Sevgi Toplumu Grubu Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Nazlı Can
Alan:   Grup:Sevgi Toplumu Grubu
Tarih: 21.01.2010 23:45
Konu: Sessiz Çığlıklar.

Sessiz Çığlıklar
Bir çığlık ile başlamıştı hayat, bir çığlıkla bitecekti. Her dem binlerce çığlık yükselir arzdan ta yedi arşa. Her ağızda bir figan var, gizli bir sitem okşar gülen yüzleri. Bir bilinmezlik hakim en bilge beyinlerde, yüreklerde hiç dinmeyen bir acı. Bu, adı olmayan bir duygu, korkunun ötesinde bir şey. Bir yok olma endişesi, her şeyi bırakıp gitme, sessizce yaklaşan bir son ve de sessizce biten bir hayat. Geride kalansa sadece sevdiklerimiz, sevmediklerimiz ve bilinmez bir zamanın bilinmez bir dilimine gömülen arzularımız. Acaba değer mi bir hayatı ölmek için yaşamaya? ! Ya kısa bir yaşam için ölmeye...
Duraklarla dolu bir yolda gidip son durağı beklemek, atılan her adımın geri dönüşünün mümkün olmadığı, her geçen günün sadece mutsuzluğu getirdiği bir yaşam ve de bu yaşam içinde bir insan olmak, insanlar içinde insan gibi davranmak, milyonlarca mil ötelerde sessiz çığlıkları duyabilmek, herkesin mutluymuş gibi göründüğü bir ortamda mutlu olmak zor bir şey olsa gerek. İnsanlar mutlu olarak doğarlar tıpkı ölürken mutlu oldukları gibi. Doğarken de ağlarlar ölürken de,ama ağlamalarına rağmen yine de mutludurlar. Ya yaşarken, kahkaha atarak gülmelerine rağmen yine de mutsuzdurlar. Yaşamları boyunca hep mutluluğu arayıp dururlar ve ancak onu ölürken bulurlar. Yalnız olarak doğar insanlar, koskoca bir alemde yalnız olarak yaşar ve de yalnız ölürler. Anlatamazlar yalnızlıklarını, hep sessiz konuşurlar çığırtkan duygularıyla. Belki de yıldızların geceye güzel görünmek için süslendiği ya da bulutların gözyaşlarını alacakaranlığın yüzüne döktüğü, zamanın durduğu bir anda dile gelse beton yığınları anlatıverecek sessiz çığlık atan deniz dalgaları yalnızlığın güzelliğini insanlara. Yalnızlığın tablosunu çizmek isterdim en yalnız yüreklere, hayatın en ücra köşesinde yaşamak, insanları hiç tanımamak, en kalabalık yerlerde doyasıya bağırmak, hiç doğmamak, hayatı doğmadan yaşamak, korkularımla yüzleşmek, kelimelerin anlamsız kalıp sadece sessiz çığlıkları attığım zamanlarda yüzümdeki korku ifadesinin bir kopyasını yapmak ve her gururlanmam sonucunda bir hicap misali gözlerimin önüne gelmesini, en güçlü olduğum durumlarda bana acziyetimi haykırmasını isterdim çaresiz ve korku dulu anlarımın. Ama yine ben, ben olamıyorum, tıpkı milyonlarca kişinin olmak istediği şekilde olamadığı gibi. İçimde hep bambaşka bir insan hareket etmekte, arzuları zevkleri benimle tamamen çelişmekte olan biri. Aynanın karşısına her geçişimde iki kişiyi görürüm, biri gülerken diğeri ağlar, biri severken diğeri yanar. Belki de tek ortak yanları birbirleriyle sonsuz zıtlıklar içinde olmalarıdır. Anlayamadığım şu ki, iki kişi olamayacağıma göre acaba hangisi gerçek benim veya ben hangisiyim, hangisi olmalıyım? ? ?
Herkes bir yerlere gitmekte bilerek veya bilmeyerek, bir şeylerin peşinde koşup durmakta isteyerek ya da istemeyerek. Dertlerini içlerindeki sessiz kişiliklerine haykırmaktalar insanlar hep. Basit bahanelerle sevmekte, yapay mutluluklarla avunmaktalar. Rüzgarın önünde savrulan kuru yapraklar misali sessizce geçen zamanın önünde sürülmekteler. Her kurtuluş arayışlarında acılara tutunmakta, ölüme gidişlerinde adeta birbirleriyle yarışmaktalar. Oysa yaşamak ölmekmiş, ölmekse yaşamak. Sessizce haykırmakmış hayat, yaşamla ölüm arasındaki çizgide yürümekmiş. Entel köşelerde sızlanmakmış, ütopya girdaplarında güneş batarcasına boğulmak, durmadan zemheriden gözyaşı akıtmak, bıkmadan, yorulmadan her şeye isyan etmekmiş...
Beklemek ne güzel şey, sadece beklemek, kavuşmamak. Umutları, bir yanda toz pembe görünen sınırsız düşleri, bir yanda avutan geçmişi, zamanla örgülü geleceği ve bir bilinmezi beklemek, bilinmezliğe doğru gitmek, hiç bilinmemek, bir çığlık kadar yakın, adeta güneş gibi ısısını yürekte hissedip ulaşamamak, tıpkı gölge gibi hep yanında olup bir türlü kavuşmamak. İnsanların her zaman bir bekleyiş içinde olmaları bundan olsa gerek. Kimi hayallerini bekler, kimi sürpriz yapan istikbali, kimi ise sadece bir bekleyişi bekler, neyi ve niçin beklediğini bilmeden bir ömür buyunca bekler ve çoğu zaman beklediğini bulmadan ölür, belki de beklediği ölümün kendisidir ama ne yazık ki onu bulmadan gider, çünkü o varken ölüm yok, ölüm varken o yoktur. Belki de insanı insan yapan özelliklerinden bir de beklemedir, ama insanoğlu bunu bilmez, ne beklediğini bilir ne de beklenildiğini...
Sessiz çığlıklar, gözlerden akan sessiz gözyaşları gibidir. Daha atılıp akıtılmadan sonsuzluğa gömülmeye mahkumdurlar. Neden, ne zaman ve nasıl olduğu bilinmez, bilinen sultan Süleymanların da çaresiz çığlıklar atıp gözyaşları akıttığı en biçare insanların da. Ama nedense maveraya kadar yükselen çığlıklarını duymuyor insan, bütün mahlukatın yüreğini paramparça eden, masum olduğu kadar çaresiz çocuk çığlıklarını hiçe sayıyor insan, kendisinin de aciz bir varlık olduğunu, geçici duraklarla dolu bir yolun bileti kesilmiş mecburi yolcularından biri olduğunu bilmek istemiyor. Çoğu zaman bir yolculuk yaptığının farkında bile değil, tıpkı neyi niçin yaptığının farkında olmadığı gibi. Upuzun bir zamanın sadece bir parçasına sahip olmak, belki de budur insana sınırsız çığlık attıran, belki de şaşkınlığı bundandır insanın. Her zaman bir şeyleri istemek, sonsuzluğun sonsuzluğa çarpımı sonucunda ortaya çıkan sonuca dahi doymamak, belki de insanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerinden biri de doyumsuz olmasıdır. Bunun sonucudur ki insanoğlu hep baki şeyleri isteye gelmiş ve bunun için de mücadele etmiştir. Şüphesiz gelecekte de insanoğlu hep sonsuzluğu isteyip onun için çabalayacaktır. Acaba insan sonsuzluğa kavuşsa bununla avunacak mı? Bir sonsuzluk daha istemeyecek mi? Bu ve benzeri sorular tarih boyunca sorulup hep merak odağı olarak günümüze gelmiş, cevapsız kalan binlerce soru gibi cevabı bulunmadan kafalarda sadece birer soru işareti olarak kalıp gidecektir..
Ne yapsam nafile! gölgelerden utanan utangaç çığlıkları, zamanın uğultusuyla çiğnenen sessiz hıçkırıkları, yapma gülücükleri bozan sıcak göz yaşları, hiç yüzleşilmemiş ve belki de hiç yüzleşilmeyecek o sınırsız korkuları yazamıyorum işte. Adeta prangalı hisler başka dillerden atıyor duyulmaz çığlıklarını. Bir çığlığın dili olabilir mi? Çığlık başlı başına bir dil değil mi? Bu dili konuşmamak hiç mümkün mü? Ya bu dilden anlamamak? Bütün insanlar arasında her zaman geçerli olan dil bu değil mi? İnsanlığın ortak dili; çığlık... Çığlık atmak için illa ki konuşmak, haykırmak gerekmez ki, kimi zaman göz atar duyulmaz çığlıklarını, kimi zaman dilsiz yürek. Belki bu çığlıkları anlamak için aynı türden çığlık atmak veya hep susmak, hiçbir çığlığı duymamak, sonsuz ve de solgun hayaller girdabında ölümün çaresizliğine inat varoluşun en belirgin fakat en basit sebebiyle uçmak ve feza aleminde pişmanlık duygularıyla birebir yüzleşip, yeryüzündeki bütün çığlıkların birer yansıması olduğu tanrı diyarındaki net ve berrak çığlıklara kulak vermek, belki de en sağlam kulakları çınlatıp galeyana getiren sessiz bir çığlık olmak ve de en heybetli bakışlarda bir damla gözyaşı, insanların henüz adını koymadığı, hani şu ölmeden önce söylenen sonsuzluğa mahkum son sözler gibi, bestesiz ve de güftesiz bir sevda şarkısı, hiç umulmadık bir zamanda yazılan kafiyesiz bir helbest, tıpkı insanın insanlaşmadan önceki hali gibi en sade, bir gecenin ölüm yalnızlığı karanlığından arda kalan sım sıcak bir düş gibi, sessiz çığlık gibi bir çığlık olmak gerekir...
Uzaklara çakılan geçmişleri olmayan bakışlar, suyun gölgesinde oynaşan hayaller gibi, ve de denizin bağrında donakalan masum bir güneşin etrafına saçtığı utangaçlık gibi, sessiz ama hızlı geçen zamanın geride bıraktığı yıkıntılar gibi, aşkın çığırtan sabırsız çığlılarının sessizliğindeki azgın sessizlik gibi, ihtimaller saçağına bağlanan anlamsız yaşamların ölüme düşerken anlamlı bakışları gibi ani bakışlardır kimsesiz gecelerde çığlıklarla gökleri süsleyen.
Kafalardaki cevapsız sorulara açılan bir ışık gibi çığlık atmak da rahatlatır sıkışan yürekleri. İsyan gibidir sessiz çığlıklar, göğün asileşerek içini boşaltıp temizlemesi gibi arındırır beyinleri.
Sokrates’in baldıran öncesi çığlıklarını hatırlatıyor şu ufacık dünyamda attığım her çığlık. Önce elimin uzamasını istiyorum ve uzanmasını çağlar öncesine. Bir celsede tutup paramparça etmek istiyorum o baldıran kadehini. Sokratın bana “senelerdir beklediğim kadehi sakın kırma” dediğini duyar gibi oluyorum. Sonra onun onu içerken bedeninin her zerresinin duyduğu hazzı avuçlarımla tutup almak istiyorum. Gözlerine bakmak istiyorum saatlerce belki mutluluk ve bilgeliğin haritasını çıkarıp getiririm çağlar sonrasına diye. Aniden irkilip küçük bir o kadar da büyük dünyamda çığlıklarımla boğuştuğumu anlayınca, sessiz çığlıklarımın “ Ey usta! Nerde benim payım içtiğin baldırandan” sözüyle şairin dudaklarından döküldüğünü hisseder gibi oluyorum.
Çığlıkların, insana mutluluk, bir o kadar da mutsuzluk verdiği hayat rüyasından gölgelerin arkasına saklanan yaşamların sinsi ayak sesleriyle irkilir gibi oluyorum. Bütün bir yaşamın, tüm içtenliğimle bir olmasını arzularken, bu rüyada ben olduğuma göre, bu rüyayı göreni bilmek ve de gerçek bir yaşamda nefes alıp vermek için en kuvvetli çığlığımla çığlık atıp bu rüyadan uyanmak istiyorum...