıpkırmızı moğol süvarileri.

Bozbulanık akıyorlar
tepeleyip yıkıyorlar
yağmalayıp yakıyorlar
toz bulutlarıyla kaplıyorlar gökyüzünü,
kan gölekleriyle kesiyorlar yaşamın önünü.

Tutuşuyorlar
kanlı ordular
bir kanlı meydanda cenge,
Komutanlar, krallar, hanlar, kağanlar
kurulmuşlar sahra tahtlarında
orduların gerisinde, uzaklarında,
buyruk bildiriyorlar yamaklarıyla,
taktik veriyorlar çavuşlarıyla.
Vuruşuyor gırtlak gırtlağa bizim baldırı çıplaklar,
Boğuluyorlar can hıraş kanlı bir inilti deryasında
Öldürüyorlar birbirlerini cehaletin canavarlığıyla
Bin bin, on bin on bin, yüz bin yüz bin
Ayırdına ulaşmadan yaşamakla ölümün
Yitirip insan oluşlarının duygularını tümden
düşünmeden bir an bile neden diye
efendiler, hanlar ve komutanlar aşkına...

Sonra
gün ufka yaklaşanda
gökyüzü kanla kızıllaşıp
ceset kokuları dağları aşanda
kocaman ovada bir kan göleği
sırtı bağrı ok ve kama saplı ölüler yığını
ve az sayıda hanların taze akın birlikleri
ve başlıyor ince belli, kor dudaklı ol Çin diyarında
çapul yağma, yıkım kırım, uçkur avanta...

Dolu vurmuş buğday tarlalarına benziyor
savaş meydanlarının vaziyeti coğrafyası,
Manzaranın dehşetinden bakamıyoruz ovaya
Havada leş kuşları dönüyorlar habire,
kara bir bulut gibi kaplıyorlar gökyüzünü
akbabalar, kartallar, çaylaklar ve tüm yırtıcılar,
Dolanıyorlar meydanın etrafında çakallar,kurtlar
Moğol hanı kuruyor otağını Çin hanının konağına
Kız alıp veriyorlar biribirlerine
Hısım akraha oluveriyorlar biribirleriyle
Yalnızca kalıyor ortada
sanki hiç yaşanmamış gibi umursamazca
emekçilerin ölü bedenleriyle dolu yıkık bir dünya.
Kan kokusundan başım dönüyor benim
kusuyor olayın dehşetinden İlyiçova...

Güneş doğuyor
Paramparça bölerek
samuray zırhlarını ufkun ötesinde
Dağılıyor radyasyon bulutları
Amerikan haydutluğunun
Japon halkının göklerinden,
Dönüyoruz seher mahmurluğunda yeni bir günün
ardımızda kan gölekleri yoksul yığınların kırımıyla
ve hanlar sofrasında kırmızı şaraplar
ve kor kızıl dudaklar bırakarak,
Yürüyoruz gün ışınlayla batı ufkuna doğru
bir yanda Mançurya ülkesi uzanıyor dağlı, ovalı
bir garip kimliksiz insan görünümüyle şaşkınlaşarak,
Bir yanda
yeşil başında
bahar çiçekleri açılmışçasına
karların beyaz örtüleri altında
gerdekte sevgili bekler gibi baharı bekleyen
uçsuz bucaksız Sibirya.

Karlı ormanların koynunda
bir ren geyiği sırtında
ne kanın, ne kavganın farkında
çekik gözlerini gömüp saçlarına
geyikleri güdüyor bir Yakut yerlisi,
Dilinde şaman dedesinin ezberlettiği dualar
Kalpağında bir beyaz güvercin
Terkisinde güvercin gözlü sevgilisi...

Yürüyoruz
bazan akşam gezisine çıkan
eski anadolu şehirlerinin topraktan
kenar semt yollarında utangaç sevgililer gibi,
Yürüyoruz
bazan dünyayı yeniden keşfe kalkışan deliler gibi,
Yürüyoruz durup dinlenmeden
Yürüyoruz bazan kuzeyden, bazan güneyden
Yürüyoruz bir yaklaşan musibetin
ayak seslerinin
işitilmeye başlamasının tedirginlik ve telaşıyla
kenetleyerek biribirine sıkıca ellerimizi...

Aniden kopuyor bir kara fırtına,
nal sesleri,
kılıç şakırtıları,
ok vızıltıları
ve yeri göğü inleten naraları,
ırgalanıyor koca bozkırlarda ateş alazları gibi
çalkalanıyor Sibirya düzünde kar fırtınasınca
önü belirsiz
sonu belirsiz
tatar akıncıları.

Yakıp yıkıyorlar durmamasıya,
Soyup yağmalıyorlar geceli gündüzlü,
Çılgındır çapulun yüreği ve aklı
yıkılıp yakılıyorlar kısa zamanda
dağılıp dökülüyorlar dörtbir yanda
Kararıyor bir uçtan öbür uca dünyanın yüzü..

İlerliyoruz gün ışınlarını izleyerek
bahar sabahlarını bekleyen ürkek kuşlar gibi
kendi dünyamızda, kendimizden ürkerek,
Yıllar yılları kovalıyor kanla kılıçla,
İnsanlar insanları boğazlıyorlar nedensiz,
incir çekirdeğini doldurmaz şeyler uğruna,
Beyinleri kaplayan karanlığın kör inancıyla
korkak ve kibirli bir tacın kullaştırdığı
kendilerine zulmedenlerin buyruklarıyla..

Ölen köle, öldüren köle
Akan kanlar
sönen ocaklar
ve yıkılan yaşamlar üzerine
yükseliyor her yerde
çapulcu kralların serveti ve sarayı
şişine şişine...

Çarlar geliyorlar gün batısından bu defa
göğüsleri gamalı
ve gövdeleri sade zırhlı
kanlı ve mağrur şövalye taburlarıyla,
Toplamışlar önlerine bey kölesi
din kölesi ve toprak kölesi yığınları
bulabildikleri kadarıyla.

Saldırıyorlar güneye
saldırıyorlar kuzeye
doğuya ve batıya saldırıyorlar,
İnliyor bozkırlar sonsuz bir kahırla
Kızarıyor toprağın yüzü
kesilmiş kurban kanlarıyla.
Bir türlü gelmiyor sonu
karanlıkta saltanat yapıtlarının
Alıyorum ellerime sabrın silahını,
kuşanıyorum beynime haklı bir yaşamın yollarını
Yağma boylarında hanlar, hakanlar, krallar, çarlar
Toz duman içinde çıplak ayaklarıyla vuruşuyor açlık,
Tanrı buyruğunca yürür gibi yürüyorlar hep
bir kanlı zorbanın emrinde binlerce kalabalık...

Yok daha ortalıkta bizimkilerin
çıplak ata yalın kılıç binişleri...
Yok daha ortalıkta ekmeksizlerin
yaratan beyinleri ve üreten elleriylen
sömürü dünyasının karanlık gözlerine
ateşten oklar gibi yürüyüşleri...
Yok daha ortalıkta
güneşi zapta çıkacak olan özgür kölelerin
haramzade saltanatlarını yeryüzünden
ölümcül bir yara gibi temizleyişleri..

Kar yağıyor bora, tipi
yolumuzu yöremizi doldurarak
çöllerde kum fırtınaları gibi
yakıyor gözlerimizi alevlenmişcesine
tıkıyor nefesleri bir beyaz sağnak,
Bir yanımız kar boran Sibirya ovasında
Bir yanımız atom yalımları Kazak bozkırlarında,
Yakılmış topraklarda atom çukurları,
Maden ocakları ve fabrika kalıntıları
kel dağların eteklerinde
batıyor göz bebeklerimize
utanmaz paslı bir yüz gibi sırıtarak.

Ve ağlıyor anasını yitirmiş bebeklerce için için
çırpınıyor esir edilmiş kuşlar gibi kafeste
yıllar yılı kenelerce
emile sömürüle
yakıla göğündürüle
posa haline getirilen toprak!

Güneş doğuyor
Çıkarıyor karlar altından başını bir altın çiçek
Gülümsüyor gün ışığına seher esintileriyle
gül yüzlü bir bebek.

Kopuyor bir kasırga, yakıyor güneş
iniyor gözlerimize kör eden bir radyasyon ışını,
Çöküyor üstümüze bir ateş harmanı,
Tepemizde volkanlar patlıyor,
Kaynıyor yaşam kor ateşlerde,
Sönüyor yaşam
vakit bile bulamadan buhar olmaya
ve bitiyor yanıp göğünerek....

Gece bastırıyor
karartarak gözlerimizi
Yüreği bozkırlara sermişiz
çöllere savurmuşuz gelecek günler için
tutunmuşuz birbirimize yapışa yapışa
yarınki kavgalara hazırlıyoruz beynimizi...

Ve bir eski anıt gibi
bir değişik yapı çıkmış karşımıza
yeşili tükenmemiş daha,
kurumamış suları
ve yaşamın sadece
örnek olarak çöl ortasında kaldığı...

Çok eski yıllardan
geleneksel olarak bugüne kalan
bir kolhoz diyorlar burasına
ve bizi kabul ediyorlar misafir olarak
kolhoz toplumunun arasına.

Geceler ölüm gibi soğuk dışarıda
Gündüzler cehennemden daha yakıcı
Etrafta çiçek kokuları/ savrulan arılar
Etrafta su şırıltıları/yemyeşil ağaçlar
Etrafta meleşip duruyor koyun- kuzu
Başımız dönüyor
dönüyor dünyamız
yanımız yöremiz civanpare delikanlılar
ve saçları mısır püskülü
ceylan endamlı kızlarla kuşatılarak,
Barınağımız ılık bir semaver çayınca
okşuyor umudumuzu
yaşamın kıvılcımını gelecek günlere ulaştırarak...

Kar yağıyor Tataristanda
Dışım bir eskimo Yakut ellerinde
Yüreğim bir gülistan eteklerinde Toros dağlarının,
Kadife bir gül tomurcuklanıyor bağrımda
Uzanıyor ellerim bir dünyadan bir başka dünyaya
sarılarak ince bellerine yıldırımlı sevdaların.

Ulaşıyorum bir meydana
Meydan yıldız mahşeri
Meydan ateş alevi
Meydanda birikmiş kıyamet günü kalabalıkları,
Göklere uzatıyorlar ellerini
İnletiyorlar kuru toprağın bağrını ayak vuruşlarıyla
Alevli gözlerinde balkıyor yıldızlar
Koparıp koparıp alıyorlar gökten yıldızları...

Çıkıp geliyor gecenin bir otunda
aniden ve hiç beklenmedik bir anda
beyni gövdesinden daha büyük bir çocuk,
Saçsız başını bir kalpakla kapatmış
yumrukları havada,
Dalgalanıyor kalabalık
gidip geliyor Urallardan Kamçatkaya
Tienşandan Kafkaslara...

Gidip geliyor
tutuşup yanıyor
kuzey kutbundan güney kutbuna,
Asya bozkırlarından salınıp okyanuslara
Yankılanıp kanguru diyarından
uzanıp Hinde Çine
dolanıp Afrikayı, Amerikayı
kaplıyor yaşlı Avrupanın
kalabalık kentlerinin varoşlarını
bir uçtan öbür uca....

Bu konuşan adam
bu yaşlı çocuk Ulyanov baba,
Onu dinliyor dağ, taş, kır, bayır
Onu dinliyor
bütün yaşam alanları hasta dünyamızın
Onu dinliyor denizler, gökler
onu dinliyoruz kesip nefeslerimizi
bebek gibi gelecek günlere büyüttüğüm

ve göğsünün pınarlarından emdiğim
ab u hayatla bugünlere yettiğim
altın yürekli Vladivostok kızıyla,
Seher yeliyle dinliyoruz onu,
ve sabah yıldızıyla...

Onu dinliyoruz, onu dinliyorum:
Dokunuyor omzuma
Çelik gibi sert ve ipek gibi yumuşak,
Karlı gecelerce dirençli ve ateş kadar sıcak
demirden bir pençe gibi bir el,
Kulağımda bana ilk memesini
verdiği anki anamın söylediği ninnisi,
Yapışıp ellerine yıldız gözlü bu kocaman adamın
sıkıyorum yürekten gelen sıcak bir coşkuyla ellerini.

Bakıyorum hayran hayran
gecenin karanlıklarını ışıtan
uzak ve parlak bir yıldızı
seyreder gibi yaz gecelerinde
derin ve ışıklı gözlerine onun,
Elleri ellerimde babanın,
düşleri yüreğimde renkli ve aydınlık
sesi resmediyor geleceği beynimde:
Neden diyor bu karanlık
neden diyor bu kış-kıyamet
neden diyor bu cehennem gezeğenin üstünde.
Bu pislik kimin, bu ölüm kimin
bu kepazelik kimin işi,
Nasıl söndürdünüz
güpe gündüz
bizim kanımızla yaktığımız ateşi.

Yokluyorum belleğimi,
Düşünüyorum olayın arkasını, önünü
İlerisini
gerisini
dününü
bugününü
Olanaklı değil bu soruya masum bir yanıt
bin dereden bin sel getirip
çarpıtmadan yalın gerçeği.

Medet umuyor gözlerim
yanımda sönmez bir ışık gibi taşıdığım
yanımda em, yanımda ekmek gibi
ve bağrında bebek gibi yaşadığım
ekimin ölümsüz kızı İlyiçovadan,
Fırlıyor İlyiçova aniden yerinden
dolanıyor babanın boynuna
ve eriyip kaynıyor onun ruhunda.
Kalakalıyorum ansızın yapayalnız
ortasında Rusya bozkırlarının
karşı karşıya
beyni gövdesinden büyük yaşlı bir çocukla.

................
Ben yetişemedim o günlere baba,
Ben daha yeni doğduğumda o ateş yanmaktaydı
kutbun geniş bir kuşağında,
Kıvılcımlar saçmaktaydı
Atlantik ötelerine ve güney denizlerinin üzerine.

Ve o zamanlar bu dağlarda,
bu bozkırlarda,
bu köyler ve kentlerde
kaf dağlarının göklerinden gelmiş
çelik pençeli bir kartal uçardı.
Ama çok sürmedi bu durum
kartalın ömrü yetti,
ondan sonrası kepazelik
göklerimizi kargalar işgal etti.

Sözün kısası
benim anladığım kadarıyla
Dallas domuzları, Marlboro sigarası
ve eskiden kalma büro beyni basmakalıp
ve yaratanların derin uykularda uyutulması
ve bir de söylemesi ayıp
Alkol,
alıklık
ve apışarası..

Yani toplumun bağrından
uzaklaşıp gitti gönül neferleri,
Elene elene
elit bir grup kaldı geriye,
sözde her şeyi bilenlerle
yalnızca onları dinleyenlere
dönüştü toplumun manzarası,
Bence bundan dolayı karartıldı
güneşin bütün ülkelere doğması...

.......................
Gülümsüyor Ulyanov baba acı acı
Dönüyor sıkılmış eli havada
Patlatacak diyorum karanlığın bağrını
patlatacak domuz ahırlarını
şiş karınlarını finans ağalarının
köşkünü sarayını patlatacak,
Sular yeniden çağlayacak ardından
al aydınlık şafaklar atacak,
Bahar sabahları alay alay
buğday tarlaları başak başak...

Elinde bir molotov kokteyli babanın
fitili var benzini yok.
İşte diyor sertçe dokunup omuzumun başına
işte budur yok oluşun püf noktası:
Elinde bir molotov kokteyli
fitili var, ama ne hikmetse yok benzini...

Ben bu düşü düşlüyorum yaşam boyunca
Ben bu düşle yatıp kalkıp yıllardır
ben bu düşü düşünmekteyim
ey yaşamın bitişini
ahmak bir umursamazlıkla seyreden çok bilmişler,
Ey dünyanın yaralı bağrında mülkiyet kavgası veren
fosilleşmiş sermaye sınıfının yüzsüz sözcüleri,
alın terinin arkasında dışkı sürükleyenler!

Gündüzlerim gece oldu çoktan
gecelerim yanıyor
yaşam ateşinin amansız dayatmalarında,
Pisliğinizden kusuyor toprak
çirkefinizden ölüyor bütün varlıklar,
zırıltınızdan boğuluyor yaşamın sesi.
Geleceğin nabzı burada atıyor ey kelaynak kuşları,
Bu geceler sürmeyecek böyle uzun ve ağır
Bu aymazlık kalkacak mutlaka
kalabalıklardan günün birinde,
Temizleyecek gölgelerinizi yerkürenin üstünden
yaşamı yaratan gücün patlayan öfkesi...

Arı döllemez çiçekleri
çiçekler bal vermez arıya
kuma dönende toprak
kısırlaşınca ana
vurur yaşam taşlara başını,
ve sızlana sızlana biter gün
söner yıldızların ışıltıları...

Sabah oluyor batısında Ural dağlarının
Havada sisli bir bahar gününün uyuşukluğu
Ellerimde sıcaklığı geçen geceden kalma
yürüyoruz ekim kızı İlyiçovayla
tatlı bir düş kıvamında şehre doğru.
Ben bir şeycikler göremiyorum
yalnızca tanıdık uğultular geliyor kulağıma,
Selam veriyor durmadan İlyiçova
bir bayram sonrası utkusuyla
dolaşır gibi dağılan sokaklara
kadınlı erkekli özgür kalabalıklara.

Kulak kesilip dinliyorum konuşulanları
Bakınıyorum sağıma- soluma
Uyan artık diyor İlyiçova, şehre geldik bak,
Anlıyor musun konuşulanları
Kopacak fırtınanın fısıltılarınca yavaş
bilenen bıçakların ağzı gibi keskin söylemler,
Bunlar iki dilli insanlar anlayamıyorum hepsini
bir genel dili konuşuyorlar bir de yerel dillerini,
Dinliyorum dikkatlice
Ve diyorum ki sevdamın ol kızıl karanfiline;
Ben anlıyorum bu dili ama tamamın değil,
bunlar anamın dilini konuşuyorlar babamın değil.

Dolanı dolanı akıyor bir ırmak
kemer gibi sararak şehrin gövdesini,
yan yana
kol kola
yürüyor iki ırmak
geleceğe giden yolları adımlayarak...

Elim elinde İlyiçovanın
yüreğim yüreğinde
Tek bir ses çıkarıyor adımlarımız
üzerinde tek siper gibi durduğumuz toprakta,
Sularda bir tek suret yansıyor ikimizden.
Susuzluğumuz tek bir susuzluk,
tek bir açlık açlığımız,
Bir uçtan öte uca kesiyoruz şehri orta yerinden.


Önümüzde bir eski yapı,
Yapının duvarları
heykeltraş ustalığı
usta işçi ellerden çıkmış şaheser,
Gökleri yapının dumansız mavi
içinden aydınlık akıyor insanın gözlerine,
İçinden gelecek fışkırıyor
içinden özgürlük filizleri insanlığın birer birer
ateş olup saçılıyor karanlığın delhizlerine...

Burası çok meşhur
bir üniversite diye açıklıyor bana
kıvanç ve gönençle
dalarak
gözlerimin içine İlyiçova,
Burada düştüm ben
ölümsüz bir tohum gibi
ilk kez kıraç toprakların bağrına,
Burada düştüm ben
örse balyoz iner gibi
fabrikaların canavar çarklarına,

Burada düştüm ben
anamın rahmine düşercesine
geleceğin dölyatağına,
Burada sevgiledi ilk kez beni toplum
burada sevgiledi beni anam,
Gözlerim burada açıldı
Burada yürüdü
milyonlarca işçinin güneşe yürümesi gibi
beyin hücrelerime ışık,
Ve ilk kez burada mayalandı kavgam...

Sürekli bakınıyorum çevreme
Öğrenciler oturmuşlar kampüste
yarı köse ufacık
bir ihtiyarcık
duruyor aralarında,
uzanıp tutuyor ellerini yara yara kalabalıkları
bu ufacık yarı köse ihtiyar öğrencinin İlyiçova.
Ve sonra
eriyip yitiyor onun sureti içinde
ateş cezası verilmiş bir bilgince
parıldaya parıldaya...

Döndüm kendi kendime yapayalnız
Yürümüyorum artık
geçip gittiğim yerleri yeniden,
Gitmiyorum geçmişe göçercesine
geldiğim yollardan geriye,
geleceğin umudu ateş olup akıyor gözlerimden.

Aklım yaşamın yarınına bağlı
kayıtsız koşulsuz,
Zorluyor beynimi geriden gelen düşler,
Oyuyor yüreğimi
zor kazanılıp
kolay kaybedilen zaferler
en dayanıklı yerinden.
Bir uzun yolculuk yitimince zor geliyor bana
dönüp de şöyle bir geşmiş günlere
karıştırmak insan soyunun belleğini
kenarından köşesinden.

Nerelerde nelere takılıp kaldığı adımlarımızın
ve nasıl farkedilmemiş olduğu
o en delikanlı günlerinde
emek kahramanlığının
sinsi sinsi boğuluşu yarınlarımızın,
Nasıl farkedilmemiş olduğu
kanaya kanaya yokoluşu anamızın...

Bahçede güller
renk değiştirmiştiler
diye başlıyor söze içimden bir ses,
Akropolisin beyaz mermer yontuları
kararıp çürümüştü pastan kirden,
Kışın soğutucuyu açmıştık
soba yakmıştık yazın
çocuklar ergin oluvermişti bir anda
ilkokula başlamadan daha
hormonlu yiyeceklerden...

İtekliyorum beynimi
Nehir sularının rengi
zehir gibi küf yeşiliydi
ve hep ölüp gitmişti
umursamaz miskinliklerimizin sayesinde
suların canlıları
denizler kıyıya vurmuştu zehirle çürümüş balıkları
ve mavi okyanusların yeşil gövdeli balinalarını.

Fabrikaların atıkları
depolanmazlardı yerin derinliklerinde,
üç-beş kuruşluk filtre masrafları bile
azaltırdı kapitalistlerin kazancını,
Ve yasalar,
ve hükümetler,
ve savcılar göz yumarlardı
ya da açıktan savunurlardı çapulcu babalarını.

Uranyum atıkları sonra,
sonra radyasyonlu et, peynir, çay
fındık, fıstık, hububat, sebze, meyve, bakliyat
kahve, tirşik, lahana, yumurta
madımak, ebelik, köremen, kuşkuş
pirinç, mısır, arpa, yulaf, buğday
ve yeni doğmuş beyinsiz bebek başları...

Düştüm yolun kenarına
Önüm- ardım
sağım- solum
uçsuz bucaksız
çayırsız ağaçsız
dümdüz bir ova.

Toprak sapsarı
bomboz dağlar taşlar,
Ne zıplayan çekirgeler göze çarpıyor
ne şarkı söyleyen bahar kuşları
ve ne de yerlerde ince belli çalışkan karıncalar.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde
uçarken gördüğüm beş bin metre yukardan
manzaraya benziyor bu manzara
cehennemi andıran
Arabistan yarımadasında...

Yalnızlık od gibi düşmüş ortalığa
Umutlarımı doğruyor bir kanlı ordu tatar palalarıyla,
Toplanıyorlar dünyamızı kirleten canavarlar
bilmem hangi devletin hangi kentinde
onlarca yıl öncesinden bu yan onlarca kere
insanların gözlerini perdeleyerek,
Konuşuyorlar para babaları
bilmem hangi kıtanın hangi devletinde
onlarca defadır
onlarca öneri sunup,
plan değiştirerek...

Etrafları onbinlerce polis duvarı
etrafları on binlerce silah koruması
ve bizimkilerin “dünyamızı kurtarın” seslerini
kanla bastırmak için makineli tabanca takırtıları.

Görüşüyorlar ölüm tüccarları
ellerinde banka kasaları var,
ellerinde petrol kuyuları var,
ellerinde kömür ocakları,
ve ellerinde atom bombalarıyla.
Çare arıyorlar
karbon di oksit gazının tahribatına
yaşayabilmeleri için,
ve sömürebileceklerse eğer
eskisi gibi gelecek günleri.*

Kimisi bir şeyler yapmaktan söz ediyor
kimisi suçu asla kabullenmiyor
kimi işin üçkağıtçılığında sürekli,
En çok tahribat elebaşısı
Karbon gazı salınımcısı
nükleer bombacısı,
Suların ve toprağın
yaşamın ve çocukların boğazlayıcısı
inkar geliyor tehlikenin varlığını elli yıldan beri.
“hava kirlenmesi yok”
“iklim değişmesi yalandır,
“kuraklık, sel baskını, kasırga ve buzulların erimesi
ve gemilerin kutbu yol eylemesi normaldır. “

Saldırıyor ağzı köpürerek
saldırıyor dişlerinden kan ve salya dökülerek
bilim insanlarıyla eylem yapan kalabalıklara,
Yüzünde kapkara bir örtü,
bir şerit makineli mermisi dişleri
ve elinde tırpanıyla.

Onun ağzına bakıyor bir kısım kargalar,
Onun ağzına bakıyorlar
Kamberalılar, Ankaralılar, Bangkoklular,
Riyadlılar, Kuveytliler, Bağdatlılar, Londralılar
fiyaskoyla sonlanıyor sahtekarların pazarlığı,
dönüyor yeniden ölüm tüccarları
hırlaşa
hırlaşa
leşlerinin başına...

Yıkılıp kalmışım
bir yangın yeri
bir çekirge yeniği
bir kör-kötürüm ovanın ortasında
dökülüp dağılmışım.
Ellerimi yıldızlara
ayaklarımı otlara, böceklere
beynimi gelecek günlere dolamışım...

Toprak suyu emende
boy verir fidanlar maviliklere
alır sevdasını kollarına bahar
seyre dalar yıldızları
gelecek günlerin gözlerinde...

Doğayla insanın kavgası
böyle olmamalıydı
koca sakallı dedemin öngördüğü,
Orada insanın insana zulmü,
Orada insanın insanı sömürüsü
orada sınıflar ve sınıf kavgası
çoktan atılmış olacaktı
tarihin eski eserler müzesine.
Orada insanın doğayla mücadelesi
doğayı bir gül bahçesine çevirmekti.
Ol gül bahçesinde kuşlar ve böcekler gibi
ol gül yaprağında seherde öpücükler gibi
ol dünyada yaşayacaktı insanlar ömrü boyunca
yirmi yaşında taze gülücükler gibi...

Kanıyor şu an doğa milyon yerinden
Yanıyor geleceğimiz kömür ve petrol dumanıyla
Soluyor çiçeklerimiz nefessiz
Yaklaşıyor yaşamın sonu her an bir adım daha
depremlerle
tayfunlarla
yangın-baskın
zehirlenen hava
kuruyan sularla...

Yıkılıp kalmışım
Dört yanım çöl yazı
Dört yanım petrol kuyuları
önüm demir
ardım kömür
baykuşların dahi barınamadığı
kocaman karanlık, ıssız bir yıkıntıda.
Ağlıyor muyum konuşuyor muyum belli değil,
Belli değil bir saat sonra ne olup biteceği
Belli değil ne edip, nereye gideceğim,
Ayaklarım kurumuş toprakla
Düşlerim karmakarışık
Yanıyor ellerim yıldızların karanlığında...

Bir serinlik okşuyor kulak memelerimi
Bir aydınlık vuruyor beyin hücrelerime
Ilık ılık bir kan yürüyor gövdeme
Hasret kalmış yar gibi öpüyor bir ışık gözlerimi,
Ürküntüyle uyanıp doğanın çıplak bağrına
Şiddetle sarılıp İlyiçovanın ‘kuytuda başak’endamına
parçalayarak karanlıkları
yaralı bir nefer gibi çıkıyorum karanlıklardan,
Tenimde taze gül gibi açıyor ekim kızının teni...

Ötüşteydi çöplükte kargalar
çakallar leş yolunda nümayişte
kokuyordu dört bucakta ganimet
kaldırdı sırığını
kanlı banknotlar üzerine leş tanrıları
kol kanat gerdi ganimete devlet...

Çıkartıp kahverengi kemerinin belinden
bakıyor cep elektroniğinin ekranına İlyiçova,
Bir kolunu boynuma atmış
bir eliyle karıştırmakta
yaralı dünyanın
ve yaşamın düşmanlarının
elinde bulunan
yalan propaganda istasyonlarını,
Haber saatidir şimdi Moskovada,
Bakü, Paris, Buenos Aires Santiago
Mexico,Londra ve Washingtonda
Bütün ekranlarda boy gösterisinde
Göbelsin torunları!

Melbourne, Wellington,Jakarta, Bangkok,
Johannesburg, Berlin, Pekin, Kalkütada
İnsanlığın üzerine akıtarak
konuşuyorlar kanlı salyalarını
Kahire, Ankara, Madrid, Warşova ve Tokyoda
Hangi dili konuşurlarsa konuşsun bunlar
hepsi de papağandır sahibinin sesi makamında...

Burası Moskova,
Başkan Sulfatin
beş limanı daha hizmete açtı bugün
ılıman kutup denizinin derin koylarında,
bundan sora gümrük kapıları modernleştirilerek
ticaretin uluslararası güvenliği geliştirilecek
gün be gün
Ülkemizin zenginleşmesine hizmette yarıştayız
ticaret ne gereksiniyorsa biz onun yanındayız
diye coşkuyla konuştu başkan,
bu gün boylu boyuna işlenip kutbun bakir toprakları
ve servete açıp bir ulusal define gibi
ormanlık alanları
çok kısa sürede dünyanın lideri olacağız
Ve gaz pompalarımız
Ve kutup limanlarımız
Ve gümrük kapılarımız
Ve atom planlarımız
gökdelenler gibi yükseltecek
serveti üzerimizde.

Yeni gaz ve petrol kaynakları
Yeni atom santrallerini
çıkartıp harıl harıl teknolojimiz
kocaman bir servet plajı yaratacağız
komşularla birlik Karadenizde...

Onlar bizim ortaklarımız,
oralar bizim pazarlarımız
ne onlar gazsız yaşayabilirler
ne biz pazarsız...

Burası berlin
Sanşölye Deléker’in
maruz kaldığı dünkü terör saldırılarının
sorumluları bir gaz fıçısında hapsedildi.
Ülkenin ve halkın geleceğini sabote eden
bu akılsız doğacıların
geri çevirmek istemeleri tarihin tekerleğini
resmi bir emirle topluma acilen bildirildi...
Burası Berlin
sağlığı iyiye gitmektedir sanşölyenin
sesleri kısılacak
başları uçurulacaktır
tüm pazarlarda komünist ve çevrecilerin.
Burası Berlin
Düşmanlar bayram etmektedir
Frau Delékere uluorta tecavüz edilmesine
dostlarımız dayanışma mesajları yolluyorlar
durmaksızın yetkili yerlerimize! ..

Burası Washington
Seçimleri kaybeden Miss Pinkpuppy
yeni yönetimin
Amerikanın geleceği için
bir talihsizlik olacağını bildirdi.
Muhalefetin bu sert çıkışına
oldukça
nazik bir yanıtla
karşılık veren başkan Mister Swineflu
Amerikanın
başkanlığını kadınların
beceriksiz ve güçsüz ellerine
düşürecek kadar düşmediğini söyledi!
Burası Washington
İran, İran körfezindeki Amerikan çıkarlarına
bir tehdit olmakta devam ediyor daha
Teröristler Amerikayı yok etmek için
kiliselerimize yeşil bayrak çekmek için
cihat açmışlardır dünyanın dört bucağında,
Irakta saldırıyı tırmandırmakta
bize düşmanlık yeşertmek için
halkı zorla yemine çekmekte Yemende
Afganistanda silah depolamakta
ve bazı devletler şer odakları olaraktan
durmadan teröre destek sunmakta...

Başkan Mister Swineflu
” bu kesinlikle böyle gitmez,
demorasi ve özgürlük ihracatçısı
ve dünyanın kumandanı amerika
teröristlere asla ülke terketmez “
diye alarm verdi!
En kısa zamanda Irak, Afganistan
Pakistan,Yemen ve Afrikaya
zinde ve taze ve iyi eğitilmiş gözü pek
üç yüz bin extra güç ulaştırılacaktır!
Ne yapıp edip,
bütün yol ve yöntemleri deneyip
korkmadan
savaşın yan hasarlarından
çekinmeden insan hakları, cart curt laflarından
onlarca yıldır bitmeyen düşmanlarımızı bitirip,
yeryüzünün en uzak köşesinde bile olunsa
Amerikan çıkarlarının
en küçük parçasına bile dokunulsa
ölüm gibi inilecektir düşmanlarımızın başına
ve düşmanlarımızın canı toprağın altına yollanacaktır! ..

Burası Paris...
Burası Londra...
Burası Tokyo...
Burası Pekin...
Burası Delhi... Riyad...Atina...Roma
Madrid... Johannesburg... Telaviv...Tahran
Sydney... Baku...Kahire...Amsterdam...Ottawa.

Daha fazla papağanlara verecek
ve kulaklarımızı kirlettirecek
boş zamana sahip değiliz deyip
kapattı ekranı İlyiçova.

Anasına kavuşmuş yavru bir kuş gibi
cıvıl cıvıl dönüyorum kızın yöresinde,
kırk yıllık hasrette cırpınan bir baş gibi
bakıyorum yarıbadem gövela gözlerine.
Eletkronik cihazda bir şeyler arıyor o
belki bir radyo istasyonu
belki bir korsan televizyon kanalı,
Sonra parazitli sesler geliyor
ve kafkasya tarafı
halklarına ait olduğunu söylediği
bir özgür vericinin
sesi dinlendiriyor kulaklarımızı.

“.... insanlar
Yaşamın ağır işçileri,
Emek dünyasının
bilim dünyasının direnişçileri,
Para babalarının yalan propagandalarıyla
gözlerimiz karartıldı yüzyıllarca
ve işte yaşayamaz hale geldik toprağımızda.
Geleceğimiz gitti elimizden,
Kapitalistler ve onların devletleri
kaybetmemek için üç-beş para sermayelerinden
hızla bitiriyorlar yaşam olanaklarını dünyamızda..

Onlar dünyayı satın almadılarki
yanlarında azıcık kıymeti olsun
ve onlar için insanların değeriyse çok ucuz,
Sözü fazla uzatmadan haberlere geçiyoruz.

* Koskoca bir aşiret
tamamen yokolmuştur
Güney Kürdistanın Kerkük şehrinde
petrol yangınlarının yarattığı
duman ve alevlerle dün gece!

* Düzenli maske kullanmayan kişiler
teker
teker
ve topluca
havasızlıktan ölmeye başlamışlardır
geçen yılbaşından beri Abadanda!

* Cezayiri, Tunusu, Kahireyi
Süneler
ve çekirgeler
işgal ettiler
Nisanın ilk gününde,
Halk hapsolundu bir haftadır evlere
tüm bahçeler ve ekinler yok şimdi yerinde!

* Bombayda
hepsi bir anda başgösteren
onlarca salgın hastalıktan dolayı
cesetlerle dolup dolup taşmıştır
şehrin üçüncü sınıf sokakları!

* Dakkayı vuran kasırga
şehri su altında bıraktı toptan
bir kaç bin kişi kurtulabilmiştir
bu felekette yalnıca üst sınıflardan,
Bir milyon insanın kaybolduğu sanılıyor
Rangunda geçen geceki tayfundan!

* Washingtonda
hortum bir gökdeleni havaya uçurup
Newyorkta zehirlenip bütün çocuklar
ve hükümet sözcüleri daha doğal ısınmayı
ve dengesel bozulmayı
ve kuraklığı
ve havasızlığı yalanlayıp...

devam ediyorlar haberlerine kafkasyalı dostlar
bir dakikalık bir kazaska müziği çaldıktan sonra
değişiyor sunucu kişi bu kez mikrofonda
şimdi karşımızda pürüzsüz sesiyle bir bayan var

* Afrika karası tamamen
kapkara kalıp son zamanlarda
ve bahtı kara kıtanın ortasında
ormanlar, sular ve savanlar
aslanlar, filler, zürefalar, zebralar
tamı tamına telef olup...

* Okyanusyada bulunan
binlerce ada sulara garkolup,
Ve Asyanın ortası kıyısı
Ve Avrupanın ortası kıyısı
Ve Amerikanın
ve Afrikanın
ve Avustralyanın
ortalarında kıyılarında kalmayıp
hiç bir yaşam alanı
nebatat, hayvanat ve insanatlara...

Kapatıyor tamamen cihazı İlyiçova
ne olur ne olmaz kaygısıyla,
Gözleri
İki nar çiçeği
kızıl kızıl açılmış
yumruğu havada utku meşalesi
sönmeden alev alev donup kalmış
canlı bir abide gibi duruyor yanıbaşımda...

Dipsiz kuyulara düşen
kanatsız bir kuş say kendini
dökül engin denizlere
kanatılmış sularcasına
duldasız dağ başında
naçarlığında dar dibi bekleyişlerin
yalnızca yürek yeşertir umudu
sarılarak can yoldaşına...

Yürüyoruz
Ellerimiz ellerimizde
yüreklerimiz biribirine yapışık
dönüyor düşlerimiz
kutsal bir sevda burgacında.

Yürüyoruz
Yarınları fethetmeye çıkmışcasına
gün doğumundan gün batımına.

Yürüyoruz
Robottan bir polis manzarası gibi
donup kalmış yaşam yollarda.

Uçurum gibi yıkılıyor içime acılarım
yorgunluk, kırgınlık,yalnızlık, hüzün,
Tek tutunacak dalım
sarılıyorum sülün boynuna İlyiçova’nın
ilk gördüğüm anın heyecanıyla
ilk sarıldığım akşamın sıcaklığıyla,
ilk duygularımın coşkusu,
ilk düşlerimin çağrışımlarıyla.

Dalıyorum onun vurgun gözlerine
denizler dalgalanıyor, patlıyor fırtınalar
çağlayanlar oluşuyor gözlerinde,
Gözleri şimşekli bir yaz yağmuru
yıldırımlar vuruyor zulmün kalelerini,
Yürüyor bir düğün alayı
elleri albayraklı işçiler yürüyor,
Dalgalanıyor, dalgalanıp coşuyor gözleri
Gelip oturuyor gözlerinin aynasına ekim
Gözlerinde seyrediyorum o fırtınalı günleri
Gözlerinde yaşıyorum proletaryanın kutsal zaferini.

Döne döne döğüşüyor gözlerinde
aç, çıplak ve yorgun insanları
sovyet halklarının
dünya kapitalizminin
kanlı kudurganlığıyla gündüzlü geceli,
kılıç ve sopalarla mitralyöze karşı
Eğilip önünde ol kutsal davanın
büyülü bir varlık gibi
saygıyla öpüyorum gözlerini...

Anımsamaya çalışıyor İlyiçova
dünyanın
nereden kalkıp da geldiğini ta buralara,
Yok yerinde
sonsuz bozkırların bağrında
yürük bir at ülkesi gibi yaşayan
eski toplulukların hiç biri.

Yok yerinde
yeni bir dünya kurmak için
Sevdalı ve coşkun bir türkü gibi
çağlayan milyonların ayak izi...

Toprak
kurak
ve çorak,
Toprak işkencede kanlı tabanlar gibi çıplak.
‘ Yarasalar dolaşır şimdi
ve baykuşlar öter o eski köylerin yerinde,
o görkemli yapıların harabelerinde’ diyemiyoruz,
Çünkü yok hiç bir canlı pek çok alanda
diken de olsa
yarasa da,
yılan- çiyan
börtü böcek
yaşama dair hiç bir im göremiyoruz.

Yüreğimde hıçkırıklar kabarıyor
tufan kalabalıklarınca
Yalımlanıyor yüreğimde acılar, ağıtlar
Kanıyor yüreğim dipten ve derin...
Sarıyor düşlerimi kollarıyla İlyiçova
öpüp kokluyorum onun rüzgarlı saçlarını
bayram kalabalıklarınca
ırgalanıyor buğday tarlaları
serin bir yaz günü sabahında
ufkunda gözlerimin...

Sabrı sevda ile ör
umuda yatır öfkenin sularını
ve hiç bir zaman
oturarak karşılama yarını
gün gelecek
sorulacak suçun sevabın
döşemediysen eğer
dişle tırnakla yarının yollarını...

Güçlü dalgalarla sarsıldı deniz kıyıları
“tsunami” diye haykırıştılar
köşkler,saraylar
Fırtınalar koptu dağda- bayırda,
Felaketler bastı koskoca şehirleri
hiç hayra alamet sayılmayan
günün egemenlerince, hiç biri.

Açtım gelecek günlerin perdelerini:
Yürüyordu alev alev bayraklarla bir dünya,
Yalım yalım dalgalarla yanıyordu
geçmiş zamanın dokunulmazlıkları,
Yıldırımlar balkıyordu karanlık kuşatmalara
ve yepyeni bir gün ışıl ışıl
kalabalıkların yıllardır karartılan sabahına...

Şimşeklerle sağınıyordu ezilen kalabalıkların
ateşten öfkeleri kavga meydanlarına
Her yol romaya çıkıyordu her nedense bu şehirde
ve yollar zor taşır gibiydi yüklerini,
İnliyordu yollar insanların ayak vuruşlarından,
Beyaz bulutlar açılıyordu şehrin göğünde
masmavi uzayın yanaklarında bahar çiçekleri,
şehir kükrüyordu kitlelerin kalp atışlarından...

Ve coşup kabarıyordu ırmaklar,
Yollarda çağlayıp kükrüyordu
taşkın sularca kalabalıklar.
Toprak hasretti,
yaşam hasretti,
gelecek hasretti
sevdalı berrak sulara,
Taşıp taşıp durulmak için
insanlığın altın çağına varılmak için
getirip dolduruyorlardı bozbulanık selleri
yaşamın atar damarı şehirlerin ortalarına...

Etrafta çok tuhaf ve çok garip
yaratılıp yontulmamışlar var
Elleri bir namluya bağlanmış
paslı heykeller gibi duruyorlar
Uzaktan kumandalı
amerikan robocop**larına benziyor suratları
Zeka durumları inek çobanı***
at hırsızı kurnazlıkları
Yırtıcılıkta çok daha yamandırlar
alman kurt köpeklerinden
Sürekli kan akıtıyor
dipçik ve namlusundan silahları...

Dalgalanıyor kalabalık selvi fidanlığınca yemyeşil
Taşıyor kalabalık köpüklü çağlayanlar gibi
Esiyor kalabalık
yıldızsız bir gece denizinde
karayelcesine
Gelincikler fışkırıyorlar meydanda
Al al
yeşil yeşil
yeşil ve kızıl bayraklarca
bu uçtan o uca
öteki uctan beriki uca.
Dişlerini sıkıyorlar, yumruklarını ve öfkelerini
haykırıyorlar yarın! diye avazları çıktığınca...

Kalabalığın ortasından
yavaş yavaş yükseliyor bir adam
yanında kartal gagalı
pala bıyıklı
bir yağız delikanlı,
Elleriyle işaretler vererek
elleriyle hedefler göstererek
konuşuyor bu koca yürekli coşkun adam,
İnletiyor şehri
kalabalıkların hep bir ağızdan kükremesi,
bu konuşan adamı
daha önce hiç görmemişim gibi geliyor bana
ve gayet tabi, çok çok iyi tanıyorum
meydanda yankılanan sesi...

Açtım gözlerimi,
Silinip sureti kalabalıkların ortasından
fabrikadan çiftliğe,
dağlardan ovalara,
okullardan bürolara
güneşin karanlığa doğması gibi,
yankılana yankılana
ülkeden ülkeye, kıtadan okyanusa
duruldu Ulyanov babanın sesi.

Ben öyle yalın kılınç
bir işçi alayının başında gördüm onu
sesi kurşun döküyordu sağır kulaklara
sesi öfkeli ve görkemli bir ayaklanmaydı
şafağın burnunda
ve sesinde güzel günleri muştulayan ışık selleri
hiç kaybetmemişti gücünü güvenini
Ve yine elinde bir molotov kokteyli
fitili var yok benzini.
Eyyyy yüce yürek!
Aklın ışığı!
Sıradan işçi neferi!
Niçin uzun uzun anlatmazsın bana,
niçin uzun uzun dünyanın sürünen kalabalıklarına
neden, geleceği yitirmemizin nedeni
içi boşalmış bir molotov kokteyli...

Yıkmış mı karanlığa günleri zaman
kemiriyor mu kanlı dişleriyle
umudun tomurcuklarını kurtlar çakallar
ve kuşatsa da gökyüzünü kapkara duman
bırakma yakasını yarının
kanaya kanaya koş arkasından..!

Kurşun gibi akıyor zaman,
ışın hızıyla geçiyor günler,
bu belki ölümle yaşamın
bu belki kişisel sahiplikle insanlığın
son kanlı çarpışması olacaktır,
Belki de bu çarpışmanın ortasında
gezeğenleriyle yıldızımızın
ve gezeğenleriyle öteki
milyarlarca yıldızın
oluştuğu var sayılan belki de
büyük patlamalar gibi
patlamalar yaşanacaktır yeryüzünde.

Belki bu çarpışmanın sonunda
son bir defa daha
insan soyunun eti, kemiği, kanıyla
sulanacaktır ölü topraklar,
Veya bu çarpışmanın sonunda
yepyeni filizler fışkıracak,
geleceğin mutlu toplumları için
bugünkü toplumların kanından.

Çöller yeşerecek,
Göğerecek atmosferimiz yeniden
Durulacak bulanık sular
selamlayacak güneşi
başı pare pare karlı,
dorukları dumanlı
görkemli yüce dağlar.

Yeniden başlayacak yaşam o zaman
dünyanın en kuytu koylarında
güzel mi güzel,
gümrah mı gümrah
el ele
kol kola
omuz omuza
güle oynaya bütün insanlar.

Biz bu yola çıktığımızda
buzdan bir şafak zamanı

yara yara karlı ormanların bağrını
boğuşa boğuşa aç kurt sürüleriyle
güneş doğmamıştı daha,
Yürüyoruz durmadan
koşuyoruz dert yüklü katarlar gibi bozkırda,
Akıyoruz ışıltılı raylar gibi karanlık ormanlardan,
Yürüyoruz kara duman altında
Yürüyoruz yanarak radyasyon ışınlarıyla
Yürüyoruz ulaşmak için bir nefeslik güzelliklere,
gülen anneye, yanakları çiçekli bebeklere...
Yürüyoruz gök gürlemesiyle
Yürüyoruz gelecek sevinciyle...

Yüreklerimizde yoktur bir zerre de olsa
ne tasa,
ne kibir
ve ne kin,
yüreklerimizde yoktur
sen, ben, beriki, öteki
yoktur ayrılık gayrılık, uzaklık yakınlık,
yoktur hiç bir şeye hiç bir ayrıcalık...

Yüreklerimiz,
dalları meyve yüklü bir zeytin,
Yüreklerimizde meltemli denizler
dupduru nehirler
yemyeşil bahçeleriçin...

Yüreklerimizde yeniden varoluş hülyası
yüreklerimizde boy atan sevdanın kavgası
kaynıyor durmadan için için,
Yüreklerimiz,
mavi göklerde kanat çırpan bir ak güvercin....

Yürüyoruz elektronik hızıyla
Yolumuz Moskovadan geçiyor
bir nebze nefeslenip kızıl meydanda
birer birer anıyoruz
yeni ve toplumcu bir dünya yaratma sevdasıyla
döne döne dövüşenleri düşman denizinin ortasında.

Yolumuz üstünde
Volga nehri üzerinde
bir garip şehir
eskiden Volgagrad idi adı
1944 yılından sonra Stalingrad oldu
Şimdi nedir adı
yeni çarların resmi haritasında
bilemiyoruz -hiç önemi yok oysa -
halk 44 sonrası gibi söylüyor daha.
“bu şehirde insanlık tarihinin en kanlı
ve en inatçı savaşı yaşandı..
Bu şehrin önündeki tepeler
bombalana bombalana yer değiştirdiler
ve dünya faşizminin kanlı dişleri burada söküldü”
diye yazıyor tarih kitapları.

Dolanıyoruz şehrin etrafını,
eğilip eğilip öpüyoruz her adımda toprağını
dağların, tepelerin gövdeleri tünellerle delik deşik,
toprak daha kan kokuyor ve ıslak
yurdunu namus bilip
dişiyle tırnağıyla karşı koyanların tank paletlerine
cesetleriyle besleniyor
bu toprakların otları ağaçları
cesetleriyle besleniyor
o günün savaş kaçkını olan
bugünün oligark ve yeni çarları...

Leningrad’a çıkartıyor yol bizi
voltalıyoruz bahçesinde ‘kışlık’ sarayın
iki adım ileri, bir adım geri
durup seyrediyoruz
sarayın karşısında yüzen zırhlı gemiyi,
Potemkin zırhlısı değil bu
çarlığı korumakla görevlendirilen
ve yedi kasım gecesi çarın sarayına
ilk top güllesini gönderen zırhlı.
Oturmuşuz Finlandiya istasyonunda
sürgünden dönecek tarihi bir kişiyi
arar gibi bakıyor gözlerimiz girip çıkanlara.
İçimizde hem hüzün var hem içli bir kabarma
Kollarımı boynuna dolamışım
canıma sarınan yarı badem gözlü ekim kızının
o yaslamış başını bağrıma
geçmiş günleri anımsıyoruz
yürüyebilmek için gelecek sabahlara...

Düşte de olsa
düşüncede de
ne denli zor iştir gitmek gerilere,
Belki bir yerlerde coşup eseceksin
verip göğsünü gençlik yellerine
ya da hüzünleneceksin
bozkır ortasında yalnız nehirler gibi
belkide dövünüp ağlayacaksın
affedilmez aymazlıklar sonucu alınan yaraların
ve düşman utkusuyla taçlı acılı yılların kıskacında...
Gerçeği perdeleyemez hiç bir mazuriyetin yüzü
acıdır gerçek ama yoktur onun iki yüzü.

Köz gibi düşer insanın bağrına
hançer gibi işler yürek yarasında
düşmanın diş gıcırtılarıyla
yanyana uluması çakalların,
Ne denli zor şeydir gitmek gerilere
düşte de olsa
şu gecikilmiş günlerin acımasızlığı altında
düşüncede de...

Düşünüyor geçmiş yılları İlyiçova
yapışıp yakalarına birer birer
tutup sağır kulaklarından
yatırarak al güneşin altına:

Bu kel dağları biz yeşerttmiştik
sınır sabır tanımaz,
yorulmak durulmak bilmez
kollektif çalışma ruhuyla,
Bu yolları biz döşemiştik
ışıl ışıl akan yağmur sularınca
Pasifik kıyılarından Atlantik kıyılarına,
Bu fabrikaları biz kurmuştuk,
Bu madenleri biz açmıştık,
Okulları, kitaplıkları, yurtları
ve makina istasyonlarını,
Bu tarlaları biz donatmıştık
dolup dolup taşan ambarlarla...

Önü alınmaz sevda seliydik
akardık durup dinlenmeden çağlaya çağlaya...
Gönülleri deli poyraz yeliydik
eserdik dağlarda, ovalarda
eserdik kırlarda, şehirlerde
eserdik madenlerde, fabrikalarda...

Işıktık karanlıklara
Yıldızlara uzanan fener
Em idik sayrılara
Memeydik bebeklere
İş idik,
aş idik
kitap idik
kumaş idik...

Gören göz, okşayan el
göğüslerde yürek idik,
Geldik destanlar yaratarak,
Kaybettik geleceğimizi uyuklaya uyuklaya...

Bizdik bu göklerin en alımlı kartalları
göğüslerimizi gere gere kanlı saldırılara
kanımızı vere vere
kurtulsun diye kısır yaşamından toprağımız
uyansın diye aydınlık günlere insanlarımız
Avrupanın ve Amerikanın
çapulcu beyaz ordularına
Avrupa ve Amerikanın
beslemesi Denikinlere, Kolçaklara
Avrupanın ve amerikanın ajanı bütün alçaklara....

Sonra kanlı Nazi çizmeleri
tankları ve uçaklarıyla
en güzel şeylerini insanlığın geleceğine dair
çekirge bulutları gibi yakıp yağmalayarak,
Ve kavga
bu kuduz kurt köpeklerine karşı
akrep gibi intihar edinceye dek
dişe diş
tırnağa tırnak,
Milyonların canı pahasına tepelendi faşizm
milyonların kanıyla sulanarak toprak.

İşte böyle can kulağım
işte böyle
görmeden düşen yiğitleri
gelecek günlerin,
İnançlarını yüreklerinde
silah olarak taşıyanlar
işte böyle,
Nesini anlatayım ki daha,
Anlatmakla olmuyor,
Anlatmakla anlaşılmıyor,
Taş kalkmıyor yerinden
yalnızca
anlatmayla,
Tek yol bıraktılar bize onlar
ya dişle tırnakla döğüşerek
kazanacağız yarınımızı
ya da yok olacak dünyamız
yarın için akıtmazsak kanımızı!

Hey gidi koca yıllar
yaşlı başlı
utkuyla taçlı
ve ihanetle damgalı yıllar...

Hey gidi efsane yürekli yiğit işçiler
demir pençeli devrimciler
ve her biri bir sıra neferi olan önderler...

Hey gidi içi boşalmış kokteyliler
masa başı efendileri...
Ve,
ah ulan,
düşmanın içimizdeki sinsi temsilcileri...

Ağlamak hiç yakışmıyor gözlerimize
Yüreğimize feryat- figan yakışmıyor,
Bizdik kasırgalar gibi kopup gelen
alaca kızıllığında şafağın,
Bir damla kanla
sıvayıp gittik gün batımlarını
gönül sızlanışlarıyla yığınların
yeniden doğumlara
dölleyerek geleceğimizi...
Nasıl kaybettiysek yarınlarımızı
yine öyle kazanmak durumundayız
tarih zorunlu kılmaktadır bu yola bizi!

Akıl döndüğü gün tersine
kopmaya başladı kıyamet
kurt koyuna çobanlığa yeltendi
tilki tavuğa bekçi
ekmek eşkiya olmuştu dağlarda
yol kesiyordu güpegündüz adalet
hırlaşır dört yanda para makinaları
polisin eli yüzü cinayet..!

Donmuş kan
dizlerinde kalmamış derman
almış ellerine dertli başını ağlıyor ana!

Nerede saçlarında beyaz güller açan maviliklerin
Nerede
yaz gecelerinde
yıldızlarla kaynayan göklerin
Nerede yanakları ballı
saçları rüzgarlı
genç kız güzelliklerin!

İçli ve acıklı
bir ezgi mırıldanıyor İlyiçova hafiften
gül dudaklarında ince bir ıslık eşliğinde
öyle yalın
öyle içten
eldeğmemiş gül esintisince,
Erişilmez bir güç
yaşanması hayale gelmeyen
bir inanç duyumsatan insana,
Gözlerinde ne güvensizlik yarınlara
ne de karamsarlık belirtisi sesinde.

Ne deyip ne anlattığını anlamıyorum ama,
Bu ezgi
çocukluk çağımdan
aklımda kalan
bir Anadolu halk türküsünü
getirip düğümlüyor dilimin ucuna
“él yazıya, él yazıya
duman çökmüş çöl yazıya...”

Göğümden ölüm dökülür
Denizler ziftle örtülür
Gören yürekler sökülür
Yanıyor hergün bir yanım

Başıma üşmüş çakallar
Kargalar gözüm gagalar
Canım alıyor zorbalar
Kanıyor hergün bir yanım

Nerdesin şafak yıldızı
Karanlıkta koma bizi
Geleceğin gökçe kızı
Donuyor hergün bir yanım

Isının yükselmesine
ve iklimin değişmesine karşı
yüksek bilinç ve görev aşkıyla
gürültüleri sağır edercesine halkların kulaklarını

Zırıltılarından kaçacak
sığınak
arartırca eşşek cemaatlarına
çareler üretip ardı ardına
önlemler alıyorlar kapitalistler
yemlerini verip,
sırtlarını tımarladıkları
gözleri kara, şaklaban uşaklarıyla
hiç yüzleri kızarmadan.
Acı acı gülümsüyor ekim kızı İlyiçova
“kapitalizm
ölü evinde mendil satar,
idam yerinde urgan...”
Başlıyorlar
karanlık ve sinsi beyinlerinin ürünleriyle
birer birer çıkmaya toplumların karşısına
alavere, dalavere, üçkağıt, rüşvet, çelme
kim erken davranıp da sahip olacak diye pazara.

Başlıyorlar
her biri ötekinden daha ciddi
birer inanç anıtı gibi
sahte suratlarıyla,
Televizyonları, internetleri
gazeteleri ve radyolarıyla,
Tüm etkili ve yetkili silahlarıyla
sermaye cephesinin kudurgan kurtları.
Rap, rap, rap, rap, sıkıyorlar beynine yığınların
oniki rihter ölçeğinde deprem şiddetiyle
en son model afyonlu kusmuklarını...

“Sevgili yurttaşlar geçmeden zaman
yalıtım ürünleriyle kaplayın yuvanızı,
geçmeden zaman yalıtımla yalıtın yaşamınızı,
teknolojinin en son şaheserleri
sizler için üretildi.
İyiliklerin ve kötülüklerin
ve evrende var olan tüm nesnelerin
yüce efendisi tanrının takdiri....

Sıcaktan yanabilirsiniz evinizde,
gazdan boğulabilirsiniz tuvaletinizde,
soğuktan donabilir,
selden boğulabilir
salgından kırılabilirsiniz kendi kendininize...

Bundan dolayıdır ki
her vatandaş önce kendini düşünmeli
ve durup düşünmeden
ve hiç zaman geçirmeden
derhal tüketmelidir
firmamızın en kaliteli yalıtım ürünlerini.
Bundan dolayıdır ki
her vatandaş bütün yaşam alanlarına
yalıtım ürünlerini monte etmelidir.
Yalıtımlı çatı ve kiremit tavanlarınıza,
yalıtımlı duvar, beton- tuğla,
yalıtımlı pencere perdesi ve camı,
kapı, mutfak, tuvalet, banyo

yalıtımlı ayakkabı tabanlarınıza...
Sonra yurttaşlarımıza söyleyelim
elbet iş bunlarla bitmiyor daha:

İyiliklerin ve kötülüklerin
ve evrende var olan tüm nesnelerin
yüce efendisi tanrının takdiri...

Herkes toplamalı aklını başına:
yalıtımlı yollar gerek size,
yalıtımlı arabalar, yalıtımlı kayıklar
yalıtımlı giysiler, minik itfaiye teşkilatı
yalıtımlı tuvalet kağıdı,
bebek bezi, tampon, kondom
ve daha... ve daha,
Unutma vatandaş yaşam yalnızca yalıtımda!

Elbet işbilirliği var bu lağım farelerinin
Elbet işbilirliği var
bu kemirgen mahlukatların hükümetlerinin
ve elbet
hükümet
hizmetkarı demektir servetin...

Siz kullanmıyor musunuz bizim mallarımızı
kurtarın o zaman demir kıskacımızdan paçalarınızı,
Çıkıp gelir ardından bir yasa – işe bakın siz -
reklamlar ve aynasızlar eşliğinde yalıtım yararına.

Yiğitsen satın alma ulan baldırıçıplakların soyu
Yiğitsen yalıtma oranı buranı yalnayaklar ordusu
Elbet bu işler olmalıdır ve mutlaka olacak
Lami cimi var mı lan bunun
fokur fokur kaynarken yaşamın suyu,
Siz ödemek istemiyor musunuz
koskoca devletin küçücük faturasını
kurtarın o zaman tabanlarınızı,
Çıkıp gelir anında bir yasa – işe bakın siz -
ala karanlıkta sabahleyin devlet namına
hacizcisi, mahkemesi, aynasızı, gardiyanıyla...

Gürül gürül dönüyor makinalar
harıl harıl işliyor fabrikalar
limanlar
pazarlar
satışlar
hırlaşarak dolaşıyorlar habire
yeni bir heyecan dünyasında
çok uluslu dev kampanyalar.

Ne vergi alıyorlar hükümetler
yalıtım düzenbazlığının sahiplerinden
ne denetim yapıyorlar doğru-dürüst
ürünler ve fiatlar üzerinde,
Amaç hizmettir yurda yurttaşa
amaç hizmettir daha güzel ve hızlı bir yaşayışa...
Kimi kanser üretiyor meretlerin
virüs, şarbon, stres felan filan kimi,
ve kısacık zamanda dağlar gibi yükseliyor
yalıtım ve ilaç firmalarının serveti...


Bekle,
daha ışıltılı günler olur belki
kötürümleştirilmiş yaşamın
hiç umulmadık duraklarında
bakarsın yıkar bendini karaçay,
fırtına patlar bir şafak vakti
çevirir yüzünü günebakan,
el ele tutuşur çiçekler kuytuluklarda
aksa da güllerin kanı
dikenin zorbalığından..!


Biz yalnızca
iki beden bir yürek
yolcuyuz bu yollarda,
Dolanıp duruyoruz dünyayı
alaturka bir derviş usanmazlığıyla,
Ne halklar adına yola düşmüş elçiyiz,
ne müfrezelerden haber ulaştıran
bir cepheden öbür cepheye
enternasyonal proletaryanın birer neferiyiz.
Tanıklık amacındayız yalnızca
ihtiyar anamızın
içinde bulunduğumuz günlerinin
genel durumu üzerine
daha yaşam sunabilecekse eğer
gelecek kuşaklara....

Koşuyoruz nefes nefese
koşuyoruz gece-gündüz,
ulaşabileceğimiz her yere
koşuyoruz hiç durmadan...

Fabrikalardan, okullardan
uğultular yükseliyor habire
uğultular yükseliyor
yazı yaban tarlalardan...

Hınca hınç bir atmosfer,
hınca hınç bir bekleyiş,
hınca hınç kabaran öfke
hınca hınç kavga birikiyor
gün be gün kabarıp taşan öfke dalgalarından...

Geçiyoruz İskandinavyadan Britanyaya
Kartal başlı gemileriyle viking korsanları
çok uzak ve derin bir karanlıktan
ala şafakta geçercesine
geçip uzaklaşıyorlar altımızdan,
Fahişelerden nüfus üretip
asker yetiştirme gayretinde sürekli
sömürge savaşlarına kötü ünlü kral Henry,
Koşuyoruz İberik yarımadasından Alaskaya
Şimdi önümüzde bir ölüm kalım kavgası
yakın tarihin kara kabusu gibi
çöreklenen üstüne batı avrupanın
karagömlekli caniler zulmüne karşı.

Tarihin en kanlı iç savaşındayız
üç milyon insanın
kanıyla sulanan topraklardayız
Yardım boşaltıyor Barcelona limanına
Odessa gemisi selamlayarak
rıhtımda toplanan sevdalı kalabalıkları
kızların yanaklarında açıyor kıpkızıl güller,
Zulmü sürdürmek için deniyorlar
yeni silahlarını üstünde özgürlüğün
Franco, Salazar, Mussolini Hitler,
gögüslerini kurşuna siper ederek yürüyor
İberyalı emekçi kardeşleriyle birlikte
dünyanın tüm ülkelerinden
toplanıp gelen gönüllüler...

Şimdi boğa güreşleriyle perdelenmekte
aç ve çıplak yığınların gözleri
yirmibirinci yüzyılın ortasında,
Soyu karışık bir başçavuş
saf kan insan çiftlikleri kurmakla debelenmekte
tekellerin ırkçı pazar bayraklarını dikmek için
Nazi faşizminin kanlı burcuna!

Gezegenin tepesinde
kapkara bir leke
kürk tüccarlarının ellerinin kanı
demirle başlarını ezerek avlıyorlar daha
kutup çiçekleri kadar güzel fok balıklarını.

Ve pazar kavgası
İngiliz sömürgeciliğinin
kendi çocuklarıyla yeni dünyada.
Kan ve köle emeği üzerinde yükselen
kanlı gökdelenler şehirlerin ortasında,
Gökdelen değil banka kasaları bunlar,
Toprağından kovulmuş köylüler
azat edilmiş sefil zenciler
açlıkla boğuşuyorlar ırgat pazarlarında,
ve kara bir lekedir utanmazlığı
köleciliğin çapulcu kapitalizmin alnında.

Su başlarını tutmuş çoktan zulmü
belleri tabancalı
göğüsleri nalçalı
gözü kara şeriflerin,
Kırbaç sallıyorlar sırtına
sefil bir yaşamın kıskacında
can çekişen işçi ve emekçilerin...

Kan ve çirkef fışkırtarak dağlayışı
kanlı dişleriyle doğanın ve yaşamın bağrını
petrol, çelik ve silah tröstlerinin
toplumun gırtlağına
sülük gibi yapışan bankalarının.
Cebi delik işsizlerle
bronz tenli hizmetçiler
doldurmakta sürekli zindanları
ve bir de yarınını tamamen kaybeden serden geçtiler
kutsal demokrasinin “serserilik yasa”sından dolayı.

Güç, erg ve efendilik demektir
güçsüzlük kölelik
ya soyar yağmalarsın varı yoğu
ya sürünürsün yerde itile kakıla yaşam boyu.
Kutsal sermayenin sahipleri belirlemekte
kimin ne yeyip ne içeceğini
kimin nereye konup nereye göçeceğini,
Çünkü ellerinde silahlı çeteleri
yasaları, yargıçları, mahkemeleri, zindanları
gökdelenler gibi yükselen kasaları
askerleri, polisleri, gizli servisleri
halkın içinden satınalınmış gammazcıları
yalan makinesi medyaları
ve şarlatan bakanları var,
Onlar ayarlıyorlar yaşamı
geleceği onlar...

İşçilerin al kanıyla döndürülmekte
servet üreten fabrikaların çarkları
çiftçilerin kanı gölekleniyor
hacizli toprakların üzerinde
ve yerli halklar
anlamadan olanı biteni
kurşunlanıp göçüyorlar ortalıktan
doğa ananın gözü önünde.

Kutsal sermayenin kutsal demokrasisinde
para kazanmak olanaksızdır, parasız kalmak suç
Kutsal sermayenin kutsal işletmelerinde
iş bulmak olanaksızdır,
işsiz kalmak, çalışmamak suç
Devlet dört başı mamur provakasyon çetesi
devlet dört başı mamur cinayet şebekesidir,
İşçi ekmek ister yer kurşunu devletten
Köylü toprak ister yer kurşunu devletten
Devlet bekçisidir vatanın
korumak zorundadır onu
içten ve dıştan gelecek saldırılara karşı
Vatan çiftliğidir çapulcu kurtların
çiftliği fabrika ve banka kodamanlarının...

Ve işte
böyle inşa edildi
uluslararası sermayenin
jandarma başçavuşu
Amerikan kapitalizminin kaleleri,
Ve köpeksiz köyde
aç kurtlar gibi dolaşmaya başladı
banka sermayesi dünyanın dört bir yanında
sırıta sırıta göstererek halklara kanlı dişlerini...

Ve bugün onlar
daha yerli ve yabancı halk avındalar
dört yüz yıldır sırıtarak kanlı dişleriyle
yeni kıtanın bakir ormanlarında,
tahrip ettikleri dönyanın tüm kıtalarında
denizlerin altında, petrol alanlarında.

Kapkara duruyor daha öyle
köleliğin ilkel yüzü,
Silah fabrikaları işgal etmiş her yanı
ve uzak ülkelerin işgalleriyle kanatılmakta
insan soyunun gecesi-gündüzü...

Bir anlaşılmaz kargaşada
kanlı mumyalar gibi somurtuyor
çirkin suratı tarih denen bunağın,
İmparatorluk düşüyle yakıp yıkıyorlar durmadan
Bonapartlar, Bismarklar,Ferdinandlar, Muratlar
Benitolar, Adolfolar, kovboylar
Gençlik çağını dünya halklarının.

Dönüyor dünya yaralı bir ceylan gibi,
Dönüyor başımız karbonlu duman içinde.
Selamlayarak Şikagonun kadın işçilerini,
Selamlayarak bir mayıs direnişçilerini,
Selamlayarak
paranın riyakarlığıyla
elektrikli sandalyelerde can verenleri.....
Sıcak iklimlerin Bolivarcı cengaverliğini,
And dağlarının
Alnı yıldızlı Che Guevara efsaneliğini
1871 yiğitliğini paris komünarlarının
Cumhuriyetçi İspanyol direnişçilerini
geçiyoruz Akdeniz üstünden hint éllerine...

Masal bu ya
onlar yerkürenin
en asil kanını taşır
yarı yaban kurt damarında
gökler onlar içindir tümden
denizler, ormanlar, çayırlar
dünya yıldızlara konuk oldu
kepazelik bayraktır başlarında
daha kurt sütü hayalleyip
durmadan etrafa hırlıyor onlar..!

Yolumuz üstünde bir zorunlu durak
Yaşam kalmış mıydı
kalmamış mıydı
yüzlerce yıldır soyulup kırılarak
yüzlerce yıldır kırılıp yağmalanarak
kara Afrikada bizimkiler açısından?
Belki de daha mülkiyet kavgasındaydı
bu çakıllı çöl dünyasında
Kleopatralar, Haniballar, Sezarlar,
Sonra lejyon orduları
köle tüccarları, elmas tüccarları
dişlerinden kan akan uygar avrupanın
bok böceklerince yuvarlıyorlar aşını ekmeğini
açlıktan ölen afrikalının.

Ve çapul ediyordu gece karanlığında
Mısırlı komşusunun
yükte hafif pahada ağır olan mallarını
Musa ve Harunun tanrı katında seçkin halkı
aldıkları buyrukla allahları yehovadan...
Ve kara bir yüzkarası
kıtanın en gelişmiş güney burnunda
düne kadar sermayece korunan ırk ayrımcılığı...
Çöl kasırgalarından anlaşılmıyordu kıtanın varlığı
Hiç bir şey göremeden gözlerimiz bugüne dair
hiç bir ses işitmeden kulaklarımız gelecek için
içimiz karara karara uzaklaşıyoruz kara kıtadan...

Sel altındaydı Po ovası
Pompei, etna ateş açmıştı insan soyuna,
Sezarlar, Hadrianlar kanlı heykelleriyle
dikilip duruyordular Roma meydanlarında
Ve Spartaküslerin haykırışları yükseliyordu
kanlı arenalardan.

Sorguya çekilip
yakılıyordu bilginler, düşünürler
kara giysili tanrı vekillerince
yürekleri geleceğe karşı kin,
Dünya dönüyor dedikleri
insana aklın yolunu gösterdikleri
ve sevgiyi göndere
rüzgarlı bir bayrak yerine çektikleri için.

Kara gömlekli
İl Duçe Benito Mussolini
karartıyor Akdenizi
öğretmeni Kemalden esinlediği
kapkaranlık düşlerle,
Oturmuş ortasına yeşil çizmenin
banka kodamanlarının kanlı saltanatı
elleri faşşoların elinde,
Sefalet etini sattırıyor aç insanlara
karartılmış şehirlerin eteklerinde.

Nazistler
Savaş marşları eşliğinde
gaz fırınlarında yakıyorlar
kendilerinden olmayan bütün varlıkları,
Zırlıyorlar ortasında koca Avrupanın
sağırlaşıyor dünyanın kulakları,
ve kitap yakma festivalleri
başkentlerinde
kanlı Führerin emriyle.

Ateş sarmıştı Dalmaçyada ormanları
Yalnızca mermer kayalıkları göze çarpıyordu
yaşamsızlığın işaretiyle külrengi Moranın,
“ege denizi kararanda dağların yatması pusuya”
ve “ sessiz adalarda isyan ateşiyle”
milletlerin ve mezheplerin yasaları yırtılarak
ortaklığın aşkıyla yalın kılıç tepelemesi
bireysel varlıkların kokuşmuş dünyasını
ne zamanaydı bu korkunç ve kutsal davanın.

Daha tarihsel yapıtlarının
peşinde dolaşıyordu elinde kama
batı avrupa devlet hırsızları
Tuşba, Antakya, İonya,ve Spartanın
Klikya örenleri mezarlığa döndürülmüştü
Çukurova Texas çölüne,
Yangın yerine baştan başa
Anadolu ve Mezopotamya
Kapadokya dişleri dökülmüş bir iskelete...

Müzeye konmuştu
son muz fidanı Anamurda
ve son çay ağacı kuytu eteklerinde
kartal gagalı Kafkas dağlarının,
Temel klonlama çabasındaydı
karadeniz zekasının incelikleriyle
sabah ezanıyla işe koyulup
bırakarak işi bir saat önce
öğle vaktinden,
hamsi soyunu yeniden
kendi kurduğu laboratuvarında
yıllardır kavanozda sakladığı
salamura hamsilerden...****

Su değil kan akmaktaydı
Musa, İsa ve Muhammedin
semavi dinlerinin
ana kaynağı kitab-ı mukaddesin
tarif eylediği şol cennetin ırmakları
yukarı Mezopotamyadan Basraya kadar,
Nuhun gemisi yüzerdi
bir hayali
kan göleğinde
tırpanlanmasıyla
akşam sabah sokak başlarında
Kürt çocuklarının
Kusardı yıllar yılı ol diyarda
İşgal ordularının pisliğinden dağlar...

Tek bayrak, tek millet, tek dil şartlanmışlığıyla
taş devrinden kalma Türk generalleri
ve bu generallerin yönettiği devletin
sivil ve politik görüntüleri
tos vurarak sağa- sola
Amerikan hurdalığından
yüksek fiatlarla satınalınan
bin dokuzyüz otuzdokuz yapımı tanklarla
gözü kara kutsal (!) bir saldırıdaydılar
kendi ana dilinde eğitim
ve ulusal vatandaşlık isteyen
elleri taşlı
Kürt çocuklarına karşı
Yüz elli yıldır, bıkıp usanmadan..

Harap edilmişken
karanlık beyinlerce
Ermeni halkının anadoluda bıraktığı
görkemli yapıtlar,
Unutturulmuşken sonraki kuşaklara
devşirme ekiplerce tarihin acı gerçeği,
Gözlere mertekçesine batmakta daha
yollarda yürek izleriyle
sularda kan kızıl rengiyle
Türk ırkçılığının bir buçuk asrı tutan
soykırım kepazeliği...

Ve çekmiş kanlı kılıncını
karartıyor kararan geceyi
ibrani masallarıyla bin yıllardır
Mekki bir kadın tüccarın uşağı,
Düşlerini tanrı buyruğu diye sunup
vahşet çağının kurbanlarına,
Oturtup kum deryasıma
engerekler imparatorluğunu
Çoğaltıp, yoğunlaştırıyor karanlığı.
Şehir çıkışları kervan soygunculuğu
kılıç kuşatmasında yollar, panayırlar
dinsel ve soysal arındırma
gayri arapları günbegün vahalarda,
ganimet pazarında erkekleri boğazlanmış kadınlar
ve kocaman bir sakallı, cüppeli yağma imparatorluğu
kan dökmeyi kutsallaştırarak kopye kitapta.

Ağlıyor Küçükasya
ağlıyor Mezopotamya
yanıyor bilim kültür
kıvrana kıvrana İskenderin şehrinde
ve kutsanmış bir deve
yüzüyor çöl deryasında Mehemmedin.
Buyruk şerridir
erkek tanrıdan gelmekte emir
ve ateş kuyularında tütüyor etleri
özgürlüğü canıyla savunan dişilerin...

Altını üstünü
kenarını köşesini yoklayarak
ve yobazlığın bin yıllık
zehirli havasını koklayarak
kara cübbeli mollaların cumhuriyetini
dolanı dolanı
geçip gidiyoruz sağından solundan
kıyısından bucağından,
Çalıyı dolanmak yeğdir demiş anadolu insanı
olaki bu canavarlar
dişlerini geçireler allah adına bacaklarımızdan...

Çökmüş gözlere bir kara duman
dün karanlık, yarın karanlık
ateştir başında kaynayan
çiğner bağrını kanlı çizmeler
kuran kurmuş cehennemi ömrüne
ellerin açılmış göğe yalvarır
beynin sarmaşdolaş ilahi prangaya
ayaklarında bin yıllık çarık
korkunun ecele yoktur yararı
gömme kafanı kuma
çıkar yüreğini gayya kuyusundan
uyan artık...!

Ölüm yol eylemiştir
yüzyıllardır bu yanan toprakları
yol eylemiştir bu toprakların halklarını
hele de son yüz yılın faturası
yazılıyor her gün ve her an
ağıtlarla anaların yüreklerine,
karartarak taptaze gelinlerin sabahlarını,
öksüz bırakarak genç kızların düşlerini
ve yetim çocukların bilenen kinlerine.

Ölüm yolunda yürüyoruz günümüz kan içinde
kan içinde halkların dünü yarını
ölüm birikiyor geleceğin kasığında habire
damlaya damlaya göl gibi değil
çağlaya çağlaya sel gibi denizlerde,
Gün gelip verecek mutlaka meyvesini...

Bir ölüm hattı işliyor Afganistan, Pakistan
Yemen, Irak, Kürdistan üzerinden
aşarak ummanı bir ölüm koridoru kurulmuştur
bir çakal yolu oluşturtmuştur
“ kafir oğlu kafir” elebaşıları
kuzey amerikalıyla batı avrupalının
göz kızartıp bel sıvayınca Muhammedin halifelerine
çiğnensin diye kendi ümmetinin onuru ve geleceği...

Bu ölüm hattının konak yerleri
onursuz ve geleceksiz beyinler işgaindedir,
Bu ölüm hattınnın subaşlarında
İslamabad, Ankara, Riyat, Kahire var.
Bu su başlarında
amaçları emperyalizme kusursuz hizmet
kendi ülke ve halklarına ihanet
ve düşmanlık içinde olan
onursuzlar oturuyorlar...

İki yüz yıldır zaman zaman,
son yüzelli yıldır geceli gündüzlü
annesiz bir bebeğin gözü gibi
kanıyor bu topraklar,
Kara dumanla kaplıdır gökleri
nefesi nefttir,
denizleri kapkara zift,
Bu toprakların yağmasıyla
yok edildi fok balıkları,
mercan adaları,
başları pare pare karlı efsane dağlar,
Bu toprakların altının üstüne getirilmesidir
içinin dışına çıkartılması
yanan tenimizdeki kanser yaraları
ve çöle dönüşmesi rüzgarlı yaylalarımızın,
yaşamın bodurlaşması,
kararması geleceği çocuklarımızın...

İki yüz yıldır ateş altında bu topraklar
taş taş üstünde bırakmamak
aç kurt sürülerince
canlı namına ne varsa yakmak
silah kampanyaları çıkarına
son damlasına kadar elde avuçta kalmayanı da
karartmak gündüzü orta yerinde dünyanın
yoktur düşlerinde hiç başka bir şey
nerede bir leş orada bir Washington kargası
ve peşi sıra Londralı, Parisli, Berlinli, Romalı,
Nerede bir anlaşmazlık, nerede bir bozuk orkestra
buyur edilir oraya uşaklarınca çapulcu ağaları.

Biz bu filmi Çinde yaşadık
yüzyıllar önce afyon zehriyle,
Laosta, Kampoçyada, Bengal ve Endonezyada,
gün be gün Karayip ülkelerinde,
Latin amerikada CIA aktörlerinden
Pasifik adalarında en soysuz soytarılıklar eşliğinde
ve hergün hergün bahtı karartılmış Afrikada
Vietnamda yaşadık biz bu filmi
onlarca yıl açlık, gözyaşı ve kan içinde...

Uyku taşır esarete kanlı mabetler
bir yanı cehennemdir ol dünyanın
bir yüzü soyguncunun cenneti
altın tahtlar üstünde yüzer
zalim düşlerin koruyucuları
ve hiç akıl edilmez neden
öte yüzün sürünenlerinin
çarkı bir gün ters çevireceği..!

Tepeleyerek geçtik
devletlerin ağıllarını karanlıklarda
Tükürerek aydınlık günler için sınır taşlarına
Kanatarak
vurdumduymazlıkların
ve uyuşuklukların
hurili ve nirvanalı dünyasını,
İnsanların ezici çoğunlukları
bin beş yüz yıl ötelerden bakıyorlardı
bizlere bu ülkelerde
bin beşyüz yıl gerilerde sürünüyordu ayakları.
Elleri köle eliydi
dönerdi başlarında alıcı kuşlarcasına
yeni bir Sezar, Hanibal, Hammurabi, Cengiz
Gözlerinden akıyordu her adımbaşı ölüm
gövdeleri sürünürdü güneşin altında yalnızca
düşleri, umutları hep karanlıklarda saklı
didinerek yönelirlerdi mutlaka
her saat başı efsunlu bir duaya.

Hristiyanı, İslamı, Brahması, Budası
sınıf sınıf ayırmışlardı insanları
kimi zengin ve üstün, sırtında insanlığın
kimi orta halli yalpalar ortalıkta
kimi yoksuldur inler yaşamın tüm yükü altında
ve kavuşabilirse ışığa eğer
eline geçirebilirse sopasını
dikilirdi zulmün saltanatının karşısına...

Hint ellerine vardığımızda biz
yolları barikatlamıştı sıradan insanlar
sokak sokak bütün Avrupada,
İşçiler kilitlemişti
kömür ve petrolle çalışan işletmelerin kapılarını
ve yerleştirmişlerdi temellerine tahrip kalıplarını.

Güzdü mevsim kuzey yarım kürede
korkunç güz sıcaklarıyla
kavruluyordu Asya stepleri
gündüzler volkan ağzıydı
nefessiz bir boşluktu geceleri,
Eskimolar kendilerini denize atmıştı
kutuplara sığınmıştı
kalabalıkları orta kuşağın,
Rahatı kaçtı
Arktik sularında
huzur içinde
keyif çatıp gevişlenen
yerli ve yabancı tuzu kuruların.

Ve nihayetinde
günlerdir süren sürtüşmede
işe karışınca zor ve kan
eski buz denizinin mavi sularını
kanlarıyla boyayarak yoksullar,
kaçıp da kurtulamayan ne kadar semirmiş varsa
balıklara ikram etti gözü kırmızı genç kahramanlar..
Hint ellerine geldiğimizde biz
hiç de garipsemeden öğrendik ki,
Susuz Avustralya insanlarıyla
kangurular ve deve kuşları
ve koalalar ve kukubaralar
işgal etmişlerdi elbirliğiyle
koca ülkenin
bütün sahil şehirlerini...

Hint ellerine geldiğimizde biz
kıran kırana
gözü kara
bıçak ağzı
bir kavgada bulduk kendimizi.
Kan ve kin fışkırıyordu her yerden
Kavga ve ceset akıyordu yollardan, nehirlerden
Her yerde ya hemen ölüm
ya yaşama götüren kanlı yollar,
Kalmamıştı hiç kimseye ortalık yer
kalmamıştı bir tarafsız bölge
İçine alıyor kavga herkesi
koparamıyoruz kavgadan ellerimizi...

Görünen manzaranın dehşeti
ateş gibi dökülünce gözlerimize
dedi ki ekimin efsane kızı İlyiçova,
sarılıp boylu boyunca cansiperane boynuma,
-Biz kendimizi dışarda tutamayız
bu dehşetin vebalinden
onun içindirki
kitlelerle birlikte
ve ayrılmadan kitlelerin içinden
döğüşerek geçmek zorundayız
sokakları kan akan şehirlerden...
Sevdamı kalbinin siperlerinde sakla
ellerim kanda da olsa
suretin gözlerimden
sevgin yüreğimden
uzaklaşmayacak asla...

Bin yıllık özlemle sarılırcasına,
Dönüşü olmayan
bir gidişin ardından
vedalaşırcasına
sarılıp selvi boyuna İlyiçovanın
derin derin çekip nefesini ciğerlerime
havada savrulan saçlarının
alevli yeliyle serinletip sinemi
atıldım ortasına varlıkla yokluk kavgasının.

Her yer ana baba günü,
her yan ölüm kokuyor
her yönde canhıraş çığlıklar
her adımda kan gölekleri,
her adımda genç, yaşlı, kadın ve çocuk ölüleri.

Vuruşa vuruşa ilerliyor kalabalıklar,
Vuruşa vuruşa giriyoruz bin el bir el olaraktan
kocaman ve kanlı bir cenk meydanına
yer gök insan cesedi, yer gök kan,
Tanklarla kuşatılmış üç yanımız
önümüzde tepelerce yükselmiş
cesetten barikatlar....

Bir anda değişiveriyor durum
bir anda yaşamla ölüm
bir dakika içinde yenilgi ve utku
bakarsın bir saniye sonra
karşında bir dik dağ, önünde bir derin uçurum...

Döne döne döğüşüyor aydınlıkla karanlık
önümüzde kan duvarı barikatlar
yükleniyor kalabalıklar barikatlara
silaha karşı sopa,
servete karşı kin ve nefret
ve inat sonuna kadar bu kavganın
yığın yığın, grup grup, fert fert...

Bir anda geçip başına kalabalığın
ok gibi uzanarak ileriye elleri
efsane güzeli ceylan gibi
hedef gösteriyor İlyiçova,
sloganı bomba gibi ptlıyor
bayrak gibi dalgalanıyor kızıl saçları rüzgarda...

Düşe kalka hücuma geçiyor kalabalık
dalgalanıyor, dalgalanıp taşıyor sellercesine
akıp esiyor yellercesine birinci sınıf sokaklardan
tepeleyip geçiyor kalabalık barikatları,
Topları, tankları hasmımızın
Piyonları, puştlukları, makinalı tabancaları
kurşunlar yağıyor üstümüze durmaksızın,
korunaklı pencerelerinden yüksek yapıların
kan fışkırıyor ellerimize gözlerimize
kan damlıyor yüreklerimize
kan damlıyor gönüllerimize,
ekin gibi tırpanlanıyor insancıklar
geleceği için dünyamızın...

Kanıyor toprak ananın rahmi
kapkara zulmuyla sermaye canavarının,
Kanıyor alnından güneş
kararıyor ufukları sabahımızın,
Yürekte kanlı bayrak gibi dalgalanıyor sevdam
atılıyorum öne
kapanıyorum üstüne ekim kızının...

Vurulmuşum
üç yerinden yırtılmış omuzlarım
üç bin yaramdan kan fışkırıyor,
Vurulmuşuz
üç yerinden delinmiş bağrım
göğsümde üç bin yürek kanıyor.

Vuruşa vuruşa çekiliyor kalabalıklar
direne direne sırtımızı verip dağlara,
derlenip toplanıp kuşanmaya silahımızı
düşüyoruz yollara yeniden
yöneliyoruz Brahmanizmin
kutsal dağlarına
giden yollara.
Bu yol Katmandu yolu,
Başlıyor kanayan bir yolculuk daha
kısmet olacaksa eğer yaşamak ve döğüşmek
Himalayalardan Vladivostoka doğru...

Aşıyoruz tepeleri karsız yüce dağları
düşüyoruz bomboz olmuş susuz çöllere
yüreklerimizde mevzi bir yenilginin derin acısı
bağrımızda sızım sızım kanayan kurşun yaraları
ve beyinlerimizde içli bir ağıt gibi olgunlaşıyor
yeniden ve yeniden kavga sancısı...
..................

Öfkeli ve keskin bir vurguyla
umutlu bir kavga marşı gibi insanı saran
ve kapanmaz yaraları durmadan kanatan
bir şarkı mırıldanıyor İlyiçova.

Sanmayın yıldık kavgadan
Yaşam alevlenir kandan
Neler doğar gün doğmadan
Umut saklı nar içinde

Sönmez bu aşkın ateşi
Tas tas içmişiz güneşi
Dinlemez hiç üçü beşi
Ateş bekler kor içinde

Susuyorsak kara günde
Yaramız kanar derinde
Bakmayın halkın haline
Volkanlar patlar içinde

Gelecek olan bahardır
Milyonların ahı vardır
Gönlümüzü yakan yardır
Gül açılır kar içinde.

Kemirir geceyi al bir ışık
hiç umulmadık anlarında
kabuslu gece manzaralarının
yürür uğultusu meydanlara
el eder geleceğe aydınlık.

Vladivostokta kar yağıyor
Havada savrulan bahar çiçekleri
Fokurdamakta damarda kan
şehirde meydan sıcak,
Toprak gebe ve ıslak
doğa sıcak ve ıslak,
Islak ve sıcak yaşamın rahmi
öfkesi insanlığın, kavganın gündemi,
Mayalanıyor havada, toprakta ve suda bir umut
Umut yediveren ana gibi ha doğurdu ha doğuracak.

Leningrad kan olup damlıyor gökten yere
Fırtınalar koparmaya işaretiyle birilerinin,
Sevdanın sınırsız ve korkusuzluğu
düşüyor yüreklere
ve şaha kalkma mevsimidir gönül esintilerinin...

Moskovada
kara dumanlarla kaplı gökyüzü
ve caddeler kilitlenmiş yaşama
kan içinde eli yüzü...

Komünarların torunları
Yine barikat arkasında
iki yüz yıl geçtikten sonra aradan
Parisin tipi işgalindeki sokaklarında!

Kalküta, Jakarta, Şanghay, Seul ve Tokyoda
Kıran kırana,
geceli gündüzlü,
kadını, çocuğu, ihtiyarıyla.
Ve bütün Avrupa
kuzey ve güney amerika
Afrika ve Okyanusya
Takmış dişine canını
vuruşuyor insanlar el yordamıyla.

Ama ben
haftalar var ki
kesik bir ağaç gövdesi gibi
yatmaktayım sırtüstü boyluboyunca,
yüreğimi kör bıçak vuruşlarıyla zonklatan
ve hiç bitmeyen bir kavgadan
hediye diye bana kalan
azgınlaşan yaralarımın kanayışıyla.
Haftalardır hastayım,
kara yastayım kavganın uzağında,
Çekilir gibi değil düşmanın küstahlığı gönülde
dayanılır bir tarafı yok sinede kurşun yarasının,
Beni yaşamda tutan
iki şey var yalnızca bu dünyada:
Beynimde
ve yüreğimde
kaynayan
kan
ve çelikten inan
gezeğenimizin
ve emeğimizin mutlu geleceğine
yaklaşan fırtınanın utkusuyla,
Ve bir de kollarında yaşadığım
havam ve suyum
güneşim ve toprağım
ilacım ve aşkım
İlyiçova...

Vurunca yüksek yapılara yığınların haykırışları
sarsılıp zangırdayınca binaların camları
tavşan uykulu düşlerimden sıyrılıp
deprem korkusuyla fırlarcasına
attım kendimi yataktan dışarı.
Evet depremle sarsılıyor yer gök
sarsılıyor dağlar denizler
ama jeolojik değil bu toplumsal bir sarsıntı
titretiyor dünyanın üzerinde
kara bir hortlak gibi dolaşan asalakları
ışıklar salıyor tan alanlarına,
Birileri konuşuyor kısık bir sesle yakınımda
Birdenbire oluşan ve şaşkınlık yaratan
bir ortam içinde
tedirgin bir ruh haliyle
bakınıyorum etrafıma.

Konuşan kişi
konsolun üstündeki
İlyiçovanın elektronik aleti
ama kendisi bulunmuyor yanımda.

Alet açık kalmış
veya bilerek bırakılmış
çok kısık sesli
ve bol parazitli
konuşmalar geliyor aradabir kulaklarıma:
......... Berlinde... Madridde... Pariste...Londrada...
Sokaklar........ polisler ve işçiler... kuşat...
Parlamento ve hükümet...

Atina, İstanbul, Zürih, Barselona, Sofya, Roma...
Moskova, Kazan, Abadan, Petersburg, Belgrad...
İşgal altında Fabrika, büro, okul, yol...........
..........................
Kıran kırana çatışmalar...
Ölümler, yıkımlar ve kan.............
....................... ancak,
Ya yeniden yaşam... hepten
ya toptan.... olmayacak...
..........................
.....................................................
Bastırıyor parazit,
anlaşılmıyor söylenen sözler cihazdan.

İnliyor bir yerler bir şeylerden etrafımda
sarsılıp zangırdıyor pencerenin camları,
tren düdükleri,
sirenleri gemilerin
araba kornaları
susmuş ötmüyor çanları kiliselerin...

Sürüne sürüne ulaşıyorum pencereye,
tutuna tutuna kalkıyorum ayağa,
gözlerim faltaşı gibi açılarak
göğsüm zafer davulu gibi vurarak
bakıyorum aşağılara.

Havada sıcak bir kar yağışı
Uçuşuyor bahar kelebekleri
Tomurup patlıyor ilk yaz çiçekleri
Sağınıyor bir sevdalı esinti şehrin üzerine
-hayal mi gördüğüm, yoksa gerçek mi-
İnliyor şehrin varoşları
bir kıyamet günü şehrin meydanları
gökten iğne atsan aşağılara
yere düşmez iğne şehrin meydanlarında.

Bir elinde ekmek,
ötekinde dört renkli bir çiçek
omuzunda bir ak güvercin
saçlarında küme küme yıldızlar
çıkıp kalabalıkların ortasından
gökte bayrak gibi dalgalanıyor gövdesi,
Sesi denizlerin sularında çalkalanıyor
sesi okşuyor dağların fırtınasını
sesi kanat çırpıyor dört ufkun üzerinde
sesinde dile geliyor börtü böcek
sesinde yeşeriyor çimenler
sesinde çiçekler rengarenk,
Sesinde insanlar yürüyor yarınlara
başaklar olgunlaşıyor
kuşlar cıvıldaşıyor
sesi yaşanılacak günleri muştuluyor insanlara...

Bu konuşan kişi
benim öz anam,
öz bacım,
öz kardeşim
ve biricik sevgilim
ekim kızının ta kendisi,
Kavga volkanları patlıyor sesinde
sesi şimşekli kıvılcımlar saçıyor karanlığa,
karakışı bahara çeviriyor nefesi.
Bir kızıl gül olup açılıyor elleri kar içinde
sesi Ulyanov babanın sesi...

Ocak 2010
Melbourne


*kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser
**robot polis *** kovboy

****Hamsi deyip de geçmeyeceksin,
Hamsi altından daha değerli
bir bulunmaz servettir karadenizli için
Biz yüz çeşit yemek yaparız demiş
hamsiden karadenizlinin biri
Arkadaşı kürt alınmış bu lafa
hiç akıl işimi yani
yemek yapmak
bir başka maddeden
bulgurdan daha fazla.
Say bakalım ulan demiş
yalancı hamsi kafa...
Hamsi hoşafi,
diye başlayınca saymaya seninki,
Dur, diye atılmış diyar-ı bekirli:
İnandım demiş, haklısın,
sen hamsiden hoşaf yaptığına göre,
yüz değil bin çeşit yemek de yaparsın...

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 12.1.2010 08:33:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Kapitalizm kar ve sömürü hırsıyla dünyayı çöplüğe çevirdi. ormanlar bitti, sular kurudu ve kirlendi, atmosfer kirlendi. Mevsimler değişiyor, iklim değişiyor, ekolojik denge hızla değişiyor. Kıtaların iç bölgelerini aşırı sıcak ve kuraklık yakıp kavuruyor, sahilleri sel basıyor.Buzullar hızla eriyor. Bu dünyada yaşamın bitişine giden yolun apaçık görünmesidir. Bir de 50-100 yıl sonrasını düşünün...Ve kapitalist devletler, özellikle dünyayı kirletenler ABD, AB, Çin, Hindistan gibileri bu durumu dahi sömürü aracı durumuna getirmeye çalışıyor. Bu durum başta emekçiler ve aydınlar olmak üzere insanlığın önüne kapitalizmi yeryüzünün üzerinden temizleme görevini koymaktadır. Başka bir yol yok. Ya kapitalizm yok edilecek, ya da dünyamız yok olacak...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Işık German Ersoy
    Işık German Ersoy

    * Keşke olabilse...Hümanist düşlerinizi sonsuz kutluyorum.*

    * 10 Antoloji Yıldızı *

    Cevap Yaz
  • Bülent Aydınel
    Bülent Aydınel

    Uzun soluklu büyük bir emek ürünü çalışmanızı kutlarım,saygılarımla sayın şair...

    Cevap Yaz
  • Mehmet Safi Sarı
    Mehmet Safi Sarı

    Adaşım;çevreci,toplumcu,insancıl ve barışsever bir insan olduğunu zaten biliyordum.Nasıl bir cevher taşadığını bu şaheseri okuyunca daha iyi anladım.Kapitalizm eşeği boyar babasına tekrar satar.Üzerinde yaşadığı dünyayı yaşanmaz hale getirmekten çekinmez.Kızılderili şefi Çılgın At der ki:SON KUŞ AVLANDIĞINDA VE SON BALIK TUTULDUĞUNDA,BEYAZ ADAM PARANIN YENMEYECEK BİR ŞEY OLDUĞUNU GÖRECEKTİR.
    ''Müzeye konmuştu
    son muz fidanı Anamurda
    ve son çay ağacı kuytu eteklerinde
    kartal gagalı Kafkas dağlarının,
    Temel klonlama çabasındaydı
    karadeniz zekasının incelikleriyle
    sabah ezanıyla işe koyulup
    bırakarak işi bir saat önce
    öğle vaktinden,
    hamsi soyunu yeniden
    kendi kurduğu laboratuvarında
    yıllardır kavanozda sakladığı
    salamura hamsilerden... '' Harikasın adaş.
    Bugün bir silahlanma yarışında olan ülkelerin masum görünen sıradan vatandaşı da betonlaştırma yarışında ve doğanın canına okumaktadır.El birliğiyle sonunda doğayı bitirmeyi başaracaklar gibi görünüyor.
    ''Bu yolları biz döşemiştik
    ışıl ışıl akan yağmur sularınca
    Pasifik kıyılarından Atlantik kıyılarına,
    Bu fabrikaları biz kurmuştuk,
    Bu madenleri biz açmıştık,
    Okulları, kitaplıkları, yurtları
    ve makina istasyonlarını,
    Bu tarlaları biz donatmıştık
    dolup dolup taşan ambarlarla...

    Önü alınmaz sevda seliydik
    akardık durup dinlenmeden çağlaya çağlaya...
    Gönülleri deli poyraz yeliydik
    eserdik dağlarda, ovalarda
    eserdik kırlarda, şehirlerde
    eserdik madenlerde, fabrikalarda... ''
    Evet Adaş üretici idik.Sıradan ama değerliydik.Cehalete mahkum eden değil aydınlığa ve ileriye ileten.Üretendik,üreten.

    ''Işıktık karanlıklara
    em idik sayrılara
    memeydik bebeklere
    iş idik,
    aş idik,
    kitap idik,
    kumaş idik,
    gören göz, okşayan el
    göğüslerde yürek idik,
    Geldik destanlar yaratarak,
    Kaybettik geleceğimizi uyuklaya uyuklaya... ''
    İşte meselenin kaynağı,püf noktası...işte zurnanın ''zurt'' dediği yer.''Kaybettik geleceğimizi uyuklaya uyklaya'' işte sırf bu yüzden kaybettik.Biz bunu hep yaparız.Biz sabahın erken saatlerinde bilmem kaçıncı renkli rüyamızı görürken, elin sakallı yobazı; üşenmeden o saatte bisiklet veya motosikletle kapı kapı dolaşarak daha evvel binbir hüner göstererek abone yaptığı kişilere, ortaçağdan kalma fikirleriyle doldurduğu gazetelerini dağıtıyordu.Onların eşleri de ev ev dolaşıp seminerler veriyordu.Eee...sonuç ortada.Tam istediği kıvama getirdiler insanları.Şimdi ektiklerini biçiyorlar,meyvesini yiyecekler tabii ki.Bizim aydınlar,sosyalistler,sivil toplum kuruluşları vs. neredeydi.Şimdi dizlerine vurup''yahu bunlar nasıl tek başına iktidar oldu,hem de kaç dönemdir?''demenin alemi var mı?
    İşte meydanı kapitalistlere bırakan antikapitalist insanlar da bu şaşkınlıkla beraber dizlerine vurup bu şekilde hayıflanıyorlar.
    ''Hey gidi koca yıllar
    yaşlı başlı
    utkuyla taçlı
    ve ihanetle damgalı yıllar... '' direrek derin derin içimizi çekiyoruz.
    Altını üstünü
    kenarını köşesini yoklayarak
    ve yobazlığın bin yıllık
    zehirli havasını koklayarak
    kara cübbeli mollaların cumhuriyetini
    dolanı dolanı
    geçip gidiyoruz sağından solundan
    kıyısından bucağından,
    Çalıyı dolanmak yeğdir demiş anadolu insanı
    olaki bu canavarlar
    dişlerini geçireler allah adına bacaklarımızdan... ''
    Sözün burası o kadar güzel ve doğru ki hayran kaldım.Ne yazık ki çalıyı dolaşsak da dişlerini bacağımıza geçiriyorlar.Maraş'ta,Çorum'da,Sivas'ta,Gazi'de bunun örneklerini beyinlere kazıdılar.
    ''Hey gidi efsane yürekli yiğit işçiler
    demir pençeli devrimciler
    ve her biri bir sıra neferi olan önderler...

    Hey gidi içi boşalmış kokteyliler
    masa başı efendileri...
    Ve,
    ah ulan,
    düşmanın içimizdeki sinsi temsilcileri...

    Ağlamak hiç yakışmıyor gözlerimize
    Yüreğimize feryat- figan yakışmıyor,
    Bizdik kasırgalar gibi kopup gelen
    alaca kızıllığında şafağın,
    Bir damla kanla
    sıvayıp gittik gün batımlarını
    gönül sızlanışlarıyla yığınların
    yeniden doğumlara
    dölleyerek geleceğimizi...
    Nasıl kaybettiysek yarınlarımızı
    yine öyle kazanmak durumundayız
    tarih zorunlu kılmaktadır bu yola bizi! ''
    Hah! İşte bu ! Ama elli yıl mı? Yüz yıl mı sürer? Onu bilemem.
    O kadar katı bir şekilde yerleşmiş ki;kapitalizmin insanların ve doğanın iliğini kurutmadan gideceğini zannetmiyorum.Kapitalizmin cicili-bicili,Cocacola'lı,Mc Donald'lı,Ferrarili,Hollywood'lu dünyasını insanların kolay kolay bırakacağını sanmıyorum.Bu da onların ve doğanın sonu olacak korkarım.
    ''kapitalizm
    ölü evinde mendil satar,
    idam yerinde urgan...”
    ''Eli kanlı kürk tüccarları
    demirle başlarını ezerek avlıyorlar
    kutup bölgelerinde fok balıklarını. ''
    Ne yazık ki böyle yerinde sözler de,böyle acı gerçekler de insan yığınlarını kapitalizmin karşısına dikecek kadar etkili olamıyor.
    Çok güzel ve etkili yazıyorsun adaşım.Destan yaratmışsın.Kutluyorum.







    Cevap Yaz
  • Feride Bektaş
    Feride Bektaş

    Üstat öyle bir tablo sergiledinizki gözlerimde bir bir canlandı,içim ürpererek.Ne yazık ki gerçekler acı oluyor, bir şamargibi iniyor insanın yüzüne.Yüreğinize sağlık diyor ve hakketiğiniz tam puanı gönderiyorum.

    Cevap Yaz
  • Âşık Çağlari Muammer Çalar
    Âşık Çağlari Muammer Çalar

    harika bir nesridi okuduğum kutlarım usta kaleminiz hocam saygılar

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (37)

Mehmed Sarı