Sevgi Toplumu Grubu Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Mustafa Yılmaz
Alan:   Grup:Sevgi Toplumu Grubu
Tarih: 10.01.2010 12:41
Konu: BENDEKİ YOL ÖYKÜN (1) (Deneme) Akşamlar herkes için güzel midir?

BENDEKİ YOL ÖYKÜN (1) (Deneme) Akşamlar herkes için güzel midir?

Bugün cumartesi, birkaç yıldır sevmem Cumartesileri. Hep sevinçleri, coşkuları taşırken, şimdi hüzün yüklü. Ne oldu bana, neden bu pürtelaş hüzün bedenimde? Daha fazla girdapta dolanmaya gerek yok. Aracım geldi aklıma, ona doğru koşar adım, sanki kavuşuyoruz direksiyonla…

Telefon, telefon etmeliyim veya mesaj…
Gel demeliyim, hadi geçerken alayım seni!

Ve yol…

Yolculuk tek sakinleştiğim zaman dilimi.
Kendimle hesaplaşmalarım başlıyor gene…

Basıyorum gaza. Güneş göz hizamda. Batıya doğru gidiş yine.
__Gözlükler diyorum, gözlüklerimi verir misin? Son aldığımı diyorum, üstüne basarak.
Durmadan konuşuyor yol arkadaşım. Yarısını anlıyorum söylediklerinden. Kitaplar, filmler, yemek diyor.
__Şuralardan bir şeyler alalım, biraz içecek falan.

Dişlerimi sıkıyorum, sırası mı şimdi hele bir varalım kumsala, düşünürüz diyorum. Düşünürüz… Ben bu kelimeyi pek kullanmazdım, nereden çıktı şimdi düşünürüz demek?

Kumsal, uzun sürmeyen yolculuk sonunda kumsal işte.

Bir deniz kenarı kahvesi veya çardak gibi bir şey işte. Sahibi tanıdık. Bir iki sandalye, bir masa ve bir semaver çay…
Ayaklarımız son deniz suyunda, masayla birlik. Yanımdaki soruyor…
__ Bu adam seni tanıyor galiba, hemen hazırladı her şeyi…
__ Boş ver diyorum, eski bir dost. Boş ver…

Bir sandalyeye yığılıyorum, bir şort, bir terlik.
Bakıyorum biraz kıpırdayan denize, rüzgâr sırtımdan denize doğru esiyor, sırtımda birkaç kum tanesi kalacak gibi yapışıyor…

Akşamüstleri bir başka oluyor buralarda. Güneş adaya yaklaşacak gibi, ama ışıkların keskinliği gözlerimi kısmaya yetiyor. Çay bardağındaki renge bakıyorum, koyu bir vişne suyu gibi, bardağı yuvarlıyorum elimde. Güneşe doğru tutuyorum, farklı bir bakış gelip oturuyor gözlerime. Sol ayağımı atıyorum sağın üstüne. Adına ne deniliyorsa işte. Sağ elimle sol omzuma dokunuyorum, biraz hırçın.

Kızı görüyorum, kıyıya yakın bir yerde. Neden acaba demeden, yüzme bilmeme ihtimali geliyor aklıma. Yanılmışım, seri kulaçlar atmaya başlıyor bir anda, başını suya gömüp çıkararak. Dikkat ettim, sağ elini kulaçlarken denize, nefes almak için başını çıkarıyor. Dümdüz yüzüyor, sanki bir kuğu süzülüyor. Saçları uzun, sarı saçları zaman, zaman omzunda.

__ Hadi git bakalım diyorum. Galiba özgürlüğü yudumluyor. Tek başına bir sofrada gibi.

Birden başımı sol omzuma yaslıyorum, her şey yeryüzüne göre, denize göre doksan derece bir bakış. Karartılar, yürüyen birkaç kişi, denizde giden bir sürat teknesi. Hepsi bir başka açıda. Hiç denememiştim bu bakışı. Sevmem boynumu bükmeyi, zavallılık gibi bir şey. Her şey gökyüzüne doğru dimdik görünüyor. Doğruluyorum, bir yudum çay bayağı iştah açıcı gibi, bir yudum daha.

Uzaktan kız geliyor bana doğru. Mayosuna göre biraz koyu Pareo, sarmaya çalışıyor bedenine. Pareo, ne olumsuz bir kelime bende. Sanki çok lâzımdı şimdi. Yüzyıllar öncesi gibi bir zamanda öğrenmiştim ne olduğunu. Birilerine hediye etmek için. Olmadı işte belki de olamadı. Sebep mi yok…

İnanılır gibi değil, bir Martı, ta karşımda. Kıyıya yakın bir yerde, denizin üstünde. Küçük dalgacıklarla salınım halinde, bana bakıyor. Masadan aldığım bir yiyeceği atıyorum ürkütmeden. Bakıyor, biraz üşengeç, karnı tok galiba diyorum. Arkadaşıma sesleniyorum:

__Ufak bir balık, birkaç tane olsun, Martı için diyorum.

Getiriyor, atıyorum yine yavaşça, suyun yüzeyinde ses çıkarmamaya özenerek. Küçük balığın parıltısı iştahını açıyor galiba. Balığı ortasından gagaladığı gibi başını yukarı kaldırıyor, bir iki silkiniş ve yutuyor. Bir tane daha atıyorum yavaşça. Onu da, attığım gibi tutuyor ve de ritim halinde yutuyor.

Dikkatimi çeken her yudumdan sonra başını bulutlara doğru kaldırıyor olması.
Şükür ediyor galiba, karnı doyduğu için.

Şaşırıyorum, kuş ola kuş her yudumdan sonra şükrediyor.

Karnını doyurduklarım geliyor aklıma, hem de sırtımdan bıçaklayanlar, şükürsüzler, susuyorum…

Unutmak istiyorum,
önce senin sevdiklerini, sonra benim sevmediklerimi.

Biraz da hayatımda, içimde iz bırakanları. Ne kadar da az gülmüşüm, ne kadar dolmuş içim. Anılar her yerde, hiç beklemediğim zamanlarda karşıma dikiliyor. Hiç olmazsa diyorum yalnız aynaya bakınca bir an, bir saniye, bir kare resim gibi çıksalar karşıma… Neden ‘Anna Carina’ gibi, neden ‘Dr. Jivago’ gibi, neden ‘Harp ve Sulh’ gibi uzun metrajlı filmlere benziyor? Niçin içinde siyah beyaz kareli filmler yok? “Karlı dağdaki ateş”, bir “Kemal Sunal” görüntüleri yok…
Yok, işte belki hiç olmadı. Belki de ben seyretmedim. Ya da yaşamadım.

Ne zaman unuttum desem, bir bardak suda bile bütün geçmişim çıkıyor ortaya.
Bir kahve fincanında sanki yaşam karelerim şekilleniyor. Fal bakmam veya baktırmam neyi değiştirecek, geleceğimi mi söyleyecek, geçmişimi bilmiyor muyum? Neden bir kaplumbağa hızı ile yürüyor unutma çabalarım veya “Yeniçeri yürüyüşü” gibi tekrarlar? Aslında neyi unutmak istiyorum, unutulacak ne ola ki yok eden geleceğimi?

Martıya takılıyor gözlerim… Bir anlık durgunluğumda yemeksiz kaldı belki de, iyice yaklaşmış yanıma, sanki son deniz suyunda gibi… Göz göze geliyoruz, yuvarlak koyu gözler…

Gözler…
O da ne! Sağ kanadı biraz aşağıya düşmüş, kırık gibi geldi bana. Belki de uçamıyor, yürür gibi, yüzer gibi hareketleri. Ürkütmeden, bir küçük balık daha uzatıyorum. Neredeyse elimden alacak. Bakışıyoruz, bakıyor bana, öylece kaldım…

Gözleri bende kaldı sanki…

Alnında eski bir yara izi var, biraz kanar gibi pembemsi ıslaklık. Deniz suyu ile karışmış alnı, acıları tuzlu suyla kavrulmuş gibi.
Canı yanıyor belki de, uzatsam elimi tutacağım, sonra ne yapabilirim ki, ya uçmak isterse kırık kanadıyla? Birden onu kaybetme korkusu sarıyor bedenimi…

Bir şey kaç kere kaybedilir ki, sorusu geliyor aklıma, kaç kere?

Dünyada yaşanacak büyük korkulardan biri bu, kaybetme korkusu.
Varlığını kabul ettiğin, avuçlarında tuttuğun, göğsüne bastırdığın ne varsa kaybetme korkusu yaşatır kendini, istemesen de, korksan da yaşarsın, yaşarsın işte.
Hele yaşadığın en son şeyse, dahası yok gibiyse, tekrarı hiç olmaz zannedersen, saatin yelkovanı gibi geriye hiç dönmez dersen, dersen işte, korkarsın kaybetmekten. Korkarsan yaşamaz mısın ki? İstesen de, istemesen de yaşarsın işte, hem de çaresiz…

Martıyı tutma çabasıyla doğruluyorum. Uzatıyorum ellerimi, yüzerek geri, geri gidiyor, gidiyor, durdurmam mümkün değil, sadece sırtını görüyorum ve kayboluyor… Kayboluyor…

Ya yarası?
Ya da kırık kanadı? Sadece bakınıyorum, yok oluyor, oluyor işte.
Belki diyorum başka bir koyda, başka bir kumsalda, inanıyorum ki kimse tutamayacak onu, çünkü o bir yaban, bir yabanıl.

Kendi dünyasında uysaldır belki, bilinmez. Bilinmez ki “O” bir yerlerde karnını doyurma çabasıyla kavga etmiştir, diş dişe, gaga, gagaya, bu gün bu koyda yarın başka koyda.

Bu gün veya ertesi gün ne fark eder?

Çayıma uzanıyorum, soğumuş. Arkadaşım yenisini getiriyor, iki olsun diyorum, bir tane daha getiriyor. Kız kurumuş mayosu ve pareosu ile oturuyor yanıma… Yine başlıyor konuşmaya. Sus diyemiyorum. Denizin renginden, kumun inceliğinden, güneşin batmak üzere olduğuna dair bir şeylerden bahsediyor. Ah be diyor ah, biraz sussan, biraz suskun olsan. İstersen biraz gözlerinden yaş aksa, mutluluktan olsa da razıyım, sussan biraz işte.

Görmüyor mutsuz olduğumu, görmüyor…

Çayımın bitmesini beklemeden atıyorum kendimi denize. Başımı suya gömüyorum, gözlerim açık, gittikçe koyulaşan mavinin yeşile kaçan karanlık tonları. Bir diyorum, bir kez olsun başımı çıkarmasam sudan, bir kez olsun… Becerebilsem bunu bitecek… Ne anı kalacak, ne kaybetme korkusu, ne de yaban olmuş, yabanıl olmuş, en sevdiğin bile olsa yok olacak işte.

Olmamalı,
olmamalı diyorum ve sırt üstü yatıyorum serin solarda, sırt üstü…

Bulutlar az biraz gökyüzünde açık gri maviye kaçıyor. Küme, küme dolanıyorlar birbirleri peşi sıra.

Bir arkadaşım demişti; bunlar poyraz bulutları, kuru bulutlar, bir başka bölgede yağmur yağarsa, bunlar Ege’ye kaçışırlar bir kovalamaca bu derler, biri kaçar gider, biri, bir yerlerde bekler…

Aracıma takılıyor gözlerim… Çok severim emektarı, çok da hızlıdır ha, cesaret ister gaza basmaya, bir anda kendini iki yüz kilometrelerde bulursun… Bulursun işte, niyeyse diyorum işte…

“Diyorsun” diye de tekrar ediyor dilim…

Diyorsun, zaman, zaman duyardım bu kelimeyi, belki hayret ifade ediyor, belki de hoşa gideni tekrarlatır gibi bir kelime bende, zihnimde kalan…
“O”ndan gelen, beynime yerleşen.

Çıkıyorum denizden…

__ Hadi gidelim diyorum, başka bir yere, anısı olmayan bir yer bulalım, diyorum içimden kendime…
Belki coğrafyada anısız bir diyar vardır benim için diyorum kendime, benim için.

Otoban’dayız, bu kez hava kararmış gibi, içimden bir ses;

__”Farlarını yak canım, gözlüklerini de çıkar istersen.” İstersen…

Gene “O’ndan kalan” ve bende zamanı gelince devinim yaşatan bir cümle gurubu.

Haydi, gene kaplumbağa yürüyüşü, yavaş, yavaş unutma, her kelimeyi unutma çabası.
Alnımdan ter akıyor, belki de gözlerimden akan, çeneme doğru süzülen.

Otoban;
genişten başlayıp incelerek uzayan. Işık huzmeleri vuruyor siyah zift’tin üstüne.
Gökyüzündeki yıldızlar kaybolmuş gibi. Belki de ben göremiyorum.
Yol, baştan ileriye doğru beyaz kesik çizgiler… Aralarına parıldayan bir şeyler çakmışlar, ışıl, ışıllar. Aaa, diyorum, çikolata paketleri gibi!
Yok, yok diyorum, yıldızlar sıralanmış, yol gösteriyorlar…

Hızımı arttırıyorum…
Gitmek en uzağa gitmek…
En uzak da olsa…
Ne değişecek ki?
Nasılsa geri gelinmiyor mu?
Bekleyen var mı ki?
Neyi değiştiriyor gitmek, unutmak mı başlıyor?
Boş ver!

Sağ cam açık, kızın uzun sarı saçları pencereden dışarı, geriye doğru uçuşuyor, bazen de yüzünü kapatıyor, kaplıyor…
__Kapat camı, diyorum, yoksa ben kapatacağım, klimayı çalıştıralım…
__Bu arabanın kliması da çok güzel diyor. Donduruyor insanı, donacak insan…

Haydaa!
Hadi gene, başım belâlarda…
Yine, bir cümle,
'donacak insan'…
Başım zonkluyor,
bir çekiç kafamda 'san' ki...

Mustafa Yılmaz
4—08—07 İzmir—Çeşme

--------------------
Bu şiirin hikayesi:

Bu, bitmeyen ve bitemeyecek yol yaşamı...
Yolların bitmediği hep söylenir ve yazılır...
Bütün yaşanmışlıklarda yol çizgişi varsa eğer,
acılar, sevinçler tutulamaz boyutuyla,
yollar boyanır durur terlerimizle...
Bu yazıda ki hisler,
yıllar yılı unutulamayacaklar arasında sürüp gidecektir bölümler halinde,
yazmaya devam edebileceğimiz, son ana kadar...

Bu yol hislerimi(1- 2- 3- 4- 5- 6 -7- 8- &) , bütünüyle anlata bilmem için (Bir gün anlayacaksın beni)
yazımın okunması beni amacıma ulaştıracaktır…Yol öyküsü bu yazımla doğmuştur…

Bir Gün Anlayacaksın Beni

şiirimle başlayıp,
'Çandarlı'nın' iğde kokulu,

'Dandik Büfe'sinde'

devam eden uzun bir sevgi öyküsü bu...

Bana yazmam için Çandarlı'da, samimi desteğini sağlayan, 'yüreğinden geldiği gibi yaz arkadaş' diyen,

edebiyat öğretmeni,
sayın
hocama teşekkürü borç bilirim...

SAYGIMLA...
2.SAYFA 28. SIRADADIR...

Saygılarımla.