Türk Şairler Birliği Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Ahmet Yağmur
Alan:   Grup:Türk Şairler Birliği
Tarih: 15.05.2010 22:00
Konu: EY MÜSLÜMANLAR!

Ey Müslümanlar;

- Bu çok önemli yazıyı bilgisayarınıza, flaş belleğinize kaydedin ve mutlaka okuyun.

- Bu yazı Müslümalar arasında yaşanmış bir olay sebebiyle kaleme alınmıştır. Yaşanan bu olayda Müslüman olmaya karar veren bir grup gayrı Müslimin neden Müslüman olmaktan son anda vazgeçtiklerini ibretle okuyacaksınız.

- Bu ilmi yazıda ümmetin içine düştüğü ihtilaf ve fitnelere Kur’andan, Sahih sünnetten, Sahabeden ve Ümmetin seçkin Alimlerinden derlenen cevapları okuyacaksınız.

- Bu yazıyı okuyanlar İslam toplumunu meşgul eden birçok ihtilafın cevabını bulacaktır.

- Cevap bulacaklarını ümit ettiğimiz sorulardan bazıları şunlardır:

—Mezhep nedir?
—İslâm’ın dininin esası nedir?
—Peygamber asrında ve sahabe asrında mezhep var mıydı?
—Mezhepler ne zaman ve niçin ortaya çıkmıştır?
—Mezhep ve tarikatlar bidat midir? Dinden midir?
—Bir mezhebe bağlanmazsak sapıtır mıyız?
—İnsan öldüğünde kabirde hangi mezhepten olduğuna dair sorguya çekilecek mi?
—Bir Mezhebe bağlanmazsak ne olur? Bağlanırsak ne olur?
—Mezhepsizler mi sapık? Mezhepçiler mi sapık?
—Başka mezhebe geçmek günah mıdır?
—Bir ibadeti bir mezhebe göre başka bir ibadeti başka bir mezhebe göre yapabilir miyiz?
—Sahih sünnetle, bağlı olduğumuz mezhebin görüşü çatışırsa ne yapacağız ve neye uyacağız?
—Mezhepler ümmet içindeki İhtilaf ve tefrikayı artırdı mı? Yoksa azalttı mı?
—Mezhep imamları “Ey insanlar biz mezhep kuruyoruz bize tabi olun yoksa saparsınız mı? ” Dediler?
—Mezhep imamlarının bütün içtihatları isabetlimidir?
—İçtihat kapısı açık mı? Kapandı mı?
—Fırka fırka olan bu ümmet neyle vahdet bulup ıslah olur?
—Hz. Peygamberden Mezhep imamları hakkında hadis rivayet edilmiş mi?

-Bu yazı hakkı ve batılı açık ve seçik bir şekilde delilleriyle beyan etmektedir. Artık dileyen hakkı kabul etsin, dileyen küfründe inat etsin.


Bu yazıyı kaleme alan Bu ümmetin seçkin alimlerinden biri olan “Muhammed Sultan el-Mâsumî” beyden Allah razı olsun, Allah İlmini ve amellerini dahada güzelleştirsin. Kendiisini Cennetiyle mükafatlandırsın İnşa Allah.


Veysel AKPINAR
[email protected]




İslam’da Mezhep
Muhammed Sultan el-Mâsumî

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

Bizi islâm ve imanla hidayete erdiren, Kur'ân-ı Kerîm'in manasını öğrenmeye ve Rasûlulları'ın hadislerini anlamaya muvaffak kılan Allah'a hamdü senalar olsun.
Salât ve selam, insanlık devam ettiği sürece ashabın ve tabiînin takip ettiği yolu bize ihsanla tam ve kâmil olarak gösteren tüm insanlığın ve cinlerin peygamberi Hz. Muhamed'e (s.a.v.) olsun.
Kudret sahibi Mevlâsının iyilik ve lütuflarına muhtaç olan kulu Ebû Abdurrahman Muhammed b. Sultan b. Ebî Abdullah Muhammed el-Masumî el-Mekkî. Allah kendisini, Kur'ân ile amel etmeye, Rasûlullah'ın sünnetine sarılmaya ve güzel bir sonuca (son nefesinde imanlı olarak ölmeye) muvaffak kılsın der ki: 'Bana, Uzakdoğu ülkelerinden olan Japonya'nın Tokyo ve Oseka şehirlerinde oturan müslümanlar tarafından bir mektup gönderildi. Mektup özetle şu konudan bahsediyor: 'islâm nedir? Mezhep ne dernektir? islâm diniyle şereflenen birisinin dört mezhepten birisine veya başka bir mezhebe girmesi, yani Malikî, Hanefî, Şafiî veya Hanbelî olması gerekir mi, gerekmez mi? Çünkü burada büyük bir ihtilaf ve vahim bir münakaşa başladı. Japon fikir adamlarından birkaç aydın islâm dinine girmek ve imanla müşerref olmak isteklerini Tokyo'da bulunan müslüman cemiyetine açtılar. Hindistanlı müslüman bir grup; 'Kendilerinin, ümmetin kandili olan Ebu Hanife'nin (1) mezhebini seçmelerini'.
Endonezyalı bir grup ise; 'Şafiî mezhebinden olmaları gerektiğini' söylediler. Japonlar bu sözleri işitince çok şaşırdılar. Onların bu tutumlarına çok hayret ettiler. Mezhep sorunu
Onların müslüman olma yolunu tıkadı.
Muhterem Hocam, değerli bilgilerinizden öğreneceklerimiz inşallah bu müşkilatın çözümüne sebep olacaktır. Kalplerimizin mutmain olması ve düşünce ufkumuzun genişlemesi için bu konuyu açıklamanızı sizden arzu ediyoruz. '

Esselamü Aleyküm.
Muhammed Abdülhay Kurbanoglu
Muhsin Çabanoğlu
Tokyo. H. 1357

(1) Mezhep taassubu hadis uydurma ve yayılmasında büyük bir rol oynamıştır. Mezhep ve Mezhep imamları hakkında uydurulan bazı hadisler şunlardır;
-'Benden sonra bir adam gelecek, ona Numan bin Sabit denir, künyesi de Ebu Hanefe'dir. Allah'ın dini ve benim sünnetim onun eliyle ihya olunacaktır.'
-'Ümmetimden Muhammed bin İdris [Şafii] adında bir adam çıkacaktır, o ümmetime iblisten daha zararlıdır.
-“Yine ümmetimde bir adam bulunacaktır ona Ebu Hanife denilir, ümmetimin kandili odur.' Bu uydurma hadis. Kur'ân'ın açıklığına muhaliftir. Çünkü Allah'ın, kitabında nitelendirdiği gibi; ümmetin kandili Muhammed(s.a.v.) 'dir; 'Ey Peygamber! Biz seni gerçekten şahit, mujdeleyici ve uyarıcı. Allah'ın izniyle O'nun yoluna çağırıcı ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik' (Ahzab, 45-48) . Mukallidlerin kendi imamlarına masum Peygamberin sıfatını nasıl giydirdiklerini iyice düşün. Bunun içindir ki muayyen bir mezhebe bağlanmamak asıl olmuştur. Böylelikle masuma (peygambere) ittiba ile masum olmayana ittiba ayrılabilinir.
Çünkü muayyen bir mezhebi taklit eden kimse, aslında peygambere tabi olma ile hata ve isabet eden Müctehide tabi olmayı müsavi kılmıştır.
-Sahis hadisler içinde bir mezhebi veya bir mezhep imamı hakkında olumlu veya olumsuzda olsa hiçbir hadis bulunmamaktadır. Bu konuda söylenen bütün sözler uydurma hadislerdir Allah bu sözleri Peygambere nisbet edip uyduranlara lanet etsin.



İSLÂM VE İMAN'IN HAKİKATİ:

Ben de Allah'ın bana öğrettiği şeyleri gereği üzere cevaben yazdım. Kudret ve kuvvet yüce ve azim olan Allah'ındır. Muvaffakiyetim onunladır. Doğruya ileten de odur.
Şunu biliniz ki, müslümanların birçoğu, özellikle cahillerinden çok âlimleri (2)

Bir müslümanın Ebu Hanife, Malik. Şafiî ve Ahmed b. Hanbel gibi İmamlara nisbet edilen mezheblerden birine bağlanması gerektiğini iddia ederler. Hâlbuki bu hatadır hatta söyleyenin cehaleti ve islâm'ı bilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Sahihayn'da yer alan sahih meşhur Cibril hadisinde islâm'ın tarifi şöyle yapılmıştır:
'Cebrail Rasûlullah'a (gelerek):
islâm nedir? Diye sordu.
Rasûlullah:
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yettiğinde hac yapmandır, buyurdu.
Cebrail:
İman nedir? Diye sordu.
Rasûlullah:
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe ve kaderin hayrına ve şerrine inanmandır, buyurdu.
Cebrail:
İhsan nedir? Diye sordu.
Rasûiullah:
İhsan; Allah'ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen dahi o seni görür, buyurdu.' (Sahih hadisten bir parçadır. Buharî. (Fethu'l-Bârî) 1/144. 8/513, Müslim (Nevevî) 1/164. İmam Ahmed Müsnedinde, 1/65; İbni Mâce. 1/25. Ebu Hureyre'den Ebu Zur'a Amr bin Cerir yoluyla tahric etmiştir.)

Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği hadiste ise şu tarif yer alır:
'islâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilah olmadığına, Rasûlullah’ın O’nun elçisi olduğuna şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetenler için hac yapmak.' (Bu hadis sahihdir Buharî 1/49'da merfu olarak. 8/183'de mevkuf olarak, (rivayetin şöhreti sebebiyle merfu olduğu tasrih edilmemiştir.) Müslim (1/176-177) . Nesaî (8/107-108) , Tirmizî (5/5-6) , Ahmed. Musned'inde (1/78))

Müslim'de; Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadistede: 'Bir adam Rasûlullah’a gelerek,
Ya Rasûlallah (yaptığımda cennete girebileceğim bir ameli bana öğretir misin? Diye sordu.
Rasûlullah:
Allah ve Rasûlüne inanman, namaz kılman, zekât vermen. Ramazan orucunu tutmandır, buyurdu.
Adam:
Allah'a yemin ederim ki, ne bunlardan fazla birşey yaparım ne de eksiltirim, deyince Rasûlullah;
Bu arabi (bedevî) doğru söylüyorsa kurtuldu, buyurdu.(Hadis sahihtir. Buharî. 3/261; Müslim, 1/174 ve imam Ahmed. 1/77.)
Müslim'de; hadis şarihleri derler ki: Hadiste haccın zikredilmemesinin sebebi o zamanlar daha farz olmadığındandır.
Buharî'de; Enes (r.a.) bu konuda şöyle bir hadis nakleder;
'Rasûlullah ile birlikte mescidde bulunduğumuz esnada deve üstünde birisi gelip devesini mescidin önüne çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra:
Hanginiz Muhammed'dir? Diye sordu.
Rasûlullah eshabın arasında dayanmış oturuyordu. Biz:
İşte dayanmış olan şu beyaz tenli adamdır, dedik.
Adam:
Ey Abdulmuttalib'in oğlu, diye hitap etti.
Rasûlullah:
Seni dinliyorum, diye buyurdular.
Ben sana bazı şeyler soracağım. Ama soracaklarım pek ağırdır. Gönlün sakın benden incinmesin, dedi.
Rasûlullah:
Aklına geleni sor, buyurdu. Adam;
Senin ve senden öncekilerin Rabbi için söyle, bütün insanlara seni Allah mı gönderdi? Dedi.
Rasûlullah:
Evet dedi. Adam:
Allah için, günde beş vakit namaz kılmayı Allah mı sana emretti?
Rasûlullah:
Evet, dedi. Adam:
Allah için, söyle, senenin Ramazan ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti? Dedi.
Rasûlullah:
Evet, dedi. Adam:
Allah için zekâtı zenginlerden alıp fakirlere dağıtmayı sana Allah mı emretti? Dedi.
Rasûlullah: 'Evet' deyince, Adam:
Sen ne getirdin ise ben ona iman ettim. Arkamdaki kavmime elçi benim. Ben Sa'd b. Bekr kabilesinden Dımam b. Sa'lebe'yim. Dedi.' (Hadis sahihtir. Buharî. 1/148, Mesaî. 4/122; İbni Mace, 1/449; Ahmed. 1/67.)

İşte Allah'ın kullarına emrettiği ve Rasûlullah'a açıklamak için gönderilen 'İSLÂM' budur.(Bu hadislerden maksad islâm'a girmek isteyen için onun kolaylığını göstermek kelime-i şehadetı telaffuz edip diğer rükünleri yapmanın yeterli olduğudur. Birçok furuata ve mezhebe girme veya girmeme konusuna gelince, islâm'a girmede şart değildir İslâm ümmeti için onlardan bir grubun arz olunan şeylere fetva vermeleri için dinî işlerde fıkhı öğrenmeleri yeterlidir.)


(2) İbnu'l-Kayyım (r.a.) Nuniyye manzumesinde şöyle der 'ilim deliliyle doğruyu bilmektir. Bunun gerisi ve taklid müsavidir.
' İmam-ı Şafii (r.a.) şöyle der: 'Bir kimsenin bir şey için helal veya haramdır demesi ancak ilim cihetiyle olur. İlmin ciheti ise kitap ve sünnette, gelen haber, icma veya kıyasladır.' (er-Risale, s. 39)
Allame Fullânî de şöyle demiştir: 'Derim ki: Bu hadis ve eserler, ilim teriminin ancak Allah'ın kitabında. Allah resulünün sünnetinde icma ve bu asıllara (esaslara) göre nassın yokluğunda kıyası görenlerin indinde kıyas yapılan şeylere ıtlak olunacağını tasrih etmektedir. Nebevi hadislere muhalif olmasıyla birlikte mezhebi re'y kitaplarına, taklid ve asabiyyet ehlinin ilmi hasretmelerine göre değildir.'
Öyleyse ilmini faziletini içeren âyet ve hadislerin kasdettigi gerçek alim; delillerden hüküm istinbat etmek için gayret sarfeden müctehiddir. Mukallid ise, âlim değildir. Asırlar boyunca ilim ehlinin ittifak ettiği de budur.





DÖRT MEZHEBTEN BELLİ BİR MEZHEBİ TAKLİD ETMEK NE VACİPTİR, NE DE MENDUP

Mezhepler, müçtehidlerin görüşleri, bazı meselelerdeki anlayış ve içtihatlarından ibarettir. Ne Allah ve ne de Rasûlü bu görüş, anlayış ve içtihatlardan birine uymayı kişiye farz kılmaz. Çünkü bu görüş, anlayış ve içtihatlarda doğrular olduğu gibi hatalar da vardır. Sadece doğru olan, hiç hata bulunmayan görüş Rasûlullah'dan sabit olanlardır. Müçtehidlerin çoğu, bir meselede görüş beyan ettikten sonra gerçek ortaya çıktığında gerçeği benimseyerek eski görüş ve içtihatlarından vazgeçmişlerdir. (3)
Bu sebeple kim İslâm dînine girmek, iman etmek isterse, sadece Allah'a ve Rasûlune inanması (şehadet getirmesi) , beş vakit namazını kılması, zekâtını vermesi, Ramazan orucunu tutması ve imkân bulursa hacca gitmesi gerekir.
Dört mezhebten veya diğerlerinden birine intisab etmek ise vacip olmadığı gibi mendup da değildir. Bir müslümanın bir mezhebe bağlanmasının gereği ve zorunluluğu da yoktur.
Her meselede sadece bir mezhebe bağlanmanın gereği ve zorunluluğunu savunan kimse mutaassıp ve hatalı görüşlü olup herşeyi körükörüne taklid eden birisidir. Bu kişi dinini parçalayan, insanları guruplara ayıran kişilerden birisidir. Allah ise dinde tefrika ve parçalanmayı yasaklamaktadır:
'Ey Muhammed! Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar ile senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah'a kalmıştır, yaptıklarını onlara sonra bildirecektir.' (En'am Sûresi, âyet 159)
'Sakın müşriklerden olmayın. Onlar dinlerini dağıtmışlar, bölük bölük olmuşlar... Ve her bölük kendi elindeki şey ile sevinmektedir.'(Rûm Sûresı. Ayet 31-32)
İslâm dini tek bir dindir. Onda Rasûlullah'ın gösterdiği yol ve siretten başka uyulması gereken mezheb ve yollar yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
'Ey Muhammed! De ki; Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a eş koşanlardan değilim.' (Yusuf Sûresi, âyet 108)

Bu mezhepleri de, mukallidler (taklitçiler) tarafından kendi mezhebi lehine ortaya atılan bilgisizce münakaşa ve mücadeleler çoğaltmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
'Allah'a ve peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.' (Enfal Sûresi, âyet 46)
Hâlbuki Allah, birlik ve beraberliği ve Kur'ân'a uymayı emrediyor: 'Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz...' (Ali İmran Sûresi, âyet103)

(3) Yazar (r.a.) burada ilim talebeleri indinde bilinen meseleleri takrir etmektedir. Yani mezheblerde bir takım meseleler sadece rey ile söylenmiştir Bunlar, hakkında nas bulunmayan içtihadi meselelerdir ki, uymak vacip değildir. Zannınca sıhhatli (doğru) oluşu galip gelirse, ancak o zaman uymak caiz olur.





İSLÂM'IN ESASI ALLAH'IN KİTABI VE RASÛLULLAH'IN SÜNNETİYLE AMEL ETMEKTİR

Hak olan İslâm dini budur. Kaynağı ve dayandığı temel, Kitap ve Sünnettir. Bu iki kaynak muslümanların ihtilafa düştükleri her konuda müracaat edecekleri kaynaklardır. İhtilaf konusunu çözmek için bu iki kaynağa müracaat etmeyip başka kaynaklara başvuran mümin değildir.
'Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar' (Nisa Sûresi, âyet 65) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu gibi.
İmamlardan (müçtehidler) hiçbiri, 'Benim kabul ettiğim görüşe ve içtihadıma tabi olun' dememişlerdir. Bilakis, 'Bizim aldığımız kaynaklardan siz de alınız' demişlerdir. Bu mezheplere sonraki asırlarda birçok anlayışlar eklendi. (4) Bunlar arasında da çok hatalar vardır. Öylesine farazi (hayali) meseleler vardır ki, intisap ettikleri mezhep imamlarından birisi o hataları görse o mezhepten ve o kişinin söylediklerinden uzak dururdu.
Selef imamlarından ilim ve dini muhafaza edip koruyan herbir imam. Kitap ve Sünnetin zahirine sarılmış, insanları Kur'ân ve sünnete sarılmaya ve onlarla amel etmeye teşvik etmiştir, imam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Hasen el-Basrî, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî, el-Evzaî, Abdullah b. Mübarek, Buharî, Müslim ve diğer birçok imamlardan böyle sabit olmuştur. Bunlardan her biri; din konusunda bid'atlerden ve masum (hatasız) olmayan kişileri taklid
Etmekten sakındırmışlardır. Masum olan sadece
Rasûlullah'tır. Onun dışında kim olursa olsun masum değildir. Masum olmayan kişilerin. Kitap ve Sünnet'e uygun olan sözleri kabul edilir. Bu ikisine muhalefet edenler ise, kim olursa olsun sözlerine itibar edilmez. Nitekim İmam Malik; Rasûlullah’ın kabrini göstererek; 'Bu kabir sahibinin dışında, herkes söylediklerinden tenkide tabi tutulur' demiş ve Allah Rasûlü’nün kabrine işaret etmiştir. (5) Bütün muhakkik müçtehidler bu yolu takip etmişlerdir. Onların hepsi körükörüne taklidden sakındırmışlardır. Çünkü Allah Kur'ân'ın birçok yerinde katı taklitçiliği kötülemiştir. Önceki Milletlerden kâfir olanların çoğu; Âlimlerini, ruhbanlarını ve babalarını taklid etmelerinden dolayı kâfir olmuşlardır.
İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam eş-Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve başka imamların şöyle söyledikleri nakledilmektedir:
'Bir kimsenin, görüşümüzü nereden aldığımızı bilmediği halde onu kabul etmesi veya bizim görüşümüzle fetva vermesi helal olmaz.' (Bu söz imam Ebu Hanife'nin sözlerindendir. Çesitli rivayetlerle kendisinden sabit olmuştur el-İntika s.145. İbni Abdilber; İ'lamü'l-Muvakkıîn. 2/309.)
Bu imamların herbiri 'sahih hadis benim görüşümdür' sözünü açıkça beyan etmiştir. Yine onlar devamla şöyle derler: 'Bir söz söylediğimiz vakit onu Allah'ın kitabi ve Rasûlullah'ın sünnetine arzediniz.
Eğer onlara uyuyorsa kabul ediniz, uymuyursa reddediniz ve sözümüzü duvara çalınız.' (İmamı Şafiî'nin sözlerindendir. el-Mecmı, 1/63: İ'lamül-Muvakiîn, 2/361, İbnü'l-Kayyim.) Bu sözler bu büyük imamlarına aittir. Allah onları cennetine koysun.

Fakat ne yazık ki, halkın, masum müçtehid ve ulemadan zannettiği kâğıt karalayan müteahhirundan mukallid müellifler, insanların dört mezhep veya meşhur mezheplerden birini taklit etmeleri gerektiğini söylerler. Bu gereklilikten sonra, o mezhep imamını gönderilmiş ve itaat edilmesi gereken bir nebi kabul ederek, başkasının görüşüyle amel etmekten sakındırırlar. Keşke onlar imamlarının görüşüyle amel etselerdi. Ne yazık ki onların çoğu tabi oldukları imamın sadece ismini bilirler. Bazı müteahhir ulema, bir takım meseleler icad ederek görüşler ortaya koydular. O görüşleri imamlarına nisbet ettiler. Kendilerinden sonra gelen insanlar da o görüşün kendi imamına ve mezhebine ait olduğunu zannettiler. Hâlbuki o görüş mezhep imamının söylediklerine ve karar kıldıklarına muhaliftir ve o, kendine nisbet edilen şeyden uzaktır. Örneğin; Hanefî mezhebinin birçok muteahhir ulemasının, teşehhüdde işaret parmağının kaldırılmasını haram kabul etmeleri yahut 'Allah'ın elinden' maksadın 'Allah'ın kudreti' olduğu, yahutta 'Allah zatıyla her yerdedir, fakat arşa istiva etmemiştir' görüşleri buna örnek olarak gösterilebilir. Oysa imam Ebu Hanife’nin görüşü ile kendilerini İmam Ebu Hanefe’ye nisbet eden taklitçilerin görüşü siyahla beyaz kadar ayrıdır ve zıttır.
Bu ve buna benzer olaylar, müslümanların birliğini ayırdı, cemiyet ve toplumları parçaladı, artık yama deliğe küçük gelmeye başladı. Ufuklar nifak ve ayrılıklarla doldu. Herkes birbirini bid'atçilikle suçluyor, her cemaat kendine muhalefet edeni en ufak hususta bile sapıklıkla suçluyor, hatta birbirlerini tekfir ediyor ve birbirlerini öldürüyorlardı. Durum Rasûlullah'ın haber verdiği hale geldi: 'Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Onlardan biri dışında diğerleri cehennemdedir.' 'Kurtulan fırka kimdir? ' diye sorulunca Rasûlullah, 'Benim ve ashabımın yolunu takip edenler' cevabını verdi. (Hadis sahihtir. Ebu Davud. 2/503; Tirmizî. 5/25: İmam Ahmed Müsned'inde,6/24: İbni Mace. 2/1331; Hakim, Müstedrek'inde, 1/128 ve diğerleri Ebu Hureyre'den merfu olarak tahric etmişlerdir.)



(4) Mezhepçilik mukallidlerin sadece kişilerin söz ve görüşlerini Kur'ân'ın sarahatine ve sahih sünnete takdim etmelerine götürmemiş, imamların (r.a.) söyledikleri sahih kavilleri bile unutturmuştur, imamların mezhebi zannettikleri muteahhirine ait sözlerle aralarında hiç bir ayırım ve araştırma yapmadan almakla iktifa ettiler. Bu da ancak taassubun şiddetli oluşundandır, imamların mezheblerini kitaplarda tedvin edip, ictihadların sahih gördüklerini bunlarda korudukları bilinmektedir. İmam Malik (r.a.): mezhebini Muvatta eseri korudu, imam Şafii mezhebini bilmek istersek kendi kitaplarına (kaynaklarına) müracaat ederiz. Kendinden başkasını talep etmemiz uygun değildir. Bunu izah etmek için de şunu derim; İmam Malik. Şafiî ve Ebu Hanife'nin söz ve amel olarak fetva vermedikleri birçok şeyler onlara nisbet edilmektedir. Malikîler namazın kıyamında ellerini salmakta ve sabah namazında kunut yapmaktadırlar. Hâlbuki imam Malık, Muvatta'ında(17158) namazda bir eli diğerine bağlama babında bazı eserler (rivayetler) irad ettiğini görürüz Bunlardan birisi şudur: Abdülkerim bin Ebi'l-Meharık el- Basrîden O şöyle der: 'Utanmazsan istediğini yap sözü nübüvvet sözleridendir. Namazda elini diğerine koyma, iftara acele etmek ve sahuru te'hir etmek vardır' Malıkî mezhebin mûteahhirûn olanları imamı Malik'in namazda ellerini saldığını delillendirmeğe kalkışıyorlar. Bu hal taklid ettikleri mezheblerini iyi bilmediklerindendir. Çünkü Cafer bin Süleyman Medine'nin valisiydi. H. 146 senesinde İmam Malik'i Kamçıladı. Öyle kolu soyuldu ki namazda bir elini diğerine bağlama
Gücünü bulamadı ve ellerini saldı. (El-İntika s. 44) . Zaten Muvatta kitabını bu olaydan iki sene sonra yazmıştı. Yine imam Malik sabah namazında kunut adlı batımda şöyle bir eser (rivayet) irad eder: 'Abdullah bin Ömer namazda kunut yapmazdı.' Muvatta. 1/109. İmam Şafiî'nin peygambere salât getirmenin sünnet olduğu görüsü, bilinmeden kendisine nisbet edilmiştir. Hâlbuki o farz olduğunu
Söylerdi. Allah {c.c.) Rasûlü'ne salât getirmeyi farz kılarak şöyle demişti: 'Şüphesiz Allah ve melekten Nebi (a.s.) salât getirirler. Ey iman edenler! Siz de ona salât getirin ve selam veriniz.' (Ahzab, 56) . Salât getirmenin farziyyeti. Namazdan daha evla bir yerde olmamıştır. Allah Rasûlü'nden namazda kendisine salât getirmenin farz olduğu vasfının delaletini bulduk. Allah daha iyisini bilir.'
(el-Umm, 1/117) . İşte Hanefî mezhebinin muteahhirun kitaplarından Hulasatü'l- Keydanî 'Namazda haram olan şeylerden birisi hadis ehli gibi parmak işaretinde bulunmaktır' diye irad ediyor. Mesudi'nin namaz kitabında ise 'Parmakla işaretin mütekaddimin âlimlerce sünnet olduğu. Şia ve Rafiziler de yaptığından Ehl-i Sünnetten olan müteahhırun âlimler bunu terkettiler. Böylelikle mensuh oldu' denilirken, Hanefî ulemasının büyüklerinden olan İbnul-Hümam'ın Fethu'l-Kadir kitabında: 'Parmak işareti sünnettir, olmadığını söyleyen rivayet ve dirayetin hilafına söylemiştir Bilakis imam Muhammed bin Hasen eş-Şeybanî (Ebu Hane-fi'nin talebesi) Muvatta'da bunun sünnet olduğunu nakletmistir' ibaresini buluruz. Bu örneklerde mezheb taassubunun asırların en hayırlısının yolundan müslümanları uzaklaştırdığına açık delil yok mudur?

(5) Çok beliğ bir hikmetle dökülen bu güzel sözü ümmetin alimi Abdullah bin Abbas (r.a.) söylemiştir. Takiyyuddin Subkî bu sözün güzelliğine taaccüb ederek, el- Fetavâ (1/148) kitabında irad eder. Camiu'l-Beyani'l-ilm ve Fadlih 1/91: el-İhkam fi Usulı'l-Ahkâm. 1/45 kitabında olduğu gibi. Bu sözü, Mûcahid. İbni Abbas'dan almıştır. Mucahid'den de imam Malık almış, ona nisbet edilerek ondan meşhur olup, yayılmıştır. Onlardan da imam Ahmed (r.a.) almıştır. Ebu Davud Şöyle der: 'Ahmed'i şöyle söylerken işittim; Nebi (s.a.v.) 'in dışında herkesin görüşü alınır veya terkedilir.' imam Ahmed'in Meseleleri, s. 276.



MÜTEAHHİRUN HERŞEYİ DEĞİŞTİRİP, TEK BİR KİŞİYİ TAKLİD ETMEYİ GEREKLİ KILMAKLA TEFRİKAYA DÜŞTÜLER

Müslümanlar, Hulefa-i Raşidin ve Tabiîn gibi mükemmel müslüman oldukları, islâm'a bağlı ve sadık kaldıkları müddetçe muzaffer olup ülkeler fethettiler ve dini yücelttiler. Ne zaman ki Allah'ın emirlerini değiştirdiler, Allah birçok ayetinde de buna işaret ettiği gibi, nimetlerini değiştirmekle, devletlerini almakla ve hilafeti kaldırmakla onları cezalandırdı. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde olduğu gibi: 'Bu, bir milletin kendilerini değiştirmedikçe. Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez (kanunundan dolayı böyledir) ve Allah işiten ve bilendir. (Kimin neye mustehak olduğunu bilir) ' (Enfal 53}

Özel bir mezhebe intisap etmek, batıl görüşleri de olsa o mezhebe taassup göstermek, değişikliğe uğrattıkları konulardır. Bu görüşler üçüncü asırdan sonra ortaya çıkmış bid'at işlerdir. Bunda hiç şüphe yoktur. Bid'atle amel etme ve ondan bir sevap umulması sapıklıktır. Selef-i salihîn; Kitap, Sünnet ve ikisinin delalet ettiklerine, bir de ümmetin icmaına sarılıyorlardı. Allah onlara merhamet etsin, onlardan razı olsun ve etsin, bizi de onlardan kılsın ve onlarla birlikte hasretsin. Fakat mezheplerin bidatleri yayılınca, o bid'atlerden, ayrılıklar ve birbirlerini sapıklıkla suçlamalar doğdu. Öyleki, dört mezhep müntesipleri Ehl-i Sünnet olduklarını söylemelerine rağmen, Şafiî imamın ardından Hanefî'nin uyması caiz olmadığına dair fetva verdiler. (6) Fakat amelleri onları yalanladı, sözlerindeki çelişkiler onların bu görüşlerini boşa çıkardı. Mescid-i Haram’daki dört makam bu bid'atlerden doğdu. (7) Cemaatler çeşitlendi. Her mezhepli kendi mezhebindeki cemaatı bekledi. Bu bid'atler sayesinde şeytan
müslumanları tefrikaya düşürmek, onları çeşitli gruplara bölmek gibi maksadlanndan birini daha elde etmiş oldu. Bundan Allah'a sığınırız.

(6) Bilakis durum; bazılarında bir Hanefi, Şafiî olan bir kızla imanda istisna meselesi yüzünden kâfir olduğu için evlenmesinin yasaklığına fetva vermeğe kadar gitmiş. Şemseddin Muhammed el-Kahşâi'nin Camiu'r-Rumuz (Muhtasaru'l-Vikaye) 'ye yaptığı şerhde olduğu gibi. Müftiyyu's-Sekaleyn olarak bilmen diğer birisi ehli kitaba kıyasen bu evliliğin caiz olduğuna fetva vermiştir. Bu kıyasa göre ehli kitaptan birisinin müslüman bir kızla evlenmesi caiz olmadığı gibi, bir Şafiî'nin de Hanefi bir kızla evlenmesi caiz değildir. (Lakin bunun aksi olanı caiz görülmüştür, kıyasa binaen) .

(7) Reddü'l-Muhtar kitabında, İbni Abidin bu dört makamın (mihrabın) H. 500 senesinden sonra mansıb sevgisi galebe çaldığı zamanlarda yapıldığını açıklar. Ve ihlâslı kimseler buna karşı çıkmıştır. Ama kötü âlimler bunu sultanlara güzel göstermiştir.



İNSAN ÖLDÜĞÜNDE KABİRDE MEZHEP VEYA TARİKATTAN SORGUYA ÇEKİLİR Mİ?

Ey akıllı ve insaflı müslüman! Allah için sana sorarım. İnsan öldüğünde kabirde veya hesap gününde; 'Niçin falanın mezhebine tabi olmadın? ' 'Niçin falanın tarikatına girmedin? ' gibi sorulardan sorguya çekilir mi? Allah'a yemin ederim ki, bunlardan asla sorguya çekilmeyeceksin. Bilakis; 'Neden falanın mezhebine intisap ettin' veya 'Niye falanın tarikatine suluk ettin diye sorulacaksın. Çünkü böyle bir hal şüphesiz Allah'dan gayrı âlimleri ve ruhbanları rab edinme tutumudur. Bu özel mezhepler ve meşhur tarikatler dinde bid'attir. Her bid'at ise sapıklıktır.
Ey insan, sen ancak, Allah'ın sana farz kıldığı, Allah'a ve Rasûlü'ne iman edip ve imanın gereğiyle amel edip etmemenden sorguya çekilirsin. Falanın mezhebine veya filanın tarikatına tabi olmak, Allah'ın emirlerinden değildir. Evet, zikir ehli olan âlimlere, Kitap ve Sünnetten cahil kaldığın şeyleri sorman; ilimlerinin sıhhatinden şüphe ettiğini Kitap ve Sünnete havale etmen onun icablarındandır. O da Rasûlullah'ın getirdiği İslâm'ın ta kendisidir.
Ey müslüman, dinine dön. O, dinde Kur'ân ve Sünnetin zahiriyle ve salih müçtehidlerin icmaıyle amel etmektir. Senin kurtuluş ve saadetin bundadır. Muvahhid bir müslüman ol.
Allah'tan başkasına kulluk etme. Sadece Allah'dan ümit et ve sadece ondan kork. Kendini her müslüman için kardeş kabul et kendin için sevdiğini onlar için de sev. İmam Tirmizî'nin
Sünen'inde İrbaz b. Sariye'den rivayet ettiği şu hadis sana yeter.
İrbaz b. Sariye şöyle rivayet eder:
'Rasûlullah, birgün sabah namazından sonra gözleri yaşartan, kalpleri ürperten beliğ bir vazünasihat yaptı, içimizden biri: 'Bu konuşman bizden ayrılacağın anlamına gelen bir konuşmadır. Bize ne tavsiye edersiniz? ' diye sordu.
Rasûlullah:
Allah'tan korkmanızı, başınızda bir Habeşli köle dahi bulunsa onu dinleyip, ona itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Sizden yaşayacak olanlar çok ihtilaflar görecekler. Sizi dinde olmayan şeyleri (bid'atleri) ortaya atmaktan sakındırıyorum. Çünkü bid’at sapıklıktır. Sizden kim bu duruma yetişirse ona benim sünnetim ve dört raşid halifenin yolu gereklidir. Sünnetime sıkı sıkıya sarılınız.' buyurdu. (Hadis sahihtir. Tirmizî, 5/44 rivayetin akabinde: hadis hasen ve sahihtir der. İbni Mace, 1/15-17; Ebu Davud, 2/611 hadis rakamı 4607. İmam Ahmed. 4/126-127. Hâkim, Müstedrek'inde 1/95-97'de şöyle der: 'Sahihtir, herhangi bir illeti yoktur.')

Durum böyle olunca donuk taklidden kesinlikle sakınmak gerekir. Çünkü her meselede belirli bir mezhebin görüşünü taklit etmek, çoğu sahih hadislerle amel etmeyi terketmeyi veya onlara muhalefet etmeyi gerektirir. Şüphe yok ki bu, sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu yüzden Hanefî Mezhebi'nden birçok muhakkik ve diğerleri (Kemal b. Hümam'ın et-Tahrîr'inde ve İbni Abidin es-Şamî'nin Reddu'l-Muhtar'ının başlarında belirtildiği gibi) 'Belli bir mezhebi taklid etmek gereksizdir.' açıklamasında bulunmuştur.



BELİRLİ BİR MEZHEBE BAĞLANMANIN GEREKLİ OLDUĞU SÖZÜNÜN ASLI SiYASETLE İLGİLİDİR

Belirli bir mezhebe bağlanmanın gerekli olduğunu söylemek, siyasî gerekçelere, zamanla ortaya çıkan gelişmelere, nefsanî duygulara ve isteklere dayanır. Daha sonra açıklayacağımız gibi tarihî bilgilere sahip olan akıllı bir kişi bilir ki, farz ve gerekli olan, HAKK'I bilip onunla amel etmektir.
Bilmelisin ki, gerçek mezhep (yol) , tutulacak ve tabi olunacak yol, ancak Rasûlullah'ın mezhebi (yolu) 'dur, O, kendisine uyulması farz olan en büyük imam (önder) 'dir. Sonra Hulefa-i Raşidin'in yoludur. Rasûluliah'tan başka hiç bir kimse, sadece kendisine uyulması gerektiğini emredemez. Bu sadece Rasûlullah'a ait bir haktır. Allah onun hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Allah Rasûlü (s.a.v.) size neyi getirirse onu alınız, neyi yasaklarsa ondan da sakınınız.' (Haşr Sûresi, âyet 7)
Rasûlullah da: 'Benim ve Hulefa-i Raşidin'in sünnetine uyunuz.' buyurur. (Sahihi Buhari 1/83'de tahric etmiştir.)

İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve hiçbir mezhep imamı, 'Benim sözümü alınız' veya 'Benim mezhebimi kabul ediniz' dememişlerdir. Hatta Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de böyle birşey söylememiştir. Bilakis onlar, böyle birşeyden nehyetmişlerdir, işin aslı böyle olunca, bu mezhepler nereden geldi, niçin yayıldı ve niçin müslümanların sorumluluğuna verildi? Düşün ve ibret al ki, bu mezhepler, hayırlı nesillerden (Ashab, Tabiîn, Tebeu't-Tabiîn) den sonra yayıldı. Mezheplere bağlanma, ancak zalim emirler, cahil idareciler ve sapık âlimler tarafından gerekli görüldü.





MEZHEBİN BİD'AT OLUŞU KONUSUNDA DEHLEVİ'NİN ARAŞTIRMASI

Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, el-İnsaf adlı risalesinde (s.68) der ki: 'Şunu biliniz kî I. ve II. hicri yüzyılda insanlar muayyen bir mezhebi taklit etmiyorlardı. Kûtu'l-Kulûb eserinde, Ebu Talib el-Mekkî şöyle der: 'Kitap ve mecmualar sonradan çıkmıştır. İnsanların görüşlerini kabul, insanlardan birisinin mezhebiyle fetva verme, her şeyde sözünü kullanıp beyan etme ve bir mezhep üzerine fıkıh öğrenme işi eskiden İnsanlarda -yani l. ve 2. yüzyılda- yoktu.'
İkinci asırdan sonra fıkhı tahric etme olayı çıktı. Araştırmada da görüldüğü gibi 4. yüzyılın insanları dahi bir mezhebi taklit, onun fıkhını öğrenip beyanda bulunma üzerinde birleşmiş değillerdi. Bilakis insanlar âlim ve cahil (avam) olmak üzere iki sınıftı. Müslümanlar arasında veya umum müctehidler arasında ihtilaf olmayan icma meselelerinde, avam tabakası ancak şeriat sahibine uyuyorlardı. Abdestini, yıkanmanın şeklini, namaz ve zekâtı ve benzeri hükümleri babalarından veya beldelerinin âlimlerinden öğreniyorlar ve bu minval üzerine gidiyorlardı. Başlarına nadir bir olay geldiği zaman, bir
Mezhebi tayin etmeden herhangi bir müftüye soruyorlardı. Tahric kitabının sonunda İbnü'l-Hümâm şöyle der; 'Bir müftüye bağlanmaksızm bazen birisine bazen de diğer birine sorarlardı.'
Dehlevî (r.a.) , değerli eseri Huccetullahi'l-Baliğa kitabında (1/153) mezkür sözünü zikredip şunu belirtir: 'Taklid etmek haramdır. Hiç bir kimse için, delil olmadan, peygamberden başkasının sözünü alması Cenab-ı Hakk’ın şu âyeti kerîmeleriyle haramdır; 'Rabbinizin indirdiğine uyunuz, O'ndan başka kimselere tabi olmayınız.' (31) A'raf Sûresi, âyet3)
'Allah'dan inen ayetlere uyunuz, denildiği zaman; biz babalarımızın bulundukları yola tabi oluruz derler.' (Bakara Sûresi, âyet 170)
Taklid etmeyenleri de medhü sena ederek şöyle der: 'Hak sözü işitip de güzellikle tabı olanları müjdele, işte Allah onları hidayete erdirmiş ve akıl sahipleri de onlardır.' (Zumer Sûresi, âyet 17-18)
Ve yine: 'Bir şeyde çekiştiğiniz zaman hemen onu Allah'a ve onun Rasûlüne havale ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız' (Nisa Sûresi, âyet 59) demektedir. Allah, çekişilen bir meseleyi Kur'ân ve Sünnetten gayrı bir kimseye havale etmeyi helal kılmamaktadır.
Sahabe, Tabiîn ve Tebeu't-Tabiîn'in, bir insanın sadece bir imamın sözüne uymasını yasaklamanın Selef-i Salihînin bir âdeti olduğuna dair icmaları sahihtir. Kim sadece Ebu Hanife'nin veya İmam Malik’in veya Şafiî'nin veya Ahmed b. Hanbel'in görüşlerinin tümünü alırsa, Kitab ve Sünnet'te gelen şeylere itimat etmemiş sayılır. O kişi icma-i ümmetin tümünün ilkine ve sonrakine muhalefet etmiş, övülen üç asırda kendisine bu konuda öncülük eden bir kimseyi bulamayıp,
müslümanların yolunun dışında bir yola yakinen tabi olmuştur. Binaenaleyh bu fakihlerin hepsi kendilerini ve başkalarını taklid etmeyi yasaklayıp, taklid edenlere muhalefet etmişlerdi. Bunu îmam el-İz b. Abdusselam, Kavaidü'l-Ahkâm fi Me salihi'l-En'âm adlı eserinde, Şeyh Salih el-Füllanî İse İkazu Hi-memi Uli'l-Ebsar adlı eserinde zikretmişlerdir.(Izzeddin bin Abdisselam'ın Kavaidu'l-Ahkâm fî Mesalihil-Enam (2/134-136) . Salih bin Muhammed el-Amrî el-Fullanî s. 77-78'e bakınız.)

Ne ilginçtir ki, yaygın bid'atçi mezhepleri körükörüne taklid edenler, delilden uzak olduğu halde mezhebe nisbet edilen görüşe uyar ve mezhebin imamının sanki bir peygamber olduğuna inanır. Bu tutum, hak ve doğrudan uzaklaşmadır. Biz çok tecrübe ettik ve şahid olduk ki, bu taklitçiler, imamlarının hata yapmayacağına, her söylediğinin mutlak doğru olduğuna inanırlar. Delil, mezhebinin görüşünün aksine bile olsa taklidi terketmeyeceği görüşünü kalbinde gizlerler. Bu durum, Tirmizî ve diğerlerinin Adiy b. Hatem'den rivayet ettiği hadisin konusuna tıpatıp uygundur:
'Rasûlullah'ı; 'Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini ve rahiplerini Allah'dan gayrı rab edindiler... (Tevbe Sûresi. âyet31)
âyetini okurken işittim. Ona:
Yâ Rasûlullah! Onlar âlimlerine ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı dedim.
Bana:
Onlar birşeyi helal kabul ettiğinde onu helal kabul ediyorlar, bir şeyi haranı gördüğünde onu haram kabul ediyorlardı. Bu, onların ruhban ve âlimlerine ibadet etmeleridir 'buyurdu.' (Tirmizî. 5/278: İbni Kesir. Tefsirinde, 2/137; Taberî. Tefsirinde 10/81: Beyhakî, süneninde,10/116 hasen bir hadistir.)




RASÛLULLAH'TAN BAŞKA BİRİSİNE TAASSUP
GÖSTEREN SAPIK VE CAHİLDİR

Ey müslüman! Allah'ın itaat etmemizi farz kıldığı masum Rasûlullah'ın hadisi bize ulaştığında biz bu hadisi terkedip bir mezhebi taklid ederek o şahsa ve görüşüne uyarsak, bizden daha zalim kim olabilir ve kıyamet günü bu konuda
Allah'a nasıl bir mazeret ileri sürebiliriz? Rasûlullah'ın dışında bir kimseye taassup gösterip onun sözünü, diğer imamları nazarı itibare almadan sadece kendi imamının sözüne uymanın farz olduğunu ve en doğru söz olduğunu kabul etse, bu kimse sapık ve cahildir. Belki de tevbe ettirilmesi gereken bir inkârcı olur. Tevbe ederse bu inkârdan kurtulur, etmediği takdirde öldürülur. O insan bu kadar imamdan sadece kendi imamına tabi olmanın insanlara farz olduğuna inanırsa, o kişiyi Rasûlullah'ın konumuna oturttuğu için kâfir olur.
Şöyle denilmesi gerekir: Avam için falan imam filan imam diye bir ayırım yapmaksızın müçtehitlerden birini taklit etmesi meşru veya farzdır. Müçtehitleri seven, onlardan zannınca sünnete muvafık olan herbirini taklid eden kimse güzel bir iş yapmıştır. Bütün Tabiîni terkederek sadece bir müçtehide taassup göstermek, Rafîzî ve Hariciler'in yaptığı gibi bütün sahabeyi bırakarak sadece bir sahabeye taassup göstermek gibidir.
Bu, Kitap, Sünnet ve icma ile haktan çıktıkları sabit olan ve kötülenen bid'at ve heva ehlinin yoludur.
Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye, Fetâvayi'l-Mısriyye adlı kitabında şunları zikreder: 'Bir kişi Ebu Hanife, imam Malik, imam Şafiî veya Ahmed b. Hanbel'e tabi olsa ve bazı meselelerde başka mezhebin görüşünü daha kuvvetli görüp ona tabi olsa, bu çok güzel bir davranıştır. Bu davranışı, onun ne dinini ne de adalet ve doğruluğunu zedeler. Bilakis bu, gerçeğe daha yakın ve bu kişi Allah ve Rasûlüne, Rasûlullah'tan başka birine taassup gösterenden daha sevimlidir. Mesela Ebu Hanife'ye çok aşırı sevgi duyan bir kişi Ebu Hanife'nin görüşünün tabi olunması gereken tek doğru olduğunu kabul edip, diğer imamları nazarı itibara almazsa bu kişi cahildir ve hatta inkârcıdır, böyle birisinden Allah'a sığınırız.'
El-İkna' ve şerhinde şunlar yer alır: 'En uygun görüş, herhangi bir mezhebe girmenin gerekli olmayışı ve başka bir mezhebe geçebilme imkânının olmasıdır. Cumhuru ulema hiç kimseye belli bir mezhebe girmelerini ve Allah Rasûlüne muhalefet edilen bir konuda bir imama tabi olmalarını gerekli görmez. Allah herkese, her halükârda Rasûlullah'a itaati farz kılmıştır.' İbn-i Teymiyye, el-Kaza mine'l-İnsaf adlı eserinde şöyle der: 'Kim belli bir imamı taklid etmeyi farz olarak görürse tevbe etmesi söylenir, yapmazsa öldürülür. Çünkü bu farziyyet, rububiyyetin özelliklerinden olan teşri' (hüküm verme) konusunda Allah'a şirk koşmadır.'


KEMAL B. HÜMÂM'IN BELİRLİ BİR MEZHEBE
BAĞLANMANIN GEREKSİZ OLDUĞUNU BELİRTMESİ

Kemal b. el-Hümâm, Hanefî fıkhının usul kitabı et-Tahrîr adlı eserinde şunları zikreder: 'Belirli bir mezhebe intisab etmenin gerekliliği, sahih görüşe göre gereksizdir. Allah ve Rasûlü'nün farz kıldığı şeyin dışında bir farz yoktur. Ne Allah ne de Rasûlü, bîr kimseye, imamlardan birinin mezhebine intisabını dinin her hususunda onu taklid edipte diğerlerini gözardı etmeyi farz kılmadı. Faziletli devirler, mukallidlerin çoğunun; İmamının metodu hakkında bir bilgisi olmadığı halde 'Ben Hanefîyim veya Şafiîyim' demelerine rağmen, belirli bir mezhebe intisab etmenin gerekliliği görüşü olmadan geçti. Somut bir sözle Şafiî veya Hanefî olunmaz. Birisi 'Ben fakihim' veya 'Ben kâtibim' demekle fakih ve katip olamayacağı gibi, imamının metodundan uzak olmakla ve sadece lafla o mezhebe girilmiş olmayınca, somut iddia, anlamsız ve boş sözlerle o mezhebe intisab etmek nasıl doğru olabilir? ' İkazu Himemi Uli'l-Ebsâr adlı eserinde Fullanî 'Mukallid ile muttebi (uyan. Tabi olan) ' arasındaki farkı şöyle beyan eder: Mukallid, bir konuda Allah ve Rasûlü'nün hükmünü değil de, mezheb imamının görüşünü sorar. Mezheb imamının Görüşü Allah'ın kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine muhalif olduğu ortaya çıksa bile, asla Kur'ân ve Sünnet'e dönmez. Muttebi ise Allah ve Rasûlü'nün hükmünü sorar, başkasının görüşünü ve mezhebini sormaz. Başına bir iş gelse onu ilk âlime sormayı gerekli görmez, rastladığı herhangi bir âlime sorar. Başkasının görüşlerini de duymadan birinci görüşle ibadet ve taassup etmeyi, verdiği fetvanın Kitap ve Sünnetin nassına muhalif olsa bile ona iltifat etmeyecek derecede müdafaa etmeyi gerekli görmez, işte muteahhirunun taklidi ile selefin kabul ettiği ittiba arasındaki fark budur.'(Salih bin Muhammed el-Amrî el-Fullânî, s. 41)

Taklid fıkıhda: Söyleyen için bir delil olmaksızın onun görüşüne uymaktır. Bu şeriatte yasaklanmıştır, ittiba (uymak, tabi olmak) ise delilini görerek uymaktır. Allah'ın dini konusunda taklid sahih değildir, ittiba ise gereklidir.
Avamın müftünün görüşünü alması -müftünün hata etme ihtimali olmasına rağmen, bu avam için- uygun olur da, hadisi alması nasıl uygun olmaz?
Rasûlullah'ın sahih sünnetiyle falan veya filan amel edinceye kadar amel etmek caiz olmaz, amel etmede şart olurdu ki, bu da batılın batılıdır. (8) Bunun içindir ki Allah insanlardan hiçbirine vermediği hüccet ve delilleri Rasûlüne vermiştir. Hadisle amel eden veya anladıktan sonra hadisle fetva veren kimse için hata ihtimali tasavvur edilmez. Bu (hadisle fetva vermek) bîr çeşit ehliyeti (ihtisası) olanlar içindir. Ehliyeti yoksa: 'Bilmiyorsanız İlim ehline sorunuz.'(Nahl Sûresi, âyet 43) âyetine uyması görevidir.
Fetva isteyenin, müftünün veya hocasının sözünden kendisi için yazılanlara güvenmesi caiz olduğuna göre. Sika ravilerin Rasûlullah'tan yazdıklarına itimat etmesi daha evladır.
Hadisi anlamadığı kabul edilse bu, müftünün fetvasını anlamayan gibidir. Anlamını bilen kişiye sorar. Hadis de böyledir. Dediler ki: Haber, hüccet olma konusunda, kıyas ve içtihattan önce gelir. Hadisle amel etmek ise rivayetle amel etmekten daha evladır.'
Allame İbnu Nüceym, Bahrü'r-Râik adlı eserinde şöyle der: 'Açık (sarih) bir nassla amel etmek kıyasla amel etmekten daha evladır. Eğer hadisin manası zahir ise onunla amel etmek vacip olur.'
Özetlersek, doğru anlayış sahibinin hadisten anladığı kadarıyla amel etmek dini maslahatlardan olup, hepisinde mezheb budur. Bu yüzden imam Ebu Hanife fetva verdiğinde şöyle derdi: 'Bu konuda ulaşabildiğimiz bilgi noktası budur. Bundan daha mükemmeli bulunursa doğru olmaya en uygun odur.' Bu görüşü Şa'ranî de 'Tenbihu'l-Muğterîn' de nakletmektedir


(8) Yazar (r.a.) Buharî, Müslim, Malikî, Ebu Davud, Neseî. İbni Mace'de yer alan Hişam bin Urve yoluyla gelen Hz. Aişe hadisine işaret etmektedir. Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdular: 'Ne oluyor bu insanlara. Allah'ın kitabında olmayan şartlar koşuyorlar Allah'ın kitabında bulunmayan her şart batıldır velevki yüz şart olmuş olsa bile. Allah'ın kitabı şart koyma yönünden daha layık ve Allah'ın şartı daha sağlamdır.'



UYULMASI GEREKEN İMAM RASÛLULLAHTIR

Allame Abdülhak ed-Dehlevî, es-Sıratü'l Müstakîm adlı kitaba yazdığı şerhinde şöyle der: 'Gerçekten uyulması gereken imam Rasûlullahtır. Başkasına uymak akıllılık değildir. Bu Selef-i Salihînin - Allah bizi de onlardan kılsın - yolu dur.'
İmam Şafiî (r.a.) şöyle der: Kendisine Rasûlullah'ın bir hadisi açıklanan kişinin, başka birinin sözü ve görüşü için o hadisi terketmesinin helal olmadığı konusunda müslümanlar icma (görüş birliği) halindedirler.(İbnü'l-Kayyim (r.a.) İ'lamü'l-Muvakiîn, 1/7'ye bakınız.)

Şüphe yok ki, ehl-i hak Rasûlullah'ın izini takip eder, ne kadar çeşitli olursa olsun bazen biriyle bazen ötekisiyle olmak üzere onun amel ve emirleriyle amel eder. Rasûlullah 'tan sonra da Hulefa-i Raşidîn ve sahabeyi (r.a.) bu ayetlere dayanarak örnek alırlar. 'Ey Muhammed, de ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah affedici ve merhamet sahibidir.' (Ali İmran Sûresi, âyet 31)
'Allah Rasûlü size ne getirirse onu alınız, neden de sakındırırsa ondan'da sakınınız.' (Haşr Sûresi, âyet 7)
Bu konuda daha birçok âyet vardır.



İHTİLAF VE TEFRİKALAR MEZHEPLERE TABİ OLMA YÜZÜNDENDİR

Bazı konularda Rasûlullah'tan gelen rivayetler çok oldugu ve hangisinin Önce hangisinin sonra olduğu bilinmezse ve tarih belli olmazsa, Rasûlullah'ın yaptığını yerine getirmek ve ona tabi olmak için, bazen birini, bazen ötekini olmak üzere hepsini yerine getirmek gerekir. Böylelikle Allah Rasûlü'nün her yaptığını yapmış ve ona tabi olmuş olursun. O rivayetlerden birini seçip diğerini yadırgadığın vakit, senin durumundan cidden korkulur. Yahutta nassın karşısında bir kusur aramaya kalkarsan, farkına varmadan haktan çıkmış olursun. Müslüman bir kimse için; hevasından konuşmayan, konuştukları sadece vahiy olan Rasûlullah'tan sabit olan şeyi yadırgaması nasıl uygun olabilir? İnsanlar bazı görüşleri alıp bazı görüşleri terketmeyi alışkanlık haline getirince, çeşitli mezhepler ortaya çıktı. Bizim görüşümüz, sizin görüşünüz, bizim kitaplarımız, sizin kitaplarınız, bizim mezhebimiz, sizin mezhebiniz, bizim imamımız, sizin imamınız deyip durdular. Nefret, kibirlenme, hased ve böbürlenmeden müslümanların işlerinin dağınık olması; cemaatlerin, zorba ve frenklerin lokması haline gelecek kadar parçalara ayrılması neticesini doğurdu. Müslüman müçtehidlerinin herbiri. Ehl-i Sünnetten olan bizim imamlarımız değil midir? Allah onların zumresiyle birlikte bizi haşretsin. Mutaassıplara ise yazıklar olsun. Allahım bizi ve mutaassıpları doğru yola ilet.

Meseleyi objektif bir araştırmayla incelediğimiz vakit mezhepler, müslümanları tefrikaya düşürmek, parçalara ayırmak için İslâm düşmanları tafından süslendirilip, hoş gösterilip ortaya atıldı. Yahutta yahudi ve hırıstiyanlara benzemek isteyen cahiller tarafından uyduruldu. Birçok işlerdeki durumları böyle olduğu gibi mutaassıp cahiller, her devirde çok olup insaflı davranmamışlar, hak ile batılı ayırdedeme mişlerdir.
İbnü Abdilberr ve İbn-i Teymiyye şöyle der:
'Rasûlullah'tan gelen haber sahih olduğu vakit hiçbir insanın sözü Rasûlullah'ın sözüne denk olamaz. Rasûlullahın sünneti alınmaya ve amel edilmeye daha layıktır. Her müslüman böyle davranmalıdır. O, rey ve mezhebe âyet ve hadîsten önce yer veren taklid gruplarının yaptığı gibi yapmaz. Belki de müçtehid bu nassı gördü de, bildiği bir illetten veya başka bir delili görmesinden dolayı onu terketmiştir, demek suretiyle akli ihtimaller, nefsanî hayaller ve şeytanî mutasaassıplıkla Kitap ve Sünnete karşı gelmez.'
Bu ve buna benzer olaylar, mutaassıp fırkaların bu işe düşkün olmaları ve taklitçi cahillerin de bunu uygulamalarındandır.
Hz. Ömer şöyle der: 'Sünnet (yol) , Allah ve Rasûlü'nün gösterdiği yoldur, Re'yin (görüşün) hatasını bu ümmete yol olarak göstermeyin. Allah Hz. Ömer'den razı olsun. Sanki o bunun olacağı kendisine bildirildi ve ondan bizi sakındırdı.
Bu asırlarda şahit olduk ki, Rasûlullah'ın sünnetine muhalif, Allah'ın kitabındaki nasslarla çatışan ne varsa onu yol olarak gösterdiler, ona din olarak inandılar, ihtilaf halinde ona müracaat ettiler ve onun adına da 'mezhep' dediler. Allah'a yemin olsun ki bu İslâm ve ehline bir musibet ve beladır, taassupçuluk ve taraftarcılıktır. Biz Allah içiniz ve ona döneceğiz.
İmam Abdurrahman el-Evzaî (r.a.) şöyle der: 'insanlar seni terketse bile selefin rivayet ettikleri haberlere uy. Sana güzel, süslü, yaldızlı sözler söyleseler de kişilerin re'y ve görüşlerinden kaçın.'
Bilal b. Abdullah b. Ömer'den rivayet olunmuştur ki: Babası Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: 'Rasûlullah;
'Kadınları mescidlerden alıkoymayın' buyurdu.(Bu hadis sahihtir. Buharî. 1/222-223. İlk yerin lafzı şöyle: 'Geceleyin hanımlarınız mescidlere gitmek isterlerse onlara izin veriniz.' Müslim. 2/32, Ahmed. Musned'inde. 2/79, 57, 140, 143, 156; Darimî, Sunen'inde 1/293 şu lafızla rivayet edilmiştir: İçinizden birinizin ailesi mescide gitmek için izin istese ona mani olmasın.)
Ben de; 'Ama ben ailemi alıkoyuyorum, dileyen bıraksın' deyince, bana dönerek:
Allah sana lanet etsin. Allah sana lanet etsin, Allah sana lanet etsin. Rasûlullah’ın onları mescidlerden menetmemeyi emrettiğini duyduğun halde nasıl böyle konuşursun, dedi ve kızarak kalkıp gitti.' Allah (c.c.) Sahabelerin tümünden razı olsun.




İMAM EBU HANİFE'NİN MEZHEBİ KUR'AN VE SÜNNETLE AMEL ETMEKTİR

Hîdaye sahibinden rivayet edilmiştir: 'Ebu Hanife (r.a.) 'ye:
Söylediğiniz söz Allah'ın kitabına muhalefet ediyorsa ne yapalım, diye sordular. O:
Allah'ın kitabı için benim sözümü terkedin, dedi.
Rasûlullah'ın haberine muhalefet ediyorsa, diye sordular. O:
Rasûlullah'ın haberi için benim sözümü terkedin, dedi.
Sahabenin sözüne muhalefet ediyorsa, diye sordular. O:
Sahabenin sözü için benim görüşümü terkedin. Dedi.'
Beyhakî'nin Sünen’inde el-İmta' adlı kitapta yer alan bir rivayette imam Şafiî şöyle der:
'Bir görüş ortaya attığımda, Rasûlullah'tan benim görüşüme aykırı bir rivayet varsa, Rasûlullah'ın sözünün doğru olması daha evlâdır. O halde beni taklid etmeyiniz.'
İmam el-Harameyn, bu olayı Şafıîden bizzat nakletmiştir. Bunda şüphe yoktur.
Kâfi’de şu görüşler yer alır:
'Kadı, bir konuda içtihat yapıp fetva verse, Rasûlullah'tan da aynı konuda, o fetvaya aykırı bir hadisin var olduğu sabit olsa, hadisle amel etmek gerekir. Çünkü Rasûlullahın sözü, kadının görüşünün altında olamaz. Sahih hadis, kadının görüşünden daha düşük derecede olamaz. Kadının görüşü şer'i bir delile uygun olduğu var kabul edildiğin de, Rasûlullah'ın sözü daha fazla öneme sahip ve tercihe lâyıktır.'
İbnü Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l-Muvakkiîn adlı kitabında şöyle der: 'İmam Ebû Hanife'nin arkadaşları, zayıf hadisin kıyas ve re'yden önce geldiği konusunda müttefiktirler. Ebu Hanife, mezhebini bu görüş üzerine kurmuştur.'
Hadisle amel etmek vacip değil veya caiz değildir diye kim diyebilir? Bunu ancak, sırf vehim ve hayal ile Allah'ın hüccetini reddetmek isteyen kişi söyleyebilir. Bu, Müslüman birisinin tutumu değildir. Kim anlaşılmazlık özrünü getirirse bu geçersizdir. Allah, kitabını amel edilsin ve manaları anlaşılsın diye indirmiş ve Rasûlü'ne de onları tüm insanlara açıklamasını emretmiştir. 'Sana; insanlara gönderileni açıklayasın diye zikri (sünneti) İndirdik. Belki düşünürler.' (Nahl Sûresi, âyet 44)

Nasıl olur da Rasûlullah'ın insanlara açıklamış olduğu sözleri, sadece bir kişi tarafından anlaşılmıştır denilebilir? Hele hele bu zamanda, bunların iddialarına göre bir kişi dahi anlayamaz. Çünkü dünyada asırlardan beridir müçtehit yoktur. Muhtemeldir ki bu sözler Kur'ân ve Sünnete muhalif görüşünün avam, tarafından anlaşılmamasını isteyen bazıları tarafından ortaya atılmış, bununla hükümlere sebeb olan Kitab ve Sünnetin anlaşılması, İçtihad ehline münhasır kılınmak istenmiştir. Sonra da dünyada İçtihad ehli yok denilmek suretiyle nefyedilmistir. Neticede bu gibi kelimeler aralarında yayılmıştır, işin hakikatini Allah daha iyi bilir. Ya da bazılarının Kitap ve Sünnet'in zahirine uygun diğer mezhepleri tercih etme eğilimlerini engellemek içindir. Bazıları buna ilaveten, İnsanlar tercihe yol bulmasınlar, tercih konusunu arzu etmesinler diye, bir mezhepten bir mezhebe geçmenin caiz olmadığını söylemişler ve Telfik'i (Bir meselede bir mezhebin, diğer bir meselede diğer mezhebin görüşüne göre amel etmek) yasaklamışlardır. Basiret ehli kişilerce bilinmektedir ki, bu ve buna benzer sözlerin islâm dininde bir etkisi ve kıymeti yoktur. Bunların çoğu akla ve nakli rivayetlere aykırıdır. Bununla birlikte ilim ehlinden birçoğu farz olmasına rağmen Rasûlullah'a itaatten kaçınırlar, sahih isnadlarla sika ravilerin rivayet ettikleri Rasûlullah kelamına iltifat etmezler. Mezkûr mezhep sahiplerinin isnadsız olarak mezhep kitaplarındaki rivayetlerine rağbet gösterirler. Birisini hadis ve Kur'ân'ı imamın sözüne tercih etmeye yöneldiğini gördüklerinde onu sapık ve bidatçi olarak kabul ederler! ! ! ? ? ?
Her müslümanın hadislerde sabit olan şeylerle amel etmesi vaciptir. Ona muhalefet eden kimsenin durumu çok korkunçtur. 'Peygamberin çağrısını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah içinizden sıvışıp gidenleri bilir. Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.' (Nur Sûresi.âyet63)

Bir hadis ittiba için ortaya konulsa, o zaman müslüman taklidde israr etmemelidir. Bununla birlikte taklidde israr ederse âyetteki şu kimselerin durumuna ne kadar benzemiştir: 'Sen, kitab verilenlere her türlü delili getirsen, yine de kıblene uymazlar, sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki, eğer sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun.' (Bakara Sûresi, ayet 145)

Müslümana gereken hadisi almasıdır. Falanın veya filanın mezhebinden olması onu bu davranışından alıkoyamaz. 'Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden buyruk sahibi olanlara da. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz - Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız - onun hallini Allah'a ve peygambere bırakın,bu sonuç itibariyle en güzeldir.'(Nisa Sûresi, âyet 59)
Müracaat; anlaşmazlık halinde Rasûlullah'a, onun sözüne ve görüşlerine başvurmaktır. Ümmet arasındaki anlaşmazlıklar meydana geldiğinde Rasûlullah'ın sözüne müracaat etmek vacip olur.






MÜÇTEHİD İÇTİHADINDA HATA DA YAPABİLİR,
DOĞRUYU DA BULABİLİR TEŞRİDE. HATA YAPMAYAN
SADECE PEYGAMBERDİR

Çok ilginçtir ki, insanlar müçtehidin doğruyu bulabildiği gibi hata edebileceğini bilmelerine. Rasûlullah'ın hatadan korunmuş olduğuna inanmalarına rağmen, hepsi görüldüğü gibi müçtehidin sözünde israr ediyor. Rasûlullah'ın sözünü terkediyorlar.
Biz insanlardan itaat ve ibadet ehli gördük. Lakin hadisle amelde biraz ihmalkâr davranıyorlar. Hadisin emrine önem vermiyorlar. Fakat onlar mezheplerine ve kitaplarında yazılı olan şeylere itina gösteriyorlar ve hadisleri sanki reddedilmiş bir iş olarak zannediyorlar. Bu düşüncenin kaynağı gerçekten cehalettir.
Şeyh Muhammed Hayatü's-Sindî şöyle der: 'Her müslümanın Kur'ân ve hadislerin anlamlarını öğrenmeye, mânâlarını anlamayı araştırmaya, onlardan hüküm çıkarmaya gayret göstermesi gerekir. Eğer hüküm çıkarmaya güç yetiremezse âlimleri taklid etmesi gerekir. Fakat belli bir mezhebi taklid etmesi gerekmez. Çünkü böyle bir taklid o mezhebin İmamını nebi yerine koymak gibi olur. O kişi için her mezhepten en ihtiyatlı olan görüşleri alması gerekir. Zaruret halinde ruhsatlarla amel etmesi de caiz olur. Zaruret olmadığı takdirde en güzeli ruhsatı terketmektir. Günümüzde, belirli bir mezhebe intisap etmenin gerekliliğini ortaya atan kişilerin bir mezhepten bir mezhebe geçmeyi caiz görmemeleri cehalet, bid'at ve yoldan sapmadır. Onları, mensuh olmayan sahih hadisleri terkettiklerini ve mezheplerine mesnedsiz ve dayanaksız bağlandıklarını gördük.'
İmam Şafiî şöyle der: 'Kim bir şeyin helâl veya haram olması konusunda sahih bir hadisin aksine belirli bir mezhebi taklid eder taklid onu sünnet ile amel etmekten alıkoyarsa, taklid ettiği kimseyi Allah'ın haram kıldığını helâl, helal kıldığını haram yaptığı gerekçesiyle Allah'dan başka rab edinmiş olur.'
Ne ilginçtir ki, onlara sahabenin birinden sahih hadise muhalif bir haber ulaştığında bunların aralarında bir çözüm yolu bulamazlarsa, hadisin kendilerine ulaşmadığını söylemeyi caiz görürler. Bu, onlara ağır gelmezki doğru olan da budur. Fakat taklid ettikleri kimselerin görüşüne muhalif bir hadis kendilerine ulaşırsa, onu her ne şekilde olursa olsun kelimeleri gerçek anlamlarından çıkararak tevil etmeye çalışırlar. Muhalefet ettikleri haberle kendi görüşleri arasında bir ilişki olmadığı söylendiği vakit veya taklid ettikleri kimseye bu hadisin ulaşmadığı söylendiğinde kıyameti koparır ve bunu çok çirkin görürler. Bu, onlara zor gelir. Şu miskinlerin haline bak, Sahabeye (r.a.) hadisin ulaşmamasını caiz görürken mezheb sahipleri için bunu kabul etmezler. Hâlbuki aralarındaki fark yerle gök gibidir. Bu gibi kimselerin hadis kitaplarını okuduklarını görürsün, fakat onlar bu konuda birşey bilmezler. Hadis kitaplarını teberruken okurlar. Mezheplerinin hilafına bir hadis gördüklerinde, onu te'vil ederler. Te'vil edemediklerinde ise; hadisi bizden daha iyi bileni taklid ettik, derler. Allah'ın bu konudaki delilinin kendi haklarında olduğunu bilmiyorlar mı? Mezheplerine uygun bîr hadîs gördüklerinde sevinirler, muhalif bir hadis gördüklerinde onu görmemezlikten ve duymamazlıktan geliyorlar. 'Hayır, Rabbîne and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip. Sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı
Duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.' (Nisa Sûresi, âyet 65)

Sind b. Anan, İmam Malik'in Müdevvene isimli kitabına yazdığı şerhde şöyle der: 'Sırf taklid ile yetinmeye hiçbir reşid (olgun) kimse razı olmaz. Böyle bir şey tembel ve cahil veya inadçı ve akılsız kişilerin işidir. Biz, taklid her ferde haramdır, demiyoruz. Fakat hükmün delilini, müçtehidlerin görüşlerini bilmesini gerekli görüyoruz. Avamın âlimi taklid etmesini gerekli kabul ediyoruz. Taklid başkasının görüşünü kabul etmektir, hüccet ve delil olmadan bu görüşü taklid etmekle asla bilgi elde edilemez. Belirli bir kişinin mezhebine girmek bid'attir. Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, sahabe asrında böyle bir mezhep anlayışı yoktu. Onlar Allah'ın Kitabına ve Sünnete, delilin yokluğunda ise aralarında istişare ettikleri görüşe müracaat ederlerdi. Tabiîn de böyleydi, delil bulamadıklarında içtihad ederlerdi. Üçüncü asırda da İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel (Allah hepsinden razı olsun) öncekilerin metodu üzere idiler. Onların zamanında belirli bir kişinin mezhebini takip etmek yoktu, imamlara tabi olanlar da (talebeleri) onlara yakındı. İmam Malik ve benzerlerinin nice sözleri vardır ki, o sözlerde arkadaşları kendilerine muhalefet etmişlerdir. Taklid ehline şaşılır ki, nasıl oluyor da bunun (taklidin) eskiden var olduğunu söyleyebiliyorlar? Halbu ki (taklid) Hicretten iki yüz sene ve peygamberin övdüğü asırlardan sonra ortaya çıkmıştır.'
Ben derim ki: Sind b. Anân'ın, belirli bir şahsın taklid edilmesini, onun görüşünün Kitap ve Sünnete muhalif olsa bile din ve mezhep edinilmesini zemetme konusunda zikrettikleri doğrudur. Bid'atın kötü ve adi bir özellik, müslümanları bölmek ve parçalamak, onlar arasında düşmanlık ve buğzu yaymak için şeytanın kurduğu bir hile olduğunda şüphe yoktur. Onların, Rasûlullah'ın ashabından hiçbirine yapmadıkları ta'zimi müçtehid imamlarına yaptıklarını görürsün. Mezhebinin görüşlerine uygun bir hadis bulduğu vakit sevinir, ona boyun eğer ve teslim olur. Mezhebinin dışındaki mezhebin görüşünü teyid eden, mensuh ve zıd olmaktan uzak sahih bir hadis bulsa, onda uzak ihtimaller ve başka mânâlar ileri sürerek: sahabeye, tabiine ve açık nassa muhalefetine rağmen kendi İmamının mezhebini tercih yönünü arar. Hadis kitaplarından birini şerhetse, görüşüne muhalif olan her hadisi tahrif eder. Bunu yapmaktan aciz kalırsa, ya husumetten ya da amel edilmesin diye ortada hiçbir delil yokken hadisin mensuh olduğunu iddia eder.
Körükörüne taklid yapanlar, bu taklidi din ve mezhep edinirler. Öyleki, onlara nasslardan binlerce delil getirsen ona kulak vermez, bilakis arslandan kaçıp ürken eşekler gibi onlardan kaçarlar. Mescid-i Haram'a yakın oturan Hindistan ve Buharalılar'ın çoğu ellerinde tesbihleri, başlarında sarıkları Delail-i Hayrat, Hatm-i Hâce, Kaside-i Bürde ve bunun gibi kitapları okumaya kesintisiz devam ederler ve bunun sevap olduğunu zannederler. Onlar teşehhüdde şehadet parmaklarını kaldırmazlar. Birgün onlara;

Bunun Rasûlullah'tan ashabın ve müçtehidlerin bildirdiği sabit bir sünnet ve bu parmağı kaldırmak şeytana demir sopayla vurmaktan daha şiddetli olduğu halde bunu niye yapmıyorsunuz? Diye sordum.
İleri gelenlerinden biri:
Biz Hanefîyiz, bizim mezhebimizde bu caiz değil, hatta haramdır, cevabını verdi.
İmam Malik'in Muvatta'sı, Tahavî'nin Şerhü Maani'l-Asar ve İbnü Hümâm'ın Fethu'l-Kadîr’inden konuyu açıkladım. Bana:
Bu mütekaddimunun (önceki âlimlerin) görüşüdür. Müteahhirun (sonraki âlimler) bunu yasaklamıştır, el- Mesudî'nin Kitabu's-Salât ve el-Keydanî'nin el-Hulasa adlı eserlerinde olduğu gibi bu hadis mensuh olduğu için terketmişlerdir, dedi ve bu sünneti terketmede ısrar etti. Cahil insanlar da böyle hakkı kabul etmemekte direnen inatçı kişileri salih ve vuslat ehli kimseler zannettiler. Evet onlar vuslat ehli kimselerdir, ama şeytanlara! ! !
Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî şöyle der:
'Hakkı (gerçeği ve doğruyu) arayan kişiler olarak bizim görevimiz hatadan beri olan kimseye uymamız, hata eden kimseyi taklid etmekten uzak durmamızdır. Müçtehidlerden gelen şeyleri Kitap ve Sünnet'e arzederiz. Eğer o ikisine uygunsa kabul ederiz, aksi halde terkederiz. Peygamberimiz (s.a.v.) 'e ittiba etme konusunda kesin delil vardır. Fukaha ve sufilerin görüş ve amellerine ittiba konusunda bize bir delil sabit olmamıştır. Ancak, Kur'ân ve Sünnet'e arzedildikten sonra ittiba etmeğe delil vardır.
Delillerden yüzçevirip, mezheplerinde taklidin doğru olmadığı konularda taklidde ısrar edenlere yazıklar olsun. Şer'î deliller, fıkhî ve tasavvufi görüşler bunu reddetmektedir. Araştıran, ihtiyatlı davranan, anlamadığı yerde duran kimse övülür.
Kim, imamın görüşü Kitap, Sünnet, İcma veya sahih kıyasa muhalif olduğu ortadayken, taklidde ısrar ederse, bu kimse davasında ve imamına bu konuda uymasında yalancıdır. Taklidinde de yalancıdır. Bilakis hevasına ve arzusuna tabi olmaktadır. İmamların hepsi de ondan uzaktır. O kişinin imamlarıyla ilişkisi, ehl-i kitabın ruhbanlarının peygamberleriyle olan ilişkisine benzer. Çünkü her imam, etbaını şer'î kaidelere muhalefetten sakındırmışlardır.'



HAK KESİNLİKLE RASÛLULLAH'IN DIŞINDA HİÇBİR KİMSENİN GÖRÜŞÜYLE SINIRLANDIRILAMAZ

Dört imam, hakkı (doğruyu) bir kimsenin görüşüyle sınırlandıran kimseden uzak, o kimse de onlardan uzaktır. Bu düşüncede olan kişi bid'atçi, neva ve arzularına uyan, sapık ve saptıran kişidir. Bu konuda hiçbir müslümanın şüphesi yoktur. Hak kesinlikle hiçbir kimsenin görüşüyle sınırlandırılamaz. Ancak risalet sahibi Rasûlullah ile sınırlandırılır. Çünkü hak onun getirdikleriyle sınırlıdır. İnsaflı bir kişi düşünürse, delilleri araştırmaksızın belli bir mezhebi körükörüne taklid etmenin, büyük bir cehalet ve büyük bir musibet, hatta sırf arzulara uymak ve taassupçuluk olduğunu görür. Müçtehid imamlar kesinlikle bunun dışındadır. Çünkü hepsinin, delilsiz körükörune taklidi kötüleyip ibtal ettikleri sabit olmuştur. Kim delile uyuyorsa imamına ve diğer imamlara, Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine uymuş olur. Delili araştırmakla imamının mezhebinden çıkmış olmaz. Aksine, delilin zıddına taklidde ısrar ederse, hem o mezhebin hem de diğer mezheplerin dışına çıkmış olur. Çünkü eğer müçtehide sıhhatinde halel olmayan bir sahih hadis ulaşmış olsaydı, mutlaka kendi görüşünü bırakıp hadise uyardı. Bu durumda taklidde ısrar eden. Allah'a ve Rasûlü'ne isyan etmekte ve arzularına tabi olmaktadır. O böylece dört imamdan uzaklaşmış, şeytanın ve arzusunun esiri olmuştur. 'Hevasını kendine ilah edineni gördünmü? Allah onu ilim üzere sapıtmıştır.'(Casiye Sûresi, âyet 23)
Kalbinden imanın nuru gitmiştir. Allah bizi, hidayeti bulduktan sonra (sapıklıktan) ve hakkı görememekten korusun!
Er-Rebî b. Seleyman el-Cizi şöyle der:
'Bir adamın bir meseleyi Şafiî'ye sorduğunu duydum. Şafiî şöyle diyordu:
Rasûlullah'ın şöyle şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.'
Soru soran adam:
Ey Ebu Abdillah, (Şafii) sen de bu görüşte misin?
Şafiî endişelendi, rengi sarardı. Kızarak şöyle dedi:
Yazıklar olsun sana. Rasûlullah'tan bir hadis rivayet ettiğimde ben o görüşte olmazsam beni hangi yer üzerinde barındırır, hangi gök beni gölgelendirir?
'Evet, başım ve gözümün üstünde yeri vardır' diyerek bu sözü durmadan tekrarlamağa başladı.'
El-Humeydî'nin rivayetinde, Şafiî şöyle dedi:
Beni belimde zünnar, kiliseden çıkarken mi gördün? Ben sana Rasûlullah şöyle buyurdu, diyeyim, sen bana; 'Bu görüşte misin diyorsun? Rasûlullah'tan rivayet edeyim de o görüşte olmıyayım? ' (9)
Bil ki, insanların büyük bir kısmı ziyanda olup, az bir kısmı kazançtadır. Kim ziyanda veya kazançta olup olmadığına bakmak isterse, kendini Kitap ve Sünnete arzetsin. Eğer ikisine uyuyorsa o kazançlıdır. Eğer muhalifse o ziyandadır, ona yazıklar olsun. Allah hüsrandakilerin hüsranını, kurtulanların kurtuluşunu haber verdi. Asr Sûresi'nde, bütün insanların hüsranda olduğunu, ancak dört vasfı taşıyanların kurtulduğunu Asr'a yemin ederek bildirmektedir.
Helal bir sebep olmaksızın haramları irtikâp ederek, caiz bir sebep olmaksızın vacipleri terkederek islâm'a muhalefet eden birini; havada uçuyor, suda yürüyor veya gaibden haberler veriyor görürsen, bil ki, o Allah'ın kendisini cahillere fitne kıldığı bir şeytandır. Allah'ın sapıklık için ortaya koyduğu sebeplerden uzak değildir. Şeytan insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır. Sapıklar için fitne olsun diye deccalı diriltip öldürecek, gökten yağmur yağdıracaktır. Yılanları yiyen, yanan ateşe girenler de bunlar gibidir.
Eş-Şa'ranî, ei-Mîzan adlı eserinde şöyle der:
Ebu Davud der ki:
'Ahmed b. Hanbel'e; Evzaî'ye mi yoksa imam Malik'e (r.a.) mi uyayım? Diye sordum. Bana:
Dîni hiç kimseden taklid etme. Rasûlullah(s.a.v.} ve ashabından (r.a.) rivayet edilen şeylere sarıl, sonra tabiînden gelen şeyleri almada muhayyersin' dedi.
Ne beni, ne imam Malik'i, ne imam Ebu Hanife'yi, ne Şafiî'yi, ne Evzaî'yi ne de imam es-Sevrî'yi taklid et. Onların aldıkları kaynaklardan al. Dinini öğrenmede insanları taklid etmek, insanın fıkhının (anlayışının) kıt olmasındandır.(Ebu Davud: İmam Ahmed'in Meseleleri adlı eseri s. 277'ye bak.)

İbnü'l-Cevziyye Telbisü İblîs adlı kitabında şöyle der: 'Taklidde aklın faydasının iptal edilmesi vardır. Çünkü o bir işi gereği gibi düşünmek ve tefekkür için yaratılmıştır. Eline aydınlanmak için bir mum (akıl) verilen kimsenin onu söndürüp karanlıkta kalması ne kadar kötüdür.'(İbnu l-Cevzî. Telbisu İblis, s. 8'e bakiniz.)

(9) Babi' bin Süleyman'ın rivayetidir. Ebu Nuaym, Hılye. 9/106. Yakın bir lafızla Beyhakî, Şafiînin menkıbeleri, 1/475. Hatibü'l-Bağdadi. el-FıKıhû ve'l-Mütefekkih isimli eserinde (1/150) , sahih birsenedi tahric etmişlerdir. Humeydînin rivayetini ise yine Ebu Nuaym, Hilye. 9/106 ve Zıkru Ahbari Asfahan kitabında çeşitli yollarla Humeydî' den. Beyhakî de Şafii'nin menkıbeleri eserinde (1/474) sahih bir senedle tahric etmiştir.





ÖNEMLİ BiR İKAZ

Şunu bil ki, müçtehidin içtihadı ve görüşü, Allah'ın hükmü olamaz. Eğer Allah'ın hükmü olmuş olsaydı. İmam Ebu Yusuf ve imam Muhammed'in Ebu Hanife’nin içtihadına muhalefet etmeleri doğru olmazdı. Onun için Ebu Hanife şöyle demiştir: 'Benim görüşüm budur. Kim bundan daha hayırlısını ve doğrusunu getirirse onu kabul ederim,' Diğer imamlar da: 'Biz kendi reyimizle içtihad ettik. Dileyen Kabul eder, dileyen etmez' demişlerdir.
Biz insanlardan sadece birini taklid edip diğerini taklid etmeyene şunu sormak isteriz: 'Senin taklid ettiğin bu kimseyi taklid etmenin diğerini taklid etmekten daha üstün olduğunu gösteren Özellik nedir? ' 'Çünkü o asrının en âlimidir, onun fazileti öncekilerden daha fazladır' derse, ona: 'Sen ilim ehlinden olmadığın halde kendi kendinin tanıklığıyla onun zamanın en bilgini olduğunu nereden biliyorsun? Bunu ancak mezheplerin delillerini, tercih edilen görüşlerini bilen bir kimse söyleyebilir. 'Kör olan biri paraları nasıl seçebilirki? ' Eğer sen en bilgilisini taklid etmek istiyorsan ümmetin icmaiyle senin imamından daha bilgili olan Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve İbn-İ Mes'ud gibi ashabı niye taklid etmiyorsun? Onları taklid etsene.' denilir.
Mukallide şöyle denilir: Taklid ettiğiniz ve görüşlerini Şer'î nasslar yerine koyduğunuz falan ve filan âlimler yokken insanlar hangi şey üzerindeydiler? (Neyi takip ediyorlardı) . Siz bununla yetinmediniz. Onların görüşlerini şer'î naslara uymaktan daha evlâ gösterdiniz. Bunlardan önceki insanlar hidayet veya sapıklık üzerinde mi idiler? Elbette onların hidayet üzerinde olduklarını itiraf edeceksiniz. O halde onların Kur'ân ve Sünnete uymayıp da Allah'ın ve Rasûlullah'ın görüşüne, sahabenin rivayetlerine, o muhalif görüşleri takdim etmeleri, falan veya filanın görüşü ve sözü olmadan o muhalif şeylerle hüküm vermeleri nedir? Eğer bu hidayetse, haktan sonra ancak sapıklık vardır. O halde nasıl çevriliyorsunuz? Düşünün.
Her mukallid grup, sahabe, tabiin ve kendi taklid ettikleri imamlar hariç tüm müçtehidleri sözüne güvenilmeyen, fetvasına bakılmayan bir kimsenin durumuna düşürdüler. Bu yolla onları reddetmek için uğraşırlar. Onların görüşleri; âyet ve hadisler tabi oldukları kimsenin görüşüne muhalif olduğu vakit, onları tevil etmek ve nassı delalet ettiği mânânın dışına çıkarmak, tabi oldukları kişilerin görüşü doğru olsun diye bütün yolları denemeyi gerekli görmektir. Bunların bid'atlerini ve dini yıkmak için gösterdikleri taassubu Allah'a şikâyet ediyoruz. Eğer, Allah Teâlâ, bu dini öğreten, müdâfaa eden kimselerin bulunmasıyla teminat altına almasaydı, temeli yıkılmak ve imanın rüknü sarsılmak üzereydi. Şu kimseden hal ve edep bakımından daha kötü kim olabilir ki? Kendi imamının sözüne gösterdiği alakayı Sahabe, Tabiîn ve diğer âlimlerden hiç biri üzerinde göstermiyor ve haklarını şiddetli bir şekilde hafife alıyor, hatta o İmamını Allah ve Rasûlü'nden başka vekil (güvenilecek kişi) ediniyor.
Şüphesiz ki taklid fırkası, Allah'ın ve Rasûlullah'ın emrine, ashabın yoluna, müçtehidlerin hallerine muhalefet suçu işlemiştir, ilim ehlinin yolunun zıddına bir yola girmişlerdir. Bu kimseler, selefin yolunun aksine bir yol tutmuşlar, dinin konumlarını tersyüz etmişler. Allah'ın kitabını, Rasûlullah'ın sünnetini, Hulefa-i Raşidin'in ve ashabın sözlerini tersyüz etmişlerdir. Bunları, taklid ettikleri kimselerin görüşlerine arzetmişler; eğer nasslar onun görüşüne uyuyorsa ona boyun eğmiş ve ona kulak vermişlerdir. Tabi oldukları İmamın görüşlerine muhalifse, hasım şöyle şöyle delil getirdi diyerek, onu kabul etmediler ve din edinmediler. Onlar onu reddetmenin imkânlarını düşündüler. İşte bunlar dini parçalayan, müslumanları gruplara ayıran kişilerdir. Her fırka kendi tebaasına yardım ederek ona çağırır. Muhalefet edeni kötüler. Onların görüşleriyle amel etmezler, sanki onlar başka bir dindendir.
Hâlbuki onlara farz olan, aralarında anlaştıkları söze boyun eğmeleridir. O söz de; ancak Rasûle İtaat etmeleri ve birbirlerini Rab edinmemeleridir.
Bil ki, ulemanın sözlerini ve kıyaslarını almak teyemmüm etmeye benzer. Suyun olmadığı yerde ona başvurulur. Şöyle ki Kitap, Sünnet, sahabenin görüşleri varsa onları almak vaciptir. Onlar ulemanın görüşlerine denk tutulmaz.(10) Fakat sonraki taklidçiler; (müçtehidlerin taklidçileri olan müteahhirun) falan ve filanın görüşlerini alıp amel etmede suvarken teyemmüm yapmış gibidirler, imam Buharî, Abdullah b. el-Mubarek, el-Evzaî, es-Sevrî gibi imamların sözleri ve fetvalarıyla amel etmeyi terkederler. Hatta Said b. el-Müseyyeb, Hasan el-Basrî. Ebu Hanife ve İmam Malik ve benzeri olan görüş sahibi kimselerin amel ve fetvalarını da terkederler. Tabi oldukları müteahhirun taklidilerinin görüşlerinin Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, İbni Mes'ud'un fetvalarından önce geldiğini kabul ederler. Bunların görüşlerini sahabenin görüşlerine müsavi tutarlarsa Allah katında kıyamet günü özür beyan edemiyeceklerini bilmiyorlar mı? Bunları sahabeye (r.a.) tercih etmekle nasıl olurlar? Onların görüşlerini alıp, sahabenin görüşlerini reddedenler nasıl bir özür beyan edecekler?

(10) Müellif el-Ma'sumî (r.a.) nin ifadesi, İmam Şafiî (r.a.) 'ın er-Risâle adlı kitabının 599-600. sayfalarındaki ifadesine benzemektedir: 'Sahih hadis varken de kıyas yapmak, helal ve caiz olmaz. Suyun olmadığında, teyemmümün taharet olması; aksi halde bunun caiz olmaması gibi, -teyemmümle taharet ancak suyun bulunmamasıyla mümkündür.



BU ÜMMETİN HALİ ANCAK EVVELKİLERİN ISLAH
OLUNDUĞUYLA ISLAH OLUNUR
İmam Malik (r.a.) şöyle demiştir: 'Bu ümmetin hali ancak evvelkilerin ıslah olunduğuyla ıslah olunur.' Şüphe yokki, ümmetin ilk kuşağı ve en hayırlısı olan ashab, Kitaba ve Sünnete sarılıyorlardı. Müslümanlar, Allah'ın hükmünden yüzçevirip âlimlerini Rabb edinen kişilerden hoşlanma vehmine kapıldıkları için Allah'ın müslümanlara vadettigi yardımı kesmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü bu kişiler Allah'ın, müminleri vasfettigi bütün vasıflardan sıyrıldılar. Birinci ve ikinci hicri yüzyılda körükörüne taklid olmadığı gibi, bizim yaptığımız taklidî ibadetlerin çoğu yoktu. Akıl sahibi birisi veya hassas bir toplum İslâm'a girse, neyi alacağını, hangi mezhebe ve fıkıh kitaplarının hangisine güveneceklerini şaşırır. Bu dinin dosdoğru hak din olduğuna, bütün ihtilaflarına rağmen mezheplerin aynı şey olduğuna onu ikna etmek bizim için çok zor olurdu. Japonya'daki olayların benzeri bizde de oluyor. Biz müslümanlar, Kur'ân'ın hükümlerine ve Rasûlullah'ın açıkladığı nebevî yolda kalsaydık, hiçbir ihtilaf olmayan, sapıklıktan uzak gerçek dini, zorluk ve güçlüğü olmayan, müsamahakâr, hanif olan İslâm'ı anlamamız daha kolay olurdu. Fukahanın görüşlerine, ihtilaflarına ve gruplaşmalarına göz attığımızda çok hayrete düşeriz. Çünkü onlardan biri: 'Şüphesiz ulaşan haber (hüccet) daha kuvvetlidir. Fakat bununla fetva verilmez ve amel edilmez.' der. 'Niçin? ' diye sorulduğunda: 'Çünkü falan kişi böyle dedi' der.
Maslahatın (umumi faydanın) hadisin ifade ettiği şeyde olduğu ortada olsa bile, birçok insan arasında geçmişini tanımadığımız birisinin sözü, sahih sünneti bunlara göre terketmeye yeterlidir. Böylece dinin aslı ve kaynağıyla bizim içinde olduğumuz durum arasındaki ilişki kesilmiş olur. Hâlbuki bir kimsenin, itikad ve ibadet konularında Allah ve kitabın indiği rasûlünden başkasına müracaat etmesi caiz olmaz. Hükmün, sadece Allah'a ait olduğuna, dinin Allah'ın dışındaki kimselerden alınmayacağına inanmamız gerekir. Böylece biz Kur'ân'da emrolunduğumuz gibi ihlâslı ve tevhid ehli bir müslüman oluruz. Kim bundan çıkarsa başka Rabler edinen ve helak olan kimselerden olur. 'Nitekim kendilerine uyulanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: 'Keşke bizim için dünyaya bir dönüş olsada, bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak.' Böylelikle Allah onların amellerini kendilerine bir pişmanlık olarak gösterdi. Cehennemden de çıkacak değillerdir' derler.' (Bakara Sûresi, âyet 166-167)

Bil ki bu âyet, ibadet ve itikadda veya helal ve haramda taklid olsun, insanların dini olsun veya olmasın söz ve görüşlerine körükörüne bağlandıkları için taklidçileri sarsmaktadır. Bütün bu hükümler Allah ve Rasûlü'nden alınır. Bu konuda kimsenin görüş ve düşüncesine yer yoktur. Sapık ilim de buna girer. Hidayet üzere olan müçtehidler ise. Herkesi Allah'tan başkasına ibadet yapmaktan ve Allah'tan başkasına
Güvenmekten, dinî konularda vahiyden başka kaynağa bağlanmaktan alıkoyarlar.
Bazı müfessirler bu gibi âyetlerin kâfirler hakkında olduğunu iddia ederler. Evet, dedikleri doğrudur. Bu sözden, müslümanlarla Kur'ân'ın arasının açılacağının anlaşılması hatadır. Çünkü bu âyetlerdeki her azabı Müşriklere, Yahudiler ve Hıristiyanlara atfettiler. Kendileri matlup olan ibret alma işinden kaçındılar. (11) Binanaleyh müslümanların, Kur'ân'dan vazü nasihat almayıp, gereğini yerine getirmeden sadece dil ile kelime-i tevhid'i söylemenin ahirette kurtulmak için yeteceğini zannettiklerini görürsün. Kaldıki bu kelime-i tevhidi kâfir ve münafıklar da söylüyorlar. Allah'ın, şirkin çeşitlerinden, kâfirlerin vasıflarından ve hallerinden anlatması, müminler için bir ibret olması ve müminlerin, onların durumuna düşüp helak olmamaları içindir.
Taklidçi reisler, islâm'a girmeye hazırlanan kişilerin artık kalmadığını, diğerleri için kolay olmayan bazı bilgileri bilmek gibi sıfatlar şart koşulduğu için onlar gibilerin daha bulunamıyacağı iddiasıyla müslumanlarla kitapları arasına girdiler. Bununla birlikte sahabe ve tabiînin selefleri ve dört mezhep müçtehidi, dinî konuda delilini bilmeden birisinin görüşünü alınmaması konusunda ittifak halindedirler. Sonraki âlimler ise, avam için müftünün görüşünü delil olarak gösterdiler. Bunların halefleri taklidde boğuldular. Öyleki, Kitap ve Sünnetin hangi hükmü olursa olsun alınmasını yasakladılar. O hükümleri anlamaya çalışan ve onlarla amel eden kişilerin görüşlerinin bozuk olmasıyla nitelediler. Bu hüsranın, düşüklüğün ve din düşmanlığının son noktasıdır. İnsanlar da bu konuda bunlara uydular ve böylece Allah'tan başka rableri oldu. Allah'ın haber verdiği gibi (Bakara/166) birbirlerinden kıyamet gününde uzaklaşacaklardır. Ben bu âyet hakkında bir risale yazdım ve adını 'el-Burhanu's-Satı' fi Teberrui'l-Metbu' mine't-Tabî' (Tabi olanın tabi olduğu kimseden uzak olması konusunda açık delil) koydum. Bu risale Allah'ın kuvvet ve kudretiyle Mısırda basılmıştır. Bu kitap sana gereklidir. Allah seni ve beni doğru yola iletsin.
(11) Çünkü lafzın umumiliğine itibar olunur, sebebin hususiyetine değil.



ULEMANIN DİNİN HÜKÜMLERİNİ DEĞİŞTİRDİĞİNE DAİR FAHREDDİN ER-RAZÎ’NİN GÖRÜŞÜ

Yukarıda zikretmiş olduğum dinde tahrifat ve değişikliğin örneklerinin geçmiş asırlarda da meydana geldiğini burada zikredeceğim.
Fahreddin er-Razî, Mefatihu'1-Gayb adlı tefsirinde, 'Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, ruhbanlarını ve Meryem oglu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler...' (Tefsiru'l-Kebir. Tevbe Sûresi. âyet 31)

âyetinin tefsirini yaparken bu konuya işaret etmiştir. (Bakınız, 4/431) Yine el-Begavî, Me'alimu't-Tenzîl adlı eserinde er Razî'nin aynı görüşlerini zikretmiştir. Şöyle ki: 'Fukahayı taklid eden bir cemaatle karşılaştım. Onlara bazı meselelerde Allah'ın kitabından birçok âyetler okudum. Onların bağlı oldukları mezhebin görüşleri bu âyetlere ters düşüyordu. Bu âyetleri kabul etmediler, bana hayretler içerisinde bakakaldılar. Yani demek istedikleri
şuydu, seleflerimizden bu âyetlerin aksine amel etmek nasıl mümkün olur? Gerçek bir şekilde düşünecek olursan bu hastalığın dünya ehlinden birçok insanın damarlarında dolaştığını görürsün. Bu kimselerin çoğu, şeyhleri hakkında hulul ve ittihadı iddia ederler. Bunlar, bu ümmette var olan vakıalardır.' er-Razî'nin sözleri burada bitti.
Mezhep fıkıhçıların akaid, ibadet, helal ve haram konusunda, Allah'ın kitabından ve Rasûlullah'ın sünnetinden mütevatir bir amel ve delilliği açık sahih bir hadis olmadan naslara
muhalif görüşlerini bilgisizce taklid eden asrımızın müslümanları bundan ibret alsınlar.
Hatta günümüzde er-Razî'nin zikrettiği kimselerden daha şerlileri vardır. Dikkatli ol. Şeyh Muhammed Reşid Rıza, el-Menar adlı tefsirinde bu konuya dikkat çekmektedir.
Ben de Evzahu'l-Burhan fi Tefsiri Ümmi'l-Kur'an adlı tefsirimde bu konuda yeterli açıklamalarda bulundum. Bu tefsire müracaat et. (1357 H. senesinde Mekke'de Ümmü'l- Kurâ matbaasında basılmıştır) .

İMAM-I Â'ZAM (EN BÜYÜK İMAM) RASÛLULLAHTIR

Allame Murtaza ez-Zebidî. İhyau Ulumi'd-din'e yazdığı şerhinde şöyle der: 'Taklid'etmemiz gereken kişi bize söyle diği ve emrettiği şeylerle şeriatın sahibi Hz. Muhammed'dir. Eğer yaptıkları Rasûlullah'tan duydukları ve gördüklerine dayanıyorsa sahabeye de uyulabilir. İşte bu uymakla emrolunduğumuz tek şeydir. Bunun için İbn-i Abbas şöyle der 'Rasûlullah'tan başka herkesin görüşü alınır veya terkedilir.' el-İrakîder ki: Bunu Taberanî, Mu'cemu'l-Kebîr adlı eserinde rivayet etmiştir. İsnadı basendir.'
Bir mezhebi taklid etmek büyük bir bela ve müzmin bir hastalık oldu. Bu bela tüm âlemi kuşattı. Kitaplarına ve şeyhlerinin görüşlerine, Kitap ve Sahih sünneti tercih eden kişiler çok azdır. Fakat Allah'a hamdolsun ki şu an saf tevhid inancına sahip bir cemaati karşımızda görebiliyorum, insanları tevhide çağırıyorlar, Allah yolunda hakkıyla cihad ediyorlar, taklidci, hurafeci sapıklarla savaşıyorlar.
Bu gayeyi gerçekleştirmek için tevhidi yaymak üzere yardımlaşacak cemiyetler kuruldu. Bu cemiyetler Hicaz, Mısır, Sudan, Senegal gibi birçok ülkede bulunmaktadır. Allahım onların başarılarını artır. Onlar senin dinine yardım ettikleri müddetçe sen de onlara yardım et.(Amin) Seyyid Sıddık Hasan, Fethu'l-Beyan fi Mekasıdı'l-Kur'ân adlı tefsirinde (4/117): 'Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, ruhbanlarını ve Meryem oğlu isa'yı rableri olarak kabul ettiler...' âyeti hakkında şu açıklamada bulunur: 'Bu âyet, düşüncesi ve dinleme duyusu olan kimseleri Allah'ın dininde birisini taklid etmekten, Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine öncekilerin görüşlerini tercih etmekten meneder.
Nasların getirdiklerine, Allah'ın hüccet ve delillerine kitap ve peygamberlerin söylediklerine muhalefet etmek bu ümmetin âlimlerinden birinin sözüne uymak için mezhebi taklid etmek, yahudi ve hırıstiyanların haham ve ruhbanları Allah'dan gayrı rab edinmeleri gibidir. Muhakkak ki onlar o kimselere ibadet etmiyorlardı. Fakat onlara itaat ediyorlar,
Onların haram dediğini haram, helal dediğini helal kabul ediyorlardı. Bu ümmetin taklidilerinin yaptığı da budur. Bunların durumu yumurtanın yumurtaya, hurmanın hurmaya suyun suya benzemesinden daha fazla yahudi ve hıristiyanların durumuna benzer.
Ey Allah'ın kulları! Ey Hz. Peygamber'e tabi olanlar! Size ne oluyor ki, kitap ve sünneti bırakıpta Allah'a kulluk hakkında sizin gibi hata yapabilecek insanlara Hakk'ın temel esaslarına uymayan ve destek vermeyen uzak görüşleri dine yardımcı kıldınız.
Kur'ân ve Sünnetin nasları en belagatli bir nidayla, en yüksek bir sesle kendisine muhalefet eden, ayrılık ortaya atana haykırarak suçlarını yüzlerine vuruyor; 'Hakkı işitmeyen kulakları O'na örtülü kalpler! Kıt anlayışlar! Zayıf akıllar! Yorgun zihinler! Bozuk düşünceler! Bırakın, sizden önceki ölülerin yazdığı, onlarla; sizin ve onların yaratıcısı olan Allah'ın kitabını değiş ettikleri kitapları, bırakın! O Allah ki (c.c.) sizin de onların da kulluk yaptığı; sizin de, onların da ma’budu olan Allah'tır.
Ve imam diye çağırdıklarınızın sözlerini ve getirdikleri görüşlerini; sizin ve onların imamı, sizin ve onların önderi olanın sözleriyle değiştirin. Ben de sizi ve kendimi Allah'ın(c.c.) hak yoluna irşad edeyim.
O ilk imam olan Muhammed İbni Abdillah (s.a.v.) 'dir. Bırakın başkasını Muhammed (s.a.v.) 'in sözü varken; Dininde kendini tehlikeye atan, nicedir imânı.
Sapığa hidâyeti gösteren, şaşkını irşâd eden. yolu belirten Allah'ım... Bizi Hakk'a hidâyet buyur ve bizi doğru yola ilet. Hidâyet yolunu lütfet.' Âmin.
Delâleti kati olan muhkem âyetler de Allah'ın bu dinin sahibi olduğunu ve Rasûlullah'ın ise bu dinin tebliğcisi olduğunu vurgular: 'Ey Muhammed! Sana düşen sadece tebliğdir.' (Şûra Sûresi, âyet 48)
'Peygamberin görevi sadece tebliğdir..'(Maide Sûresi, âyet 99)
'Yüzçevirirlerse, sana yalnız tebliğ etmek düşer.' (Alı Imran Sûresi, âyet 20: Ra'd Sûresi, âyet 40)

Kitap ve sünnette sabit olan dinin rükünleri (unsurları) üçtür.
a- Akâid (inanç esasları)
b- ibâdet esasları
c- Haram ve helaller.
Nas'da olmayan bir hüküm (umûmun maslahatını gözetmek üzere) içtihadla sabit olur. İçtihadın gayesi fayda sağlamak, zararı ortadan kaldırmaktır. Düşün ve gafillerden olma. Bu konuda kitap, sünnet nassları ve selefi salihinin amel ve görüşleri çoktur.
İşte bu; sünnetin beyânında sabit olan ve doğru yolu bulmaya, Kur'ân'ı anlamaya yönelik olan, müslümanların dâvası; delillerden ve naslardan zikrettiklerimize yaptığımız takviye; İslâm ulemâsının sözlerinden bir örnektir.
Kur'ân ve sünnette olan, zikir ve ibâdetlerle iktifa; onlardan başka her şeye haddi aşmadan, taassub göstermeden, külfet altına girmeden yetinme; bundan sonra da farz-ı kifâyeleri yerine getirmek üzere diğerini bırakma; islâm'ı müdafaa etmek ve onu desteklemektir.
İslâm ehlinden eziyeti, insanların birbirine kul olmasını ve zulmü defedip uzaklaştırmak; doğru sistem ve ilimler üzerine bina edilmiş, meşru yollarla ulaşılmış serveti, Allah yolunda sarfetmek suretiyle bu ümmete kuvvet ve destek vermek; insanların ortaya attığı, reddolunmuş zikirlerden çok daha hayırlı ve faziletli bir iştir.



ALLAH BİZE SIRAT-I MÜSTAKİM'E GİRMEMİZİ EMREDİYOR

Allah bize bu dünyada rasûllerine gönderdiği kutsal kitaplarda vahyettiği, cennete ulaştıracağını haber verdiği sırat-ı müstakim'e girmemizi emrediyor. Kulun, Allah'ın bu dünyada kullarına gösterdiği bu yolda bulunduğu nisbette ayakları, cehennemin üstüne kurulan köprüde sabitlesin. Binaenaleyh Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: 'Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.' (Enam Sûresi, âyet 153)

Sırat-ı müstakimin talibi, insanların ıslahını isteyince, insanların çoğu ondan kaçarlar. O yola giren de yalnız kalmaktan, korkar. Hâlbuki Allah bu yoldaki dostlara işaret etti. O dostlar hidayete ve doğru yola girmeye talip olan kişinin, zamanın hem cins insanlarından ürpertisinin ve yalnızlığının giderilmesi, bu yoldaki dostların Allah'ın kendisine dost olarak gönderdiği kimseler olduğunu bilmesi için Allah kendilerine, nebiler, sıddıklar, şehidler ve salih insanları gösterdi, bunlar ne güzel dost ve arkadaşlardır.

Bu yoldan sapanların muhalefetine üzülme. Çünkü onlar sayı bakımından ne kadar çok olsalar da değersiz kimselerdir. Nitekim Seleften bazıları şöyle der: 'Hak yoluna gir, bu yola girenlerin azlığından korkuya kapılma. Batıl yoldan sakın. İhtirasla batıl yola yönelenlerin çokluğuna aldanma.' (Medaricü's-Salikîn)

Yalnız kaldığın zamanlarda, öncekilere bak. onlara katılmaya çalış, onun dışındakilerden bakışlarını çevir. Onlar sana Allah'tan bir fayda sağlayamazlar. Devam ettiğin doğru yoldan seni çevirmek için sana bağırırlarsa, onlara dönüp bakma. Ne zaman dönüp bakarsan, seni alırlar, seni meşgul ederler. Bu yüzden kunut duasında; 'Allah'ım beni hidayete erdirdiğin kimseler gibi hidayete erdir' cümlesi yer almıştır. Yani 'Allah'ım beni dostlarının zümresine sok, beni onlara dost ve arkadaş kıl' demektir.
Kulun, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerin mezhebinden korunması gerekir. Gazaba uğrayanlar, hakkı bildikleri halde, yüz çevirip ilmi ve niyeti bozan kimselerdir. Sapıklar ise ilimleri bozulup, haktan cahil kalan ve hakkı bilemeyen kimselerdir. Hak ise başka insanların görüşleri, fikirleri ve terimleri olmaksızın Rasûlullah'ın ve ashabının üzerinde olduğu şeydir.
Hangi ilim, amel, hal, makam ve gerçek nübüvvet kaynağından çıkmış Muhammedî mühür varsa, işte bu Sırat-ı Müstakîm'dir. Böyle olmayan yol ise ehl-i gazap, ehl-i dalal ve ehl-i cahimin yoludur.
Şüphe yok ki, Rasûlullah'ın ashabı dini ve Rasûlullah'ın getirdiklerini diğer insanlardan daha iyi biliyorlardı. Rasûlullah'ın ashabının hakdan habersiz olupta onu Rafızî ve bid'at ehli kişilerin bilmesi muhaldir. Bu iki tarafın izlerine baktığımızda Ehl-i Hakk'ın yolunun apaçık olduğunu buluruz. Rasûlullah'ın ashabı küfür beldelerini fethederek oraları islâm beldelerine çevirdiler. Kalpleri Kur'ân, ilim ve hidayetle fethettiler. İzleri, onların sırat-ı müstakim'de olduğuna delalet ediyor. Rafizî, bid'atçi ve belirli mezheplere müntesip olanların ise her yerde ve her zaman bunun aksini yaptıklarını gördük.
Hicri 1360 yılında Ramazan ayının onüçuncü günü Taif'te Abdullah b. Abbas mescidinde Allah'ın kitabını okuyordum. O sırada okuduğum âyette Firavun'un (Allah'ın laneti üzerine olsun) insanları hiziplere böldüğünü, fırka ve mezheplere (gruplara) ayırdığını anladım. Buradan anlaşıldı ki, bir mezhebe müntesip olmak, gruplara ayrılmak, Avrupa devletlerinin siyasetinde yaygınca ve açıkça görüldüğü gibi Firavun'un adeti ve adi siyasettir. Allah Teâlâ, Kasas Sûresi'nde şöyle buyuruyor: 'Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bırakarak onların çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ birakıyordu; çünkü o bozguncunun biriydi.' (Rum Sûresi 31,32) 'de:'... Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.' Şüphe yok ki, peygamberlerin arasında herhangi bir ayırım yapmadan hepsine iman etmek, getirdiklerine teslim olmak, nerede olursa olsun hakka uymak, onlara ikram ve saygı göstermek mühtedilerin (kurtuluşa erenlerin) sıfatıdır. Durum böyle olunca peygamberlerin varisleri olan, sahabe, tabiin, dört imam gibi olan müçtehid ve hadis ehline de aynı saygıyı göstermek gerekir. Birinin görüşünü alıp kabul ederek diğerlerininkini terketmek veya bazı mezheplerin
mukallidlerinin yaptığı gibi bazısını sevip bazısına bugz ve düşmanlık etmek mühtedî ve muttakilerin sıfatlarından değildir.
Bu yüzden, mezhebinde olmayan kişinin arkasından namaza uymayacak derecede mezhep taraftarları arasında düşmanlık doğmuştur. Taassup, onları cehalete sürüklemiş, kalplerini ve gözlerini köreltmiştir.
Mezhebi asıl kabul edip Kur'ân'ı mezhebine göre yorumlayıp tevile ve tahrife kalkışan kişi ehl-i sapıktır.Bunda düşük kimselerin işi ve sapıkların şaşması gibi. İşin doğrusu Kur'ân'ın asıl olması, dindeki mezhep ve görüşlerin ona göre yorumlanmasıdır. Kur'ân'a uygun olan makbul (kabul görmüş) , uygun olmayan ise merduddur (reddedilmiştir.)





GAZABA UĞRAYANLAR, HAKKI SADECE KENDİ MEZHEBİNDEN KABUL EDERLER

Gazaba uğrayanların özelliği, dinde, mezhepte veya tasavvufi meşrebte belli bir taifeye müntesip olanların birçoğunda olduğu gibi itikadlarında gerekli olmayana uymamakla birlikte müntesip olduğu kendi cemaatinden başkasının gerçeklerini kesinlikle kabul etmez. Onlar, İslâm dininin Rasûlullah'ın dışında hak, görüş ve rivayet olarak kimden gelirse gelsin hiçbir şahıs ayırtetmeksizin o kimsenin getirdiği görüşe uymanın gerekli olduğunu bildirmesine rağmen, sadece kendi cemaatlerinin görüş ve rivayetlerini kabul ederler.

Bir mezhebe tabi olan kimsenin kalbinde bir şahıs büyükleşir. Babalarını veya beldesinin halkını taklîd ederek düşünmeden O şahsa uyar. Bu sapıklığın ta kendisidir. Çünkü söyleyene değil söylenen söze bakmak gerekir. Hz. Ali (r.a.) 'ın dediği gibi: 'Hak insanlarla bilinmez. Hakk'ı bil, hak ehlini tanırsın.' Rasûlullah, ashabın ve selefin yaptığı ve emrettiği her hayır hayırdır, dînî konularda sonraki kişilerin uydurdukları her sapıklık ve şer de sapıklık ve şerdir. Şüphe yok ki mezhep dinde bid'attir. Emir ve sultanlar mezhebi, siyasetlerine uygun olması veya arzularına tabi olması, mevki ve makamlarını korumak veya şeyhlerin körükörüne taklid edilmesi için ortaya atmışlardır. Bu durum tarih bilgisine vakıf olan herkes tarafından bilinmektedir.

Şah Veliyyullah ed-Dehlevî 'Tefnimâtü'l-İlâhiyye'de(1/206) şöyle der: 'Halkı -özellikle günümüzde- her bölgede öncekilerin mezheblerinden bir mezhebe bağlı olduklarını görürsün. İnsanın bir meselede bile olsa taklid ettiği mezhebten ayrılmasını, dinden çıkmış gibi görürler. Sanki o mezhebin sahibi, gönderilmiş peygamberdir. Ona itaati farz olarak kabul ederler. Hicri 4. yüzyıldan önceki imamlar ve asırların en hayırlısı olan insanların hiçbiri, bir mezhebe bağlı değillerdi.'

Ebu Talib el-Mekkî. Kûtu'l-Kulub adlı kitabında şöyle der: 'Fıkıh ve fetva kitapları yazmak, bir mezhebe göre bir görüş beyan etmek veya fetva vermek, sonradan ortaya çıkmış şeylerdir. Önceki insanlar her konuda bir mezhebin görüşüne uymuyorlardı. Fakat halk ise ister Medineli isterse Kûfeli olsun âlimleri nerede bulursa onlardan memleketlerindeki ya da hocalardan abdestin keyfiyetini, guslü, namazı, zekâtı, haccı, alış-verişe taalluk eden meseleleri ve benzeri konuları öğreniyorlardı, verdikleri fetva ile de amel ediyorlardı. O âlimlerden hadis ehli olanlar hadislerin ve rivayetlerin (â'sar) açıkladığı konuda ancak şeriat sahibi peygamberi (a.s.) taklid ederler. O kişiler, hadis ve rivayetlerin bulunmadığı konuda ise kendisine delil ulaşana kadar âlimlerin görüş ve sözlerine uyarlardı.



RASÛLULLAH BELLİ BİR MEZHEBİN İNSANLAR
İÇİN GEREKLİ OLDUĞUNU SÖYLEMEMİŞTİR

Gerçek olan, Rasûlullah (s.a.v.) 'in, imamlardan birinin mezhebine intisap etmeyi insanlara gerekli görmemesidir. O kendisine tabi olmayı farz kılmıştır. Rasûlullah'ın sünnetine muhalefet eden kimsenin bu muhalefeti merduddur. Ve herhangi bir özürü de kabul edilmez. Fakat hadis ona ulaşmamışsa hadisi duyuncaya kadar mazur sayılır, islâm'a müntesip olan bir kimsenin 'Ben hadisle amel etmem, ben ancak imamımın sözüyle amel ederim' demesi doğru değildir. Çünkü onun bu sözü -Allah-korusun- onu dinden çıkarır.

Müslümanın hadislerle sabit olan şeyleri düşünmesi, hep onları gözönünde bulundurması, azı dişleriyle onlara sarılması, elini ve kalbini onlarla koruması, hadise muhalefet eden kimseye kulak vermemesi, bu orta yolu bir görüş olarak benimsemesi ve ondan ayrılmaması gerekir.

Bu yoldan çıkanlar, abdestte ayakları meshetmeyi, muta nikâhını, çoğu sarhoşluk veren şaraptan az içmeyi, evcil eşek eti yemeyi helal görmüşler, öğle vaktinin sona ermesini; kendi gölgesinden sonra insan gölgesinin iki misli olması şeklinde kabul etmişlerdir. (12)

Ey muslüman! İlimde gayretli, takvada azimli ol. Kitab ve sünneti iyice anlamaya çalış. Seleften birçok âlîm böyle yapmıştır. Birbirine zıd gibi görünen hadislerin arasını uzlaştır. Muhaddislerin kitaplarında sahih haberleri ve hasen rivayetleri araştır, onlardan en kuvvetlisini ve en muteberini al.
Bu yolu elde etmek kolaydır. Muvatta, Sahihayn (Buharî, Müslim) , Sünen-i Ebî Davud, Sünen-i Tirmizî, Sünen-i Neseî ve Sünen-i İbn-i Mace'den fazlasına gerek kalmaz. Bu kitaplar meşhur hadis kitaplarıdır ve bunları okuyup anlamak mümkündür. Kısa bir müddette bunları öğrenmen gerekir. Eğer bunu anlayamazsan, bilenlerden birisi varsa. Sana anlayacağın bir dille bunları öğretir. (*)
Et-Tefhimat'ta (1/276) şöyle denir: Kendilerini fakih olarak isimlendirenlere Rasûlullah'ın sahih hadislerinden birisi tebliğ edilse, bu taklidçiler bu hadisle amel etmezler. Onları amel etmekten, o görüşte olmayan kişileri taklid etmeleri alıkoymuştur. Bunların hepsi görüş zayıflığı ve sapıklık içindedir. Mütekaddimun fukahadan birçoğu bu görüştedir. Şu bir gerçektir ki, hak çok açıktır.

Allah'a yemin ederim ki, Allah insanları şeriatıyla kıyamet gününe kadar amel etmekle mükellef kılmakla çok yüce ve adildir. Sonra o insanları kör eder de hak ile batılın arasını ayırdedemezler. Bilakis Allah hakkı açıkça ortaya koydu. Allah ancak hakkı kabul etmeyen inatçı kişileri helak eder.

İnsan sözünün karışmadığı apaçık âyetler ihtiva eden kitabı indirdi ve onu tahrif olmaktan korudu ve onu iki kişinin ihtilâf edemeyeceği, mütevâtir eyledi. Rasûlullah'a ise hükümlerini vahyetti. Allah hadislerin ezberlenmesini,
Rasûlullah'tan rivayet edilen hakkı açıklamayı üzerine alan emin vekillere bıraktı. Onlar görüşlerin doğrusunu yanlışından ayırdılar.

Allah'u Teâlâ; hikmet ve hükümleri, lafzen olsun mâ'nen olsun meşhuruyla, yanlışını ayıran bir taife var eyledi. Lafzen meşhur'a gelince; hadis edebiyatında, doğruluk ve takva sahibi üç kişinin Peygamber Efendimiz (a.s.) 'dan rivayet ettikleri hadisin, bütün ravilerinin sayısının üçten yukarı olmasıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sahabisinin (r.a.) ümmetin en hayırlı devri olduğuna tanıklık etti ve onları ta'zim etmeye teşvikte bulundu, onlara yönelik saldırıları, sövmeleri de yasak etti. Mütevatir ve meşhur hadisler bu yöndedir. Ayrıca rivayet biçiminde her ne kadar ihtilaf veya ittifak olmuşsa da bu konuyla ilgili fıkhi bablarda, siyer kitaplarının ilgili konularında birçok hadis mevcuttur.

Ma'nen meşhur ise; mezheblerin ihtilafını ve aralarındaki ayrılığı kasdetmekteyim. Rasûlullah (s.a.v.) 'den hak olarak gelen şeriatın açıklamasında zorluk meydana getiren imamlar edindiler, Onlardan ehl-i sünnet olan da vardır, olmayan da, ince anlayışlı bir kimse bunların bazı meselelerde ittifak ettiklerini, bazılarında ise çok ihtilaf ettiklerine göre şu hükme varır: Her gelen nakil hakkında sapıyorlar. Böylece yüzyıllar boyu etkilenip müslümanlar ihtilafa düştü. Ancak büyük bir topluluk bu işe sarıldılar ve o Şeriata muhalefet edeni reddettiler. Ona delile dayanan bir hükümle gelsen çaresiz kalarak, çözümü bid'at olan mezhebinde arar.
Gizli yanı olmayan, delillerin kendisinde toplandığı kıymetli İslâm milletinin hâli budur.
Öyleyse nefsine karşı âdil ol. Çünkü mü'min kendisine karşı âdil olan o kimsedir.
Allah'u Teâlâ'nın Mustafa (a.s.) için seçtiği ve onu en güzeliyie kuşattığı bu millet gibi bir konuma, asırlardaki hangi milletlerin sahip olması mümkündür.
Bundan sonra senin uyman gereken; işi hakkıyla bilen kimselerin tanıklık ettiği, insanlardan çoğunun bilmediği hasen ve sahih hadislerdir.
Kendisinde kimsenin diğerini reddetmediği, iki görüş üzerinde ihtilaf etmek; Sahabi, Tabiin ve mezheblerden günümüze kadar gelmiştir. Ancak, sözü tercihte esaslara en yakın olan toplumun görüş, kıyas ve ictihadlarından dışarı çıkmaman gerekir. Bazen de anlayışları ve görüşleri o konuda muhalefet ederse, sana gereken; zahirde kuvvetli olan görüşe uymaktır.
Şeriatın ilk mertebesini anlamayan ve iki mertebenin de hakkını eda etmeyen, ayrıca azı dişleriyle ona sımsıkı sarılmayan ve bid'atçi olarak ihtilaf çıkartan, ihtiyatmış gibi âlime
Başvurmayan kimse câhil ve sapıktır.
Allah'a, O'nun adıyla yemin ederim kî, Allah'tan başka hüküm sahibi yoktur. Hâkimiyet Allah’ındır. Allah vacip, mendub, mubah, mekruh ve haramla hüküm verdi ve bunu mele-i a'la'da gerçekleştirdi. Şeriatı insanlara risalet için seçtiği peygamberin lisanıyla indirdi. Kim bir şeyin kesin delil olmaksızın haram veya vacip olduğundan haber verirse o, Allah'a yalan isnad etmiş olur. Dillerinizin 'Bu helaldir, şu haramdır' diye yalan olarak nitelendirdiği şeyi söylemeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, şüphesiz kurtulamazlar.' (Nahl Sûresi. âyet 116)

Bilâkis hak, birinci mertebede itikadî olup bir bozukluk kabul etmeyen şeyi katiyyet ile belirtmemiz; ikinci mertebede ise söz meyledip yani katiyyet belirtemez, şöyle söylenir; sahabeden rivayet olan iki söz hakkında; ancak bu söz bize sevdirildi ve sünnete daha yakın...
Allah adına Allah'a yemin ederim ki, ümmet içinde masum olmayan bir kişi hakkında Allah bu adama uymayı kesin farz kıldı ve bu adamın vacip kıldığı şey vaciptir diye inanan kimse kâfir olur. Hâlbuki İslâm bu adamdan önce bir zaman diliminde gelmiştir. Nice âlimler onu ezberlemiş, nice ravi ve fakihler onu anlatmıştır, insanlar, ulemayı İslâm'ı Rasûlullah'tan nakleden raviler anlamında taklid etmekte ittifak halindedirler. O âlimden muhaddislerin sıhhatine şahid olduğu bir sahih hadis bile rivayet edilse onunla amel ederler. Tabi olduğu şahıs o hadisle amel etmediği için amel etmeyen kimse apaçık sapıklık içindedir.'
Yine aynı eserde (1/212) şöyle denir: 'İslâm iki mertebe üzerinedir.
l - Farzları yapmak, kesin haramlardan kaçınmak ve diğer İslâmî hükümleri yerine getirmek. Bu kısım, yüksekten küçüğüne, melik, emir, asker, çiftçi, tüccar, köle, hür herkese gerekli ve farzdır. Bunda kolaylık ve müsamahalık vardır.
2- Olgunluk ve güzellik mertebesi: Kim bu kısmı alırsa iyilik sahibi bir kul olur. Bu kısımda Rasûlullah'tan, sahabe ve tabiinden rivayet edilen sünnetler, adap ve verâ' vardır.
Bu iki mertebe arasında büyük bir fark vardır. Bu farkı ihmal etmek, görmemezlikten gelmek, zorluk, hüsran ve cehalettir. Bu iki fark ihmal edilerek ulemanın ihtilafının galibiyeti bundan ortaya çıkmıştır.
Allah'ın helal veya haram kıldığı şeylerde naslar vardır. Onun indinde herşey ölçülüdür.
Birinci mertebede iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak (yerine göre) sert veya yumuşak olması gerekir. Bu mertebede ihtiyatlılık ve verâ' yoktur, ancak haramlığı sabit olandan kaçınma vardır. Bu yönüyle sahabenin iş durumları farklı olmuştur, içlerinde savaşan, meslek sahibi olan, maişeti için sefere çıkan tüccarlar vardır. Bunlar sanatın aslıyla yetinmişlerdir. İçlerinde âbid ve zahid olan vardı. Bunlar âdabın kemaline riayet ederek ikinci mertebeyi almışlardır, içlerinde bazen birinci bazen de ikinci mertebe arasında bulunanlar vardı. Maişetiyle uğraşan köle, cariye, çiftçi meslek sahibi kimselere birinci mertebeden fazlasıyla emredilse uygun olmaz. Yoksa Şeriat kendilerine zor gelerek, onunla amel etmeyi bırakır ve ondan nefret ederlerdi. O zaman durum 'içinizden nefret ettirenler var' hadisi hükmüne girerdi. Kur'ân'da ve Peygamberin (s.a.v.) hadislerinde, âlimlerinkinde fazla avam tabakası hali nazarı itibare alınmıştır. Binaenaleyh avam tabakasının, bildiklerine tasavvuf ve kelam ilmini karıştırması doğru değildir. Bilakis onlara gerekli olan şey kitab ve sünnette zahir olan bilgilerle yetinmeleridir.
İşte bu (kitap ve sünnetle) insanların her çeşidine hitap ediyorum. Akabinde, insan topluluklarına umumen derim ki: Ey insanlar! Ne oldu size? Neden fırkalar haline gelip, her görüş sahibi görüşüne bağlandınız. İçinizden her birisi sapık ve saptıran olduğu halde kendini hidayeti gösteren kişi yerine koyup, insanları kendisine davet etmekle, Allah'ın insanlara yol tutup rahmet olsun diye Peygamber (s.a.v.) lisanıyla
gönderdiği yolu terkettiniz. Bildiği az bir ilimle dünya menfaatini elde etmek için nefsiyle hareket edip, dinini satan ve insanların biat ettiği bu kimselerden razı olmayız. Çünkü dünya menfaati ancak hidayet ehline benzemekle elde edilmektedir. Böyle kimseler yol kesici olup sapık, yalancı, fitnelenmiş ve fitneci kimselerdir. Onlardan sakının. Nefsine davet etmeyen ancak Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine çağıran kimselere tabi olunuz. Ayrıca toplantı ve meclislerde sofuların irşad saydıkları şeylerin yayılmasına razı değiliz. Ancak İhsana razıyız. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyeti kerîmesinde size herhangi bir ibreti yok mu? 'Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.' (Enam Süresi. âyet 153)

ilim talebelerine şöyle sesleniyorum: Ey kendinizi âlim diye isimlendirenler! Yunan (mantık, felsefe) ilmi, sarf, nahiv ve belagat ilimleriyle uğraşıp, onları ilim zannettiniz, ilim; ya Allah'ın kitabından olan bir ayetin bilinmeyen yönünün tefsirini, nüzul sebebini, müşkül olanın tevilini veya Allah Rasûlü'nden kaim olan bir sünneti ezberlemenizdir. Peygamber (s.a.v.) nasıl abdest alır ve nasıl namaz kılardı? İhtiyacını görmeye nasıl gider, nasıl oruç tutar ve ne şekilde hac ve cihad yapardı? Konuşması nasıldı? Dilini kötü sözlerden nasıl korurdu ve nasıl bir ahlaka sahipti?
Onun yoluna tabi olunuz ve sünnetiyle amel ediniz. Adil bir farz olan abdestin ve namazın rükünlerini, zekâtın nisabını, vacib olan miktarı ve ölüden kalan mirasın taksimini öğreniniz. Siyer bilgisi, Sahabe ve Tabiinin ahirete rağbet ettiren kıssalarına gelince, bunları öğrenmek fazilettir. Fakat meşgul olup da ifratta olduğunuz o ilim, ahiret ilminden değildir. O ancak dünya ilimlerindendir. Bir de sizden önce yaşayan fukahanın istihsan ve fer'î meselelerine daldınız. Hükmün; Allah ve Resûlü'nün hükmü olduğunu bilmiyor musunuz? Olurki sizden birinize peygamberinden bir hadis ulaşır da, amel etmeyip 'Benim amelim falan mezhebe göredir, hadise göre değil' der. Ondan sonra kelime oyunu yaparak; hadisi anlamanın ve onunla hüküm vermenin maharetli kişilerin işi olduğunu ve bu hadisin mezhep imamına gizli kalmadığını ancak dinde bir nesih veya tercihli olmayan bir görüş zahir olması sebebiyle hadisi terkettiğini söyler. Biliniz ki dinde böyle bir şey yoktur. Peygambere inanmış iseniz, ona tabi olunuz. Tabi olduğunuz mezhebe uysun veya uymasın.
Müslüman ilk önce kitab ve sünnetle meşgul olması gerekir. Anlayabileceğini alıp, faydalanması ne güzeldir. Anlayamadığı yerlerde geçmiş ulemanın doğru ve sünnetin uygun ve açık gördüğü görüş ve anlayışlarından faydalanabilir. Alet ilimleriyle (gramer gibi) fazla meşgul olmamalıdır. Çünkü bu ilimler Kur'ân'ı anlamak için alettir, gaye ve amaç değil.'
Yine aynı eserde (2/161-162) şöyle denir: 'Bir İmamı taklid eden bir kimseye, onun görüşüne muhalif Rasûlullah'tan bir hadis nakledilse ve nakli sahih olduğu kanatı galip gelse, başkasının görüşü için hadisi terketmeye herhangi bir mazeret ileri süremez. Bunu yapmak müslümana yakışmaz. Eğer bunu yapıyorsa o insanın münafık olduğundan korkulur.
Buhârî ve Müslim'in tahric ettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdular: 'Öncekilerin yoluna karış karış, kulaç kulaç tabi olacaksınız. Hatta bunlardan biri kelerin deliğine girse bile siz de onu takip edersiniz.. Sahâbiler şöyle sordular: Ey Allah'ın Rasûlü Bunlar (öncekiler) Yahudi ve Hıristiyanlar mıdır? Dedi ki: Başka kim olabilir ki, buyurdular.'
Allah Rasulü (s.a.v.) 'nün sözü ne kadar doğrudur. Biz itikadı zayıf öyle insanlar gördük ki âlimlerin ve şeyhlerin ardına düşmüşler, şeyhlerini râb ve ilâh edinmişler, yahudi ve
hıristiyanların yaptığı gibi onların kabirlerini mescid edinmişlerdir. Yine birtakım insanlar gördük ki, birtakım kelime ve kavranıları gerçek yerinden oynatmış, tahrif etmişler. 'Bize ateş ancak sayılı günlerde dokunacak' diyenler gibi. Bunlarda, 'Salih ve veliler, hem Allah'ın hem de bizimdir' derler. Hakkı sorduğun zaman her taifedeki tahrif böylelikle ortaya çıkar.
Tasavvufçular öyle görüşler ortaya koydular ki, kitab ve sünnetle uyuştuğu bilinmiyor. Bu da hassaten tevhid meselesindedir. Sanki Şeriat onlar için bir değer taşımamaktadır. Bazı fakihler öyle işler uydurdular ki, bunu nereden aldıkları bilinmez. Akıl sahipleri, şairler ve avamdan servet sahipleri tağutlara ibadet etmeye başladılar. Şeyhlerinin kabirlerini mescid ve bayram yerine çevirdiler. Onların bu azgınlıkları nereye kadar gidecektir? Allah bizi bundan muhafaza etsin.'
Allame İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye. i'lâmü'l Muvakkiîn (4/261) adlı eserinde şöyle der: 'Avam için, bilinen mezheplerden birine intisap etmesi gerekir mi, gerekmezmi? Doğru, sahih olan görüşe göre; gerekmez. Allah'ın ve Rasûlü'nün farz kıldığı şeylerin dışında bir farz yoktur. Allah ve Rasûlü de hiçbir insana belli bir imamın mezhebine girmeyi farz kılmadı. Sadece kendi dinini taklid etmeyi emretti. Avam herhangi bir mezhebe intisap etse bile sahih olmaz. Faziletli devirler mezhepçilikten uzak kalarak göçüp gitmiştir. Avamın mezhebi olmaz. Birisi, ben Şafiî'yim, Hanbelîyim, Hanefî'yim veya Malikî'yim dese, birisi de ben fakihim, gramerciyim veya kâtibim demesiyle kâtip olmuyor ve sadece bunlar sözde kalıyorsa, onun bu iddiası da lafta kalır.
Ben Şafiî'yim, Hanefî'yim veya Malikî'yim diyen, o imama tabi olduğunu, onun usûlünü takip ettiğini iddia eder. Bu da ancak; onun usûlünü ilim, bilgi ve istidlalle takip ettiği zaman sahih olur. Lâkin imamın bilgisi, usûlü ve siretinden çok uzak ve cahil olan bir kimsenin, ona intisabı nasıl sahih olur? Bu soyut bîr iddia ve her yönden boş bir sözdür. Avam için bir mezhebe intisap etmenin doğru olduğu tasavvur edilemez. Birisinin tüm görüşlerini alıp, diğerlerinin görüşlerini tamamen terkeden kimse için herhangi bir mezhebe intisab etmesi gerekmez. Bu davranış ümmetin arasında ortaya çıkmış hiçbir islâm müçtehidinin söylemediği çirkin bir bidattir. O müçtehidler en yüksek mertebe ve değere sahiptirler. Allah ve Rasûlü'nün bunu emredip emretmediğini daha iyi bilirler. Bir mezhebe intisab etmenin lüzumuna veya dört mezhepten birine intisap etmenin lüzumuna ait görüşler, bundan çok uzaktır.
Allah için ne acaip şeydir ki: Allah Rasûlü'nün ashabının, tabiin, tebei tabiin ve diğer imamların görüşlerinin birçoğu kaybolmuştur. Yalnız bu fıkıh imamları arasında dört kişininki kalmıştır! ! ! Hiç bunlardan birinin söyledikleri sözleri arasında benim mezhebime gelin çağrısında bulunmuş mudur? Sahabe, tabiin ve tebei tabiine vacip kıldığını, Allah ve Resulü(s.a.v.) , ondan sonra gelenlere de aynısını kıyamete kadar vacip kılmıştır. Vacib olan şey değişmez ve ihtilaf olunmaz. Velevki keyfiyeti, güç, acizlik, zaman, mekân ve vaziyet ölçüsü farklı olsa bile.
Avam için bir mezhebi gerekli gören şöyle der: 'Cahil olan bir kimse, intisap ettiği bu mezhebin hak olduğuna inanmıştır. İnancı gereği ona bağlı kalması gerekir sözü doğru olsaydı, intisap ettiği mezhebin gayrısından fetva talep etmesi, bulunduğu mezhebin bir benzerine veya daha tercihli olana girmesi haram olurdu. Bu ve bunun gibi fasit etkenler yol açtığı durumların bozukluğuna delalet eder. Bilakis Allah ve Resulü (s.a.v.) kavlini veya dört halifenin sözünü intisap ettiği imamın görüşüne muhalif olarak görse, bu gerekçe kendi imamının görüşü için onlarınkini terketmesini gerektirir.
Bunun üzerine o kimse için dört imama tabi olanlardan veya diğer imamlardan dilediğinden fetva alması gerekir. Ne o kimse için de ve ne de müftü için beldesinin ravilerinden veya başka beldenin ravilerinin rivayet ettikleri hadislere bağlı kalması gerekli olmadığı gibi, icma ile dört mezhepten birine bağlı kalması da gerekmez. Bilakis hadis sahih olduğunda ister ravisi Hicaz'lı, ister Irak'lı, ister Şamlı, ister Mısır'lı, isterse Yemen'li olsun o hadisle amel etmesi vaciptir.'

(12) İşte bunlar, İslâm'a usul ve furu' bakımından muhalif olan. Şiâ fıkhında yerleşmiş bulunan mukarrer işlerdendir; abdestte ayakları mesh etmek Hakkında bakınız: Vesâilu'ş-Şiâ ve Mustedrekâtuhâ adlı eser. müellif el-Harrûll Âmilî sayfalar: 1/369-383, 2/22-25. Muta nikahının cevazı Hakkında bakınız: Tahriü'l-Vesile adlı eser. Müellif Ayetullah Humeynî, sayfa 2/291 ve En'nihâye adlı eser. müellif et-Tusî, sayfa 489
Öğle vaktinin sona ermesinin: kendi gölgesinden sonra insan gölgesinin iki misli olacağı görüşü hakkında, bakınız: Mefatihu'l-Kerame Şerhu Kavaidu'l-Allâme adlı eser, müellif Muhammed ül-Cevvad ibnı Muhammedü'l-Hüseynî el-Âmilî, sayfa 1/13-25.

(*) Doğru olan, sünneti, bu hadis kitaplarıyla sınırlandırmamaktır. Bunlar meşhur olsa dahi kanaatimize göre diğerlerine de ihtiyaç vardır. Mesela imam Ahmed'in müsnedi veya Darimî süneni sadece bunlardan biridir, bilinsin. Mütercim.



FASIL

Burada ben, her yerde bu mezheplerin yayılış sebeblerinden vakıf olduklarını aklı olan ve dinleyenlere ibret olması için zikredeceğim. Ahmed el-Mukrî el-Mağribî 'Nefhu't-Tayb min Güsni'l-Endülüsi'r-Ratiyb, (3/158) adlı eserinde şöyle der: 'Magriblilerin İmam Malik'in mezhebine bağlı oluşlarının sebebi; Magrib ve Endülüslüler önceleri, fethin ilk yıllarından itibaren Evzaî ve Şamlılar'ın mezhebine bağlı idiler. Endülüs Emevileri'nin üçüncü halifesi Hakem b. Hişam döneminde fetvalar Malik b. Enes'in ve Medine ehlinin görüşlerine intikal etti. Bu, Hakem b. Hişam'ın gördüğü bir siyasi maslahattan dolayı seçtiği görüşü sebebiyledir. Bunu gerektiren sebepler konusunda ihtilaf ettiler. Cumhur bunun sebebinin Endülüs âlimlerinin Medine'ye göç etmeleri olduğu görüşündedirler. Endülüs'e geri döndüklerinde İmam Malik'in faziletini, ilminin genişliğini, kudretinin üstünlüğünü anlattılar, onu yücelttiler ve onun mezhebini tercih ettiler. Denildi ki, İmam Malik Endülüslülerden birine Endülüs melikinin hayatını sordu. Hayatını anlattılar. Bu vakitte Beni Abbas oğullarının siretinin, ahlâk ve seciyesinin iyi olmasına hayret etti. İmam Malik bu haberci şahsa şöyle dedi:
Allah'ın Mescid-i Haram'ı melikimizle süslemesini dileriz.
Endülüs melikine imam Malik'in bilgisi ve görüşleri bu meseleyle birlikte nakledildi. Melik insanları Evzaî'nin mezhebini terkederek imam Malik’in mezhebine girmeye teşvik etti. En yisini bilen Allah (c.c.) 'dır.


Sonra Mağrib melikleri hüküm ve amelde sadece İbnü'l-Kasım'ın seçtiği görüşler üzerine olunmasında ittifak ettiler. Hâsılı kelam, mezhebler meliklerin ve siyasetlerin oyuncağı oldu. Bu konuda düşün...'

Derim ki: Mezheplerin ve tarikatların ortaya çıkış sebeplerini öğrenmek istersen İbn-i Haldun'un Mukaddimesi'ni okuman gerekir. O bu konuyu çok güzel incelemiştir. Allah onu hayırla mükâfatlandırsın. O mezheplerin ortaya çıkmasının ve yaygınlaşmasının cahil siyasetlerin, meliklik arzusu olan acemlerin istilasının sebep olduğunu ifade eder.

İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, İğâsetü'l-Lehfân min Mesâidü'ş-Şeytân (1/125) adlı eserinde şöyle der: 'İnsanlara aynı görünüşün, aynı kıyafet, aynı görüş ve düşüncenin, belirli bir şeyhin, icad edilen bir tarikatın ve belirli bir mezhebin gerekliliğini emretmesi şeytanın hilelerindendir. Bunun farzların gerekliliği gibi onlara gerekli birşey olduğunu emreder. Onlar o mezhepten çıkamazlar ve çıkanı da tenkit ederler. Belli bir mezhebi taklid edenler ve Nakşibendî, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Ticaniyye gibi çeşitli tasavvufi fırkaların müntesipleri onları kötülerler.
Taassupçuluk ve taklidçiliği zemmedenlerden şiddetle sakınmalarını isterler. Bunlar dinin ve hakikatin kalıntılarıyla meşgul oldular. Bid'at kalıntılarıyla dine vakıf oldular. Ne fıkıh âlimleriyle ne de tasavvuf ehliyle birlikte oldular. Rasûlullah'ın sünnetini düşünen, onun bunların hareket ve davranışlarıyla tezat’olduğunu görür. Rasûlullah (s.a.v.) 'in sünneti. Rabb'inin emrettiğinin dışında bir şeye bağlanmamayı emreder. Rasûlullah (s.a.v.) 'ın davranışlarıyla bunların davranışı arasında uzak bir mesafe vardır.'

Eğer İslâm'a ters düşen çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasını öğrenmek istersen İğasetü'l-Lefhan adlı kitabın özellikle son kısmını okuman gerekir, derim. Bu kitapta, İbn-i Sina'nın, Nuseyr et-Tusî'nîn, Memlukler'in, Fatimîler'in ve diğer milletlerin hile ve desiselerini açıklamaktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, İslam düşmanları müslumanları çeşitli mezheb ve tarikatlara ayırmak suretiyle İslâmî hükümleri karıştırmaya muvaffak oldular.
İmam Şihabuddin Abdurrahman Ebu Şâme (V. 665)
'el-Müemmel lî'r-Redd ila'l-Emrî'l-Evvel' adlı kitabında şöyle der: 'İnsanlar Kur'ân ilimlerinden sûreleri ezberlemekle ve bazı kıraat şekillerini nakletmekle yetindiler. Kur'ân'ın tefsiri, anlamı ve hükümlerinin yorumlanmasından gafil oldular. Hadis ilimlerinde ise kendilerinden daha bilgisiz şeyhlerin kitaplarından hadisleri dinlemekle yetindiler. Onlar insanların zikir ve fikir halkalarıyla ve mezhebinin imamlarının nakilleriyle yetindiler. Ariflerden birine mezhebin manası soruldu. 'Din' anlamına geldiğini söyledi. 'Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.' (Rûm Sûresi, âyet 31-32) O arif kişinin, ulemanın ileri gelenlerinden olduğu söylenmiştir. Ama o Allah ve gerçek din âlimleri yanında cahillerin en cahilidir.' (el-Muemmel li'r-Reddi ile'l-Emri'l-Evvel, imam Şihabuddin Abdurrahman Ebu Şâme, 1/10.)

Yine Şihabuddin Abdurrahman aynı eserinde(1/15) şöyle der: 'Dört mezheb insanlar arasında şöhret kazandı, diğerleri terkedildi. Dört mezhebe tabi olanların az bir kısmı gayretlerini gösterdiler. Çoğu rasullerin dışındakiler) taklid etmenin haram olmasından sonra mezhebieri taklid ettiler. Mezheb imamlarının görüşleri iki asıl kaynak (Kur'ân ve Sünnet) gibi telakki edildi. Bu şu âyetteki anlama geliyordu: 'Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, ruhbanlarını ve Meryem oğlu
Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkası na kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah onların koştukları eşlerden münezzehtir.'(Tevbe Sûresi, âyet 31)

Bu bilgileri toplayan Ebu Abdurrahman Muhammed Sultan el-Masumî derki: Japonya'dan bana sorulan mezheplerin taklid meselesiyle alakalı topladığım bilgiler bu kadardır. Bu kadarla iktifa ediyorum. Çünkü damlalar denizin oluşmasına sebep olur. Allah'ın bütün kullarını bu kitapla faydalandırmasını, rızasına uygun ve cennete girmemize sebep olmasını diliyorum. Kendi vechi keremi için.

15 Muharrem 1358 tarihinde Mescid-i Haram yakınlarındaki Buhara Sokağındaki evimde bu eserimi tamamladım.

Son duam şudur;
'İzzet sahibi Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Selam Resullerin üzerine olsun. Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir.'


Muhammed Sultan el-Mâsumî