__SuuFi__ Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Gul Bilgin
Alan:   Grup:__SuuFi__
Tarih: 26.06.2008 14:06
Konu: CENNETİ İSTEMEYEN EVLİYA (!)

'Vedûd' ismine mazhar bir kısım evliya: 'Cenneti istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i İlâhiyye, ebeden bize kâfidir.' demişler.



Konunun daha iyi anlaşılması için önce, Allah Tealâ’nın 'el-Vedûd' isminin manasına bakalım:

Vedûd anlamına gelen mevedde, vudd masdarlarından gelir. İsm-i fail olan vâdd’ın mübalâğa sıygasıdır. 'Çok sevilen, habîb' veya 'kendisine yönelene ve tövbe edene muhabbet eden' diye tarif edilmiştir. Arapçada fa’ûl vezni, hem ism-i fail, hem de ism-i mef'ûl manasını ifade edebileceğinden, her iki şekilde de açıklamak mümkündür.

VDD kökü, Kur'an’da değişik şekilleriyle 30 kadar yerde geçer. Fiil olarak kullanılışında, belli başlı iki mana ifade eder. Birincisi, temenni sevgisidir. Bu kısmın misalleri daha fazladır. Meselâ: 'Her biri ömrünün bin yıl olmasını sever (yani temenni eder) .' (Bakara, 2/96, karşılaştırınız Nisâ, 4/102; Âl-i İmrân, 3/69 vb.) Mücerred sevgi anlamı ise, meselâ şu ayette görülür: 'Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve Resulüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin (...) ' (Mücâdele, 58/22) Buna mukabil, masdar olarak kullanıldığı her yerde, mücerred sevgi manasını haizdir: 'Umulur ki, Allah, sizinle düşman olduğunuz kimseler arasında bir sevgi (mevedde) meydana getirir.' (Mümtehine, 68/8) 'İman edip iyi işler yapanlar için, Rahman, sevgi (vudd) kılacaktır (sevgisine mazhar edecektir) .' (Meryem, 19/96) İnsanların özellikle karı-kocanın arasında sevgi meveddet ve şefkat yaratması da, Allah’ın ayetlerindendir. (Rûm, 30/21)

Şimdi de Allah’ın kimleri sevdiğini Kur'an’dan araştıralım. Önce Allah’ın kimleri sevdiğini belirten ayet, ardından da onların mükâfatları ile ilgili ayeti nakledeceğiz:

• '(...) Allah, muhsinleri (iyilik edenleri) sever.'

'Bu sözlerinden dolayı Allah, onlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler verdi. Muhsinlerin mükâfatı budur.

• '(...) Allah, şüphesiz muttakileri (takva sahiplerini) sever.'

'Muttakiler ise, Rablerinin kendilerine verdiğini almış oldukları hâlde, cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. (...) '

• '(...) Allah, sabredenleri sever.'

'Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri, dünyada mutlaka güzel bir yere yerleştiririz. Hâlbuki bilmiş olsalar, ahiret sevabı daha büyüktür. İşte bunlar sabredenler ve mütevekkillerdir.'

• '(...) Allah, şüphesiz tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.'

'Ancak tövbe edenler, inananlar ve iyi iş yapanlar, işte bunlar, cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğramayacaklardır.'

• 'Şüphesiz ki Allah, tuğlaları birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf olarak Allah yolunda savaşanları sever.'

'Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok rabbanîler çarpıştılar; Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever. Allah da onlara hem dünya karşılığını, hem ahiret karşılığının en güzelini verdi. (...) '

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Birkaç ayeti daha zikredelim:

'Ve o sabıklar (inançta ve amelde duraklamadan) ileri geçenler! İşte yaklaştırılanlar, nimet cennetlerindedirler.'

'Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var.'

'Ancak tövbe edenler, hâllerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini Allah için halis kılanlar, işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah da, müminlere büyük bir mükâfat verecektir.'

'Ancak tövbe eden, inanan ve iyi iş yapanlar... İşte onlar cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır. Rahman’ın kullarına gıyaben vadettiği Adn cennetleri(ne gireceklerdir) . Şüphesiz onun vaadi yerine gelecektir.'

'İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! (...) '

'(...) İnanıp iyi işler yapanlar ise, cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.'

''Rabbimiz Allah’tır' deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner: 'Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! ' (derler) .'

Yüce Allah, yukarıda vasıfları sayılanlara cenneti vadetmiştir. Şüphesiz vaadi haktır ve o, vaadinden dönmez. Rabbimiz, müminleri mükâfatlandırmayı murat etmiştir. Gerçek sevginin bir tezahürü de, sevgilinin muradını kabul etmek, onun verdiğini almak ve ona razı olmaktır. Seven, hem sevgiliyi kırmamak, hem de ondan geldiği için, önemsiz bile olsa hediyeyi isteyerek alır, onu değerli görür. Allah’ı sevdiğini iddia eden biri nasıl olur da, ondan gelen bir nimeti reddedip 'istemiyorum' diyebilir? Üstelik, bu nimet küçümsenemeyecek cennet olduğu hâlde...

Şüphesiz ki, 'Vedûd' ismine mazhar gerçek evliyanın reisi Resul-i Ekrem (s.a.v.) ’dir. İbn Abbas’tan onun, bir gece, namazına kalktığı zaman şöyle dediği rivayet edilmiştir:

'Allahım! (...) Senden şahit, rükûa varan, secde eden, verdiği sözü yerine getiren mukarrabin (yakınlar) ile birlikte, vaid (ceza) gününde emniyeti; hulud (sonsuzluk) gününde cenneti istiyorum. Hiç şüphe yok ki, sen rahîmsin, vedûdsun (...) .'

Resulullah’ın, cenneti istemesinden hemen sonra, Cenab-ı Allah’ın 'Vedûd' ismini zikretmesi elbette boşuna değildir, bir anlamı vardır. Demek ki, kulun Allah’tan cenneti istemesiyle, yüce Allah’ın sevdiklerini cennetle ödüllendirmesi ve rahîm ve vedûd olması arasında bir bağ vardır. Said Nursî’nin evliyası ise, bu alâkayı tersine çevirmişler. Onlar, Resulullah’ın istediği cenneti istemiyorlar...

İbn Kayyım el-Cevziyye Medaricu’s-Salikîn adlı eserinde 'muhabbet' hakkında yapılmış tarifleri toplamıştır ki, onlardan birisi de şudur:

Muhabbet; senden gelen çok şeyi az görmen, sevgiliden gelen az şeyi çok görmendir. Bu söz, Ebu Yezid’in sözüdür. Bu da muhabbetin ahkâmından, icaplarından ve delillerindendir. Sadıkane seven, sevgilisine gücünün yettiği bütün şeyleri verse de, yine de az görür ve ondan hâya eder. Sevgilisinden en basit bir şey elde etse, onu çok ve büyük görür.

Yine muhabbet; gücü sarf etmek, sevgiliye itiraz etmemektir. Bu da muhabbetin haklarından, semerelerinden ve icaplarındandır.

İbn Kayyım, muhabbeti celbeden sebepleri de açıklar ki, biri de şudur:

Allah’ın iyiliğini, ihsanını, açık ve gizli nimetlerini müşahede etmektir. Çünkü, bütün bunlar onu sevmeye sebeptir.

Yüce Allah’ın sevgisini kazanabilmenin yolu, Resulüne uymaktan geçmektedir:

'De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahîmdir.'

'Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır.'

Hz. Peygamber (s.a.v.) ’den bırakın 'cenneti istemiyorum' gibi bir sözü, bunu ihsas edecek bile bir söz acaba sâdır olmuş mudur?

Allah’ın rızası ve muhabbeti ile cennetini ayırmaya çalışanlara, 'Allah’ın rızası ve muhabbeti bize yeter, cenneti istemiyoruz' gibi sözlerin sahiplerine, Allah’ın ayetlerini hatırlatacağız ve bu lüzumsuz sözlerin artık bitmesi için bir hadisi nakledeceğiz:

'(...) Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete davet ediyor. (...) '

Allah, davetine icabet etmeyenlere 'muhabbet-i İlâhiyyenin bir lem'a'sını olsun nasip eder mi?

'De ki: Bunlardan daha iyisini size söyleyeyim mi? Allah’tan korkanlar için Rableri katında altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. (...) '

'Allah buyurdu: 'Bu, sadıklara, doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür; onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.' Allah onlardan razı olmuştur; onlar da ondan razı olmuşlardır. İşte o büyük başarı budur.'

'Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rıza ve içinde sürekli kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler! '

'Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah tarafından bir rıza ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur.'

'Muhacirlerden ve ensardan (İslâm yolunda) yarışanlardan öncüleriyle, onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde daimî kalacakları, (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler vadetmiştir. İşte bu, en büyük kurtuluştur.'

'Ve onlar, Rablerinin yüzünü (rızasını) arzu ederek (nefsin gücüne giden şeylere) sabrederler; namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve açık olarak (hayır yoluna) harcarlar ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bu (dünya) yurdunun (güzel) sonucu onlarındır: (Onlar) Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlar da kendileriyle beraberdir. Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar: 'Sabretmenize karşılık selâm size, (bakın) dünya yurdunun sonu ne güzel! ' (derler) .'

'İnanıp iyi işler yapanlara gelince, onların konağı da Firdevs cennetleridir. Orada sürekli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.'

'(Her şeyi apaçık bir kitapta tespit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları mükâfatlandırsın. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızk vardır.'

'Muhammed, Allah’ın elçisidir. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah’ın lütfunu ve rızasını aradıklarını görürsün. (...) Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir.'

Ebu Said el-Hudrî’den, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlar:

'Şüphesiz ki, Allah cennetliklere diyecek ki:

-Ey cennet ehli! Onlar da:

-Lebbeyke Rabbenâ ve sa’deyk (buyur ey Rabbimiz, emrine hazırız) ! Hayır, senin elindedir, diye cevap verecekler. Bunun üzerine Allah:

-Razı oldunuz mu? diyecek. Onlar da:

-Neden razı olmayalım ya Rab! Mahlûkatından hiç birine vermediğini bize verdin, diyecekler. Allah:

-Size bundan daha faziletlisini vereyim mi? diyecek. Onlar:

-Ya Rabb! Hangi şey, bundan daha faziletli olabilir ki? mukabelesinde bulunacaklar. O da:

-Size rıdvanımı (rızamı) helâl kılıyorum, ondan (rızamdan) sonra size artık ebediyen gazap etmem, buyuracaktır.'



6.3.2. HZ. EBU BEKİR’E İSNAT EDİLEN BİR SÖZ

Eğer 'Bir kişiden başka herkes cehenneme gidecektir' dense, o kişi olmaktan korkarım. 'Bir kişiden başka herkes cennete girecek' dense, o kişi olmayı ümit ederim.
Hz. Ömer (r.a.)

Sıddık-ı Ekber (radiyallahü anh) demiştir ki: 'Cehennemde vücûdum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın.'

Ve Sıddîk-ı Ekber’in; 'Cehennemde vücudum büyüsün, tâ ehl-i imana yer bulunmasın' diye fedakârlıkta âzamî bir zerresini kazanmak fikriyle, biçare Saîd bütün ömründe tecerrüdü, istiğnâyı ihtiyar etmiş.

Sıddık-ı Ekber (R.A.) dediği gibi: 'Mü'minler cehenneme gitmemek için Allahtan isterim, benim vücudum cehennemde büyüsün ki, onların yerine azab çeksin' diye söylediği kudsî fedakârlığın (...)



Said Nursî, Sıddık-ı Ekber’e, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’e nispet ettiği bu sözlerin de ne isnadını ne de kaynağını vermiştir.

Bu söz, -Allah’ın korudukları müstesna- vaizlerin cami kürsülerinde, müelliflerin kitaplarında, Nur Risaleleri’ndekinden biraz farklı olarak şöyle nakledilmektedir:

(...) Bazı düşünmeyen kardeşlerimiz de Resulullah’ın ilk halifesi büyük veli Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’e -hâşâ- neler dedirtiyorlar (aynen alıyoruz) : 'Resulullah’ın hicranıyla ciğerleri parça parça olacak şekilde yanan ve Allah’ına: 'Ya Rabbi, yarın kıyamette benim vücudumu o derece büyüt ve sonra beni cehenneme at ki, ONU YALNIZ BEN DOLDURAYIM, başkasına yer kalmasın.' diye yalvaran (...) '

Yukarıdaki cümleleri nakleden merhum M. Said Çekmegil, şu açıklamayı yapıyor:

Bak. Süleymaniye’den Hitap, Ömer Öztop (Süleymaniye Camii Hatibi) , 5. baskı, s. 82. Kitapta kritiksiz verilen bu söz nereden alınmış diye baktıksa da, ciddî bir kaynağı bırakın, herhangi bir mehaza rastlayamadık. Gerçi, buna benzer bir fıkrayı, faydalandığımız eserler vermiş bir zat olan Osman Keskioğlu da, 1976 baskılı Kur'an Yolunda adlı kitabının 57. sayfasında da kaynaksız vermiş. Ama, bu sekran sözü, değil Sıddık-ı Azam’a, diğer sahabîlere de mal etmeye kalkışmamış. Burada misal olsun diye iki kaynak vermekle yetiniyoruz.

Said Nursî, bu sözü ehl-i imanla tahsis edilmiş olarak nakletmiştir; fakat yine de bu rivayet, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’e atılmış bir iftiradır. Zira, ilim ehli hiç kimse böyle bir sözü rivayet etmemiş, güvenilir kaynaklarda da böyle bir nakil yer almamıştır. Bu söz esasen, birçok yönden Kur'an’a ve Sünnete aykırıdır. Cenab-ı Hak, yukarıdaki gibi değil, aksine şöyle dua etmeyi emretmiştir:

'(...) İnsanlardan kimi 'Rabbimiz, bize dünyada ver! ' der; onun ahirette bir payı yoktur. Onlardan kimi de: 'Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver ve bizi ateş azabından koru! ' der. İşte onlara, kazandıklarından bir pay vardır. (...) '

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu duayı her zaman okurdu.

'Öyle kullar ki, 'Ey Rabbimiz! İman ettik, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru! ' derler.'

'(Akıl sahipleri) ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. 'Rabbimiz (derler) , bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabbimiz sen, kimi ateşe sokarsan, onu perişan edersin. Zalimlerin yardımcıları yoktur.''

'(Rahman’ın kulları) : 'Rabbimiz, cehennemin azabını bizden uzaklaştır, doğrusu onun azabı sürekli bir azaptır! ' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır! '

Hz. Ebu Bekir, Kur'an okurken Allah’ın azabının korkusundan gözleri yaşla dolardı. Cehenneme girmemek için bütün malını ve canını Allah için ortaya koymuştur. Nasıl olur da cehenneme girmeyi Allah’tan ister?

Allah Tealâ buyurmuştur ki:

'Sizi alev saçan ateşe karşı uyardım. Ona, hakkı yalanlayan ve ondan yüz çeviren şakilerden başkası girmez. Malını verip temizlenen, en müttakî olan kimse ise, o ateşten uzaklaştırılacaktır. Onun malını vermesi ise, yanındaki başkasına ait bir nimete karşılık olmak üzere değil, fakat yüce Rabbinin rızasını kazanmak içindir. Ve elbette o rızaya erecektir.'

Elmalılı, bu ayetlerin Hz. Ebu Bekir (r.a.) hakkında nazil olduğunu belirtir ve rivayetleri nakleder. Suyutî, Leyl suresi 17. ve 18. ayetlerin icmaen Ebu Bekir Sıddık hakkında indiğini söyler.

'Ateşten uzak tutulacağı' Kur'an’la sabit olan Hz. Ebu Bekir’e yukarıdaki sözlerin isnat edildiği Risale-i Nur’un, Said Nursî tarafından kerameti kendinden menkul bir tarzda, 'Kur'anın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatları semavîdir, Kur'anîdir' şeklindeki tavsifi, bu durumda bir hayal olmaktan öte geçemez.

Ehl-i zikir -şüphesiz Hz. Ebu Bekir de onlardandır- Allah Tealâ’dan cehennemi değil, bilâkis cenneti istemektedir.

Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

'Allah’ın bir sınıf melekleri yollarda, sokaklarda dolaşırlar; zikir ehlini ararlar. Onlar, Allah’ı anan bir cemaat bulunca birbirlerine:

-Aradığınıza geliniz, diye seslenirler.

Bunun üzerine melekler, zikir ehlini dünya semasına kadar kanatlarıyla tavaf edip, etrafını kuşatırlar. Rableri onları pek iyi bildiği hâlde, meleklere:

-Kullarım ne söylüyorlar? diye sorar. Onlar da:

-Seni tesbih ediyorlar, seni tekbir ediyorlar, sana hamd ve seni sena ediyorlar! diye cevap verirler. Sonra Allah:

-Bu kullarım beni görürler mi ki? diye sorar. Melekler:

-Hayır, vallahi onlar seni görmezler! derler. Allah:

-O kullarım ya beni görseler, nasıl olurlar? buyurur. Melekler:

-Onlar seni görseler, sana ibadet ve ubudiyetleri daha şiddetli, temcid ve tahmidleri daha çetin, tesbihleri daha çok olur, derler. Yüce Allah:

-Benden ne diliyorlar? diye sorar. Melekler:

-Cenneti istiyorlar! diye cevap verirler. Yüce Allah:

-Onlar cenneti görmüşler mi?

-Hayır, vallahi cenneti görmemişlerdir!

-Ya cenneti görselerdi?

-Eğer görselerdi, cennete karşı hevesleri daha çok, talepleri daha şiddetli, rağbetleri daha büyük olurdu. Allah:

-O kullarım neden istiaze ederler? Melekler:

-Cehennem ateşinden!

-Cehennemi gördüler mi?

-Hayır, vallahi görmediler.

-Ya görselerdi, nasıl olurlardı?

-Ondan daha çok kaçınırlardı, korkuları daha çok olurdu. Bunun üzerine yüce Allah, meleklere:

-Ey melekler, ben sizleri şahit kılıyorum ki, bu zikreden kullarımı mağfiret ettim! buyurur. (...)

Resulullah (s.a.v.) cehennem azabından Allah’a sığındığına göre, Hz. Ebu Bekir gibi bir zat nasıl olur da Peygamberinin sığındığı bir şeyi Allah’tan talep eder?

Resulullah’ın Allah’a sığındığı şeylerden bazılarını örnek verelim. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle dua ederdi:

'Allah’ım! Tembellikten, bunaklık derecesindeki ihtiyarlıktan, günahtan, korkaklıktan, kabir fitnesi (suali) nden ve kabir azabından, ateş fitnesinden ve ateş azabından, zenginlik gururunun şerrinden sana sığınırım. Fakirlik fitnesinden de sana sığınırım, Mesih Deccal’ın fitnesinden de sana sığınırım. (...) '

Biri kalkar da Hz. Ebu Bekir’in yüce Allah’tan tembelliği, bunaklık derecesinde ihtiyarlığı (...) istediğini söylerse, bunun yalan olduğu nasıl aşikâr, bu isteklerin Hz. Ebu Bekir’e isnadı nasıl mümkün değilse; işte aynen Nur Risaleleri’ndeki isnat da böyle yalandır, mümkün değildir.

Güya Ebu Bekir Sıddık, bunu insanlara olan merhametinden söylemiş. Eğer cehenneme girene merhamet edilecekse, Allah Erhamur-Râhimîndir: merhametlilerin en merhametlisidir, Allah onlara merhamet ederdi.

Bir Müslüman olarak, mutlak merhametin ancak rahîm olan Allah’a mahsus olduğunun bilinmesi de gerekir. Aynı zamanda iyi insanlara merhameten onların hak arzularını tatmin edecek olan, kötülüklerin cezalandırılması 'Adil-i mutlak'ın rahmetinin tabiîliklerinden, 'Sünnetullah'ın belirmesidir.

Bütün bu tabiîliklerin bir kısmı, bazı zaaflarla rahatsızlıklara uğramış insanlara dokunur görünmesi normaldir. Onların kendi kendilerini tanımadıkları ise ayrı bir derttir. Dikkat edilirse bunlar, cezalandırılmasını hoş karşılamadıkları bazı suçların bizzat kendilerine karşı işlenmiş olduğu zamanlarda nasıl şahlanırlar; nasıl şiddet taraftarı olurlar. Öyle ki, yaratıcının suçlar için vazettiği hükümleri bile az bulurlar; olanca hınçlarıyla ağır cezalar isterler. Görüleceği gibi, haksızlık kendilerine karşı olduğu zaman, tahrik sebeplerini bile düşünmeden, acımasız cezalar isteyen bu kendilerini merhametli zanneden zalimlerin psikolojisine bir tetkikimizde dokunmuştum. Derinlerine inersek, zaaflarını merhamet sanan bu haksızlar, müstahak olan zalim caniler için Allah’ın mahkûm kıldığı cezalılardan ziyade, kendilerinin de bu cezalara istihkak kesbede ede yaşadıklarını hissetmelerinden rahatsızdırlar. (...)

Aslında müminler, kötü kimselerin zalimane cinayetlerinin cezasız kalmasından rahatsız olurlar. Onun için iyiler, iyilik isteyenler müsterih (gönlü rahat) olsunlar diye, Rahman ve Rahîm olan, kesin adaletin Hâkim-i Mutlak’ı teminat veriyor (...) .

Ve buyuruyor ki:

'Hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse, onu taşımak için (başkalarını çağırsa) , onun yükünden hiçbir şey (alınıp) taşınmaz; akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz) . Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Manen temizlenip yücelen, kendi yararına temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır (Allah, herkese yaptığının karşılığını verir) . Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölgeyle hararet, dirilerle ölüler bir olmaz. (...)

Görüldüğü gibi, Hz. Ebu Bekir’e isnat edilen bu uydurma, İslâm’ın en temel ilkelerinden olan 'günahın şahsîliği' ilkesinin dibine dinamit yerleştirmektedir.

'Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa (Allah’ın azabından) korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız? '

'Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini inanıp iyi ameller işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar! '

'Biz, Müslümanları o suçlularla bir tutar mıyız hiç, neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz (öyle) ? '

Elbette, rahîm olan Allah’ın ehl-i imana merhameti, hiç kimseninkiyle kıyaslanamaz. Aslında bunlar, her Müslümanın bildiği/bilmesi gereken şeylerdir.

Bu rivayeti uyduranların Hristiyanlıktan etkilendikleri aşikârdır. Nitekim, Hristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrının, bütün insanların günahlarına kefaret olmak üzere, onların affı için insan (İsa Mesih) şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir inancıdır.

Hristiyanlar, Âdem evlâdından her insanda, onun işlediği 'ilk günah'tan bir pay olduğuna; peygamberlerin bile doğuştan günahkâr olduklarına inanırlar. (...) Onlar, İsa Mesih’in, lânete müstahak olanların günahlarını yüklenmek için haça gerilmeyi kabul ettiğini söylerler. (...)

Böylece 'Tanrının tecessüdü (Tanrının İsa’da bedenleşmesi) ' telâkkisine varırlar.

İşte bizimkiler de, 'Hz. İsa’nın kendini feda edip çarmıha gerilerek bütün insanlığın kefaretini ödediği' inancına mukabil; bu ümmetin Sıddık’ına 'Allah’ım, bedenimi öyle büyüt, öyle büyüt ki, tüm cehennemi kaplasın! Ta ki, benden başka hiçbir insana yer kalmasın! ' duasını nispet ettiler. Böylece bir taşla iki kuş vuracaklardı. Birincisi; bu ümmetin Kitabında 'cehennemden Allah’a sığınma, onun azabından korkma' ile ilgili öyle ayetler, Resulünün Sünnetinde öyle hadisler vardı ki, bu sözü Hz. Peygamber’e nispet edemezlerdi. (Hâlbuki, tüm ehl-i imanın suçu-günahı için yanacak birisi varsa, onun Peygamber olması gerekmez mi? İlk muhatap varken, sonrakine ne oluyor? ...) İkincisi; bu uydurma sözle Hristiyanlara şöyle bir gönderme yaptılar: 'Siz, Hz. İsa’nın bütün insanlık için kendisini feda ettiğini söylüyorsunuz. Oysa, bizim bırakın Peygamberimizi, Sıddık’ımız bile -hem de haça gerilip can vermek gibi kısa süreli değil- cehennemde ebedî yanmak suretiyle kendini fedaya hazırdır! '

Hz. Peygamber (s.a.v.) , ümmetini Hz. Ebu Bekir’den de fazla düşünürdü, onların iyiliğini isterdi.

'Size kendi içinizden, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, müminlere karşı müşfik, merhametli bir Peygamber gönderilmiştir.'

İşte o Peygamber, rauf ve rahîm olmasına rağmen şöyle demiştir:

'Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Allah’ın azabından satın alınız. Ben, Allah’ın azabından hiçbir şeyi sizden men edemem. Ey Abde Menafoğulları, sizden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi def edemem. Ey Abbas b. Abdülmuttalib, senden de Allah’ın azabından hiçbir parça men edemem. Ey Allah’ın Elçisinin halası Safiye, senden Allah’ın azabından bir kısmını olsun def edemem. Ey Muhammed’in kızı Fatıma, malımdan ne dilersen iste (veririm, fakat) Allah’ın azabından bir parçayı bile senden savamam.'

Ve ona hitaben buyurulmuştur ki:

'Hakkında azap sözü gerçekleşmiş olanı, ateşte bulunan kimseyi sen mi kurtaracaksın? '

Hz. Peygamber, ehl-i iman için dua ve istiğfar etmiştir. Hatta, en önemli duasını ümmeti için saklamıştır:

Resulullah (s.a.v.) :

'Her peygamberin dua ede geldiği (makbul) bir duası vardır. Ben o duamı, ahirette şefaat etmek için saklamak istiyorum.'

'Her peygamberin bir duası vardır; onunla dua etti de, duası kabul olundu. Bense duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için ayırdım.' buyurmuştur.

Yüce Allah, o günü şöyle haber vermektedir:

'Ey insanlar, Rabbinizden korkun ve babanın, çocuğu(nun yaptığı) ndan ceza görmeyeceği, çocuğunun da babası(nın yaptığı) ndan ceza görmeyeceği bir günden çekinin. (...) '

'(O gün) dost dostun hâlini sormaz. Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdine düştüğünden başkasıyla ilgilenmez) . Suçlu ister ki, o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin; oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini (versin) de, tek kendisini kurtarsın.'

'İşte o gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün, onlardan her kişinin, kendisine yeter derecede işi vardır.'

Adil-i Mutlak olan yüce Allah, buyurmuştur ki:

'Zina eden kadına ve zina eden erkeğe, bunlardan her birine yüzer değnek vurun! Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini hususunda onlara karşı acıma duygusu sizi engellemesin. Müminlerden bir topluluk da bunların cezalandırılmasına şahit olsun! '

(Acıma duygusu) Re'fet, rikkat-i kalp ve merhamet demektir.

Allah; kullarını, dini konusunda onlara acımaktan, yani cezayı uygulamamaktan men etmiştir. Çünkü yüce Allah, şefkat ve merhametiyle birlikte onlara bu cezayı koymuştur. O, merhametlilerin en merhametlisi olduğu hâlde, rahmeti onu bu cezayı vermekten engellememişse, kalbinize doğan şefkat duygusu de sizi bu cezayı uygulamaktan alıkoymasın.

Merhamet ve şefkat ancak, insan kendi tabiatı ile, evlâ olanın o cezaların yerine getirilmemesi olduğuna hükmetmesi hâlinde meydana gelir ki, bu durumda böyle bir kimse dini inkâr etmiş ve imandan çıkmış olur. Nitekim, hadiste şöyle varit olmuştur: 'Şer'î cezadan bir kamçı noksan yapan bir yönetici, bu işi yapan kişi huzura çıkarılır ve ona, 'Bunu niçin yaptın? ' denilir. O da, bunun üzerine, 'Senin kullarına olan merhametimden dolayı' cevabını verir. Bunun üzerine ona, 'Sen, onlara benden daha mı merhametlisin? ' denilir ve cehenneme atılması emredilir. Yine, şer'î cezada bir kamçı fazla vuran kimse de huzur-u ilâhîye getirilir ve ona da, 'Bunu niçin yaptın? ' denilir. O da, 'Sana isyandan vazgeçsinler diye' cevabını verince, Cenab-ı Hak, 'Sen bu hususta, benden daha mı adil ve hakîmsin? ' der, onun da cehenneme atılmasını emreder.'

Şirkin ve küfrün zinadan daha şeni, daha büyük bir günah olduğunda şüphe yoktur. Zina cezasının uygulanmasında zinakârlara duyulan merhametin durumu böyleyse, doğrudan Allah’ın zatına karşı işlenen şirk ve küfür cürmünün cezası olarak bunu irtikap edenlerin cehenneme atılmalarında duyulacak şefkatin durumu nasıl olur? ... Üstelik, ayette cezanın uygulanmamasına kadar varacak olan merhamet men edilmişken, Ebu Bekir’in merhameti -hâşâ-, bununla da yetinmemekte, kâfirlere, müşriklere, mücrimlere verilen cezayı bir de üstlenmektedir! ...

Kur'an, Hâbil’in kendisini öldürmeye azmeden kardeşinin cezasını üstlenip onun yerine yanmayı istemesi bir yana, şöyle dediğini haber veriyor:

'Ben isterim ki sen, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın! Zalimlerin cezası işte budur.'

Ayrıca bu söz, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’in cennetlik olduğunu bildiren sahih hadislere de aykırıdır:

Ebu Musa (r.a.) , Medine bahçelerinden bir bahçe içinde Peygamber (s.a.v.) ’le beraber bulunuyordu. Oradaki kuyunun başında otururlarken, Peygamber’in elinde bir değnek vardı. Peygamber, bu değnekle su ile çamur arasına vurup düşünüyordu. Bu sırada bahçenin kapısına bir adam geldi de, içeriye girmek için kapının açılmasını istedi. Peygamber, Ebu Musa’ya:

'Kapıyı aç ve o geleni cennetle müjdele! ' buyurdu. Ebu Musa dedi ki:

'Ben gidip gördüm ki, o Ebu Bekir’dir. Hemen kapıyı açtım ve kendisini cennetle müjdeledim. (...) '

Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Ben, Resulullah (s.a.v.) ’ın şöyle buyurduğunu işittim:

-Allah yolunda bir şeyden çift (malından iki sığır, iki koyun, iki dirhem) infak eden, kapılardan, yani cennet kapılarından 'Ey Allah’ın kulu! Bu kapı hayırlıdır! ' diye davet edilir. Devamlı namaz kılan da (cennetin) namaz kapısından davet edilir. Cihat ehlinden olan, cihat kapısından; sadaka verenlerden olan, sadaka kapısından davet edilir. Kişi, oruç tutanlardan ise, oruç kapısından ve Reyyan kapısından davet edilir.

Ebu Bekir (r.a.) :

-Ey Allah’ın Elçisi, bu kapıların hepsinden davet edilen kişiye (bir kapıdan girmesi, diğer kapıları terk etmesinden dolayı) bir zarar var mıdır? Bir kimse, bu kapıların hepsinden davet edilir mi? diye sordu. Resulullah:

-Evet, hepsinden davet olunur ve senin onlardan olacağını ümit ediyorum ey Ebu Bekir! dedi.

Cennetin sadece tek kapısından değil, bütün kapılarından çağrılmayı hedefleyen Hz. Ebu Bekir mi bu uyduruk sözü söylemiş? ...

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

'Allah, (kullarını) esenlik evi (cennet) ne çağırır. (...) '

Hz. Ebu Bekir, Allah’ın davetine icabet etmeyenlerden olamaz. Yukarıda nakledilen bühtandan da berîdir.

Hiçbir kritik endişeye düşmeden; üstelik avamî teveccühlerle mesrur görünen kimselere sorabilsek de, desek ki:

-Lütfen cevap verir misiniz kardeşim; Allah mı daha merhametlidir, kulları mı? diye sorsak, hüsnüzan ederiz ki:

-Allah daha rahîmdir, diyecek. Tekraren sorsak:

-Kimse kimsenin yerine cehenneme gitmeyeceğini haber veren ayet-i kerimeyi siz mi daha iyi anlarsınız, büyük sahabîler mi? Yine zannederiz ki:

-Ashap, Kur'an’ın emin mualliminden İslâm’ı bizzat tahsil etmişlerdir. Elbette ki, onların fıkhı katıksız ve daha nettir, diyebileceklerdir. Yine:

-Yukarıda meallerini verdiğimiz beyyinelerde görüldüğü gibi; cehennemi hak etmiş şaki ve acımasız işkence veren zalimlerin mutlaka cezalarını çekeceklerini, Allah’ın rahmetinden kovulacak kadar kötü caniler olduğu haberine sen mi daha yakınsın, yoksa Resulullah’ın en yakın arkadaşı, ilk mümini mi?

-Şüphesiz ki, o Sıddık-ı Azam... diyebilir.

-O hâlde, aklını yitirmeden, müthiş bir zaafı merhamet zannedecek kadar dikkatsizleşmeden, hiçbir Müslüman, 'zalimler için hazırlanan cehennemi ben doldurayım da hiçbir kimse orada ceza görmesin' diyebilir mi?

-Elbette, böylesine hissî, nekrî duygulanışları, düşünce ibadetinden uzaklaşmayan müminlere, hem de 'cennetin de hak, cehennemin de hak' olduğuna iman etmiş Müslümana böylesine zaafları yakıştıramayız, diyeceğini umarız.

Peki, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’in böyle bir istekle takdim edilmesi, ona böylesine sekirli görülen bir sözün yakıştırılması günah değil midir?

Sadece iman ehlinin kurtulması için dahi olsa, edilen bu duanın kabulü; hem Hz. Peygamber’in, ahiret hayatı ile ilgili olarak verdiği birçok haberde yalancı çıkması, hem de bu haberlerin iptali anlamına gelir. Şöyle ki:

Enes b. Malik (r.a.) dedi ki: Peygamber (s.a.v.) :

'Bir kavim, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra simaları kırmızımsı siyah bir renkte cehennemden çıkacaklar ve cennete girecekler de, cennet ehli bunlara 'cehennemlikler' diye isim vereceklerdir.' buyurdu.

Ebu Said el-Hudrî (r.a.) şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

'Allah, cennetlikleri cennete koyar, dileyeceği kimseleri rahmetiyle cennete katar, ateşlikleri de ateşe katar. Sonra: 'Bakınız, kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kimi bulursanız onu ateşten çıkarınız! ' buyurur. Bunun üzerine, böyleleri cehennemden kömür gibi yanmış oldukları hâlde çıkarılırlar da, Hayat Nehri ya da Hayâ Nehri’ne atılırlar ve onlar sel uğrağında kalan yabanî reyhan tohumlarının bittiği gibi orada sür'atle biterler. Sizler onu görmediniz mi? Nasıl sapsarı olarak ve salınarak sürer? '

Abdullah ibn Mesud (r.a.) şöyle dedi: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

'Ben, ateş ehlinin cehennemden son çıkacak ve cennet ehlinin cennete son girecek olanını biliyorum. Bu kişi, cehennemden emekliye emekliye çıkar. Allah Tebareke ve Tealâ ona:

-Git, cennete gir! buyurur. O, cennete varır, cennet ona dopdolu gibi gelir (herkes kendine ait yerlerini almış, açık bir yer kalmamıştır) . Dönüp;

-Ya Rab, ben cenneti dopdolu buldum, der. Allah Tebareke ve Tealâ ona yine:

-Git, cennete gir! buyurur. O, cennete varır. Cennet ona yine dopdolu gibi gelir. Dönüp;

-Ya Rab, ben cenneti dopdolu buldum, der. Allah ona:

-Git, cennete gir, dünya kadar ve dünyanın on misli kadar yer senindir -yahut dünyanın on misli senindir! - buyurur. O kul:

-Sen, yegâne melik olduğun hâlde, benimle alay mı ediyorsun -yahut bana gülüyor musun-? der.'

Ravi der ki: 'Vallahi, o bîçare, bu ilâhî vaadi istihzaya hamlettiğinden dolayı, Resulullah’ın arka dişleri görünecek şekilde güldüğünü gördüm. (Ashap arasında) cennet ehlinin en aşağı menzil sahibi işte bu kimsedir, denirdi.'

Konumuz olan dua, kabul edilmesi bir yana, kabul olunmayacağı aşikâr olduğundan Allah’a sığınılması gereken bir duadır. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

'Allah’ım, (...) kabul olunmayan duadan sana sığınırım.'

Konuyu bir de Hz. Ebu Bekir’in sıddıklığı açısından inceleyelim:

Allah Tealâ buyurmuştur ki:

'(...) İşte bugün, sadıklara sıdk (doğruluk) larının fayda sağlayacağı gündür. Onlar için içinde ebedî kalacakları, (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan. İşte, büyük kurtuluş ve mutluluk budur.'

Abdullah b. Mesud (r.a.) , Peygamberimizin şöyle buyurduğunu tahdis etmiştir:

'Sıdk (doğruluk): (insanı) birre (halis iyiliğe, itaate) götürür. İnsan doğruluk ede ede nihayet 'sıddık' olur. Yalancılık ise, fücura (günaha dalmaya): fücur da ateşe götürür. İnsan, yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında 'kezzâb' (çok yalancı) olarak yazılır.'

Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:

'İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyarıp korkut ve iman edenlere de, kendileri için Rableri katında 'kadem-i sıdk' (gerçek bir makam) olduğunu müjdele! ' diye vahyetmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi? (...) '

'Kadem-i sıdk', cennet olarak açıklanmıştır. 'Resulullah' veya 'salih ameller'dir de denmiştir. Kademin aslı; takdim ettikleri şey, kıyamet gününde karşılaşacakları şey demektir. Onlar amellerini ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ’e olan imanlarını sunarlar. Ve bunun karşılığı olan cennetle karşılanırlar. Bunu bu mana ile tefsir eden, karşılaşacakları şeyi kasteder. 'Ameller ve Peygamber' diye açıklayanlar, onların, onları takdim etmelerini kastetmiştir. Bu üçü de kadem-i sıdktır.

Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır:

'Hiç şüphesiz muttakiler, cennetlerde ve ırmak (kenarların) dadırlar. Kudret sahibi Melik’in katında 'mak'ad-i sıdk' (hoşnut olunacak, doğruluk makamın) dadırlar.'

'Mak'ad-i sıdk', Rab Tealâ’nın nezdindeki cennettir.

Bütün bunların sıdk ile nitelenmesi; sabit olmasını ve istikrarını, hak olduğunu, devamını, faydasını ve lütfunun kemalini gerektirir. Çünkü o, Hak Tealâ ile birliktedir. Onun yardımı ile onun için vardır. O, doğrudur, yalan değil; haktır, batıl değil; daimdir, zail değil; faydalıdır, zararlı değil. Batılın ve batılla ilgili şeylerin ona ne yolu vardır ve ne de girişi...

Sıddık-ı Ekber’i 'kadem-i sıdk' ve 'mak'ad-i sıdk'tan ayırıp, 'mak'ad-i nâr'a lâyık görenler ne söylediklerinin farkında mıdırlar?

Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’e nispet edilen bu söz, Hz. Ömer (r.a.) ’in incelememizin başında naklettiğimiz güzel ifadesiyle özetlenen ve müminlerin özelliklerinden olan 'havf ve reca dengesi'ni de bozmakta, altüst etmektedir. Bu denge hakkında İmam İbn Kayyım der ki:

Aslında, Allah’a doğru sülûk eden kalp, bir kuş gibidir. Muhabbet onun başı, korku ve ümit (havf ve reca) de kanatlarıdır. Ne zaman baş ve kanatlar sağlam olursa, kuş iyi uçar. Baş koparılacak olsa, kuş ölür. Kanatları kırıldığı zaman ise, her türlü avcıya hedef olur. (...)

Ebu Abdullah b. Fütuh el-Humeydî’nin uzunca kasidesinden bir-iki mısra aktararak konuyu noktalayalım:

Ben senin görüşünü, bana şahitlik edecek olan ayet ve hadis ordusu ile çürütmeye geliyorum. (...) Bu kadar gerçek bilgiye (ve ittifaka) kim sapık düşüncelerle karşı koymaya çalışırsa, o hem inatçıdır, hem de şüphe yaymak isteyen bir kişidir. Fakat, apaçık doğru yol ve ona insanı götüren kılavuz gelince, artık sapıklığın ortada kalması mümkün olmaz. (...)



6.3.3. SAİD NURSÎ CEHENNEME ATILMAYA HAZIR!

Rabbim, beni nimet cennetinin vârislerinden kıl!
Hz. İbrahim (a.s.)

(...) bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fânî makâmatımı, belki -Lüzum olsa- âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâkî mertebelerini fedâ etmeği; hattâ cehennemden bazı bîçâre ehl-i îmanları kurtarmağa vesile olmak için -lüzum olsa- cenneti bırakıp cehenneme girmeği kabul ettiğimi hakîkî kardeşlerim bildikleri gibi (...)

Mü'minin imanını kurtarmak için Cehennem’e atılmaya hazırım.

Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.

Bu hizmete, yâni ehl-i îmanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmağa, lüzum olsa, dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennete girmeleri için, Cehennemi kabûl ederim.

(...) Kur'ân-ı Hakim’in hakikatına, değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim.

Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de.



Said Nursî’nin bu sözleri, Hz. Ebu Bekir’e isnat edilen uydurma haberle alâkadardır. Bu kudsî fedakârlığı (!) o da göstermiştir.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) ’e nisbet edilen sözün kritiği bir önceki bölümde yapılmıştı. Bu kez ise nakiller uydurma değil, gerçekten sahibine aittir.

Bir kimse 'ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak, ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmak, Kur'ân-ı Hakim’in hakikatı' için ahiret hayatını neden feda eder? Aşk olsun bunu anlayana! Daha da anlaşılmazı, ahiret hayatının nasıl, hangi biçimde feda edilişidir? Gerçi Said Nursî, bazen bu cümlelerini 'lüzum olsa' şeklinde kayıtlamıştır; ama bu bile, haddizatında lüzumsuz ve boş bir sözdür. Yüce Allah, yukarıda anılan hizmetler karşılığında, ahiret hayatının feda edilmesini mi istemiştir? Yoksa:

''Rabbimiz, biz, 'Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle birlikte al! Rabbimiz, bize, elçilerine vadettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil, perişan etme! Zira, sen verdiğin sözden caymazsın.' Rableri onlara karşılık verdi: 'Ben, sizden erkek ve kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette, onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına) Allah katında bir karşılık olarak (onlara bu nimetleri vereceğim) . Karşılıkların en güzeli, Allah katındadır.''

Allah’ın bize örnek gösterdiği mümin şöyle demiştir:

'(...) 'Ey kavmim, elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de hep ona döndürüleceksiniz. Ondan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer o çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben, sizin Rabbinize inandım, (gelin) beni dinleyin! ' Ona: 'Cennete gir' denilince dedi ki: 'Keşke, kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını...''

'Malını verip temizlenen, günahlardan da en çok sakınan kimse ateşten uzak tutulur. Onun malını vermesi; yanındaki başkasına ait bir nimete (borca, minnete) karşılık olmak üzere değil, fakat yüce Rabbinin rızasını kazanmak içindir. Yakında kendisi de (Allah’ın vereceği nimetlerden) razı olacaktır.'

Şüphesiz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların inanmalarını, ehl-i imanın kurtulmasını, bizden ve Said Nursî’den çok daha fazla istemiştir. Ama, ondan böylesi sözler asla sâdır olmamıştır.

Yüce Allah, Resulüne hitaben şöyle buyurmuştur:

'Herhâlde sen, inanmıyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin.'

'Herhâlde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helâk edeceksin.'

'(...) Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğine de hidayet eder. Bundan dolayı nefsin onların üzüntüsüyle harap olup gitmesin. (...) '

Allah Tealâ, Resulünü ayet-i kerimelerle teselli etmiştir:

'Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin.'

'(Ey Muhammed) onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. Sadaka olarak sarf ettiğiniz her şey, sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için sarf edersiniz. Sadaka olarak her ne sarf etmişseniz, haksızlığa uğratılmaksızın aynen size verilecektir.'

'(...) Sen ancak kendinden sorumlu tutulacaksın. İman edenleri de teşvik et! (...) '

Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:

'Düşmanla karşılaşma (savaşma) yı temenni etmeyiniz. Fakat, (harp felâketinden, dünya ve ahiret çetinliklerinden ve belâlarından koruması için) Allah’tan afiyet isteyiniz! '

Görüldüğü gibi Resulullah, Allah’tan afiyet ve selâmet istememizi emretmiştir; musibetlerin en büyüğü olan cehennemi değil...

'Şükrettiğiniz ve iman da ettiğiniz takdirde, Allah size neden azap etsin? Allah, şükredenlerin mükâfatını veren, her şeyi hakkıyla bilendir.'

Said Nursî ise şöyle diyor:

Sonra, ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.

İslâm için, İslâm ümmeti için bin Said olsun, bizim gibi bin değil yüz bin kişi feda olsun tamam; ama öteki sözler niye, ne gerek var bunlara?

'Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! '

'Çalışanlar bunun (azaba uğratılmamak, nimet cennetlerine kavuşmak) için çalışsınlar! '

'(...) İşte yarışanlar bunun (cennet nimetleri) için yarışsınlar! '

'Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği gök ve yerin genişliği gibi olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanan cennete kavuşmak için yarışın! (...) '

Allah Azze ve Celle, Said Nursî’nin gözünde sevdası olmayan cenneti şöyle tanıtıp haber vermektedir:

'İnanıp iyi işler yapanları da altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada ebedî kalacaklardır. Orada kendilerine tertemiz eşler de vardır ve onları eşsiz bir gölgeye sokacağız.'

'(...) Adn cennetlerinde olanlar, altın bilezik ve incilerle süslenirler. Oradaki elbiseleri de ipektir. Derler ki: 'Korkuyu bizden gideren Allah’a hamdolsun. Şüphe yoktur ki, Rabbimiz çok bağışlayıcıdır, çok ihsan edicidir. Çünkü, lütfu ile bizi temelli kalınacak olan cennete yerleştirecek olan odur. Bize orada ne bir yorgunluk dokunur, ne de bir usanç gelir! ''

'O gün cennet halkı, bir iş içinde eğlenirler. Kendileri ve eşleri, gölgelerde, koltuklara yaslanmışlardır. Orada onlar için meyveler vardır; onlar için istedikleri her şey vardır. Bir de çok merhametli olan Rab’dan sözlü 'selâm'. Bugün müminlerden ayrılın ey mücrimler! '

'Allah’ın taatinde öne geçenler, onun rahmetinde de önde olanlardır. İşte bunlar, nimet cennetlerinde Rableri katında gözde olanlardır. Bunların çoğu evvelkilerden, azı da sonrakilerden olup, mücevherlerle örülmüş sedirler üzerinde karşılıklı yaslanmışlardır. Ölümsüzlüğe erişmiş gençler; baş ağrısı vermeyen şarap kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler, beğenecekleri meyveler ve arzu ettikleri kuş etleriyle çevrelerinde dolaşırlar. Dünyada iken işlemiş oldukları iyi amellerine mükâfat olmak üzere, saklı kalmış inciler gibi iri gözlü huriler onlarındır. Orada 'selâm, selâm' sözünden başka ne boş ve ne de günaha sokacak bir söz işitirler. O meymenetli olanlar, ne mutludur o meymenetliler... Onlar, dikensiz sedir ağaçlarının, dalları meyvelerle dolu muz ağaçlarının, uzamış gölgelerin, akıp duran suların, arkası kesilmeyen ve yasaklanmayan pek çok meyvenin bulunduğu cennetlerde, yükseltilmiş döşeklerdedirler. Biz, oradaki kadınları meymenetliler için yeniden hazırladık. Onları bakire ve eşlerine sevgiyle bağlı yaşıtlar kıldık.'

'İyiler ise, karışımı kâfur olan bir tastan içerler. O kâfur, bir pınardır ki, onu, diledikleri yere fışkırtıp akıtan Allah’ın kulları içerler. Kendilerine vacip kıldıkları adağı yerine getirirler; kötülüğü yaygınlaşmış olan bir günden korkarlar. İçlerinin çekmesine rağmen, yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler. 'Biz, sizi sırf Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz. Biz, yüzleri asıklaştıracak olan bir günde Rabbimizden korkarız' derler. Allah da, onları bu günün şerrinden korur ve yüzlerine parlaklık, kalplerine de neş'e verir. Sabretmiş olmaları dolayısıyla onları, cennet ve ipekle mükâfatlandırır. Cennette sedirlere yaslanmış olarak, ne yakıcı güneş görürler, ne de dondurucu soğuk... Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine yaklaşmış, meyvelerini toplamak kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüşten kaplar ve billûr kâseler dolaştırılır. Gümüşten yapılmış gibi billûrlar ki, onları ölçülü bir şekilde dolaştırırlar. Orada, karışımı zencebil olan bir kâseden içirilirler. O da cennette bir pınardır ki, ona 'selsebil' denir. Çevrelerinde ebedîleşmiş gençler dolaşırlar; onları gördüğün zaman saçılmış inci sanırsın. Zaten, cennette nereye baksan bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Üzerinde, yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir. Onlara denir ki: İşte bu, sizin mükâfatınızdır. Dünyadaki çalışmalarınız şükre değer bulunmuştur.'

'Orada ebedîdirler; kalınacak ne güzel bir yer ve makam! '

'Yüzler vardır, o gün pırıl pırıl... Dünyadaki amelleri dolayısıyla hoşnuttur. Cennette yüksek derecelerdedir. Orada boş söz işitmezler.'

'Rableri onlara, kendi katından bir rahmet, bir hoşnutluk ve içinde tükenmeyecek nimetler bulunan cennetler müjdelemektedir. Orada daimî ve ebedîdirler. Şüphesiz, en büyük mükâfat Allah katındadır.'

'Allah’tan korkanlara vadolunan ve içinde tadı ve kokusu değişmeyen sudan, tadı bozulmayan sütten, içenlere lezzet veren şaraptan ve süzme baldan ırmaklar, her çeşit meyveler ve Rablerinden bir de mağfiret bulunan cennetteki bir kimse; ateşte daimî olan, kaynar su içirilip de bağırsakları parça parça dökülen kimse gibi midir? '

'Rabbinin makamından korkanlara da iki cennet vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisi de çeşit çeşit ağaçlara ve meyvelere sahiptir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her iki cennette de akıp giden iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de her çeşit meyveden çift çift vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Astarları atlastan yataklara dayanırlar. Her iki cennetin de toplanacak meyveleri çok yakındır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O cennetlerde bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, onlardan önce hiçbir insanın ve cinin dokunmadığı kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Sanki onlar yakut ve mercan gibidirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İyiliğin karşılığı yalnız iyiliktir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Hem de bu iki cennet koyu yeşildirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinden de fışkıran iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de çeşit çeşit meyveler, hurma ve nar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de iyi huylu güzel kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O kadınlar ceylan gözlü olup, çadırlara hasredilmişlerdir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Onlara daha önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Cennette yeşil yastıklara ve son derece güzel döşeklere dayanırlar. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? '

Yüce Rabbimizin, özellik ve nimetlerini bildirdiği cennet, hiçbir şekilde ve surette, hiç kimse için zindan olamaz. Yeryüzünde ne olursa olsun, cenneti 'zindan' diye vasıflandırmaya kimsenin hakkı yoktur. Cennet her durumda, içinde olan herkes için 'zindan' olmaktan münezzehtir.

Şimdi de Said Nursî’nin gözünde korkusu olmayan cehennemle ilgili ayetlerden birkaçını okuyalım:

'(...) Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının! '

'Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının! '

'Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun! (...) '

'Üç dallı bir gölgeye gidin. O ki, ne gölgelendirir ne de alevden korur. O, kütük gibi kıvılcımlar saçar. (Saçtığı) kıvılcım, sanki develer gibi sapsarıdır.'

'(...) Biz, zaten cehennemi kâfirler için zindan yaptık.'

'(...) Biz, zalimler için, alevi kendilerini kuşatacak olan bir ateş hazırladık. Eğer yardım isterlerse, yüzleri kızartan erimiş maden gibi bir su ile yardım olunurlar. (O su) ne kötü bir içecek ve (o ateş) ne kötü bir dayanaktır.'

'Hayır! O (ateş) , alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur, soyar.'

'Oraya (cehenneme) atıldıkları zaman, kaynar hâldeki uğultusunu işitirler. Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. (...) '

'Biz, zakkum ağacını zalimlere ahiret azabı yaptık. O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir. İşte cehennemdekiler, onun bu meyvelerinden yerler ve karınlarını onunla doldururlar. Sonra onlar için, bunun üzerine kaynar su ile karıştırılmış bir içecek vardır.'

'Onlar cehenneme gireceklerdir. Ne kötü bir yataktır orası. İşte azap bu; öyle ise onu tatsınlar. Kaynar su ve irin... Ve bunun benzeri başka cinsten azap! '

'Onlar, insanın içine işleyen bir sıcağın ve kaynar suyun içinde, soğukluğu ve hoşluğu olmayan kapkara bir dumanın gölgesindedirler.'

'(...) Başlarının üzerinden de kaynar su dökülür. Bu su ile karınlarındaki şeyler ve deriler eritilir. Onlar için demirden kırbaçlar vardır. Oradan, uğradıkları o şiddetli üzüntüden her çıkmak isteyişlerinde, oraya tekrar döndürülürler ve onlara 'Tadın yangın azabını! ' denir.'

Cehennemde yanmaya razı olup, vücudu yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını iddia edene şu ayet-i kerimeleri hatırlatmaktan başka ne yapılabilir:

'Hutame’nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, gönüllerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.'

Milletimizin imanını her mümin selâmette görmek ister; fakat hiçbir mümin nefsi için cehenneme razı da olmamalıdır. Hele, orada yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını asla zan ve iddia etmemelidir.

Ayakta, oturarak ve yatarak Allah’ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkürde bulunan akıl sahipleri ise şöyle derler:

'(...) Rabbimiz, Seni tenzih ederiz; bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz sen, ateşe attığını hor ve aşağılık kılmışsındır.'

Cennet ve cehennem hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.) ’den birçok hadis rivayet edilmiştir. Biz, onlardan sadece birini nakledeceğiz:

Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

'Allah, cennet ve cehennemi yaratınca Cibril’i (a.s.) cennete göndererek:

-Cennete ve orada cennetlikler için hazırladıklarıma bak! buyurdu. Cibril, gidip döndükten sonra:

-İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, cenneti işiten herkes mutlaka oraya girmek ister, dedi. Allah’ın emri ile cennet, nefse ağır gelen amel ve ibadetlerle çevrelendikten sonra Cibril’e:

-Tekrar oraya git, cennet ehli için neler hazırladığımı gör! dedi. Cibril, gidip de cennetin, nefsin hoşlanmadığı şeylerle çevrelendiğini, oraya girmek için ağır görevler gerektiğini görünce Allah’a:

-İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, oraya hiç kimsenin girememesinden korkarım, dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ:

-Bir de git, cehennemi ve orada cehennemlikler için neler hazırladığımı gör! buyurdu. Gidip cehennemde birbirinin üzerinde ateşleri görünce, dönüp:

-İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, onu işiten hiç kimse oraya girmek istemez, dedi. Allah’ın emri ile, hemen cehennemin etrafı ve ona giden yollar nefse hoş gelen, fakat insanı günaha sokan şeylerle bezendiğini görünce Rabbine dönerek:

-İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, hiç kimsenin cehennemden kurtulamayıp, ona gireceğinden korkarım, dedi.'

Hz. Peygamber (s.a.v.) ’in kemale ermekle vasıflandırdığı Asiye, Rabbine şöyle yakarmıştır:

'(...) Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işlerinden kurtar ve beni şu zalimler topluluğundan da kurtar! '

İşte yüce Allah’ın; Firavun’la, onun zulmüyle, zalimler topluluğuyla çevrelenmiş, iman edenlere örnek gösterdiği kâmil bir müminin duası...

Said Nursî 'Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur' sözüyle cenneti, gerçekten zindan olarak tavsif etmek istememiş; fakat bu hâlin, cennette de olsa kendisine hüzün (üzüntü, gam, keder, tasa) vereceğini anlatmak istemiş olabilir. Lâkin, kastı bu dahi olsa bu sözler, yine boş ve anlamsızdır; çünkü Kur'an, yeryüzünde hiçbir zaman cemaatsiz kalmayacaktır. Bir şart cümlesini, bir muhâl (imkânsız) ile meşrut kılmanın sonucu da muhâldir. Bu da, batıl bir sözün sarfından başka bir anlama gelmez.

Said Nursî, birinci cümlesinde 'Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa (...) ' demiştir ki, bunun muhâl olduğunu ispat ettik. Şimdi, ikinci cümlesini (Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur) ele alalım:

Sözün zahirî ifadesini, bâlâda birçok delille çürüttük. Sözün bâtını (yani Said Nursî’nin kastettiğini sandığımız anlam) da muhâldir. Çünkü, cennette hiç kimse mahzun olmayacaktır:

Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

'(...) Girin cennete! Size hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da sizler değilsiniz.'

'Allah, o muttakilere şöyle buyurur: Ey kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve mahzun olacaklar da sizler değilsiniz. Bunlar, ayetlerimize iman edenler ve Müslüman olanlardır. Onlara denir ki: 'Siz ve eşleriniz, sevinç içinde, girin cennete! ''

''Rabbimiz Allah’tır' deyip, sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, mahzun olacaklar da onlar değildir. Bunlar, cennet ehli olup, yapmış olduklarına mükâfat olarak, orada ebedî kalacaklardır.'

Said Nursî’nin cennet ve cehennem hakkındaki bu muvazenesiz sözleri; bazılarına, coşkun, kendisini İslâm ve Müslümanlar için feda etmeye hazır, iman için her şeyi göze almış birinin sözleri gibi gelse de; bize, 'cennet de haktır, cehennem de haktır' şiarından sapış, yüce Allah’ın hem lütfunu, hem de kahrını küçümseyiş, 'avam'dan farklı olmak için bir hamaset taslayış gibi gelmektedir. Bu sözler; âdeta, 'kulluk' bilincini yitirmiş, cennet ve cehennemi zikrederken -Allah’ın onca tergib ve terhibine rağmen meydan okurcasına- istihfafkâr, ne havfı ne de recası kalmış, ubudiyete yakışan zillet hırkasının içinde olması gerekirken ancak rububiyete yaraşan kibir ridasına ve azamet izarına bürünmüş birinin sözleri olabilir.

Allah’ın muhabbetini ve/veya rızasını cennetinden ayırmaya çalışanların bahsi geçmişti. Hatta, sadece Allah’ı isteyenlerin (?) , cenneti birkaç köşkle birkaç huriye hasredenlerin olduğunu da biliyorduk. Cehennemi küçümseyen, onun azabını önemsemeyen birçok kişi de olmuştur. Ama, gözünde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu olan; cenneti zindan, cehennemi ise güllük gülistanlık gören birini herhâlde tarih az kaydetmiştir...



6.3.4. CENNETİ İSTEMEYEN NUR ŞAKİRTLERİ

RİSALE-İ NUR’un hizmeti oldukça, dünyada iken cennete davet etseler, KUR'AN-I KERİM’e hizmet etmek gibi büyük bir şerefi terk edip, böyle mukaddes bir vazifenin, böyle ulvi bir saadetin dünyada olduğunu anlayarak şimdi o hizmeti bırakıp cennete gitmek istemeyeceksiniz. ZİVER GÜNDÜZALP



Bu sözlerde de yine iki ayrı şey birbirine karıştırılmıştır. Kur'an-ı Kerim’e hizmet etmek, elbette büyük bir şeref, mukaddes bir vazife, ulvî bir saadettir; ama cennete gitmek neden istenmesin? Kur'an’a en çok hizmet eden kişi Hz. Peygamber’dir. Böylesi sözler, ondan asla çıkmamıştır. Onun duası şöyleydi:

'Allah’ım, gerçek yaşayış ancak ahiret yaşayışıdır.'

Şüphesiz ölüm haktır:

'Her nefis, ölümü tadacaktır. (...) '

Ve muhakkak ki, insanların ecelleri Rabbimiz tarafından takdir edilmiştir:

'Eğer Allah, insanları haksızlıkları yüzünden cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat o, onları belli bir süreye kadar tehir eder. Ecelleri geldiği zaman da, ne bir saat geride kalırlar, ne de bir saat öne geçerler.'

Yüce Allah, dünya hayatının ardından gelecek olan gerçek hayatı haber vermiştir. Dünya fâni olduğuna göre, Allah ne kadar ömür takdir ettiyse, zayi etmeden çalışmalı, Kur'an’a hizmet etmelidir. Bunların mükâfatı mutlaka verilecektir. Ölüm hak olduğuna göre, gerçek hayat, ebedî mutluluk neden istenmesin? Sonra, bunların 'Risale-i Nur’un hizmeti oldukça' diye kayıtlanması da doğru değildir. Risale-i Nur’un hizmeti olmasa da -ki bu hizmetin Kur'an’a olduğu su götürür-, Kur'an-ı Kerim’e hizmet edilecektir.

Dünya; Allah’ın rızasına, ahiret taleplerine vesile edinilmesi cihetiyle güzel bir metadır ki, onun hükmü işte bu kadardır. Müslüman, Rabbine kavuşmanın hasreti içindedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

'Kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. (...) '

Peygamber’in zevcesi Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir:

Resulullah sıhhatte iken:

'Hiçbir peygamberin ruhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz. Sonra (ölümle hayat arasında) muhayyer kılınır.' der dururdu. Hastalanıp ruhu alınacağı zaman gelince, başı dizimin üstünde bulunduğu bir sırada kendisine bir süre baygınlık geldi. Ayılınca, gözünü tavana doğru dikti. Sonra:

'Allah’ım, en yüksek refiki isterim! ' diye dua etti. Bunun üzerine ben:

'Resulullah, artık bizleri ihtiyar etmiyor' dedim. Bildim ki, Resulullah’ın bu duası sağlıklı zamanında bize söyleye geldiği haber(in kendisinde tecellisi) dir.

Aişe: 'Peygamber’in söylediği son kelime, işte bu 'Allâhumme er-Refîka’l-A’lâ' duası oldu' demiştir.

Hz. Peygamber’in şöyle bir sözü vardır:

'(...) Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülüp diriltilmeyi, ondan sonda öldürülüp diriltilmeyi, sonra öldürülüp diriltilmeyi, sonra öldürülmeyi ne kadar çok isterdim...'

Resulullah’ın öldürülüp diriltilmeyi birkaç defa tekrar etmesine rağmen, sözünün sonunu 'diriltilme' ile değil, 'öldürülme' ile bitirmesi anlamlıdır. Çünkü o, boş, hiçbir kıymet ifade etmeyen sözler sarf etmekten beridir. Biliyordu ki, ölüm mukadderdir. Şehit olmayı, tekrar tekrar şehit olmayı ne kadar isterse istesin, mutlaka dünya hayatı ölümle sona erecektir.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:

'Tekrar dünyaya dönmek ve dünya ile dünyadaki her şeyin sahibi olmak, ölüp de Allah katında büyük bir hayra malik olan hiçbir kulu sevindirmez. Şehit, bundan müstesnadır. Çünkü, şehit olmanın fazileti nedeniyle görmekte olduğu şeylerden (mükâfatlardan) dolayı, tekrar dünyaya dönmek ve dünyada bir kez daha öldürülmek onu sevindirir.'

Cabir (r.a.) şöyle demiştir: Bir kimse:

-Ey Allah’ın Elçisi, cihat ederken öldürülürsem, ben nerede olacağım? diye sordu. Resulullah:

-Cennette olacaksın, buyurdu. Bu cevap üzerine o zat, elinde bulunan hurmaları yere attı da, ölünceye kadar düşmanla savaştı.

(Gazvenin birinde) müşrikler yaklaştıklarında, Resulullah (s.a.v.) : 'Eni gökler ve yer kadar olan bir cennete doğru kalkınız! ' emrini verdi.

Umeyr İbnu’l-Humam el-Ensarî:

-Ey Allah’ın Elçisi, eni gökler ve yer kadar olan bir cennet mi? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) :

-Evet, buyurunca Umeyr (r.a.) :

-Bak, bak! Ne hoş, ne muazzam hayır! dedi. Bunun üzerine Resulullah:

-Seni 'bak, bak, ne hoş' demeye sevk eden nedir? buyurdu. Umeyr:

-Hayırdır, vallahi ya Resulullah. Başka şey için değil, ben bunu ancak o cennetin ehlinden olmak ümidiyle söyledim, dedi. Resulullah:

-Şüphesiz, sen onun ehlindensin, buyurdu. Bunun üzerine o, hemen kuburundan birkaç hurmayı çıkarıp yemeye başladı. Sonra da:

-Vallahi, eğer ben şu hurmalarımı yiyip bitirinceye kadar diri kalırsam, muhakkak ki bu, uzun bir hayattır, dedi ve yanında bulunan hurmaları hemen attı. Sonra düşmanla harbe girişti ve nihayet şehit oldu.

Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:

'Cennetteki bir kırbaç kadar yer, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. Dilerseniz, '(...) Ateşten uzaklaştırılıp cennete konulan, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Zaten, dünya hayatı, aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.' (Âl-i İmrân, 3/185) ayetini okuyun.'

Vallahi, bırakın cennetin tümünü, cennetten bir kırbaçlık yer bile sizin 'dünyadaki hizmetinizden' daha hayırlıdır!

Cenneti istemeyenler, kendilerini 'Rü'yetullah'ın lezzetinden de mahrum ederler. Çünkü, müminler Cemalullah’ı ancak cennette göreceklerdir. Onlara, üstatlarının şu güzel sözlerini hatırlatırız:

Ey insan! Dünyanın bin sene mes'ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezâl’in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlıyarak değil, gülerek giriniz.



Ziver Gündüzalp devamla şöyle demektedir:

Dünyanın iman cihetiyle bir mânevi cennet hükmüne geçtiğini söyleyince, dünyadan şimdiye kadar ne gördük ki bundan sonra safa süreceğiz, diyenler olabilir. Halbuki: Dünya ehl-i imân için iman cihetiyle, bir nevi mânevi cennet ve ehl-i dalâlet için bir mânevi cehennem hükmünde olduğunu Risale-i Nur kuvvetli mizanlarıyla ve kat'i delilleriyle ispat etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ise şöyle buyurmuştur:

'Dünya, müminin zindanı, kâfirin cennetidir.'

Şarih Sindî, bu hadisi şöyle açıklıyor:

Çünkü mümin, dünya hayatında bol nimetler içinde bile olsa, cennetteki nimetler onun için çok daha üstün ve hayırlıdır. Kâfir, dünya hayatında sıkıntı içinde bile olsa, o sıkıntılı hayatı, cehennemdeki hâline nazaran cennet hayatı gibidir.

Said Nursî, Risale-i Nur’a hizmet yolunda çektiği sıkıntıları, gördüğü ezaları anlatır ve sonra da şöyle der:

Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Hani dünya Risale-i Nur’a hizmet cihetiyle manevî cennetti, hani bu hizmet için cenneti bile istemiyordunuz? ... Said Nursî’nin bu sözleri, önceki ifadelerin ne kadar afakî olduğunun açık bir göstergesidir.



6.3.5. CEHENNEM İÇİNDE ÖZEL CENNET (?)

Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Tâlib’in îmânı hakkında esahh nedir?

Elcevap: Ehl-i Teşeyyu’, îmânına kail; Ehl-i Sünnet’in ekserîsi, îmânına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. O’nun -o gayet ciddî- o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakk’ın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib’in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makûl bir îmân getirmemesi üzerine Cehennem’e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfeten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem’i, hususî bir nevi Cennet’e çevirebilir...



Bir-iki tefsir karıştıran, bir-iki hadis kitabına göz atan birinin bile doğru yanıtına rastlayacağı yukarıdaki soru, Said Nursî’nin verdiği cevapla çözüme muhtaç bir mesele hâline getirilmiştir.

Müseyyeb İbn Hazn (r.a.) şöyle demiştir:

Ebu Talib’e ölüm (alâmetleri) geldiği zaman, Resulullah (s.a.v.) ona geldi ve amcasının yanında Ebu Cehil İbn Hişam ile Abdullah İbn Ebu Umeyye İbnü’l-Mugire de vardı. Resulullah (s.a.v.) , Ebu Talib’e:

-Ey amca! Lâ ilâhe illâllah kelimesini söyle de bununla Allah katında sana şefaat için hüccet getireyim, dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil ile Abdullah İbn Ebu Umeyye:

-(Ey Ebu Talib!) Abdulmuttalib milletinden yüz mü çeviriyorsun? diyerek men ettiler.

Resulullah da amcasına tevhit kelimesini arza devam ediyordu. O ikisi de devamlı olarak kendi söylediklerini tekrar ediyorlardı. Nihayet, Ebu Talib bunlara karşı söylediği son söz olarak:

-O (Ebu Talib) Abdulmuttalib milleti üzeredir, dedi ve lâ ilâhe illâllah demekten çekindi.

Ravi dedi ki: Resulullah (s.a.v.) :

-Yemin ederim ki, hakkında mağfiret dilemekten nehyolunmadıkça muhakkak Allah’tan senin için mağfiret isteyeceğim, dedi.

Bunun üzerine Allah, 'Kendilerinin cehennem ehlinden oldukları iyice belli olduktan sonra, -yakın akraba da olsalar- müşrikler için (Allah’tan) af ve mağfiret dilemek ne Peygamber’in ne de müminlerin yapacağı bir iştir.' (Tevbe, 9-113) ayetini indirdi. Yine Allah, Ebu Talib hakkında (ayet) indirdi de Resulüne hitaben şöyle buyurdu: 'Sen sevdiğin kimseye hidayet edemezsin; fakat Allah dilediğine hidayet eder. O, hidayete lâyık olanları daha iyi bilir.' (Kasas, 28/56)

Mekke’nin fethi zamanında Usame b. Zeyd (r.a.) :

-Ey Allah’ın Elçisi! Mekke’deki evine inecek misin? diye sormuş. Resulullah (s.a.v.) :

-Akîl, bize ev bıraktı mı ki? cevabını vermiş.

Akîl ile Talib, Ebu Talib’e mirasçı olmuşlar; Cafer ile Ali miras diye bir şey almamışlardı. Çünkü, onlar Müslüman idiler. Akîl ile Talib ise kâfir idiler.

Eğer Ebu Talib Müslüman olmuş olsaydı, Hz. Cafer ve Hz. Ali (r.anhuma) elbette babalarına mirasçı olurlardı.

Ebu Said el-Hudrî (r.a.) ’den:

Resulullah (s.a.v.) ’ın yanında amcası Ebu Talib anıldı da:

'Kıyamet gününde şefaatimin amcama fayda vereceğini umarım. Şefaatimle amcam, topuklarına ulaşabilen ateşten bir çukura konulur da, o çukurda dimağının aslı kaynar.' buyurdu.

Abbas b. Abdulmuttalib (r.a.) :

-Ey Allah’ın Elçisi! Amcam Ebu Talib’e herhangi bir şeyle yarar sağladın mı? Çünkü o, daima seni korur ve senin için düşmanlarına karşı öfkelenirdi, dedi. Resulullah (s.a.v.) :

-Evet, o şimdi dibi topuklarına kadar olan ateşten bir çukur içindedir. Ben olmasaydım, muhakkak cehennemin en derin çukurunda olacaktı, buyurdu.

Ebu Talib hakkında başka sahih hadisler de vardır, biz bu kadarı ile iktifa edelim.

Görüldüğü gibi, Resulullah’ın Ebu Talib’e şefaati, sağladığı fayda hadislerde zikredilmiştir. Efendimiz’in yaptığı bu açıklamalara yapılacak her ziyade, boşboğazlıktan öteye gidemez. Cehennemin en hafif azabı bu azaptır ki, Resulün ifadesiyle 'beyni fokur fokur kaynatır'. Elbette, cehennem tabaka tabakadır; oradaki herkes aynı azaba duçar olmayacaktır. Nitekim, Semura b. Cundeb (r.a.) ’den rivayet edildiğine göre Nebiyyullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:

'Ateş, onlardan (cehennemliklerden) bazılarını topuklarına kadar; bazılarını dizlerine kadar; bazılarını oturağına kadar; bazılarını da boğazına kadar saracaktır.'

Said Nursî, kendisine sorulan soruya âsarla cevap vermemiştir. Yanıtı, kendi reyinden ve zannından ibarettir. Oysa nassın olduğu konuda ne reye ne zanna yer vardır. O, 'cehennem içinde bir nevi hususî cennet'in mümkün olduğunu ifade etmektedir -ki bunun muhâl olduğunu ortaya koyduk-. Said Nursî’nin bunu imkân dairesinde görmesi, onun Muhyiddin b. Arabî’nin cennet ve cehennem hakkındaki görüşlerinden etkilendiğinin açık bir göstergesidir. Bu görüşü sırf Ebu Talib’e has olarak ortaya koyması, onun aynı zamanda Şianın da tesiri altında olduğunu göstermektedir. Sonra, ehl-i Sünnet bir muhitte yine ehl-i Sünnete mensup insanların sorduğu bir sualin cevabına ehl-i Teşeyyu’un (Şianın) kail olduğu görüşle başlamanın anlamı nedir? ... Bunun anlamı, ehl-i Sünnete bağlı insanları yavaş yavaş Şianın görüşlerine alıştırmaya çalışmaktır. Nur Risaleleri’nde gizli gizli Şia propagandası yapılmıştır ki, bu, onun sadece bir yüzüdür.



6.3.6. CEHENNEM DE OLSA BEKA

(...) Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: 'Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâkî fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin? ' dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden 'ah! ' çekti. 'Cehennem de olsa beka isterim.' dedi.

Vücudun, velev Cehennemde olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musîbet ve ma’siyetlerin de merciidir. Vücut ise velev Cehennemde olsa, hayr-ı mahzdır.



Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

'İşte o gün, küfredenler ve Peygamber’e asi olanlar, kendilerinin yerle bir olmasını temenni ederler ve Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.'

'(Cehennemin muhafızına :) 'Ey Malik, Rabbin bizim işimizi bitirsin, (bizi yok etsin, böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir) ' diye seslenirler. (Malik :) 'Siz burada kalacaksınız (hiçbir suretle buradan kurtuluş yok) ' der.'

'Biz, sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir: 'Keşke ben, (daha önce) toprak olsaydım' der.'

O gün kâfir, dünya diyarındayken yaratılmamış olmayı, varlığa gelmemiş olmayı, bir toprak olmayı arzulayacaktır. Bu durum Allah’ın azabını gözüyle gördüğü ve bozuk amellerinin meleklerin eliyle kaydedildiğini müşahede ettiği gündür.

'Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman da, orada yok olup gitmeyi dilerler. (Fakat, onlara :) 'Bugün bir defa yok olmayı dilemeyin; birçok defa yok olmayı dileyin! ' denir.'

Ayet-i kerimedeki 'subûran' kelimesi, Se-Be-Ra fiilinden gelir. (Sebera-yesburu-subûran) Helâk etmek, mahvetmek manasındadır. İsm-i mef'ulü el-mesbûr’dur. Da’vetü’s-subûr, şiddetli bir duruma düşüp de darda kalanın, ölümün darda kalmaktan daha kolay olduğunu görerek nida edip, ah ölüm, yetiş! demesidir.

Dahhâk, ayetteki (subûran) kelimesini helâk olma ile açıklar. Kuvvetli olan görüşe göre ise bu kelime hem helâki, hem zayıflamayı, hem hüsranı ve hem de yok olmayı bir araya toplamaktadır.

Cehennemi görmeden, azabını tatmadan böylesi sözlerin söylenmesi nefse kolay gelebilir; fakat işte ayetler bize oradakilerin nasıl feryat ettiğini haber vermektedir.



6.3.7. NETİCE

Nur Risaleleri’ndeki cennet ve cehennem ile ilgili sözleri ele aldığımız bu bölümden çıkan netice şudur: 'İman kurtarmak'tan dem vuranlar, ne yazık ki, ölçüsüz sözleriyle Müslümanların cennet ve cehennem hakkındaki inançlarını altüst etmeye teşebbüs etmişlerdir. Nur Risaleleri’nde cennet ve cehennem öylesine yer değiştirmiştir ki, âdeta cennet, zindan; cehennem, güllük gülistanlık, bazıları için hususî cennet olmuştur. Ashabın en büyüğü, cehenneme sadece kendisinin atılması için Allah’a yakarmakta; evliya, Said Nursî ve talebeleri cenneti istememekte; Said Nursî cehenneme atılmaya hazır olduğunu ilân etmekte...dir. Ehl-i iman dalâlet-i mutlakadan bunlarla mı kurtarılacaktır? ...

Bu sözler, Allah’ın cennet ve cehennemi yaratmasındaki âli hikmetlere muvafık olmak bir yana, o hikmetlerle niza etmektedir.

Bunların vahametini ortaya koymak için bu bölümün başından beri verdiğimiz uğraş, gerçekleri hatırlatmaya yöneliktir. Yoksa ister cennet istensin, ister cehennem... Kimin nereyi istediği bizi pek ilgilendirmemektedir. Bizi asıl ilgilendiren, Nur Risaleleri’nde cennet ve cehennemin âsarda vasfedilenin dışında ve onlara aykırı şekilde nitelendirilmesidir. 'Kur'an’ın hakikî tefsiri' olduğu iddia edilen Nur Risaleleri, cennet ve cehennemle ilgili ayetleri işte böyle tefsir etmektedir!

Ayrıca, Nur Risaleleri’ne topluca bakıldığında, aslında cennet-cehennem ve rahmet-i ilâhiye hakkında hiç de yukarıda sunulduğu gibi düşünülmediği görülmektedir. Kitabımızın ilerleyen sayfalarında 'Nur Risaleleri’nde Acayip İddialar' bölümünde aktarılacak sözler, bunu ortaya koymaktadır. Nur Risaleleri’nde 'Allah', her an Said Nursî ve Nur Risaleleri ile alâkadar gösterilmekte; Risale-i Nur’a, müellifine, talebelerine yapılan en ufak bir itirazı, karşı çıkışı, risalelere yönelik görevlerin ihmalini zelzele, belâ, kaza ve hatta kişinin eşinin canını almak vb. ile cezalandırmaktadır!

Cennet ve cehennemin hak olduğuna iman eden aklı ve ruhu selim her kişi, cennete girmeyi ister, cehenneme atılmaktan da korkar. Büyüklük paranoyasına tutulanlar ise, kendilerini diğer insanları kurtaracak derecede ulvî görürler ve o eşsiz fedakârlıklarının (!) gereği cehenneme atılmaya hazır olduklarını beyan ve ilân ederler. 'Sıradan müminlerin' cennete girmek gibi 'basit' isteklerine ortak olmayı ise kendilerine zül addederler.