Öğretmenler Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Talat Semiz
Alan:   Grup:Öğretmenler
Tarih: 15.10.2012 12:09
Konu: BATI FELSEFESİ TARİHİ...............2

BATI FELSEFESİ TARİHİ……………2

ALBERT EİNSTEİN’İN
RUSSELL’İN BATI FELSEFESİ ÜZERİNE YAZDIKLARI

Bertrand Russel’in Felsefe Tarihi üzerine bir şeyler yazmam istendiği zaman, Russell’a duyduğum hayranlık ve sevgi dolayısıyla bu isteği hemen kabul ettim. Russell’ın yapıtlarına sayısız mutlu saatler borçluyum. Bu sözleri Thorstein, Veblen dışında hiçbir çağdaş bilimsel yazar hakkında kullanamam.

Bununla birlikte Russell hakkında bir yazı yazma vaadinde bulunmamın bu vaadi yerine getirmekten daha kolay olduğunu anlamış bulunuyorum. Önce Russel’ın filozofluğu ve bilgi kuramı üstüne bir şeyler söylemek istemiştim. Fakat ne kadar kaypak ve sakıncalı bir alana girmeye cesaret ettiğimi anlar anlamaz fizik konusunun dışına çıkmamaya karar verdim. Russell felsefesi ve bilgi kuramını tanıma konusundaki eksikliğim yüzünden, fiziğe bağlı kalmam iyi bir önlemdi.

Onun bütün görüşünün halen göstermekte olduğu güçlükler fizikçiyi, eski kuşaklardan olduğundan daha kapsamlı felsefi sorunlarla uğraşmaya zorlamakta. Gerçi burada o güçlükten de söz etmeyeceğim, ama beni bu denemeye sürükleyenin de onlara karşı duyduğum ilgi olduğunu belirtmeden edemeyeceğim.

Felsefi düşüncenin yüz yıllar boyu geçirdiği evrimde şu düşünce başrolü oynamıştır: Duyu algısından bağımsız olarak salt düşünceyi hangi bilgi verebilir? Böyle bir bilgi var mıdır? Yoksa, bilgimizle duyu izlenimlerinin sağladığı hammadde arasındaki ilişki nedir? Bu sorulara ve onlara içten bağlı daha bir kaçına sınırsız bir felsefi düşünce kaosu karşılık olur.

Nispeten verimsiz, fakat yiğitçe olan bu çabalarda sistemli bir gelişme eğilimi görülebilir. Böyle bir gelişme çizgisi salt “kavramlar ve idealar” dünyasına karşıt olarak “şeyler” dünyası “nesnel dünya” üzerinde salt düşünceyle bir şeyler öğrenme yolundaki her çabada artan bir kuşkuculuğu simgeler.

Hemen az çok konu dışına kayarak şunları söyleyeyim. Gerçek bir filozof katında olduğu gibi burada da alıntı belgeleri (işaretleri) yeni bir anlam ortaya atmak için kullanmıştır. Bu kavram felsefe polisi gözünde suçlu gibiyse de, okuyucunun onu şimdilik kullanmama izin vermesini dilerim. Felsefenin çocukluk döneminde salt düşünceyle, bilinebilecek her şeyi bulabilmenin mümkün olduğuna inanılmıştı. O bir kanıydı (boş düştü.) Bunu felsefe ve doğal bilimden öğrendiklerini bir an bir yana bırakırken herkes kolayca anlayabilir. Böyle bir Platon’un “idealara” empirik olarak denenmesi mümkün şeylerden daha üstün bir gerçeklik yüklediğini görmekle, şaşkınlığa düşmeyecektir.

Spinoza’da ve Hegel’de hala başrolü oynar gözüken bu duyarlılık canlı bir güce sahiptir. Bu sıradan bir şeyler katmaksızın felsefi düşünce alanında bir işin gerçekten başarılıp başarılamayacağı sorusunu ortaya atabilir. Bunun üzerinde durmak istemiyoruz. Düşüncenin sınırsız etkime gücü konusundaki, daha çok aristokratik sanrının karşısında, daha çok bir halk görüşü olan çıplak gerçeklik sanrısı bulunmaktadır. Buna göre şeyler bizce, duyularımız aracılığıyla algıladığımız gibidirler. Bu sanrı insanların ve hayvanların gündelik yaşamını yönetir, ayni zamanda bütün bilimlerin, özellikle doğal bilimlerin çıkış noktasıdır.

Bu iki sanrıyı yerme çabası nispeten basit olmuştur. Russell, Anlam ve Doğruluk Konusunda Bir Araştırma adlı eserinin girişinde kendisine özgü, şaşılası bir yaratıcı düşünce zenginliğiyle şöyle dile getirmektedir.

*Hepimiz çıplak gerçekçilikten, yani şeylerin göründükleri gibi olduklarından başlarız işe. Otun yeşil, taşların sert, karın soğuk olduğunu sanırız. Fakat fizik otun yeşilliğinin, taşın sertliğinin, karın beyazlığının bizim kendi deneylerimizle bildiğimiz yeşillik, sertlik ve soğukluk olmadığının onlardan farklı olduğunu açıkça söyler bize. Gözlemci bir taşı gösterdiği sandığında, fiziğe inanmak gerekirse, gerçekten taşın gözlemci olarak kendisi üzerine yapmış olduğu etkiyi söylemektedir.
Bilim kendisiyle savaşta görünmektedir: En çok nesnel anlam taşıdığında, istemine karşılık özelliğe dalmış bulur kendini. Çıplak gerçekçilik fiziğe götürür. Fizik de doğruysa, çıplak gerçekçiliğin yanlış olduğuna gider. Böyleyse çıplak gerçekçilik doğruysa yanlıştır. O halde yanlıştır…*

Bu ustalıkla biçimlenmelerinden ayrı olarak daha önce hiç söylenmemiş bir şey de söylemektedir. Çünkü yüzeyden bakıldığında Berkeley ve Hume doğal bilimlerdeki düşüncenin karşıtı bir tutuma sahip görünürler. Russell’ın hemen yukarıda okuduğumuz görüşü şu bağlantıyı açığa koyuyor:

Berkley dış dünya “şeylerini” duyularımızla doğrudan doğruya kavramadığımız kanısındaysa ve nedensel olarak bağlantılı olayların “şeylerin” şimdiki durumuyla duyu organlarımıza geldiği olgusuna dayanmaktaysa, öz-çizgilerini fiziksel düşünce kalıbına güvenden olan bir usa vurmaya girişmektedir.

Söz gelimi, tam sayılar dizisi açıkça, insan usunun bir buluşu, belirli duyumsal deneyimlerin düzene sokulmasını kolaylaştıran, kendi adına yaratılmış bir aygıttır. Ancak, bu kavramın doğrudan doğruya duyu verilerinden, olduğu gibi türemesini sağlayacak bir yol yoktur. Burada sayı kavramını özellikle seçtim. Çünkü o, bilim öncesi döneme dayanır ve bu olguya karşın onun işimize yarayacağı karakteri hala kolayca kabul edilebilir.

Bu bakımdan ben şeyi (fiziksel anlamdaki nesneyi) bağımsız bir kavram olarak uygun uzaysal ve zamansal bir yapıyla birlikte sisteme katmakta hiçbir “metafizik tehlike” görmüyorum.

Anlam ve Doğruluğun son bölümü “metafizik” olmadan işlerin yürüyemeyeceğini su yüzüne çıkartmıştır. Yukarıdaki çabaları dikkate alarak, bu noktayı anlayışla kabul ediyorum. Orada karşı çıktığım tek yan, satırlar arsından sızan ve zekâyla bağlantılı kötü bilinçtir.

ALBERT EİNSTEİN

(Olanaklarım elverdiği ölçüde çeşitli bölümlerle devam edecektir.)